25 Eylül 2014 Perşembe

LORİ - LORİ



Ürkek bir serçe gibi eğme başını. 
Kaldır başını ve dimdik dur! 
Bu senin değil, ülkemin ayıbı. 
Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk.


N. Hikmet





LORİ - LORİ

Lori-lorili ninnilerle avutup,
Ak sütleri ile doyururlarken,
Dünya güzeli miniklerini,
Yaşıyorlardı bir kıyıcığında evrenin,
Kendi ahvallerince derler ya hani.
Ve kimseciklerin ‘kış’lamazlarken tavuklarını,
Baş kesen hançerlerin,
İrin beyinlilerin,
İğrenç tel tel sakallıların,
Sabahlardan bir sabah, 
Erkeninde şafağın,
Mahrurlukla kamaştırırlarken Onlar gözlerini, 
Kan donduran gölgeleri düşüverdi hayatlarına,
Kömür karası zebanilerin.
“Uy havar…” deyi figan eylediler.
Ol biçare,
Yaşlı gözlerle tutundular eteklerine,
Yalvar yakar ettiler gezegenlerinin,
İşitme ve görme özürlü insanlığına.
Lütfettiler nicedir ardından,
Toplanıverdi “büyük insanlık”,
Bin bir nazla – olsa da gecikmeli.
En nihayetinde sökün eylediler birer birer ,
Tünediler ceviz ağacı yuvarlak masalarına.
Yaldızlı kristal bardaklarında,
Yudumladılar leziz içeceklerini.
Kazanımlarının büyüklüğünü düşündüler ilk evvela,
Kaldırmak adına, 
Kendilerinin uzantısı gölgelerini.
Kimi şartlarını koştu en ileri,
Kimi tehditler savurup - salladılar parmaklarını,
Kimi olmaz dedi,
Yok ki bana hiç bir getirisi,
Oysa çokça görünüyor bu işin götürüsü.
Kan donduran gölgeler,
Sustururken lori-lorili ninnileri,
Şengal ve Kobani’li dünya güzeli miniklerin.
İğrenç tel tel sakallılar,
Dökerlerken bebeklerinin ak sütlerini,

Amsterdam, 25 Eylül 2014




20 Eylül 2014 Cumartesi

MUJIK ile TUJIK


MUJIK ile TUJIK

Aceleci olmayan adımlarla Qolit tepesinin yamacındaki düzlükten aşağılara doğru kaydı ve kendisini tepenin yamacında bulunan, köyün ileri gelenlerinden Efendi tarafından yaptırılan çeşmenin yanı başında buldu. Yıkılmaya yüz tutmuş olan bu hayrat çeşmesinden, hafif bir gürültüyle, ancak işeyen bir erkek çocuğunun çişini andıran, sızıntı halinde bir su akıyordu. Aylardır yağmur görmeyen bu topraklar, adeta yanıp kavruluyorlardı. Ağustos ayına özgü; insan nefesini kesen, sarı bir sıcak hakimdi. Çeşmenin başına gelen Mujik’di. Sıcaktan öylesine bunalmıştı ki, kan ter içinde de kalsa, uzandığı kayalığın altından kalkıp, buraya kadar geldi. Çeşme duvarına oklarla delinmiş onlarca kalp çizilmişti.
“Aman Allahım, bu Camili Köyünde de benim gibi, ne çok bağrı yanık varmış.” demekten kendini alıkoyamadı.
Boz bir eşek çeşme havuzunda birikmiş olan pis suya kafasını sallayarak daldırıp, bir iki yudum aldıktan sonra, burnundan ve ağzından gelecek şekilde “fıırrrr” diye sesler çıkarıyordu. Mujik’in geldiğini fark etmedi bile. O her "fıırrr" diye ses çıkardığında Mujik irkilip, bir iki adım gerilere doğru uzaklaşıyordu.
Boz eşeğin işi biraz uzun süreceğe benziyordu. Oysa Mujik sıcaktan öylesine bunalmıştı ki, dayanacak mecali kalmamıştı. Boz eşek bir iki kez daha ağzından ve burnundan ses çıkardıktan sonra, olduğu yerde yüz seksen derecelik ustaca bir manevra yaparak, düşünceli bir edayla, Camili Köyü’ne doğru yola koyuldu. Bu saatte buralarda ne arıyordu, kimi kimsesi yok muydu? Mujik çeşmeye biraz daha yanaşırken bunları düşünüyordu. Allah’tan kurtlar buralara son zamanlarda fazla dadanmıyorlardı. Aksi halde bu güzel gözlü boz eşek şimdi kurtların midesinde olacaktı. İçinden eşeğin yalnızlığına acıdı. Ne yazık ki, onun için yapabileceği bir şey yoktu. Dünyaya eşek olarak gelmek de bedbahtlıktı. Eşeğin ardından uzun uzun bakıp, ona hayır duaları etti.
Mujik bir iki yanlamasına hareketle, çok yüksek olmayan çeşme havuzunun duvarına çıktı ve kendisini boz eşekten arta kalan suya, balıklamasına attı. Derin olmayan su birikintisinin yüzeyini, ince bir yağ tabakası kapladı. Tepesindeki sarı sıcaktan,  özünde de yağlı olan vücudu, vıcık vıcık olmuştu. Mujik’in sırtında da diğer kirpiler gibi binlerce diken vardı. Fakat Mujik’in dikenleri, arkadaşlarına kıyasla daha yumuşaktılar. Bu dikenler yer yer siyah ve beyaz boya ile boyanmış gibiydi. Yüzü biraz fareyi andırsa da, kapkara ve kocaman gözleri ile ihtişamına diyecek olmadığı gibi, Qolit tepesi ve civarında bulunan kirpiler arasında ki karizması da yerindeydi. Pek çok dişi kirpi kendisine abayı yaktığı halde, o kimselere dönüp bakmıyordu. Buna neden, son zamanlarda; onun da gönül tahtına birilerinin gelip oturrmasıydı. Oldukça yumuşak karakterli, hassas ve romantik bir kirpiydi. Lakin gönül verdiği Tujik’in pek öyle olmadığı söyleniyordu. Varsın olsundu. Gönül bu; bir kere değirmen çarkına kolunu kaptırdığı gibi, kaptırmıştı. Bu işin uçarı kaçarı olmadığı gibi, uzatmanın da alemi yoktu. Kendi kedisine söz verdi, biraz serinleyip, yağlarından arındıktan sonra, ilanı aşk etmek için Tujik’in kayalığında soluğu alacaktı. Nerede inceyse orada kopsundu, artık. Uzun bir zaman daha suda oyalandıktan sonra, yine aynı vücut hareketleri ile çeşme havuzunun duvarına çıktı ve aşağıya doğru yuvarlandı. Allah kahretsin, dikenleri yine kirlenip, toz toprak olmuştu. Oysa birazdan Tujik’in yanına gidecekti. Bir iki adım sonra yakınındaki bir taşın üstüne çıkıp, sırtında bulunan oklarını anten gibi dört bir tarafa kıpırdatarak, yapışan toprak parçalarını silkeledi. Keşke bir ayna olsaydı da vaziyet berkemal mı, karizmada çizik var mı, yok mu diye bakabilseydi.
“Hayrın yerini bulsun, hayrat sahibi Efendi, insanların su içmeleri için alüminyum maşrapayı dahi düşünüp bir zincirle çeşmeye bağlamışsın. Oldu olacak şu çeşme duvarının içine bir de ayna koysaydın, hiç değilse ben dahil olmak üzere yavuklusuna giden yeni yetmeler de, bu aynada kendilerini süzerlerdi.” diye düşünmekten kendisini alamadı. Çok geçmeden, kayalığının yolunu tuttu. Köstebekler dört bir yanda toprağın altını üstüne getirmişlerdi. Etrafta küme küme yığılan taze toprağın kokusu vardı. Bu topraklara bulaşıp, üstünü başını kirletmemek için hat halindeki bu birikintileri dolanarak geçmek zorunda kaldı. Bu da yolunu uzatıyordu. Hani sevdiğine gitmemiş olsaydı önemli değildi. Hava neredeyse kararacaktı. Tüm kirpilerde olduğu gibi, Mujik’in gözleri de pek keskin değildi. Ama kulaklarının ve burnunun hassasiyetine diyecek yoktu. Kayalığının yanında bir iki dal nane boy göstermişti. Zaman zaman iyi kokmadığı hissine kapıldığında, gidip kendisini bu nane dallarına sürtüyordu. Bunu Tujik’e gönül kaptırdığı günden beri sık sık yapıyordu. Kendisini nane dallarına sürttüğünden, nanenin tüm yaprakları delik deşik olmuştu. Yine nane dalının yanına geldi. Oldukça yorulmuştu. Ay ve güneş nöbet değişimi yaparlarken, Qolit Tepesi bir renk ve ışın cümbüşü yaşıyordu. Etrafta bulunan tarla fareleri, kurbağalar, kuşlar, böcekler ve diğer canlılar gözlerinin kamaşmasından dolayı kendilerini ya deliklerine, ya da kuytuluk bir yere saklıyorlardı. Mujik’in öyle bir kaygısı yoktu. Bedeninin bütün bölümlerini nane yapraklarına sürdü. Sırt üstü uzanıp, karnında bulunan yumuşak tüylerini de, aynı şekilde uzun uzadıya sürdü. Tujik’ın yanında göğüs kıllarının arasından mis amber, ferah kokular yayılmalıydı. Tujik’in başı dönmeliydi. Bu iş tamamdı. Etrafına bakınırken, aniden gözüne ilişen bir papatya çiçeğini koparıp, yapraklarını kafasının yan tarafında bulunan kendi dikenlerinden birine teker teker batırıp, kopardı. Seviyor – sevmiyor derken en son kalan papatya yaprağı seviyor diyordu. Tüm bedenine kan yürürken, kendisini bir hoş hissetti. Bir müddet baygın baygın baktı ve olduğu yerde tekrar doğrulup, kendisine geldi. Biraz acele etmeliydi. Tek başına romantik olmanın alemi yoktu. Asıl romantizm birazdan başlayacaktı. En nihayetinde sevdiğine, aşkından yanıp tutuşan kalbini açacaktı. Ve o an saniye saniye yaklaşıyordu. Tüm temennisi; her şeyin istediği gibi seyretmesiydi. Aslında bu konuda kendisinden oldukça emindi. Tujik’in de kendisine ilgisiz olabileceğini sanmıyordu. Ama yine de kadın milleti bu, her biri henüz keşfedilmedik dünyalardı. O nedenle pek sağları ve solları belli olmazdı bunların, kendisindeki bu göz kamaştıran, her bayan kirpinin aklını başından alan bu cazibe, karizma, zenginlik, şan ve şöhrete rağmen.
Ay yavaş yavaş Qolit Tepesinin yamaçlarını aydınlatmaya başladı. Şansı yaver gidiyordu. Birazdan yapacağı ilanı aşk mehtap altında olacaktı. Belki napolitanlar, serenatlar okumayacaktı ama ortamın romantikliğine doğrusu diyecek yoktu.
Tujik’ciğine gitme zamanı gelmişti. Göğüs kılları kirlenmesin diye karnını biraz yukarı doğru kaldırarak yürümeye başladı. Kendisi için yanıp tutuşan o kadar güzel ve alımlı kirpi olmasına rağmen, ferman dinlemeyen, takozlanamayan gönlü, neden Tujik’de karar kılmıştı. Gönül bu ne yapacağı belli olmuyordu. Tüm bunları düşünedururken, Tujik’e yaklaştıkça kalbinin daha hızlı attığını hissetti. İnsan oğlunun gönül konusunda sayılamayacak kadar beste yaptığını duymuştu. “Aşkın müzikle sunumu çok güzel bir şey olsa gerek” diye düşündü.
“Bu ne sevgi aah,
Bu ne ızdırap,
Zavallı kalbim ne kadar harap.”
Evet insanoğlu daha neler neler söylemişti. Mujik’in kalbi de haraptı. Tujik’in yokluğu kendisi için artık dayanılmaz hal almıştı. Gençliğinin cayır cayır yanmasına izin vermeyecekti. Onsuz bir hayatı düşünemiyordu. Bundan sonraki hayatının her anında ve her yerde onunla birlikte olmak istiyordu. Belki ona yeşil panjurlu, kırmızı kiremitli, içinde çocuklarının oynadığı kocaman bahçesi olan bir ev vaat etmiyordu, ama onun kayalığı da Qolit Tepesinin en güzel manzaralı yerindeydi. Çocuklarının oynaması için onun kayalığının önü paha biçilmez bir yerdi. Tüm kirpiler Mujik’in kayalığına gıpta ile bakıyorlardı. Üstelik Efendi’nin çeşmesine de çok uzak değildi.
Mujik geldiğini fark ettirmek istediğinden, bir iki defa öksürür gibi yaptı. O sırada Tujik gündüzden yakalamış olduğu bir kaç kelebek ve böcekle karnını doyuruyordu. Gelenin Mujik olduğunu görünce içi bir tuhaf oldu. Yemeğini yarıda bıraktı, kalbinin derinliklerinden, Mujik’e eğilerek hoş geldin dedi. Hal hatır derken, Tujik misafirini yemeğe davet etti.
“Kusuruma bakma Mujik ne olur. Bugün biraz başım ağrıyordu. O nedenle iyi avlanamadım ve sofram sana layık değil. Ama gel Allah ne verdiyse onu birlikte yiyelim.”
“Allah’ını seversen Tujik söylediğin şeye bak, ben davetsiz misafirim. Aslında biraz da uygunsuz bir zamanda geldim. Geleceğimi de sana haber vermedim. Sonra misafir umduğunu değil, bulduğunu yer. Sofranda da hiç bir kusur yok. Baksana şuraya rengarenk kelebekler, som balığını aratmayan solucanlar, böcekler, bir yığın yonca ve çimen var.”
Tujik kırmızı ve yeşil kanatlı bir kaç tane kelebeği; Mujik’in önüne serdiği yonca yapraklarının üzerine özenle yerleştirdikten sonra, bir kaç tane de solucanı alıp, koydu. Evet yemek nefisti. Kayalıkların dışında, mehtap etrafa kurşuni bir renk yaymıştı. Mujik tam zamanı deyip, söze girdi;
“Tujik bu akşam sana arkadaşlık teklifinde bulunmak için geldim. Uzun zamandır kalbimin senin için çarptığını hissediyorum. Her gece rüyalarıma giriyorsun. Beni tanırsın, öyle fazla kötü alışkanlığım yok. Hani söylemesi ayıp, iyi de avlanırım. Diyeceğim; benimle evlenir misin?”
“Mujik, ah sevgili, bunları söyleyen sen misin? Allah´ın bu gününe de şükür. Ben bu duyguları sana yıllardır besliyorum. Senin için yanıp tutuşuyorum. Teklifin başım gözüm üstüne, bırak yemeği falan, gel şöyle yanıma otur. Ooh ne de güzel kokuyorsun. Başını bana yasla ve bu güzel günde birlikte mehtabı seyredip, gelecek mutlu günlerimizden söz edelim.” deyip, namluya sürülen bir mermi hızıyla kendisini Mujik’in kollarına attı. Aynı anda Mujik yüksek bir sesle inledi. Tujik’in okvari dikenlerinden pek çoğu Mujik’e batmıştı. Tujik sevgilisini her ne kadar teselli edip, özür dilemeye çalıştıysa da, Mujik’in hali berbattı. Mujik erkekliğe leke getirmemek için, hiç bir şey olmamış gibi davrandı. Fakat her yanı yara bere içinde kalmıştı.
Çok geçmeden Mujik ile Tujik dünya evine girdiler. Birbirlerine sırılsıklam aşıktılar. Her şey iyi hoştu ama, aşklarının doruk noktası olan sevişmeleri biraz zahmetli ve işkence gibiydi. Birbirlerini çok arzuluyorlardı. Fakat her sevişme anında Tujik’in dikenleri gelip, Mujik’e birer ok gibi saplanıyordu. Her sevişme anı iki saniyeyi geçmiyordu. Oysa birbirlerini ne kadar da çok seviyorlardı. Mujik’in içi titremesine rağmen, sevgilisini okşayamıyordu bile. Her okşama girişiminden sonra sanki; Kızılderililerin ok yağmuruna tutulmuş gibi oluyordu. Bu durumda yapılacak bir şey yoktu, yara bere içinde kalsa da, buna katlanacaktı. Başka çaresi yoktu. Gönlünü dinlediğinde, o zaten ferman dinlemeye pek niyetli olmadığını görüyordu.
Mujik yine yara bere içinde kaldığı bir sevişmenin ardından, derin düşüncelere daldı. Allah kendilerini neden böyle yaratmıştı. Onlara ne kastı vardı. Ağız tadıyla sevişmeleri onların da hakkı değil miydi? Doğrusu bu kadarı da fazlaydı. Onca dikenden arınmaları da zaten olanaksızdı. Sonra böyle bir şey olsa dahi ne olduğu belirsiz, yaratıklara dönerlerdi. Kendisinin neyse de Tujik’in dikenleri hem çok sivri, hem de çok serttiler. Her batışlarında canı çıkıyormuş gibi oluyordu.
Mujik’in derin düşüncelere daldığını gören Tujik onu biraz olsun güldürmek istedi.
“Biliyor musun Mujik, Qolit Tepesi’nin arka yüzünde kaplumbağalardan biri, diğer bir kaplumbağaya tecavüz etmiş. Hakim tecavüzcü kaplumbağaya iki suçtan onar yıl ceza vermiş.”
“Bilmiyorum neden iki suç?”
“On yıl tecavüz için, bir on yıl da haneye tecavüz suçundan ceza vermiş”
Mujik tüm ağrılarına karşın kendisini tutamayıp kahkahalara boğulduysa da, güldükçe yaralarının daha çok acıdığını fark edip, yarıda kesmek zorunda kaldı. Fakat yine de gülmesinin önüne geçemedi. Yüzünde uzun süre tebessüm kaybolmadı.
Evliklerinin üzerinden aylar-yıllar geçti. Onların da “pamuk yavrum” diye sevip bağırlarına bastıkları bir erkek ve üç tane de kızları oldu. Hepsi de birbirinden güzel ve albeniliydi. Oğullarının adını Jujican (Kirpican), kızlarının adını daİpekKadife ve Zarife koydular. Onların da iyi bir eğitim görüp, yaşadıkları dünyanın kurtlar sofrasında iyi avlanabilmeleri, haklarını kimseye yedirmemeleri ve iyi birer kirpi olmaları gerekiyordu. Tujik ve Mujik onlarla ellerinden geldiğince alakadar oluyorlardı. Baba ve anne sabahın köründe uyanıp, avlanmaya gidiyorlardı. Her ikisi de işlerinin ustasıydı. Kendi yağlarında kavrulacak, başkalarına muhtaç olmayacak kadar avlanıyorlardı. Çocukları; Jujican, İpek, Kadife ve Zarife aç ve açıkta kalmıyorlardı. Allah’ın bugününe şükürler olsun diyerek, istirahate çekiliyorlardı.
Ömürlerinden geçen her gün; hayatlarının belirsizliklerinde, yeni hareketlenmeleri ortaya çıkarırken, her türlü engeli ve güçlüğü yine birlikte göğüslüyorlardı. Her yerde ve her şeyde “anca beraber, kanca beraberdiler.”
Kış mevsimi de aynen sevişmeleri gibi onların başlarının belasıydı. Sırtlarında tüy namına hiç bir şey olmadığı için, çok üşüyorlardı. Var olan binlerce diken ısınmalarına yardımcı olmuyordu. Zaten kış mevsimini uyuyarak geçirdiklerinden, bu üşüme işi bir hayli uzunca bir zamanlarını alıyordu. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bulundukları bölge olan, Camili Köyü’nde çok kuru soğuklar oluyordu. Evliliklerinin ilk yıllarında, kimi gün donarak öleceklerini sandılar. Korkulan olmadı, fakat çok eziyet çektiler. Birbirlerine çok sokulduklarında dikenleri birbirine batıyor, vücut ısılarından yararlanacaklarına, birbirlerine acı veriyorlardı. Daha pek çok deneme ve uygulamayla birbirlerini incitmeyecek, hem de vücut sıcaklıklarından faydalanılacak mesafeyi en nihayetinde buldular. Öyle ki bir milim yaklaştıklarında birbirlerini acıtıyorlar, iki milim uzaklaştıklarında ise üşüyorlardı. Bu aralarında bir denge haline geldi. Bu nedenle kış uykularında bu dengeyi hep korudular ve gelen her kış mevsimini sağ –salim, sıcacık ve mutlu atlattılar.
Mujik’in duyumlarına göre insanlar bu işi pek beceremiyorlardı. Bu dengeyi sağlamak onlar için oldukça güçtü. Az ileride bulunan Camili Köyü’nde bu dengenin göz önünde bulundurulmamasından dolayı, insanlar üşümüyorlardı ama, birbirlerini de sürekli kırıyorlardı. Sık sık tatsızlıklar yaşanıyor ve yıllarca birbirlerine selam dahi vermiyorlardı. Çoğu zaman aralarındaki bu dengeyi bozdukları insanların yaslarına veya düğünlerine dahi gitmiyorlardı. Mujik Kirpi tüm bunları yakından takıp edip, insanlar adına üzülüyordu. Oysa onlar canlı olarak kendilerinden çok daha akıllı yaratıklardı. Fakat onların da elinde değildi. Yaşam koşulları oldukça zordu. Günün stresi, üst üste gelen sorunlar ve yaşanan olumsuzluklar, istenilen dengenin sağlanmasını güçleştiriyordu. Çok samimi olan iki aile veya insan aniden, yok yere birbirlerine kin besleyecek hale gelebiliyordu. İnsanoğlunun dediği gibi:
“Sık muhabbet tez ayrılık getiriyordu.” Oysa hayat dengelerden oluşuyordu. Ayak dahi yorgana göre uzatılmalıydı.
Mujik ukalalık edip, Camili Köyü’ne giderek:
“Ey Camili’ler siz siz olun; aranızdaki mesafeyi koruyun. Bu dengeyi sağlamaya çalışın. Sizin de bizim gibi oklarınız olsun. Size çok yanaşanlara oklarınızı batırın ki, sizi rencide etmesinler. Sevdiklerinizden de fazla uzaklaşmayın, yoksa üşürsünüz.” diyecek hali yoktu.
Yine de keşke bunu başarabilsem diye düşünüp, Efendi’nin çeşmesine doğru yol aldı. Uzun bir yürüyüşten sonra çeşmenin başına geldiğinde Camili Köyü´nden bir kaç çocuğun çeşmenin başında oynayıp, şakalaştıklarını gördü. Bir kıyıda saklanıp uzun uzun onları seyre daldı. Ne kadar cıvıl cıvıl çocuklardı. Kalplerinde henüz hiç bir kötülük yoktu. Dünya onlar için alabildiğine toz pembeydi. Bütün kötülükler sonradan gelip, bu küçük kalplerde yer edinecekti. İşin iyi tarafı ise bu çocuklarda henüz denge sorunu da yoktu. Onlar için hayat oynamaktan ibaretti. Önemli olan ise sevgisiz büyümemeleriydi. Bu çocukların babalarının annelerinin traktörlerle sık sık tozu dumana katarak tarlalarına doğru gittiklerini görüyordu. Çoğunun genç olmalarına rağmen ağızlarında dişleri yoktu. Erkeklerin suratları hep sakallı ve bakımsızdı. Kadınlar göbekleri ve kiloları ile obezite kurbanıydılar. Pek çok anne ve babada yüksek tansiyon, şeker, ülser ve benzeri hastalıklar vardı. Kendilerine bakamayan bu insanlar, çocuklarına nasıl bakıyorlardı. Kendi çocuklarını anımsadı. Kitaplara bakıp, çocuklarına nasıl davranacaklarını bulmaya çalışmıyorlardı, ama kendi doğallıkları ile onlara gereksinim duydukları sevgiyi vermeye çalışan, birer anne ve baba olmuşlardı. Bir dediklerini iki etmiyorlardı. Gerekli ilgi ve alakayı en iyi şekilde vermeye çalışıyorlardı.
Çocuklar mutlu bir şekilde oynayıp, koştururken; Mujik de mutluluktan mest olup, gözlerini kapadı. Birbirinden güzel bin bir türlü hayale daldı. Sıcağın ve içindeki huzurun etkisinde kalarak, yüzünde tatlı bir tebessümle; olduğu yerde uyuya kaldı. Ev halkı Mujik’in gelmediğini görünce telaşla çeşmeye koştular ve onu aramaya koyuldular. Tujik çok kaygılanmıştı. Jujican, İpek, Kadife ve Zarife babaları için hüngür hüngür ağlıyorlardı. Mujik’in kulağına bir ara sesler geldi. Bu ses Tujik’in sesiydi. Mahmur bir şekilde uykusundan uyanıp, “Ne var, niye bağırıyorsunuz?” diye haykırdı. Tujik sesin geldiği yere doğru yöneldi ve kocasını uzandığı yerde uyuyakalmış görünce, sevinçten avazı çıktığı kadar haykırıp, kendisini kocasının üstüne attı. Mujik hiç beklemediği bir anda yüzlerce okun bedenine batması ile kendisine geldi ve “Vay yandım anam” diye bağırmaktan kendisini alamadı. Tujik yine çok mahcup ve üzgün bir biçimde kocasına baktı. Sevgi dolu gözlerle ondan özür diledi. Bu sırada çocukları da sevinç çığlıkları atarak, anne ve babalarının yanına geldiler. Aile bireyleri tamamdı ve Qolit tepesinin eteklerinde çok mutluydular.

Amsterdam, 10 Kasım 2007

12 Eylül 2014 Cuma

ZAFER ÇARŞISI


ZAFER ÇARŞISI

Uzaklarda, her geçen gün ile birlikte azalan, bin bir güçlükle sürdürmeye çalıştığımız karmaşalı hayattan yaklaşık beş yıllık bir zaman birimi daha geçti. Dostlar-arkadaşlar arasındaki sohbetlerde, pek çok kişinin, adı geçtiği zaman hafiften yüzünü buruşturduğu (İstanbul’da yaşayanların gözünde, ruhsuz, yeknesak olmaktan öteye geçmeyen) oysa çok sevdiğim; dillere pelesenk olan “Ankara… Ankara seni görmek ister her bahtı kara” sözcükleri ile anlatılan, güzel Ankara’dayım.
Ankara’dan herkesin belirli beklentileri var. En zor, belki de en güzel yıllarımızın geçtiği, ruhi şekillenmemizdeki yeri, olumlu ya da olumsuz tartışmasız büyük olan Ankara. Benim bu şehre olan sayısız özlemlerim arasında sımsıcak arkadaşlıkları, dostlukları, susamlı gevrek simidi, ağızlarda dağılan yaprak döneri ve biz 78 kuşağına dahil olabilmeyi son kertesinde de olsa, yakalama fırsatını bulanlar için de, bir nevi sol mistizim olarak da adlandırabileceğimiz bir havanın bir zamanlar alabildiğine yaşandığı “Zafer Çarşısı” da bulunmaktaydı.
Ankara’ya her gelişimde, en geç ertesi gün soluğu Kızılay’da alır ve hemen Zafer Çarşı’nın her geçen gün daha bir yok olmak üzere olsa da, yıllar sonra kırıntı halinde kalsa da, o büyülü havasını teneffüs etmek üzere ürkek adımlarla dikkatlice dalardım. Bu kez de bu gaye ile Kızılay’a indiğimde bunu yapmak istedim, ama bu mümkün olmadı. Zafer Çarşısı’nın yerinde yeller esiyordu. Yer altında olan çarşı yerle bir edilip ve etrafı inşaat duvarları ile kapatılmıştı. Yeni yapılacak ve adı değişmeyen çarşının, inşaat paravanları üzerine resmedilmiş görünümünü görünce de üzüntüm bir kat daha arttı. Yıllarca kendimizi apayrı bir dünyada hissettiğimiz, dışı Ferdi Tayfur içi Şıvan Perwer olan kasetleri büyük bir gizlilik ve korku ile aldığımız, kitapçılarında abartısız kapakları ile sol yayınlarının klasiklerini, parmaklarımızı özenle dokundurarak, bir sevgilinin gamzeli yanaklarını-bukleli saçlarını okşar gibi elimize alıp, karıştırdığımız, burunlarının altında bir çuval bıyığı olan ağabeylerimizin satır satır ezberledikleri kitapların yerinde yeller esiyordu. Duvarlarında arapça yazıların yer aldığı, görünen o ki; bunun yerine, eski bir Osmanlı yolcu hanının veya çarşısının sahte görünümü verdirilmeye çalışan bir iş hanı geliyordu.
Artık o eski, büyülü çarşıda yönlerini aydınlığa çeviren insanlar protest temalı müzikleri, ülke sorunları ile dolu beyinlerine kazıyarak yürüyemeyecekler, Gorki, Dostoyevsky, Nietzche, Nazım, Ahmet Arif’lerin kitaplarına dokunulmayacak-okunmayacak. Uzun kömür karası saçlarını yana atarak yürüyen kızlar, ellerindeki kitapları kazara yere düşürmeyecekler, o an orada yürüyen genç delikanlılar gelip, yerlere dağılan kitapları toplamalarına yardımcı olamayacaklarından tanışamayacaklar, ardından evlenip mutlu yuvalarında çoluk çocuğa karışamayacaklar.
“Devrimin her günün şafağında yapılacağı” sanılan, o zamanların bütün sol örgütlerin kurtarılmış bölgesi olan Ankara’nın Zafer Çarşı’nın köküne kibrit suyu dökülmüştü.
Ankara’nın nostaljisi Zafer Çarşısı’nın yerine gelecek olan, ne idüğü belirsiz çarşı, çirkin-ruhsuz yüzü ile var olmayacak artık!

28 Haziran 2014 Cumartesi

KİRPİ ile PUHU KUŞU







KİRPİ ile PUHU KUŞU

Güneş lekesiz mavi gökyüzünde, milyonlarca kuvvetli ışığın yöneltildiği devasa bir bakır tepsi gibi, binbir nazla süzülürken, hava insanı bunaltmayacak derecede sıcaktı. Yer küredeki bütün canlıların, ısınmaya hasret kalan kemikleri bu güzelim yaz gününde ısınıyor, bedenlerindeki yağlar kısmen de olsa erirken, canlılar böylesi bir havada kendilerini haliyle daha mutlu hissediyorlardı. Ortamın alabildiğine uygunluğu böylesine apansız sökün edince, bana yapılacak tek bir şey kalıyordu. “Şeytan yapılacak işi yoksa kuyruğunu tartarmış,” Ama, ben ne şeytandım ne de tartılacak kuyruğum olmadığından, yeşilin bütün tonlarının hakim olduğu en yakın parklardan birine gitmek, gün geçtikçe yokluğunu daha çok yaşadığımız temiz havayı solumak, parkın kıvrımlı daracık patika yollarında ve kuytuluklarda biraz dolaşmak, insanların arasına katılıp, kendimi doğaya atmaktı. 
Parkta az gittim, uz gittim, Dere ve tepenin olmadığı Amsterdam’da, zorunlu olarak dümdüz gittim. Parkın her tarafında, dünyanın her yöresinden renge renk çocuklar, bir o kadar renkli olan anne ve babalarının gözlerinin hapsinde, cıvıltılar içinde koşturarak, oynuyorlardı. Görkemli sırma saçlı bir salkım söğüdün yamacına geldiğimde, birilerine hemencecik kulak misafiri oluverdim. Bir kirpi başını kaldırarak, salkım söğüdün bir dalına konmuş olan puhu kuşuna, ipek tenli sevdiceği kirpiciğini, kalbini hoplatan o aşüfteyi, olduğu yerde hoplayarak anlatıyordu. Kalbinin O’nun sevdasından nasıl attığını, günün yirmi dört saati bir an olsun düşünmeden edemediğini, tanrıçasının ne kadar güzel olduğunu dile getiriyordu.
Puhu kuşu gözlerini art arda kapatıp açıyor, arada bir kanatlarını oynatıp, can kulağı ile arkadaşı kirpinin yüreğinin derinliklerinden kopup gelen aşk sözcüklerini dinliyor, dostunun adına yaşadığı mutluluğa sevinip, gülümsüyordu. 
Çok geçmeden kocaman gözlü puhu kuşu da dile geldi, “guk – guk” akabinde “gak-gak” dedi. Anlaşılan o ki, O da birilerini vurgundu. Kirpi durmaksızın, aşkını anlatırken, bir taraftan da bütün gücü ile hopluyordu.
Kafamda “peki ben ne alemde idim?” sorusu ile bakır tepsisinin sıcaklığını bütün bedenimde iyice hissederek, düm düz yürüyüp, eve geldim. Gözlerimin önünde kah, kirpinin, kah puhu kuşunun aşkı gelip, geçerken, olduğum yerde uyuya kalmışım. Mahrur gözlerimi açtığımda, güneş tasını tarağını toplayıp, bugün de bu kadar diyerek, göz kamaştıran, veda kızıllığını saçıyordu. Evin içi de, kızıllıktan nasibini alıyordu.
Sonsuz sayıda detayı ile birbirine bir zincir misali bağlı olan yaşam; hasıl olan bütün güçlüklere karşın en son kertesine ulaşıncaya dek, vaz geçilemeyecek bir güzellikte idi.

Amsterdam, 27.06.2014

8 Haziran 2014 Pazar

MAVİ



MAVİ

Ayrımız-gayrımız yok,
Sümme haşa.
Denilen o ki,
Aynı gemideymişiz, yani!
Oysa güverteden gelen,
Onların ayak sesleri,
Her daim.
Cebelleşmektir bize düşen,
Aynı geminin,
Ambar derinliklerinde.
Bir kez olsun,
Bal ışınlı güneş,
Kamaştırmadı buğulu gözlerimizi.
Temaşa edemedik,
Denizin ve gökyüzünün,
Boncuk mavisini.
Aynı gemide,
Aynı güvertede,
Ayrımsız-birlikte.
Bitmez-tükenmez,
Kardeşlik teraneleridir avuntumuz,
“Olur ya bir gün,
İnsan sevgisi baskın gelir,
Maduriyetimiz görülür” deyi,
Oysa güverteden gelen,
Onların ayak sesleri,
Her daim.
Mavi onların boncuk mavisi.
Ambar derinliklerinin karanlığı ise,
Bizim kömür karamız.

Amsterdam, 8 Haziran 2014 


30 Mayıs 2014 Cuma

DON



  DON

          Gök gürültüleri ile bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan hemen sonra çıkan, gökyüzünü, ak gerdanlı bir gelin misali süsleyen gökkuşağı renklerinin ardında, V harfi halinde sıralanmış bir turna sürüsü, artık soğumaya yüz tutan İç Anadolu bozkırını ahenkli kanat çırpınışları ile terk ediyorlardı. Görünen o ki, belli bir hüzün içinde idiler. Güzergahları Camili Köyü üzerinden, daha sıcak diyarlara doğru olan turnalar uzaklaşırlarken, köy muhtarı Hamza’nın üç göz dam evi , yağmur boyunca dört ayrı noktada damlıyordu. Muhtar Hamza evdeki tencereleri bu dört ayrı noktaya koşturadururken, karısı Heve kızgın bir edayla, kırmızı yüzlü yün minderde oturup, camdan dışarı bakan Tanrı misafirine aldırmadan gelip, tencerelerden ikisini yemek yapmak için Hamza’nın elinden aldı. Misafir meraklı gözlerle bakarken, olup biteni görmemiş gibi davranmaya özen gösterse de, bu bakışlar, Hamza’dan kaçmadığı gibi misafir deyip, katlanıyor, ama bir an önce çekip gitmesini de çok istiyordu. Hamza şaşkındı, yağmur durduğu halde ev damlamaya devam ediyordu. Ne yapacağını bilmeden anlamsız gözlerle misafirine baktı. Keşke zamanında evinin damına yeterince killi topraktan atmış olsaydı.
          Misafiri garip biriydi. Camili’li olmadığı gibi Devleti Aliyeyi Osmanlı’dan da hiç değildi. Hamza’nın damının damladığı zaman yıllar – yüz yıllar önce idi. Tamı tamına 1836 lı yıllardı. Tanrı misafiri Fransız coğrafyacı Perrot adında, kafasındaki sarı saçları döküldüğünden tepesi oldukça parlak, bıyıklı-sakallıydı. Yeşil kadife bir kumaştan yapılmış çantasından çıkardığı kağıtlara sürekli notlar düşüyordu. Köydeki insanlara, giyimlerine, konuşmalarına, hangi durumda güldüklerine, hangi durumda hüzünlendiklerine, ağıtları, masalları, neler pişirip yediklerine, nasıl hareket ettiklerine bakıp, öğrendiği bir kaç kelimeyi yan yana getirip, ilginç sorular soruyor ve ardından da mürekkebe batırdığı diviti ile uzunca notlar alıyordu. Muhtar Hamza, ne zaman misafiri köylülerin arasına karışıp, onlara abuk sabuk sorular sorsa, yüreği ağzına geliyordu. Köylüleri gizlice sıkıştırıyor, paylıyor, üzerlerinde baskı kurup, sorduğu sorulara cevap vermemeleri yönünde uyarıyor, aksi halde onları devlete şikayet edeceğine dair tehditler savuruyordu. O'nun Köylülerinden istediği tek şey: bilmiyorum, duymadım, görmedim idi. Her ne kadar kavi durmaya çalışsalar da, muhtar Hamza’nın gazabından nasiplerini yeteri kadar alıyorlardı.
          Perrot Fransa’daki öğrencilik yıllarında tesadüfen Orta Doğu’da Kürt olarak adlandırılan ve Mezapotamya’ya yayılmış olarak yaşayan göçebe bir toplumun varlığı, kendisinin garip bir şekilde ilgisini cezbetmişti. Bunun üzerine, bu konu ile bir coğrafyacı olarak yakından ilgilenmeye, olanakları dahilinde araştırmalar yapmaya ve hatta Kürtçe öğrenmeye başladı. Coğrafya eğitiminin ardından araştırmalarına devam ederken, İç Anadolu’ya büyük bir Kürt göçünün olduğunu, bu onlarca yıl öncesine dayanan hareketliliğin nedenleri, nerelerden geldikleri konusunda kafa yoruyordu. Ve derken tüm bu olup biteni yerinde görmek üzere, günlerce süren bir yolculuğun ardından soluğu Camili Köyü ve çevre köylerde aldı. Ankara, Kırşehir, Konya, Yozgat ve diğer tüm çevre illerin ilçelerine binlerce Kürt göç etmiş ve buralarda yerleşik hayata geçerek köyler oluşturmuşlar, çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Perrot tüm araştırmalarına, art arda sorularına rağmen dişe gelir bir bilgi alamıyordu. İnsanlar sanki ne olup bittiğinden bihaber, hafızaları ise unutmaya ayarlanmıştı. Perrot yine de araştırmalarını derinleştirip, civar köylere gidip, en küçük detaya kadar bilgi toplamaya çalışıyordu. Bu arada muhtar Hamza, Camili köylüleri üzerindeki baskılarını her gün daha da artırıyordu. Oysa köylüler Perrot’a artık iyice ısınmışlar, hatta bir kaç kelime de Fransızca öğrenmişlerdi. Camili’ler güneşin doğuşu ile birlikte, birbirlerine “bonjour”, teşekkür mahiyetinde de “merci” ve hitaplarında “madam” veya “monsieur” demeye başladılar. Günümüzde dahi, bu kelimeler sürekli kullanılageldiğinden bazı Camili’ler tarafından hala kullanılmakta. Aynı zamanda Perrot da Kürtçesini bir hayli ilerletti. Köylüler Perrot’la şakalaşıyor, O’nu evine davet ediyorlardı. Köyden Misto, Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki en iyi arkadaşlarıydı. Kendi aralarında şakalaşıyorlar, akşamları masalları ile ün salan Şixo masallar anlatıyor, Perrot anlamakta zorlandığı kısımları tekrar tekrar soruyor ve bütün duyduklarını not alıyordu.
          Camilili can dostları Perrot’la sadece şakalaşmak, arkadaşlık etmekle kalmıyorlardı. Perrot’un da kendileri gibi müslüman olması için O'na yalvarıp yakarıyorlardı. Perrot kendilerine bu isteklerini, ne yazık ki, yerine getiremeyeceğini, zaten bir kaç güne kadar da ülkesine döneceğini anlattı. Bunun üzerine Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki bu ısrarlarından vazgeçtiler. Kısa süre sonra kendilerini terk edeceğinden dolayı da üzüntüye boğuldular. Perrot’un da üzüntüsü hal ve hareketlerinden belli oluyordu. Silo daha fazla dayanamadı Perrot’a sıkı sıkı sarılırken, gözlerinin buğulanmasına hakim olamadı. Kalan zamanda evleri çok dar da olsa, Perrot’u Muhtar Hamza’nın evine göndermediler.
          Hamza köylülerine çok kızgındı. Bağırıp çağırıyordu. Neyse ki Perrot o günün sabahında erken saatte köyden ayrılıyordu. Bu kendisini biraz olsun rahatlatsa da, hıncını nazlanmasına rağmen karısı Heve’den aldı. Heve’yi yatağa devirdiği gibi, yan odada uyumakta olan oğlu Celal, kızları Keziban ve Zahide’yi uyandırma korkusunu ensesinde hissederek, uzun uzadıya sevişti. Kendisini tamamen kaybettiği bu hararetli sevişme esnasında Perrot’u ve sözünü geçiremediği hain köylülerini bir anlık da olsa aklından çıkarmayı başardı. Kulağına dört bir yandan horoz sesleri gelirken, köyün imamlığını yapan Memo da toprak damlı caminin üzerine çıkıp, ezan okumak için çivileri paslı kavak ağacından yapılan merdivene doğru yürüdü. Sabah olmak üzereydi. Heve yıkanmaları için ahırdan bir kaç odun ve tezek getirip, avurtlarını şişirip üfleyerek ateşi tutuşturdu. Güğümdeki sudan dans eden buharlar yükselmeye başlamıştı ki, tekrar uyuya kalan kocası muhtar Hamza’yı yıkanması için öç alırcasına, canını acıtarak dürttü. Hamza güçlükle uyandı. İmam Memo’nun okuduğu ezanı hiç duymadı. Zaten camiye gidecek durumda da değildi. Heve’ ye bir kez daha sarıldı. Ama Heve kaşlarını çatarak, Hamza’yı hışımla itti. Hamza düşecekmiş gibi sendelese de, badanası yer yer çatlayıp dökülen duvara tutunup, dengesini buldu. Hevesi kursağında kalan, yüksek makam sahibi muhtar Hamza, ayaklarına geçirdiği çarıklarını yere sürte sürte, karanlıkta toz kaldırarak, yıkanmak üzere ahırın yolunu tuttu.
          Ahırda yıkanmasına yardımcı olmak için karısı Heve kendisini bekliyordu. Heve’den işittiği azarlama etkisini göstermiş olacak ki, ikinci defa Heve’yi köşeye sıkıştırmaya yeltenmedi. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş olan, ‘Kınalı’ diye adlandırdıkları eşekleri kendi mekanında bulunan Heve ve Hamza’dan rahatsız olmuş olacak ki, ahırın içinde dolanıp duruyordu. Kınalı’nın huzursuzlandığını gören Heve, usulcacık sakinleşmesi için sırtını okşadı. Heve, her ne kadar güllü eşarbının altından omuzlarına doğru sarkan kıvrım kıvrım saçlarını süpürge etmediyse de, O’nu el bebek gül bebek çocuklarından ayırmadan büyütmüştü. Kınalı’yı daha bir kaç günlük yavru iken, bekçi Heco’dan almıştı. Heco seyrek bıyıklarını bura bura nazlanıp, vermek istemediyse de Heve’nın ısrarına dayanamamıştı. Ne de olsa muhtarın karısıydı. Kınalı bu, nazlı bir eşekti. Her yalaktan su içmez, her otu beğenmezdi. Gözlerinin güzelliği zaten anlatılamazdı. Heve kınalı’yı o kadar çok sevmesine rağmen, Hamza da bir o kadar bu dünyalar güzeli ağzı var dili yok hayanı sevmiyordu. O’nu kıskanıyor muydu ne. Her ne zaman Hamza, Kınalı’yı gizliden dövse, Heve günlerce küs kalıyordu. Kınalı’nın boynuna sarılıp, uzun uzun ağlıyordu. O da kendisinin bir yavrusu sayılırdı.
          Hamza pencere bulunmayan karanlık ahırda üstünü çıkardı. Bu sırada Heve soğuk ve sıcak suyu büyük bir kapta birbirine katıp, ılıklaştırmaya çalışıyordu. Hamza hala üzerinden atamadığı uykusundan dolayı gözlerini ovuştururken, bu arada çıkardığı donu, dolanmakta olan Kınalı’nın sırtına geldi. Heve, Hamza’nın sırtını sabunlarken defalarca “oohlayıp” durdu. Ohlamaları son bulunca, gusül abdesti aldı. Bu sırada Kınalı sırtında Hamza'nın donu ile O’nun oohlamalarından sıkılmış olacak ki, açık olan kapıdan dışarı çıktı. Kınalı evlerin arasından dolana dolana köy meydanındaki caminin yanına geldi.
          Gün aydınlanmıştı. Caminin önünde bir kalabalık vardı. Köylüler kadınlı erkekli Perrot’u uğurlamaya gelmişlerdi. Silo’nun karısı Melek ve Şevki’nin karısı Pulli yas havasında hüngür hüngür ağlıyorlardı. Perrot bütün köylüler ile uzun uzun sarılıp, duygulu anlar yaşayarak vedalaştı. Vedalaşmanın ardından yolculuk zamanı gelmişti. Kadınlar yolda yemesi için çörekler ve Perrot’un çok sevdiği gözlemelerden hazırlamışlardı. Büyük bir minnetle, büyük yeşil gözlerini kısıp onlara baktı. Camili’li kadınlar oğullarını askere gönderir gibi duygusallaşmışlardı. Bütün kalabalık gözlerini belerterek muhtar Hamza’yı arasa da nafile idi, görünürlerde yoktu. Bu sırada bir eşeğin anırma sesleri köylülerin ve Perrot’un dikkatini çekti. Cami önündekilerin gözleri aynı anda karşıda sırtında muhtar Monsieur Hamza’nın donu bulunan Kınalı’ya çevrildi. Kınalı’yı hemen tanımışlardı. Perrot’u uğurlamaya muhtar gelmemişti ama, sırtında Monsieur Hamzanın donu ile Kınalı gelmişti. Perrot ardına bakarak, gözlerden ırayıncaya kadar el salladı. Defalarca "merci... merci..." diye mırıldandı.
          Camili köylüleri Fransa’dan kendileri için yollara düşen ve ayrılmak üzere olan bu genç bilim adamına, “cemaz ul evvellerini" anlatamamışlardı ama, muhtar Monsieur Hamza’nın kimin donunu giydiğini çok iyi biliyorlardı. 

Amsterdam, 30 Mayıs 2014 

11 Mayıs 2014 Pazar

NALAN



NALAN
                                                                    “Anneler gününde, anneme”

Camili Köyünün bir sigara içimi uzağında, ekin tarlalarının hemen ardında, cılız bir eşeğin kemikli sırtını andıran ve çok da yüksek olmayan tepeliğin yamacında bulunan, büyük bir taşın altında kök salıp, üzerindeki ağır yüke inatla, canını dişine takarak, hayata tutunmaya çalışıyordu Nalan. Toprağın verimli olmasından da olacak, Nalan adlı bu çalı gereğinden daha fazla dallanıp, serpilip, budaklandı. Tepesi gittikçe yuvarlak bir şekil alırken, iyiden iyiye sıcaklığını hissettiren güneşe küçük dikenler ve minicik çiçeklerle kaplı dallarını sallayarak, gülümsüyordu. Seyrek de olsa, üzerine konup, konaklarken, etraflarını gözetleyip, sıkıca tutundukları dallarının, bu dünya güzeli serçeleri inciteceği kuşkusu ile zalim dostu taşın kuytusunda mutlu olmaya çalışıyordu.
Günlerden birgün, koca göbeği ile bir fıçıdan pek farkı olmayan Osso, tarlasına giren inekleri kovalamaktan dönerken, nefes nefese kalıp, çalı Nalan’in kök saldığı taşın üstüne olanca ağılığı ile çöreklenince, kökleri kuyuya inen ağır bir kovayı taşıyan kendir gibi zedelenip, yarı yarıya koptu. Çalı Nalan, bu devasa büyüklükteki, kaba saba kanatsız kuşun konaklamasından pek hoşlanmadı. Bir zaman sonra hasar gören kökleri onulmaz yaralar aldığından, çalı Nalan’ın irili ufaklı diken ve minik beyaz çiçeklerden oluşan gövdesi hızla sertleşip, renk değiştirmeye başladı. Güneşin de etkisi ile kuruyan gövdesi, daha yeşilliğini koruyan köklerinden kopmak üzere idi. En hafif bir rüzgar esintisi olması halinde, kökleri ile vedalaşmak zorunda kalacaktı.
Beklenen rüzgar bütün cılızlığına karşın, öğle üzeri geldi ve Çalı Nalan’ı köklerinden koparmaya yetti. Önce büyük bir acı duydu. Kökü taşın altından uzanıp, gitme, bensiz yapamazsın yanımda kal der gibi idi. Ama elinde değildi. Emir büyük yerdendi. Rüzgara kapılıp, buralardan gitmekten başka çıkar yolu yoktu.
Bu Çalı Nalan’in ilk yolculuğu idi. Tarla aralarında boy veren papatyalara ve gelinciklere hafif dokunuşlarla, güzelim kır çiçeklerinin mis kokularını sindirerek yoluna devam etti. Bir kaç yüz metre ilerlemişti ki, Murtaza adlı büyük bir deve dikeni Nalan’i durdurdu. Rüzgar da kesilmek üzereydi. Murtaza ile olan bu taciz durumlarından pek hoşlanmadı. Hafiften devam eden rüzgarın yardımı ile bir iki debelenme, kendisini Murtaza’nın dikenli kollarından, derin bir “ohh…” çekerek kurtardı.
Derken çıkan yeni bir rüzgara kapılıp, Murtaza’dan bir hayli uzaklaştı. Yaklaşık dört yüz metrelik bir yolculuktan sonra, köye daha yakın olan bir düzlükte durdu. On metre yakınında, neredeyse köyün bütün erkekleri toplanmışlardı. Başlarında siyah cübbeli köyün imamı vardı. Oldukça büyük bir kuraklık hakimdi. İç Anadolu’nun bozkır toprakları, bir damla yağmur damlasına hasret kalmıştı. Köylüler bir araya gelip, yağmur duasına çıkmışlardı.  En ön safta bulunan, yağmurun yağıp yağmaması değil de, gerçekleşmesi halinde alacağı bahşişleri hesaplayan Yozgat’lı Hüsamettin imam efendinin öncülüğünde, yüksek sesle dualar okuyup, ellerini gökyüzüne kaldırıyorlardı. Aralarından bazıları meraklarını gideremeyip, takke yerine ters taktıkları şapkalı kafalarını gökyüzüne doğru kaldırıp, birbirlerine çaktırmadan bakıyorlardı. Boncuk mavisi, bulutsuz gökyüzünde hiç bir kıpırtı yoktu. Hüsamettin imam efendinin de bahşiş işi, tesadüf eseri yağacak olan başka bir yağmur duasına kalıyordu. Diğer yandan, onlarca köylü bir araya gelip, Allah’a yalvarmaya geldikleri halde, olur a, duaları kabul olur da yağmur yağarsa, hepsi sırıl sıklım ıslanacaktı. Kendileri de, büyük ihtimalle dualarının kabul görmeyeceği konusunda ikircikli olacaklar ki, hiç birisi beraberinde bir şemsiye veya yağmurluk getirmemişti. Belki de; rahmet yağsın da, ıslanmaya razıyız mı, diyorlardı. Ama her halukarda, yanlarına birer şemsiye almış olsalardı, daha inandırıcı olabilirlerdi elbette.
Köylüler ters çevirdikleri kasketlerini düzeltip, moralleri bozulmuş olarak, evlerinin yolunu tuttular. Çalı Nalan, hayatında ilk kez bu kadar seyahat ettiğinden yorulmuş olacak olacak ki, o geceyi kıpırtısız bulunduğu düzlükte geçirdi.
Sökün eden şafak serinliği, Çalı Nalan’ın kuruyan dallarını nemlendirmişti. Aldığı nem ile daha bir ağırlaşan Çalı Nalan, günün bu erken saatlerinde çıkan rüzgarlara kanıp, yeni maceralara kapılmadı. Olduğu yerde biraz daha vakit geçirip, dinlendi. Çok geçmeden gücünü daha bir toplamış olan sabah rüzgarına gayri ihtiyari boyun eğmek zorunda kaldı. Köye yaklaşmak beraberinde tehlikeyi de getirse, Çalı Nalan evlerin arasına dalıp, insanların yaşantılarını görmeyi çok istiyordu ve şans yaver gittiğinden esintinin yönü istediği gibiydi. Pek çok badireyi atlatıp, aşılmaz engelleri ardında bıraktıktan sonra, sakinleşen rüzgarla birlikte Çalı Nalan da duruldu. Burası eski harman yerinde yer alan kırık dökük Camili Köyü İlkokulu’nun yanı idi. Yeni bir rüzgar çıksa ve Çalı Nalan’ı hafiften bir zıplatsa penceresi açık olan sınıftaki, siyah önlüklü-beyaz yakalı çocukları görecekti. Ön sırada oturan alabulus tıraşlı Muzaffer parmak kaldırıp, ayağa kalktı.
“Örtmenim, ben dün Ali ve Şükrü ile saklambaç oynuyordum. Onların ikisi de birbiri ile Kürtçe konuştu. Kürtçe konuşmak yasak. Ben örtmenime söylerim dedim. Ama benim sözümü hiç dinlemediler.”
Mehmet öğretmen elindeki sopayı kendi avucunun içine hafiften vurup, ansızın hiddetlendi.
“Ali ve Şükrü çabuk buraya gelin.” Çocuklar titreyerek, sıraların ön tarafına çıktılar. Yalvaran gözlerle Mehmet öğretmene bakıyorlardı. Fakat kabahatları büyüktü ve affedilecek tarafı yoktu. Kesinlikle cezalandırılmaları gerekiyordu. Hiddetinin çıtası en yükseğe çıkan Mehmet öğretmen;
“Sağ ellerinizi uzatın.” Titremeleri daha da artan çocuklar sağ ellerini uzattılar. Öne doğru çıkan ellerle, sopa büyük bir yankı ve çocukların iniltileri ile defalarca buluştu. Sıra sol ele geldiğinde, pipisini sol tarafına denk gelecek şekilde iç çamaşırı ile sıkıştıran Şükrü, daha fazla acıya ve korkuya dayanamadı. Bacağının üzerinden aşağılara doğru akan çişi sımsıcak bir akıntı ile babasının daha yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz marka ayakkabısının içine, oradan da taşıp, yere küçük bir göl halinde yayıldı. Sınıfta bulunan ve bu ağır suçu işlemeyen çocuklar katıla katıla gülüyorlardı. Birbirlerini dürterek;
“Lo… lo bak Şükrü altına işedi…. Kih… kih.” Şükrü’nün durumunu gören Mehmet öğretmen etrafa yayılan kokunun da etkisi ile daha da sinirlenip, bir kaç kez de çocuğun kıçına vurdu. Şükrü yere kendi çişinin üzerine yüzükoyun düşüp, yığıldı. Ali ise ayakta kalmayı ve çişinin üzerindeki kontrolünü yitirmeden titremeye devam ediyordu. Mehmet öğretmen de yorulmuş olacak ki, bir kahraman edası ile dayak sırasında rahat hareket etmek için gömleğinin topladığı kollarını yeniden açıp, yan gözlerle sınıfın içinde sergilenen ilim-irfan manzarasını zafer sarhoşluğu içinde izliyordu.
Çalı Nalan çıkan yeni bir rüzgarla köyün içine doğru yol aldı. Çok fazla ilerleyemedi. Rüzgarın kesilmesinden dolayı ancak Heyderi Hecike’nin evinin tandırına kadar gelebildi. Tandırın duvarından öteye gidemedi. O sırada Heyderi Hecike bir önceki gün Çalı Nalan’ın da tanıklık ettiği ve kendisinin de bizzat ve şemsiyesiz olarak, ters çevirdiği, sekiz olmazsa da altı köşeli kasketi ile katıldığı, yağmur duasının da bir fayda getirmediği kaygısı ile yeniden ekinleri kontrole gidiyordu. Traktörünü kendisine has bir dinginlikle çalıştırdı, etrafına bakındı ve o sırada ekmek yapmak üzere hamur karan karısı Kör Zewe’ye dönüp;
“Ben ekinlere bakmaya gidiyorum. Bir saate kadar gelirim.” Deyip traktörün gaz pedalına basıp, ardında dumanlar bırakarak uzaklaştı.
Hamurun yoğrulup, birer yufka ekmeği yapılacak şekilde yumaklar haline getirilmesi bitmişti. Bu sırada kulağının biri çok da iyi duymayan kızı Mine’ye seslenen Kör Zewe;
“Hamur tamam. Hadi tandırı yakalım.” deyip, ahırdan saman almaya gitti. Çuvala doldurduğu buğday saplarını ve samanı sırtlayıp, getiriyordu ki, tandır duvarının dibine gelip, dayanan Çalı Nalan’ı görünce kafasında şimşekler çaktı. Torbasını bir kenara fırlatıp, Çalı Nalan’ı ellerine dikenler batsa da sıkıca kavradı. Elinden kaçamazdı. Tandırda bu kuru çalı ne güzel yanardı. Çalı Nalan’ı bastırarak tandır kuyusuna yerleştirdi. Kibriti çakıp tutuşturdu. Tepenin yamacındaki taşın altında köklerini bıraktıktan sonra hızla kuruyan Çalı Nalan çarçabuk yanıp, tutuştu.
Sabah serinliğinin nemliliğini, iyice güneşlenemediği için üzerinden tam olarak atamayan Çalı Nalan, cızırtılı sesler çıkararak, adeta yalvarırcasına kor alevler içinde yanarken, Kör Zewe de avurtlarını şişip üflüyordu.
Öğle üzeri acılar içinde Ali ve Şükrü’yü inleten Mehmet öğretmen de misyonunu yerine getirmenin gönül rahatlılığı ile lojmanına doğru ilerliyordu. Kör Zewe’nin tandırında ise hafif işitme özürlü kızı Mine, Çalı Nalan’ın ateşinde ikinci yufka ekmeğini pişirmek üzereydi. Bu arada Çalı Nalan’ın iniltileri de kesildi. Sessizlik yerini Mine’nin söylediği hareketli bir Roman türküye bıraktı.
“Kara çalı gibi girdin aramıza,
Al kızını koy çuvala,
Salla salla vur duvara..”


Amsterdam, 11 Mayıs 2014

19 Mart 2014 Çarşamba

MARATON



MARATON

Her insan, insanlığın var olduğu günden günümüze değin, ebeveynleri tarafından organize edilen, startın baba tarafından verildiği, kısa parkurlu bir maratona, milyonlarca türdeşi-kardeşi olan spermle, spermler aras
ı amansız bir koşturmacaya katılıp, büyük bir efor harcayıp, diğerlerini geride bıraktıktan sonra, o yumuşak, saf ipek kumaşlardan yapılan hayat ipini göğüsleyip, yaşama ilk adımlarını attı. Kaçınmasız her insanın katıldığı bu maraton esnasında, organizatör eşler, bir birlerinin paha biçilmez tenlerine öpücükler kondurup, karşılıklı koklaşırlarken, gökyüzünden yıldızları toplayıp, cömertlikle her türlü vaatte bulunarak, en güzel sözcüklerle aşklarını, sevgilerini fısıldarlar.
Yaşama atılan ilk adım, çok sevilen ölümsüz bir şairimizin, yine çok sevilen bir şiirinde yer aldığı gibi de olabiliyor.
"İğneli şiir
Anam babama aşık olmuş,          
Babam da anama..
Gezelim bu çarşamba demiş babam.
Sur-dişli anam, öyle şık bir fistanı yok,
Ablasının nişanlığını istemiş ödünç,
Teyzem daha toplu, oturmamış üstüne entari,
Teyelle, iğneyle ayarlamışlar üstüne
Anamın..
Babam, kavilleri üzre, gelip topkapı dışındaki evlerine,
Anamı alıp, kaç bir tramvaylan aktarma,
Bebeğe götürmüş o Afrodit 'i
Bebek sırtlarına çıkmışlar..
Babam oturtmuş anamı çayıra,
Denizi göstermiş,
İyi şeylerden söz etmişler,
Derken öpecek olmuş anamı,
Anam çoktan razı..
Babam el atınca orasına, burasına,
Fistandaki iğneler batmaz mı eline!
Ay! demiş bağırmış babam..
O gün, o çayırda, o an
Düştüğüm için ben anamın imgelemine,
Yaşamda da, şiirde de
Böyle iğneli konuşmaklığım..Can Yücel"
Hayata atılan bu ilk adımların ardından, nerelerde, hangi mekanda, dünyanın hangi noktasında, hangi inançların, gelenek-göreneklerin, dilin, kültürün ve ruhi şekillenmenin hakim olduğu topraklarda emekledik, düştük-kalktık, yeryüzünü adımladık. Hangi diyarlarda, sokaklarda, caddeler ve bulvarlarda dolaştık. Hangi "kuçeleri", patikaları, köy yollarını dolaştık.
Hangi köylerde, kasabalarda, şehirlerde ve ülkelerde bulunduk, havasını teneffüs ettik, deklanşöre basıp, eşsiz enstantaneler yakaladık.
Kaç bisiklet eskittik, kaç misket kazandık-kaybettik. Kaç tane balonumuz elimizden uçtu, kaç uçurtmamızı vurup, düşürdüler. Rüyalarımızda kaç kez Heidi ve Peter ile Alp dağlarında çiçek toplayıp, gezdik. Koşa koşa kendi dedemizmiş gibi, Heidi'nin büyükbabasının kollarına koştuk.
İlk sözcüğümüz belki de baba-anne oldu. Gün geldi, abi-abla, amca-hala, dayı-teyze, baba-anne diye bizlere de seslenilirken, dede-nine de denilir olduk.
Hangi insanlarla tanıştık, arkadaş, dost, yaren, yoldaş olduk, oturduk-kalktık. Ekmeğimizi-soframızı paylaştık, ekmeklerini-sofralarını paylaştık.
Kimlerle ağız dolusu güldük, göz yaşlarımız birbirine karıştı. Kimleri özledik, arzuladık, kulağına güzel sözcükler fısıldadık, yüreğimizi açtık, birlikte bulutlarda gezindik, sevdik, seviştik.
Kimlere bağırdık, çağırdık, kavga ettik, barıştık, darıldık, küsüp gönül koyverdik, yüreğimizi parçaladı, yüreğini parçaladık.
Kimler ardımızdan küfretti, fütürsüzce has siktir çekti, hak etmediğimiz övgülerde bulundu, bizleri yükseklere çıkartıp, başımızı göklere erdirdi.
Hangi tatlı rüzgarlara gülümsedik, ıslık çaldık, yıldızlardan hangisine sığınıp, göz yaşlarımızı inciler gibi akıttık, mazlumun yanında yer alabildik. Sıra bize gelmeden, sesimizi çıkardık.
Kaç kez elimizi boyamak için ayaklarımızın ucunda yükselip, gökkuşağına elimizi uzattık, zaptı uzak olmayan "güneşi zapt ettik", çiçeklerin, börtü-böceğin, çayır-çimenin ve toprak kokusunu ciğerlerimize çektik, ceplerimizi yağmurlarla doldurduk.
Kaç kez kollarımızı açıp, baharı bir sevgili gibi karşıladık, kuş cıvıltılarına, art arda patlayan narin çiçek tomurcuklarına kulak verdik, doğanın filizlenmesine mest olup, tanıklık ettik.
İnsanlara yardımcı olabildik mi, düşkünlerin elinden tutabildik mi, yavrusunu yitiren annenin acısına ortak olabildik mi, kanadı kırılan serçeye ağlayabildik mi.
Kaç kitap okuduk, kaç şiir yazdık, neler yazıp-çizdik, hangi türküler, melodiler, senfonilerle kulaklarımızdaki pası giderip, ruhumuzun ihtiyaç duyduğu gıdayı aldık.
Kaç kez annemizi kokladık, babamızın ellerini öptük, dedemizin yumuşak elinden tutup, parklara-bahçeler gittik.
Hangi ağaca salıncak kurup, ayaklarımızı gökyüzüne değdirdik. Bir süre sonrasında aynı ağaca kaç tane oklu kalp çizip, yüreğimizde saklı olanın büyülü adını kazıdık.
Büyük şair Nazım' ın da dile getirdiği gibi, belki üç yüz kilometre giderken yarimizin dudaklarından öpmenin ne denli güzel olduğunu tadamadık ama, söz konusu onurlu taraf olunca; ne denli olunması gereken tarafta, "bizim tarafta" olduk ve "yeni bir alem için dövüştük", tırnaklarımızı dişlerimize geçirip, mücadele ettik.
Demem o ki ne kadar güzelliği ve istenmeyen çirkinliği ömrümüze, hayatımıza sığdırdık. Bunlar saymakla bitmez. Ne mutlu, güzellikleri çoğunluk kılanlara. Ne mutlu ömür yumakları olabildiğince az kör düğümle dolu olanlara ve insanlıktan, barıştan, kardeşlikten eşitlikten, adaletten ve demokrasiden yana adım atanlara.
Ve bir kez daha gözlerimizi Can Yücel'in  aşağıdaki şiirine odaklayalım  ve noktayı koyalım mı?

"Tersten Yaşamak

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir...
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?
Cami'de uyanıyorsunuz.
Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua
ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz,
yaşlı, olgun, ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin
hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. ve
genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan
olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade.....aman ne güzel günler
başlıyor... derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi
olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi
bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun...'
Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem
başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma
derdi de yok artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak,
oyuncaklarınla oyna' diyorlar.
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli
dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık,
yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatınız bitiyor..."

Amsterdam, 18 mart 2014




KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...