1 Eylül 2010 Çarşamba

PIRÇO İLE ZERE

PIRÇO İLE ZERE

Pırço ince uzun burnunu bulunduğu evin tavanında, tahtaların arasındaki delikten uzatıp, aşağıda olup biteni merakla gözetlemeye koyuldu. Tam büyük bir zevkle kendisini bu işe vermişti ki, arkasından bir onun kadar meraklı olan eşi Zere sökün etti. Zere kocasını hışımla itekleyip; “ne var, ne oluyor” diye merakla bakmaya koyuldu. İzledikleri ev sahipleri Şemo ile karısı Güle’ydi. Gözetlemekten alıkonulan Pırço, karısı Zere’ye hışımla dönüp;
‘Zere deli misin nesin sen, çocukları nasıl tek başlarına bırakıp geldin? Ya Allah etmesin başlarına bir hal gelirse, ya bir şey olursa? Söyle biz ne yaparız o zaman?’
‘Amaaan Pırço sen de düşündüğün şeye bak. Çocuklar az ilerde, aah deseler buradan duyulur. Bunu bu kadar sorun yapacak ne var, Allahını seversen? Zaten abartmada senin üstüne yoktur. Ne var merak ettim, ne yapıyorsun diye. Hele biraz da biz bakalım, Şemo ile Güle ne yapıyorlar. Zaten sıkıntıdan patladım. Akşama yemek de yok.’
‘Yemek yok demek de ne oluyor, vallahi kemiklerini kırarım senin. Karnım zaten açlıktan zil çalıyor. Hadi çabuk oradan çekilde, git çabuk bir şeyler hazırla. Sen iyice koyverdin, hayırlısı bakalım sonumuz ne olacak?’
‘Pırço söylediklerini kulağın duyuyor mu? Ne olmuş sonumuza, gül gibi geçinip gidiyoruz. Biraz haline şükretmesini bil, ne olur! Hizmetimizde beş tane ev var, yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda. Daha ne olacak? Allah’in bugününe çok şükür. Halimize bir şeylerin olduğu yok, ama senin demen o ki... Ne bileyim işte laf olsun, torba dolsun, yok yere Zere’ye parlayayım diye söylenip duruyorsun. Şu koca İstanbul’da onca güçlüğe rağmen tutunmaya çalışıyoruz. Ben çocukların yanına gidiyorum, sen kendi kendine homurdan, Güle ile Şemo ne yapıyorlar onu izle. Ne halin varsa gör.’
‘İyi Zere iyi, bir şey demedim. Hadi git, sen de ne halt yiyeceksen ye. Seninle başa çıkılmaz. Neyse, ben de gelip sana yardım edeyim de çabukça bir şeyler hazırlayalım, biz de acıktık, çocuklar da mutlaka acıkmışlardır. Hadi sallanma. Birazdan gelir bakarız, Şemo ile Güle ne yapıyorlar. Zaten daha erken, Şemo eve yeni geldi, şimdilik zaten bir şey olduğu yok. Mecburen bekleyeceğiz. Onlar da zaten şimdi yemek yapma derdinde. İyisi mi birbirimizle didişmeyi bırakalım, hadi biz de kendi işimize bakalım.’
‘Ha şöyle biraz imana gel, sigortaların hemencecik atmayıversin. Ne olur sanki bazen alttan alsan, bu kadar kükreyip, hiddetlenmesen, daha iyi olmaz m? Hani şunun şurasında şu iki günlük dünyada birbirimizin ağzının tadını bozmasak!’
‘İyi Zere, iyi hadi düş önüme, tamam sen haklısın. Yine zeytinyağı gibi üste çıkmasını becerdin ya, helal olsun sana.’
Pırço ile Zere mutfaklarının yolunu tuttular ve o gün de, Allah ne verdiyse çarçabuk elbirliği ile hazırlayıp, karınlarını bir güzel doyurdular. Yemek sonrası Zere çay demleyecek olduysa da, aslında Pırço, Zere’den daha çok Şemo ile Güle’yi merak ediyordu. Bu akşam misafirlerinin olmadığını da bildiklerinden; bugün mutlaka “vukuat vardır,” diye kendi kendisine düşündü. En iyisi bir an evvel çayı mayı bırakıp, onları seyretmekti. Canı hiç bir şey istemiyormuş gibi yapıp, tavan deliğine doğru hızlı adımlarla hoplaya zıplaya geldi. Tabi ardından da hem çok ve hem de acele yediğinden dolayı; karnı ağrıyan ve mayalı hamur gibi şişen Zere de:
‘Ayyy…ayy.. aman bekle heriffff…’ diye söylenerek kocasının yanına geldi.
Şemo ile Güle de yemeklerini yemişler ve biraz dinlenmek için, bu eve taşınırken sol arka ayağının ucu hafif kırıldığından dolayı, oturulduğunda fırtınasız bir denizde sallanan bir yelkenli gibi gidip gelen kahverengi, kumaşı artık iyiden iyiye yıpranmış olan koltuğa oturmuşlardı.
Şemo ile Güle İstanbul’a çok uzaklardan gelmişlerdi. Aslen Kars merkeze bağlı Vezin Köyü’dendiler. Amca çocuklarıydılar. Şemo’nun neredeyse avurtlarından elmacık kemikleri gözükecek kadar, zayıf bir yüzü vardı. Ama bu etsiz yüzünde; gür kaşların ve uzun kirpiklerinin ardında birer çukur oluşturmuş hissi veren ela gözleri ışıl ışıldı. Güle’ye kocası- aynı zamanda amca oğlu olan Şemo’ya göre kısmetine azımsanmayacak kadar bir hayli et düşmüştü. Yusyuvarlak ve tombulcaydı. Hani çok büyük bir topun üzerine kafası göz önüne getirildiğinde; daha küçükçe bir top daha kondurulmuş gibiydi. Kıllı güçlü ve kalın kolları ile tuttuğunu o an yere çarpacakmış gibi bir intiba uyandırıyordu insanda. Oysa Güle kocası Şemo’ya karşı kuş tüyü yumuşaklığındaydı. Günün yirmi dört saati Şemo’nun ağzının içine bakar, Şemo “gak” dese su, “guk” dese o işindeyken gün boyu yaptığı börekleri, çörekleri aceleyle bir tabağa koyar, üstüne de tombul eliyle bir demet maydanozunu süs olarak kondurmayı ihmal etmez, yuvarlanırcasına Şemo’suna getirir, kendi elleri ile amca oğlunun gözlerine hayranlıkla bakarak; ona yedirmeye çalışırdı.
Yaklaşık sekiz yıl önce; üç gün üç gece süren, büyük bir köy düğünüyle evlenmişler, onlarca metre uzunluktaki halaylarının başlarını Şemo’nun babası Şıllo ile annesi Katka çekmiş, zılgıt sesleri birbirine karışmıştı. Evlerinin çatısında bayrak dalgalanmış, çifte davul vurulmuş, çifte zurna ötüşleriyle tüm köyü şenlendirmişlerdi. Davetlilere çifte koçlar, koyunlar, kuzular kesilmişti. Ocaklarda tavşan kanı çaylar fokur fokur kaynamış, torbalar dolusu kırtlama şeker harcanmıştı. Misafirlere petek petek hakiki Kars balı da ikram etmeyi unutmamışlardı. Bu çok güzel ve şenlikli düğünleri yöre halkının aklından uzun süre silinmemiş ve çoğu sohbetlerde sözü edilmişti. Yüzlerinin akı ile çıktıkları bu güzelim şenliklerinin ardından iki yıl kadar büyükçe bir köy olan, memleketleri Vezin Köyü’nde kaldıktan sonra, onlar da umut yolculuğuna çıkarak; bir zamanlar toprağının ve de taşının altın olduğu söylenen, ama onların bir gramına dahi şahit olmadıkları İstanbul’a gelmişlerdi. İlk yıllar oldukça ağır koşullar altında geçmişti. Kars’a Vezin Köyüne tekrar dönmemek için canlarını dişlerine takıp direnmişlerdi. Zorluklar kol kola girip, üstlerine doğru hucuma geçseler de, onlar sevgilerini kalkan yapıp, birbirlerine kenetlenip yılmamışlardı. Oysa her şey, herkes ve her yer yabancıydı. Bu ortama alışmaları oldukça uzun bir zamanlarını almış olsa da, asıl onları içten içe kemiren en büyük sorunları bir çocuk sahibi olamayışlarıydı. Yoksa burada hor görülmeleri, ikinci-üçüncü sınıf insan olarak görülmeleri, Şemo’nun çok zor koşullarda boğaz tokluğuna, yaz-kış, yağmur-çamur demeden inşaatlarda çalışması, Güle’nin annesini, babasını, kardeşlerini özlemesi devede kulaktı. Vezin Köy’den gelip de, yolu İstanbul’a düşen tüm tanıdıkları akrabaları, selam kelam veya memleketlerine özgü bal, peynir ve tere yağ yerine; hala bir çocukları olmadı mı diye pek çok baskı ve tehdidi yüklenip geliyorlar, o daracık evlerinde günlerce kalıp yiyip, içip tüm morallerini alt üst edip gidiyorlardı. Bu zoraki misafirliklerin ardından, günlerce kendilerine gelemiyorlardı.

Yine böylesi bir uğraşla birbirleri ile adeta boğuşmaya başlamışlardı ki, tavan deliğinden birbirlerini ite kalka onları dikizleyen Pırço ile Zere de bir o kadar heyecanlanıp, birbirlerini itekliyor, arada bir onlarda birbirlerini öpüp koklayıp, aşağıda yaşananları da soluk soluğa bir tenis maçını takip eder gibi, izlemeye devam ediyorlardı.
Şemo adeta büyük bir topu andıran karısı Güle’nin üzerinde bir hayli yuvarlandıktan sonra pes edip, zor bela kafasını soluk soluğa yastığa koydu. Yine soluk soluğa kalmış, nefes alış verişini normal hale getirmeye çalışıyordu. Gözlerini kırpa kırpa tavana dikerek, hiç değilse bu defa ki onca yuvarlanmalarının boşa gitmemesi için yorganın altına iyice girip, büyük bir sevgiyle kendisi gibi hala soluğunu toplama uğraşısı içinde olan karısına bakıp, iki eliyle yorganından tutup, tanrıya dua etmeye başladı. Allah büyüktü ve elbette onun dediği olurdu, en iyisini bilirdi. İkinci bir duaya başlayacaktı ki, gözlerini kırpmaya devam ederken, az daha Pırço kafasını hızla geriye çekmese onunla göz göze gelecekti. Evet Pirço bu kez de ucuz atlatmıştı. Yaptıkları iş değildi, çok ayıptı ama bir o kadar da vazgeçilmezdi. Ve her defasında Zere ile sözleşip bu yaptığımız son olsun derlerken, ertesi güne kalmadam bunu unutuyorlardı. Pırço telaşla kalbini bastırarak, Zere’yi hızla itekledi. Büyük ilahi bir transa girmiş olan Şemo bu sırada duasının yarısına gelmiş, mutlulukla repertuvarındaki üçüncü duasına hazırlanırken, tekrar karısına bakıp, onu kalınca olan kolunun daha az kıllı olan kısmından dürttü.
‘Güle… sen de dua ediyor musun?’
‘Ediyorum tabi Şemom, etmez olur muyum hiç, aha sabahtan beri üstünde tepinip yorduğun, seninle dopdolu olan kalbimle dua ediyorum.’
‘Güle söylediğin şeye bak, dua arasında tepinmeyi falan ne diye karıştırıyon, kendine gel, Allah’a iyice sığın, hadi yeniden dua etmeye başlayalım. Hiç değilse bu kez yüzümüze gülsün, bizim de evimizi şenlendirecek nur topu gibi bir oğlumuz olsun. Ordan oraya durmadan koşsun, gülsün oynasın! Neşemize neşe katsın, evimizi bereketlendirsin, ocağımızı şenlendirsin, soyumuzu sürdürsün.Artık biz de dostumuza düşmanımıza karşı mahcup olmayalım.’
Bu sırada yandaki komşuları Yozgat’lı Süleyman’ın evinden, daha bir ay önce doğan bebeklerinin cıyak cıyak ağlama sesleri geldi. Şemo yatakta yüzünü dönüp, karısı Güle’ye sarılıp onu teselli etmek istedi. Fakat Güle’nin göbeğinden dolayı ona yanaşmakta zorlandı.
‘Gülem, dert etme kendine, bak görecen; bizim de çocuğumuz olacak. Erkek olursa ben diyorum ki; adını Ruşen koyalım, kız olursa da Şirin. Ruşen her bi yana gülücükler saçar. Kız olursa, yani Şirin her bi yani tatlandırır, her şeyi şekerlendirir.’ Güle kız isminde itiraz etti.
‘Hayır kız olursa İsot koyalım adını. Şemo:
‘Peki Gülem senin dediğin olsun, seni mi kıracağım. Ben her bi yani tatlandırsın diyorum, sen kızımız olursa adını İsot koyalım diyorsun.Yani biber gibi yaksın kavursun ortalığı, öyle mi? Bunca yıl sonra ilk defa benim tersime bir şey söylüyorsun.’
Her ikisi bir ağızdan bu tatsız konuşmalarının ardından dua etmeye devam edip; “Elhamdullillah rab bil alemin….. maliki yevmuddin…. amiiiinnnn” derlerken, çocuk sorunları olmayan iki küçük fındık faresi Pırço ile Zere de bugünlük bu kadar deyip, kuyruklarını yerde sürüyerek, kendi yataklarının yolunu tuttular. Hızlarını alamamış olacaklar ki, çok geçmeden onlar da birbirlerinin üzerinde yuvarlanıp, soluklarını, terlerini, tüylerini, bıyıklarını, kuyruklarını, kalp atışlarını da birbirlerine katarak delice sevişmeye başladılar,az sonra da Pırço Zere'nin üstüne kökünden baltalanmış bir ağaç gibi devrildi. Aralarında tek bir fark vardı, Pırço ile Zere bu yorucu eylemlerinin ardından dua etmeden, hemen derin bir uykuya daldılar. Gökyüzü birbirinden parlak irili ufaklı yıldızla dopdolu, gece alabildiğine sessizdi.


Amsterdam, 19 Nisan 2009

aydinhecibi@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Hırçın bir denizin dalga...