15 Ekim 2014 Çarşamba

YEZZO


YEZZO

          Bütün sokaklar, kaldırımlar ve kuytuluklarda kalan köşeler, budak budak boğumlu, diplerine vuran gölgeleri ile yalnızlığa mahkum yaşlı ağaçlardan yığınlar halinde dökülen, kızıl, aynı zamanda sarı renklerinin bütün tonlarının hakim olduğu sonbahar yaprakları ile doluydu. Bahar aylarındaki körpeliğinde daha fazla direnemeyen ağaç dallarına, inatla tutunup, az da olsa, yerlere düşmeye karşı koymaya devam eden yapraklarda yok değildi tabi. Yapraklar çıkan ani rüzgarların etkisi ile kolayca yerlere düşüp, yine aynı esintilerle bir yerden, diğer bir yere isteksizce taşınıp, kısa sürecek olan yeni arkadaşlıklar, dostluklar ediniyorlardı.
 Sokaklarda, günün ışıması ile birlikte, hüzün mevsimi sonbaharın yapraklarına ve yeni oluşturdukları arkadaşlıklarına karşı amansız bir savaş başlamıştı. Yerlere dökülen yapraklar, göz kamaştırıcı güzellikte renkleri de olsa, insanların yaşamlarını bir hayli zorlaştırıyorlardı. O nedenle incecik siyah bıyıklı, dalgalı saçlı, esmer tenli-yabancı olanı, omuzuna taktığı, neredeyse kendi bedeninden daha büyük bir hava püskürtme makinesi ile kaldırımları, araba altlarını ve sokaklardaki yığınlar halindeki yaprakları havalandırıyordu. Uzun sarı saçlı, boynunda dövmesi olan Alman iş arkadaşı ise, pazılı tek kolu ile idare ettiği büyük bir süpürge görevini yerine getiren araçla, önüne yığılanları canavar gibi yutuyordu. Her taraf alabildiğine ağaç yaprağına bürümüştü. İnanılır gibi değildi, bu kadar çok yaprakla nasıl başa çıkılacaktı.
          Yezzo, evinin çok da büyük olmayan, artık pervazları iyice eski, memleketinden çok uzaklarda yıllardır edindiği penceresinin, hafiften araladığı çiçekli tülün ardından haldır haldır çalışan bu belediye görevlilerini seyrederken, uçuşan yapraklara asılı kalan dalgın ve hüzünlü bakışları ise O’nu hayaller alemine alıp, götürüyordu.
          Daha geçen hafta kırk beş yaşına basmıştı. Asıl adı Pelşin’di, ama Almanya’da kendisini tanıyanlar Yezidi kökenli olduğunu bildikleri için O’na Yezzo diyorlardı. Bu isimden hiç rahatsız olmuyor ve hatta kulağına hoş geliyordu. Pelşin, Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyordu. Bir zamanlar kendisi de, adı gibi yeşil bir yapraktı. Oysa, Yezzo yıllar oldu, tıpkı şu an gözlerinin önünde havalanan yapraklar gibi sararıp solmuş ve Almanya, o canavar makine olup, kendisini yutmuştu.
          Pelşin on yedi yaşında, sarıya çalan ipeksi saçları, upuzun kirpikleri, uçsuz bucaksız bir ormanı andıran zümrüt yeşili gözleri, gülümsediğinde dünya harikası gamzeleri ve kor dudakları ile değil Bozca Köyünün, belki de Ortadoğu coğrafyasının en güzel Yezidi Kürt kızıydı. O babası Reşo, annesi Naze, kız kardeşi Suna ve ağabeyi Hasan’ı ne kadar da çok seviyordu. Ailesi ile çok mutluydu. Bir de var olan mutluluğunu daha bir artıran sevdiği, yasak aşkı vardı. Komşu köyden filinta delikanlı Mahmud da Pelşin’e kara sevdalıydı. Annesi Dılşad bu sevdanın sonunun olmadığını, bir araya gelmelerinin imkansız olduğunu söylese de, O oğluna, Mahmud da gönlüne söz geçiremiyordu. Koyu kahve rengi gözleri, Pelşin’in o güzelim gözlerinden başkasını görmüyordu. Oysa kaideler, örf ve adetler çok ağırdı. Kürt de olsalar birinin müslüman, diğerinin yezidi olması bu sevdayı imkansız hale getiriyordu.
          Mahmud her akşam olduğu gibi o akşam da, Pelşin’i bir anlık da olsa görmeye geldi. Daha önceki günlerde olduğu gibi, yine evlerinin arkasında buluştular. Birbirlerinin kemiklerini kırarcasına sarılıp, özlem giderdiler. Genç sevgililerin birbirlerine dokunuşları ile içleri ışıdı, ısındı. Yüreklerinde sayısız kelebek kanat çırptı. Ne yazık ki görüşmeleri çok kısa sürmek zorundaydı. Aksi halde Pelşin’in annesi ve babası kendilerini o halde görebilirlerdi. Bu onların sonu olurdu ve bundan çok korkuyorlardı.
          O akşam Mahmud yine annesinin ve babasının söylediklerini anlattı. İmkansız da olsa Pelşin’i bırakmayacağını, ölümüne, ömrünün sonuna kadar kendisini bekleyeceğini söyledi. Yalvardı, yakardı. Göz yaşları birbirine karıştı. Mahmud, Pelşin’in ellerini defalarca öpüp ayrıldı.
          Bu gel gitler her daim umdukları gibi olmadı. Mahmud ertesi akşam da koşar adım Pelşin’e gelince, komşuları Refo onları evlerinin arkasında sarmaş dolaş gördü. Sabahın erken saatlerinde gelip, durumu Reşo’ya gördüklerini anlattı. Reşo hiddetle köpürüp, hışımla kızının odasına daldı. Pelşin rüyasında da Mahmud’u ile birlikteydi. Babası saçlarından tuttuğu gibi kızını yataktan sürükleyerek, oturma odasına getirdi. Pelşin hıçkırıklarla ağlarken, babası durmaksızın bütün bedenini tekmeliyor, nasıl bir müslümanla evlenmeyi aklından geçirdiğini avazı çıktığı kadar haykırıyordu. Dayak atmaktan yorulan baba biraz soluklanmak isterken, devreye gürültüden uyanan oğlu girdi. Dayak atma sırasını ağabeyi Hasan aldı. O da tıpkı babası gibi bu genc ve narin bedeni insafsızca tekmeledi, tekmeledi. Annesi ve kız kardeşi ağlayıp, bir köşede korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Ağabeyi Hasan da yorulmuş olacak ki, kendisini bitkin bir şekilde duvar dibindeki sandalyeye attı.
          Pelşin bir hafta boyunca kendisine gelemedi. Morarmamış tek yeri kalmamıştı. Yüzü gözü yara bereler içindeydi. Annesi fırsat buldukça, babasından gizli, kızına gözlerinden boncuk boncuk göz yaşları akıtarak, pansuman yaptı.
Reşo elini tez tutup, pelşin’i bir an önce evlendirmek niyetindeydi. Köyden uzak akrabaları Sılo’nun oğlu Azam’ın Pelşin’de gönlünün olduğunu duymuştu. Zaman kaybetmeden onlarla bir an önce oturup, konuşmalıydı. Bu fırsatı yarattığında ise, ailenin buna dünden razı olduğunu gördü. Pek bi mutlu oldu.  Kısa sürede hazırlıklarını yapıp, Pelşin’i istemeye geleceklerdi. Azam sevincinden yerinde duramıyordu. Kendisini kaybedip, defalarca Reşo’nun ellerine sarılıp, öptü. Azam’ın babası ve annesi de minnet dolu gözlerle, Reşo’ya bakıp, teşekkür ettiler.
          Pelşin uçuşan yapraklara bakmaya kendisini iyice kaptırmıştı. Kendilerine camdan baktığını gören Alman, gülümseyerek elini kaldırıp, selam verince, yabancı kökenli olan adam da baktı, ama O selam vermedi. Pelşin de elini hafiften kaldırıp, onları selamladı. Uçuşmaya devam eden yapraklarla birlikte, kendisini yine Bolca Köyünde buldu.
          Neredeyse iyileşmek üzereydi. Duvarlara tutunarak günde üç kez evden dışarı çıkıp, yüzüne hafif tatlı bir sıcaklıkla dokunan güneşe dönerek yalvardı. Meleke Tavus’tan kendisine ve sevdiğine yardımcı olması için dua mahiyetinde, kalbinden geçenleri art arda bir umutla sıralıyordu. Aradan bir kaç gün daha geçince Meleke Tavus’un da kendisine sırtını döndüğünü gördü. Kutsal kitapları Meshef Reş’in ve Kitab el Celve’nin de bir faydasını görmedi. Bir kaç gün sonra da Azam ile düğünü oldu. Dünyası başına yıkıldı. Böyle bir şey nasıl olurdu, bir türlü kabullenemiyordu. Kaderine boyun eğdi. İstemediği, sevmediği kocasına kadınlık yapmak zorunda kaldı.
          Oğulları Ruşen bir yaşına girmişti ki, köylerinde çeşitli söylentiler dilden dile yayılıyordu. Çevredeki Yezidi köylerinde yağmalamalar oluyor, evleri yakılıyor, masum insanlar öldürülüyordu. Hem de bu vahşeti yapanların çoğunun kışkırtılmış, kendileri gibi Kürt kökenli olan müslümanlar olduğu söyleniyordu. Oysa bugüne değin böylesi bir sorun yaşanmamıştı. Ve barbarların ayak sesleri gün geçtikçe köylerine doğru geliyordu. İnsanlar pılısını pırtısını toplayıp, kaçıyorlardı. Pelşin ve kocası da canlarını kurtarmak için kaçıp, Almanya’ya sığındılar. Artlarından babası, annesi ve kardeşleri de geldiler. Bir Yezidi köyü olan Bozca’da kimseler kalmadı. Almanya’ya gelemeyenlerden bir kısmı ise Sincar Dağının eteklerindeki akrabalarına kaçtılar. Kaçamayanlar ise, salt inançlarından dolayı hunharca taşlanarak öldürüldüler. Pelşin’in dünyası ikinci kez başına yıkılmıştı. Çaresizdi, Meleke Tavus bir kez daha kedisinin feryadını duymamış, görmemişti. O yine de bu zor günlerinde güneşe dönüp, dualarını okumamazlık etmedi.
          Almanya’ya geldikten bir yıl sonra, ikinci oğlu dünyaya geldi. O'nun adını da Rumet koydular. Çocukları da olsa, evliliklerinin üzerinden yıllar geçse de, Pelşin aklından, fikrinden, kalbinden bir an olsun Mahmud’u çıkaramıyordu. Azam’a yüreğinde tarifi mümkün olmayan bir acıyı duyarak kadınlık ediyordu. Rumet iki yaşına gelmişti ki, bu işkenceye daha fazla dayanamayıp, Azam’dan boşandı. Azam fazla bir zorluk çıkarmadı. O da olup biteni seziyordu. Pelşin çocuklarını da alıp, yaprakların uçuşunu seyrettiği bu eve taşındı. Yavrularını bu evde büyütüp, okula gönderdi. Onlar birer kocaman delikanlı oldular. Birer de Alman kız buldular. Almanya’nın Yezzo’su bir başına yapa yalnız kaldı.
          Yapraklar uçuşmaya devam ederken, dinlemek üzere internetten bir melodiyi yükleyip, çalmaya başladı. Melodi Kürtçe idi, aynı tadı vermenin uzağında da olan Türkçesi de, yaklaşık olarak aşağıdaki gibiydi.

“Erkek söylemeye başlıyor…

Kirve!
Bu sabah Şengal dağından Sımokya gölüne inmişim ki
Vadi vadide açılmış, vadi vadide, vadi kirvem oy oy...
Baktım da!
Bu sabah Sımokya kızı, kırmızı desenli fistanı giyinmiş
Arkalıklı abayı da üstüne, güvercin gibi
Sımokya gölünün kenarına inmiş
Habur nehrinin yeşil ördeği misali
Sudaki yansıması, ah kirve oy oy...
 Kirve!
Bahtına düşmüşüm
Bu sabah harami keklik ötüşüne
Yanası Şengal’in doruğuna çıkasın
Şeyhlerden Melek-i Tavus Şeyhinin hürmetine
Gel...Dert ve acıların üzerine
Ben kirvenin canı ve cesedine
Bir buse kondur, hey kirve oy oy...
Eğer hayır ise; Başının sadakası...
Kapınızdaki ben fakire, kirve oy oy...

Bu kez kız söyler:

Kirve!
Kadınım ya, başıma buyruk değilim
Kurbanın olayım; endişelenme, korkma!
Melek-i Tavus Şeyhim Hadi’nin başına yemin içerim
Öldüysem; kara toprağa
Kaldıysam; kirvemin ruhu, canı ve cesedineyim
Ah kirvem oy oy...
Kirve, bir bilsen!
Biz Yezidi kızlarının buseleri
Seherin güzelliğinde, sabah ezanı sesiyle, kirve oy...
Ben ceylan yavrusunun önü, göğsü
Ben Habur’un yeşil ördeği, güvercini
Çini fincanındaki kahve misali...
Dudaklarım, ağzım;
Kağıda sarılı Amed şekeri
Ki Yahudi –onu- ağzında çiğner...Kirve oy...
Ah...Kirve oy oy...Ah...”

          Güneş, dünyayı terk edip, sevgilisi “ay”ın arkasına gizlenmek üzere aheste adımlarla giderken, “yarın görüşmek üzere” deyip, bir kez daha elini salladı. Bütün canlılar alemine öpücükler göndererek, vedalaştı. Ama uzaklarda gökyüzünü kızıla boyamayı da ihmal etmedi. Sokakta çalışan belediye görevlileri de işlerini bitirmişlerdi. Sokak yapraklardan tamamen arındı. Belediye görevlisi Alman meraklı gözlerle Pelşin'in penceresine son kez uzun uzun baktı, ama tül çekildiğinden, bu hoş kadının buğulu zümrüt gözlerini, yani derin ormanda çiseleyen  yağmuru göremedi.

Amsterdam, 14 Ekim 2014


25 Eylül 2014 Perşembe

LORİ - LORİ



Ürkek bir serçe gibi eğme başını. 
Kaldır başını ve dimdik dur! 
Bu senin değil, ülkemin ayıbı. 
Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk.


N. Hikmet





LORİ - LORİ

Lori-lorili ninnilerle avutup,
Ak sütleri ile doyururlarken,
Dünya güzeli miniklerini,
Yaşıyorlardı bir kıyıcığında evrenin,
Kendi ahvallerince derler ya hani.
Ve kimseciklerin ‘kış’lamazlarken tavuklarını,
Baş kesen hançerlerin,
İrin beyinlilerin,
İğrenç tel tel sakallıların,
Sabahlardan bir sabah, 
Erkeninde şafağın,
Mahrurlukla kamaştırırlarken Onlar gözlerini, 
Kan donduran gölgeleri düşüverdi hayatlarına,
Kömür karası zebanilerin.
“Uy havar…” deyi figan eylediler.
Ol biçare,
Yaşlı gözlerle tutundular eteklerine,
Yalvar yakar ettiler gezegenlerinin,
İşitme ve görme özürlü insanlığına.
Lütfettiler nicedir ardından,
Toplanıverdi “büyük insanlık”,
Bin bir nazla – olsa da gecikmeli.
En nihayetinde sökün eylediler birer birer ,
Tünediler ceviz ağacı yuvarlak masalarına.
Yaldızlı kristal bardaklarında,
Yudumladılar leziz içeceklerini.
Kazanımlarının büyüklüğünü düşündüler ilk evvela,
Kaldırmak adına, 
Kendilerinin uzantısı gölgelerini.
Kimi şartlarını koştu en ileri,
Kimi tehditler savurup - salladılar parmaklarını,
Kimi olmaz dedi,
Yok ki bana hiç bir getirisi,
Oysa çokça görünüyor bu işin götürüsü.
Kan donduran gölgeler,
Sustururken lori-lorili ninnileri,
Şengal ve Kobani’li dünya güzeli miniklerin.
İğrenç tel tel sakallılar,
Dökerlerken bebeklerinin ak sütlerini,

Amsterdam, 25 Eylül 2014




20 Eylül 2014 Cumartesi

MUJIK ile TUJIK


MUJIK ile TUJIK

Aceleci olmayan adımlarla Qolit tepesinin yamacındaki düzlükten aşağılara doğru kaydı ve kendisini tepenin yamacında bulunan, köyün ileri gelenlerinden Efendi tarafından yaptırılan çeşmenin yanı başında buldu. Yıkılmaya yüz tutmuş olan bu hayrat çeşmesinden, hafif bir gürültüyle, ancak işeyen bir erkek çocuğunun çişini andıran, sızıntı halinde bir su akıyordu. Aylardır yağmur görmeyen bu topraklar, adeta yanıp kavruluyorlardı. Ağustos ayına özgü; insan nefesini kesen, sarı bir sıcak hakimdi. Çeşmenin başına gelen Mujik’di. Sıcaktan öylesine bunalmıştı ki, kan ter içinde de kalsa, uzandığı kayalığın altından kalkıp, buraya kadar geldi. Çeşme duvarına oklarla delinmiş onlarca kalp çizilmişti.
“Aman Allahım, bu Camili Köyünde de benim gibi, ne çok bağrı yanık varmış.” demekten kendini alıkoyamadı.
Boz bir eşek çeşme havuzunda birikmiş olan pis suya kafasını sallayarak daldırıp, bir iki yudum aldıktan sonra, burnundan ve ağzından gelecek şekilde “fıırrrr” diye sesler çıkarıyordu. Mujik’in geldiğini fark etmedi bile. O her "fıırrr" diye ses çıkardığında Mujik irkilip, bir iki adım gerilere doğru uzaklaşıyordu.
Boz eşeğin işi biraz uzun süreceğe benziyordu. Oysa Mujik sıcaktan öylesine bunalmıştı ki, dayanacak mecali kalmamıştı. Boz eşek bir iki kez daha ağzından ve burnundan ses çıkardıktan sonra, olduğu yerde yüz seksen derecelik ustaca bir manevra yaparak, düşünceli bir edayla, Camili Köyü’ne doğru yola koyuldu. Bu saatte buralarda ne arıyordu, kimi kimsesi yok muydu? Mujik çeşmeye biraz daha yanaşırken bunları düşünüyordu. Allah’tan kurtlar buralara son zamanlarda fazla dadanmıyorlardı. Aksi halde bu güzel gözlü boz eşek şimdi kurtların midesinde olacaktı. İçinden eşeğin yalnızlığına acıdı. Ne yazık ki, onun için yapabileceği bir şey yoktu. Dünyaya eşek olarak gelmek de bedbahtlıktı. Eşeğin ardından uzun uzun bakıp, ona hayır duaları etti.
Mujik bir iki yanlamasına hareketle, çok yüksek olmayan çeşme havuzunun duvarına çıktı ve kendisini boz eşekten arta kalan suya, balıklamasına attı. Derin olmayan su birikintisinin yüzeyini, ince bir yağ tabakası kapladı. Tepesindeki sarı sıcaktan,  özünde de yağlı olan vücudu, vıcık vıcık olmuştu. Mujik’in sırtında da diğer kirpiler gibi binlerce diken vardı. Fakat Mujik’in dikenleri, arkadaşlarına kıyasla daha yumuşaktılar. Bu dikenler yer yer siyah ve beyaz boya ile boyanmış gibiydi. Yüzü biraz fareyi andırsa da, kapkara ve kocaman gözleri ile ihtişamına diyecek olmadığı gibi, Qolit tepesi ve civarında bulunan kirpiler arasında ki karizması da yerindeydi. Pek çok dişi kirpi kendisine abayı yaktığı halde, o kimselere dönüp bakmıyordu. Buna neden, son zamanlarda; onun da gönül tahtına birilerinin gelip oturrmasıydı. Oldukça yumuşak karakterli, hassas ve romantik bir kirpiydi. Lakin gönül verdiği Tujik’in pek öyle olmadığı söyleniyordu. Varsın olsundu. Gönül bu; bir kere değirmen çarkına kolunu kaptırdığı gibi, kaptırmıştı. Bu işin uçarı kaçarı olmadığı gibi, uzatmanın da alemi yoktu. Kendi kedisine söz verdi, biraz serinleyip, yağlarından arındıktan sonra, ilanı aşk etmek için Tujik’in kayalığında soluğu alacaktı. Nerede inceyse orada kopsundu, artık. Uzun bir zaman daha suda oyalandıktan sonra, yine aynı vücut hareketleri ile çeşme havuzunun duvarına çıktı ve aşağıya doğru yuvarlandı. Allah kahretsin, dikenleri yine kirlenip, toz toprak olmuştu. Oysa birazdan Tujik’in yanına gidecekti. Bir iki adım sonra yakınındaki bir taşın üstüne çıkıp, sırtında bulunan oklarını anten gibi dört bir tarafa kıpırdatarak, yapışan toprak parçalarını silkeledi. Keşke bir ayna olsaydı da vaziyet berkemal mı, karizmada çizik var mı, yok mu diye bakabilseydi.
“Hayrın yerini bulsun, hayrat sahibi Efendi, insanların su içmeleri için alüminyum maşrapayı dahi düşünüp bir zincirle çeşmeye bağlamışsın. Oldu olacak şu çeşme duvarının içine bir de ayna koysaydın, hiç değilse ben dahil olmak üzere yavuklusuna giden yeni yetmeler de, bu aynada kendilerini süzerlerdi.” diye düşünmekten kendisini alamadı. Çok geçmeden, kayalığının yolunu tuttu. Köstebekler dört bir yanda toprağın altını üstüne getirmişlerdi. Etrafta küme küme yığılan taze toprağın kokusu vardı. Bu topraklara bulaşıp, üstünü başını kirletmemek için hat halindeki bu birikintileri dolanarak geçmek zorunda kaldı. Bu da yolunu uzatıyordu. Hani sevdiğine gitmemiş olsaydı önemli değildi. Hava neredeyse kararacaktı. Tüm kirpilerde olduğu gibi, Mujik’in gözleri de pek keskin değildi. Ama kulaklarının ve burnunun hassasiyetine diyecek yoktu. Kayalığının yanında bir iki dal nane boy göstermişti. Zaman zaman iyi kokmadığı hissine kapıldığında, gidip kendisini bu nane dallarına sürtüyordu. Bunu Tujik’e gönül kaptırdığı günden beri sık sık yapıyordu. Kendisini nane dallarına sürttüğünden, nanenin tüm yaprakları delik deşik olmuştu. Yine nane dalının yanına geldi. Oldukça yorulmuştu. Ay ve güneş nöbet değişimi yaparlarken, Qolit Tepesi bir renk ve ışın cümbüşü yaşıyordu. Etrafta bulunan tarla fareleri, kurbağalar, kuşlar, böcekler ve diğer canlılar gözlerinin kamaşmasından dolayı kendilerini ya deliklerine, ya da kuytuluk bir yere saklıyorlardı. Mujik’in öyle bir kaygısı yoktu. Bedeninin bütün bölümlerini nane yapraklarına sürdü. Sırt üstü uzanıp, karnında bulunan yumuşak tüylerini de, aynı şekilde uzun uzadıya sürdü. Tujik’ın yanında göğüs kıllarının arasından mis amber, ferah kokular yayılmalıydı. Tujik’in başı dönmeliydi. Bu iş tamamdı. Etrafına bakınırken, aniden gözüne ilişen bir papatya çiçeğini koparıp, yapraklarını kafasının yan tarafında bulunan kendi dikenlerinden birine teker teker batırıp, kopardı. Seviyor – sevmiyor derken en son kalan papatya yaprağı seviyor diyordu. Tüm bedenine kan yürürken, kendisini bir hoş hissetti. Bir müddet baygın baygın baktı ve olduğu yerde tekrar doğrulup, kendisine geldi. Biraz acele etmeliydi. Tek başına romantik olmanın alemi yoktu. Asıl romantizm birazdan başlayacaktı. En nihayetinde sevdiğine, aşkından yanıp tutuşan kalbini açacaktı. Ve o an saniye saniye yaklaşıyordu. Tüm temennisi; her şeyin istediği gibi seyretmesiydi. Aslında bu konuda kendisinden oldukça emindi. Tujik’in de kendisine ilgisiz olabileceğini sanmıyordu. Ama yine de kadın milleti bu, her biri henüz keşfedilmedik dünyalardı. O nedenle pek sağları ve solları belli olmazdı bunların, kendisindeki bu göz kamaştıran, her bayan kirpinin aklını başından alan bu cazibe, karizma, zenginlik, şan ve şöhrete rağmen.
Ay yavaş yavaş Qolit Tepesinin yamaçlarını aydınlatmaya başladı. Şansı yaver gidiyordu. Birazdan yapacağı ilanı aşk mehtap altında olacaktı. Belki napolitanlar, serenatlar okumayacaktı ama ortamın romantikliğine doğrusu diyecek yoktu.
Tujik’ciğine gitme zamanı gelmişti. Göğüs kılları kirlenmesin diye karnını biraz yukarı doğru kaldırarak yürümeye başladı. Kendisi için yanıp tutuşan o kadar güzel ve alımlı kirpi olmasına rağmen, ferman dinlemeyen, takozlanamayan gönlü, neden Tujik’de karar kılmıştı. Gönül bu ne yapacağı belli olmuyordu. Tüm bunları düşünedururken, Tujik’e yaklaştıkça kalbinin daha hızlı attığını hissetti. İnsan oğlunun gönül konusunda sayılamayacak kadar beste yaptığını duymuştu. “Aşkın müzikle sunumu çok güzel bir şey olsa gerek” diye düşündü.
“Bu ne sevgi aah,
Bu ne ızdırap,
Zavallı kalbim ne kadar harap.”
Evet insanoğlu daha neler neler söylemişti. Mujik’in kalbi de haraptı. Tujik’in yokluğu kendisi için artık dayanılmaz hal almıştı. Gençliğinin cayır cayır yanmasına izin vermeyecekti. Onsuz bir hayatı düşünemiyordu. Bundan sonraki hayatının her anında ve her yerde onunla birlikte olmak istiyordu. Belki ona yeşil panjurlu, kırmızı kiremitli, içinde çocuklarının oynadığı kocaman bahçesi olan bir ev vaat etmiyordu, ama onun kayalığı da Qolit Tepesinin en güzel manzaralı yerindeydi. Çocuklarının oynaması için onun kayalığının önü paha biçilmez bir yerdi. Tüm kirpiler Mujik’in kayalığına gıpta ile bakıyorlardı. Üstelik Efendi’nin çeşmesine de çok uzak değildi.
Mujik geldiğini fark ettirmek istediğinden, bir iki defa öksürür gibi yaptı. O sırada Tujik gündüzden yakalamış olduğu bir kaç kelebek ve böcekle karnını doyuruyordu. Gelenin Mujik olduğunu görünce içi bir tuhaf oldu. Yemeğini yarıda bıraktı, kalbinin derinliklerinden, Mujik’e eğilerek hoş geldin dedi. Hal hatır derken, Tujik misafirini yemeğe davet etti.
“Kusuruma bakma Mujik ne olur. Bugün biraz başım ağrıyordu. O nedenle iyi avlanamadım ve sofram sana layık değil. Ama gel Allah ne verdiyse onu birlikte yiyelim.”
“Allah’ını seversen Tujik söylediğin şeye bak, ben davetsiz misafirim. Aslında biraz da uygunsuz bir zamanda geldim. Geleceğimi de sana haber vermedim. Sonra misafir umduğunu değil, bulduğunu yer. Sofranda da hiç bir kusur yok. Baksana şuraya rengarenk kelebekler, som balığını aratmayan solucanlar, böcekler, bir yığın yonca ve çimen var.”
Tujik kırmızı ve yeşil kanatlı bir kaç tane kelebeği; Mujik’in önüne serdiği yonca yapraklarının üzerine özenle yerleştirdikten sonra, bir kaç tane de solucanı alıp, koydu. Evet yemek nefisti. Kayalıkların dışında, mehtap etrafa kurşuni bir renk yaymıştı. Mujik tam zamanı deyip, söze girdi;
“Tujik bu akşam sana arkadaşlık teklifinde bulunmak için geldim. Uzun zamandır kalbimin senin için çarptığını hissediyorum. Her gece rüyalarıma giriyorsun. Beni tanırsın, öyle fazla kötü alışkanlığım yok. Hani söylemesi ayıp, iyi de avlanırım. Diyeceğim; benimle evlenir misin?”
“Mujik, ah sevgili, bunları söyleyen sen misin? Allah´ın bu gününe de şükür. Ben bu duyguları sana yıllardır besliyorum. Senin için yanıp tutuşuyorum. Teklifin başım gözüm üstüne, bırak yemeği falan, gel şöyle yanıma otur. Ooh ne de güzel kokuyorsun. Başını bana yasla ve bu güzel günde birlikte mehtabı seyredip, gelecek mutlu günlerimizden söz edelim.” deyip, namluya sürülen bir mermi hızıyla kendisini Mujik’in kollarına attı. Aynı anda Mujik yüksek bir sesle inledi. Tujik’in okvari dikenlerinden pek çoğu Mujik’e batmıştı. Tujik sevgilisini her ne kadar teselli edip, özür dilemeye çalıştıysa da, Mujik’in hali berbattı. Mujik erkekliğe leke getirmemek için, hiç bir şey olmamış gibi davrandı. Fakat her yanı yara bere içinde kalmıştı.
Çok geçmeden Mujik ile Tujik dünya evine girdiler. Birbirlerine sırılsıklam aşıktılar. Her şey iyi hoştu ama, aşklarının doruk noktası olan sevişmeleri biraz zahmetli ve işkence gibiydi. Birbirlerini çok arzuluyorlardı. Fakat her sevişme anında Tujik’in dikenleri gelip, Mujik’e birer ok gibi saplanıyordu. Her sevişme anı iki saniyeyi geçmiyordu. Oysa birbirlerini ne kadar da çok seviyorlardı. Mujik’in içi titremesine rağmen, sevgilisini okşayamıyordu bile. Her okşama girişiminden sonra sanki; Kızılderililerin ok yağmuruna tutulmuş gibi oluyordu. Bu durumda yapılacak bir şey yoktu, yara bere içinde kalsa da, buna katlanacaktı. Başka çaresi yoktu. Gönlünü dinlediğinde, o zaten ferman dinlemeye pek niyetli olmadığını görüyordu.
Mujik yine yara bere içinde kaldığı bir sevişmenin ardından, derin düşüncelere daldı. Allah kendilerini neden böyle yaratmıştı. Onlara ne kastı vardı. Ağız tadıyla sevişmeleri onların da hakkı değil miydi? Doğrusu bu kadarı da fazlaydı. Onca dikenden arınmaları da zaten olanaksızdı. Sonra böyle bir şey olsa dahi ne olduğu belirsiz, yaratıklara dönerlerdi. Kendisinin neyse de Tujik’in dikenleri hem çok sivri, hem de çok serttiler. Her batışlarında canı çıkıyormuş gibi oluyordu.
Mujik’in derin düşüncelere daldığını gören Tujik onu biraz olsun güldürmek istedi.
“Biliyor musun Mujik, Qolit Tepesi’nin arka yüzünde kaplumbağalardan biri, diğer bir kaplumbağaya tecavüz etmiş. Hakim tecavüzcü kaplumbağaya iki suçtan onar yıl ceza vermiş.”
“Bilmiyorum neden iki suç?”
“On yıl tecavüz için, bir on yıl da haneye tecavüz suçundan ceza vermiş”
Mujik tüm ağrılarına karşın kendisini tutamayıp kahkahalara boğulduysa da, güldükçe yaralarının daha çok acıdığını fark edip, yarıda kesmek zorunda kaldı. Fakat yine de gülmesinin önüne geçemedi. Yüzünde uzun süre tebessüm kaybolmadı.
Evliklerinin üzerinden aylar-yıllar geçti. Onların da “pamuk yavrum” diye sevip bağırlarına bastıkları bir erkek ve üç tane de kızları oldu. Hepsi de birbirinden güzel ve albeniliydi. Oğullarının adını Jujican (Kirpican), kızlarının adını daİpekKadife ve Zarife koydular. Onların da iyi bir eğitim görüp, yaşadıkları dünyanın kurtlar sofrasında iyi avlanabilmeleri, haklarını kimseye yedirmemeleri ve iyi birer kirpi olmaları gerekiyordu. Tujik ve Mujik onlarla ellerinden geldiğince alakadar oluyorlardı. Baba ve anne sabahın köründe uyanıp, avlanmaya gidiyorlardı. Her ikisi de işlerinin ustasıydı. Kendi yağlarında kavrulacak, başkalarına muhtaç olmayacak kadar avlanıyorlardı. Çocukları; Jujican, İpek, Kadife ve Zarife aç ve açıkta kalmıyorlardı. Allah’ın bugününe şükürler olsun diyerek, istirahate çekiliyorlardı.
Ömürlerinden geçen her gün; hayatlarının belirsizliklerinde, yeni hareketlenmeleri ortaya çıkarırken, her türlü engeli ve güçlüğü yine birlikte göğüslüyorlardı. Her yerde ve her şeyde “anca beraber, kanca beraberdiler.”
Kış mevsimi de aynen sevişmeleri gibi onların başlarının belasıydı. Sırtlarında tüy namına hiç bir şey olmadığı için, çok üşüyorlardı. Var olan binlerce diken ısınmalarına yardımcı olmuyordu. Zaten kış mevsimini uyuyarak geçirdiklerinden, bu üşüme işi bir hayli uzunca bir zamanlarını alıyordu. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bulundukları bölge olan, Camili Köyü’nde çok kuru soğuklar oluyordu. Evliliklerinin ilk yıllarında, kimi gün donarak öleceklerini sandılar. Korkulan olmadı, fakat çok eziyet çektiler. Birbirlerine çok sokulduklarında dikenleri birbirine batıyor, vücut ısılarından yararlanacaklarına, birbirlerine acı veriyorlardı. Daha pek çok deneme ve uygulamayla birbirlerini incitmeyecek, hem de vücut sıcaklıklarından faydalanılacak mesafeyi en nihayetinde buldular. Öyle ki bir milim yaklaştıklarında birbirlerini acıtıyorlar, iki milim uzaklaştıklarında ise üşüyorlardı. Bu aralarında bir denge haline geldi. Bu nedenle kış uykularında bu dengeyi hep korudular ve gelen her kış mevsimini sağ –salim, sıcacık ve mutlu atlattılar.
Mujik’in duyumlarına göre insanlar bu işi pek beceremiyorlardı. Bu dengeyi sağlamak onlar için oldukça güçtü. Az ileride bulunan Camili Köyü’nde bu dengenin göz önünde bulundurulmamasından dolayı, insanlar üşümüyorlardı ama, birbirlerini de sürekli kırıyorlardı. Sık sık tatsızlıklar yaşanıyor ve yıllarca birbirlerine selam dahi vermiyorlardı. Çoğu zaman aralarındaki bu dengeyi bozdukları insanların yaslarına veya düğünlerine dahi gitmiyorlardı. Mujik Kirpi tüm bunları yakından takıp edip, insanlar adına üzülüyordu. Oysa onlar canlı olarak kendilerinden çok daha akıllı yaratıklardı. Fakat onların da elinde değildi. Yaşam koşulları oldukça zordu. Günün stresi, üst üste gelen sorunlar ve yaşanan olumsuzluklar, istenilen dengenin sağlanmasını güçleştiriyordu. Çok samimi olan iki aile veya insan aniden, yok yere birbirlerine kin besleyecek hale gelebiliyordu. İnsanoğlunun dediği gibi:
“Sık muhabbet tez ayrılık getiriyordu.” Oysa hayat dengelerden oluşuyordu. Ayak dahi yorgana göre uzatılmalıydı.
Mujik ukalalık edip, Camili Köyü’ne giderek:
“Ey Camili’ler siz siz olun; aranızdaki mesafeyi koruyun. Bu dengeyi sağlamaya çalışın. Sizin de bizim gibi oklarınız olsun. Size çok yanaşanlara oklarınızı batırın ki, sizi rencide etmesinler. Sevdiklerinizden de fazla uzaklaşmayın, yoksa üşürsünüz.” diyecek hali yoktu.
Yine de keşke bunu başarabilsem diye düşünüp, Efendi’nin çeşmesine doğru yol aldı. Uzun bir yürüyüşten sonra çeşmenin başına geldiğinde Camili Köyü´nden bir kaç çocuğun çeşmenin başında oynayıp, şakalaştıklarını gördü. Bir kıyıda saklanıp uzun uzun onları seyre daldı. Ne kadar cıvıl cıvıl çocuklardı. Kalplerinde henüz hiç bir kötülük yoktu. Dünya onlar için alabildiğine toz pembeydi. Bütün kötülükler sonradan gelip, bu küçük kalplerde yer edinecekti. İşin iyi tarafı ise bu çocuklarda henüz denge sorunu da yoktu. Onlar için hayat oynamaktan ibaretti. Önemli olan ise sevgisiz büyümemeleriydi. Bu çocukların babalarının annelerinin traktörlerle sık sık tozu dumana katarak tarlalarına doğru gittiklerini görüyordu. Çoğunun genç olmalarına rağmen ağızlarında dişleri yoktu. Erkeklerin suratları hep sakallı ve bakımsızdı. Kadınlar göbekleri ve kiloları ile obezite kurbanıydılar. Pek çok anne ve babada yüksek tansiyon, şeker, ülser ve benzeri hastalıklar vardı. Kendilerine bakamayan bu insanlar, çocuklarına nasıl bakıyorlardı. Kendi çocuklarını anımsadı. Kitaplara bakıp, çocuklarına nasıl davranacaklarını bulmaya çalışmıyorlardı, ama kendi doğallıkları ile onlara gereksinim duydukları sevgiyi vermeye çalışan, birer anne ve baba olmuşlardı. Bir dediklerini iki etmiyorlardı. Gerekli ilgi ve alakayı en iyi şekilde vermeye çalışıyorlardı.
Çocuklar mutlu bir şekilde oynayıp, koştururken; Mujik de mutluluktan mest olup, gözlerini kapadı. Birbirinden güzel bin bir türlü hayale daldı. Sıcağın ve içindeki huzurun etkisinde kalarak, yüzünde tatlı bir tebessümle; olduğu yerde uyuya kaldı. Ev halkı Mujik’in gelmediğini görünce telaşla çeşmeye koştular ve onu aramaya koyuldular. Tujik çok kaygılanmıştı. Jujican, İpek, Kadife ve Zarife babaları için hüngür hüngür ağlıyorlardı. Mujik’in kulağına bir ara sesler geldi. Bu ses Tujik’in sesiydi. Mahmur bir şekilde uykusundan uyanıp, “Ne var, niye bağırıyorsunuz?” diye haykırdı. Tujik sesin geldiği yere doğru yöneldi ve kocasını uzandığı yerde uyuyakalmış görünce, sevinçten avazı çıktığı kadar haykırıp, kendisini kocasının üstüne attı. Mujik hiç beklemediği bir anda yüzlerce okun bedenine batması ile kendisine geldi ve “Vay yandım anam” diye bağırmaktan kendisini alamadı. Tujik yine çok mahcup ve üzgün bir biçimde kocasına baktı. Sevgi dolu gözlerle ondan özür diledi. Bu sırada çocukları da sevinç çığlıkları atarak, anne ve babalarının yanına geldiler. Aile bireyleri tamamdı ve Qolit tepesinin eteklerinde çok mutluydular.

Amsterdam, 10 Kasım 2007

12 Eylül 2014 Cuma

ZAFER ÇARŞISI


ZAFER ÇARŞISI

Uzaklarda, her geçen gün ile birlikte azalan, bin bir güçlükle sürdürmeye çalıştığımız karmaşalı hayattan yaklaşık beş yıllık bir zaman birimi daha geçti. Dostlar-arkadaşlar arasındaki sohbetlerde, pek çok kişinin, adı geçtiği zaman hafiften yüzünü buruşturduğu (İstanbul’da yaşayanların gözünde, ruhsuz, yeknesak olmaktan öteye geçmeyen) oysa çok sevdiğim; dillere pelesenk olan “Ankara… Ankara seni görmek ister her bahtı kara” sözcükleri ile anlatılan, güzel Ankara’dayım.
Ankara’dan herkesin belirli beklentileri var. En zor, belki de en güzel yıllarımızın geçtiği, ruhi şekillenmemizdeki yeri, olumlu ya da olumsuz tartışmasız büyük olan Ankara. Benim bu şehre olan sayısız özlemlerim arasında sımsıcak arkadaşlıkları, dostlukları, susamlı gevrek simidi, ağızlarda dağılan yaprak döneri ve biz 78 kuşağına dahil olabilmeyi son kertesinde de olsa, yakalama fırsatını bulanlar için de, bir nevi sol mistizim olarak da adlandırabileceğimiz bir havanın bir zamanlar alabildiğine yaşandığı “Zafer Çarşısı” da bulunmaktaydı.
Ankara’ya her gelişimde, en geç ertesi gün soluğu Kızılay’da alır ve hemen Zafer Çarşı’nın her geçen gün daha bir yok olmak üzere olsa da, yıllar sonra kırıntı halinde kalsa da, o büyülü havasını teneffüs etmek üzere ürkek adımlarla dikkatlice dalardım. Bu kez de bu gaye ile Kızılay’a indiğimde bunu yapmak istedim, ama bu mümkün olmadı. Zafer Çarşısı’nın yerinde yeller esiyordu. Yer altında olan çarşı yerle bir edilip ve etrafı inşaat duvarları ile kapatılmıştı. Yeni yapılacak ve adı değişmeyen çarşının, inşaat paravanları üzerine resmedilmiş görünümünü görünce de üzüntüm bir kat daha arttı. Yıllarca kendimizi apayrı bir dünyada hissettiğimiz, dışı Ferdi Tayfur içi Şıvan Perwer olan kasetleri büyük bir gizlilik ve korku ile aldığımız, kitapçılarında abartısız kapakları ile sol yayınlarının klasiklerini, parmaklarımızı özenle dokundurarak, bir sevgilinin gamzeli yanaklarını-bukleli saçlarını okşar gibi elimize alıp, karıştırdığımız, burunlarının altında bir çuval bıyığı olan ağabeylerimizin satır satır ezberledikleri kitapların yerinde yeller esiyordu. Duvarlarında arapça yazıların yer aldığı, görünen o ki; bunun yerine, eski bir Osmanlı yolcu hanının veya çarşısının sahte görünümü verdirilmeye çalışan bir iş hanı geliyordu.
Artık o eski, büyülü çarşıda yönlerini aydınlığa çeviren insanlar protest temalı müzikleri, ülke sorunları ile dolu beyinlerine kazıyarak yürüyemeyecekler, Gorki, Dostoyevsky, Nietzche, Nazım, Ahmet Arif’lerin kitaplarına dokunulmayacak-okunmayacak. Uzun kömür karası saçlarını yana atarak yürüyen kızlar, ellerindeki kitapları kazara yere düşürmeyecekler, o an orada yürüyen genç delikanlılar gelip, yerlere dağılan kitapları toplamalarına yardımcı olamayacaklarından tanışamayacaklar, ardından evlenip mutlu yuvalarında çoluk çocuğa karışamayacaklar.
“Devrimin her günün şafağında yapılacağı” sanılan, o zamanların bütün sol örgütlerin kurtarılmış bölgesi olan Ankara’nın Zafer Çarşı’nın köküne kibrit suyu dökülmüştü.
Ankara’nın nostaljisi Zafer Çarşısı’nın yerine gelecek olan, ne idüğü belirsiz çarşı, çirkin-ruhsuz yüzü ile var olmayacak artık!

28 Haziran 2014 Cumartesi

KİRPİ ile PUHU KUŞU







KİRPİ ile PUHU KUŞU

Güneş lekesiz mavi gökyüzünde, milyonlarca kuvvetli ışığın yöneltildiği devasa bir bakır tepsi gibi, binbir nazla süzülürken, hava insanı bunaltmayacak derecede sıcaktı. Yer küredeki bütün canlıların, ısınmaya hasret kalan kemikleri bu güzelim yaz gününde ısınıyor, bedenlerindeki yağlar kısmen de olsa erirken, canlılar böylesi bir havada kendilerini haliyle daha mutlu hissediyorlardı. Ortamın alabildiğine uygunluğu böylesine apansız sökün edince, bana yapılacak tek bir şey kalıyordu. “Şeytan yapılacak işi yoksa kuyruğunu tartarmış,” Ama, ben ne şeytandım ne de tartılacak kuyruğum olmadığından, yeşilin bütün tonlarının hakim olduğu en yakın parklardan birine gitmek, gün geçtikçe yokluğunu daha çok yaşadığımız temiz havayı solumak, parkın kıvrımlı daracık patika yollarında ve kuytuluklarda biraz dolaşmak, insanların arasına katılıp, kendimi doğaya atmaktı. 
Parkta az gittim, uz gittim, Dere ve tepenin olmadığı Amsterdam’da, zorunlu olarak dümdüz gittim. Parkın her tarafında, dünyanın her yöresinden renge renk çocuklar, bir o kadar renkli olan anne ve babalarının gözlerinin hapsinde, cıvıltılar içinde koşturarak, oynuyorlardı. Görkemli sırma saçlı bir salkım söğüdün yamacına geldiğimde, birilerine hemencecik kulak misafiri oluverdim. Bir kirpi başını kaldırarak, salkım söğüdün bir dalına konmuş olan puhu kuşuna, ipek tenli sevdiceği kirpiciğini, kalbini hoplatan o aşüfteyi, olduğu yerde hoplayarak anlatıyordu. Kalbinin O’nun sevdasından nasıl attığını, günün yirmi dört saati bir an olsun düşünmeden edemediğini, tanrıçasının ne kadar güzel olduğunu dile getiriyordu.
Puhu kuşu gözlerini art arda kapatıp açıyor, arada bir kanatlarını oynatıp, can kulağı ile arkadaşı kirpinin yüreğinin derinliklerinden kopup gelen aşk sözcüklerini dinliyor, dostunun adına yaşadığı mutluluğa sevinip, gülümsüyordu. 
Çok geçmeden kocaman gözlü puhu kuşu da dile geldi, “guk – guk” akabinde “gak-gak” dedi. Anlaşılan o ki, O da birilerini vurgundu. Kirpi durmaksızın, aşkını anlatırken, bir taraftan da bütün gücü ile hopluyordu.
Kafamda “peki ben ne alemde idim?” sorusu ile bakır tepsisinin sıcaklığını bütün bedenimde iyice hissederek, düm düz yürüyüp, eve geldim. Gözlerimin önünde kah, kirpinin, kah puhu kuşunun aşkı gelip, geçerken, olduğum yerde uyuya kalmışım. Mahrur gözlerimi açtığımda, güneş tasını tarağını toplayıp, bugün de bu kadar diyerek, göz kamaştıran, veda kızıllığını saçıyordu. Evin içi de, kızıllıktan nasibini alıyordu.
Sonsuz sayıda detayı ile birbirine bir zincir misali bağlı olan yaşam; hasıl olan bütün güçlüklere karşın en son kertesine ulaşıncaya dek, vaz geçilemeyecek bir güzellikte idi.

Amsterdam, 27.06.2014

8 Haziran 2014 Pazar

MAVİ



MAVİ

Ayrımız-gayrımız yok,
Sümme haşa.
Denilen o ki,
Aynı gemideymişiz, yani!
Oysa güverteden gelen,
Onların ayak sesleri,
Her daim.
Cebelleşmektir bize düşen,
Aynı geminin,
Ambar derinliklerinde.
Bir kez olsun,
Bal ışınlı güneş,
Kamaştırmadı buğulu gözlerimizi.
Temaşa edemedik,
Denizin ve gökyüzünün,
Boncuk mavisini.
Aynı gemide,
Aynı güvertede,
Ayrımsız-birlikte.
Bitmez-tükenmez,
Kardeşlik teraneleridir avuntumuz,
“Olur ya bir gün,
İnsan sevgisi baskın gelir,
Maduriyetimiz görülür” deyi,
Oysa güverteden gelen,
Onların ayak sesleri,
Her daim.
Mavi onların boncuk mavisi.
Ambar derinliklerinin karanlığı ise,
Bizim kömür karamız.

Amsterdam, 8 Haziran 2014 


30 Mayıs 2014 Cuma

DON



  DON

          Gök gürültüleri ile bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan hemen sonra çıkan, gökyüzünü, ak gerdanlı bir gelin misali süsleyen gökkuşağı renklerinin ardında, V harfi halinde sıralanmış bir turna sürüsü, artık soğumaya yüz tutan İç Anadolu bozkırını ahenkli kanat çırpınışları ile terk ediyorlardı. Görünen o ki, belli bir hüzün içinde idiler. Güzergahları Camili Köyü üzerinden, daha sıcak diyarlara doğru olan turnalar uzaklaşırlarken, köy muhtarı Hamza’nın üç göz dam evi , yağmur boyunca dört ayrı noktada damlıyordu. Muhtar Hamza evdeki tencereleri bu dört ayrı noktaya koşturadururken, karısı Heve kızgın bir edayla, kırmızı yüzlü yün minderde oturup, camdan dışarı bakan Tanrı misafirine aldırmadan gelip, tencerelerden ikisini yemek yapmak için Hamza’nın elinden aldı. Misafir meraklı gözlerle bakarken, olup biteni görmemiş gibi davranmaya özen gösterse de, bu bakışlar, Hamza’dan kaçmadığı gibi misafir deyip, katlanıyor, ama bir an önce çekip gitmesini de çok istiyordu. Hamza şaşkındı, yağmur durduğu halde ev damlamaya devam ediyordu. Ne yapacağını bilmeden anlamsız gözlerle misafirine baktı. Keşke zamanında evinin damına yeterince killi topraktan atmış olsaydı.
          Misafiri garip biriydi. Camili’li olmadığı gibi Devleti Aliyeyi Osmanlı’dan da hiç değildi. Hamza’nın damının damladığı zaman yıllar – yüz yıllar önce idi. Tamı tamına 1836 lı yıllardı. Tanrı misafiri Fransız coğrafyacı Perrot adında, kafasındaki sarı saçları döküldüğünden tepesi oldukça parlak, bıyıklı-sakallıydı. Yeşil kadife bir kumaştan yapılmış çantasından çıkardığı kağıtlara sürekli notlar düşüyordu. Köydeki insanlara, giyimlerine, konuşmalarına, hangi durumda güldüklerine, hangi durumda hüzünlendiklerine, ağıtları, masalları, neler pişirip yediklerine, nasıl hareket ettiklerine bakıp, öğrendiği bir kaç kelimeyi yan yana getirip, ilginç sorular soruyor ve ardından da mürekkebe batırdığı diviti ile uzunca notlar alıyordu. Muhtar Hamza, ne zaman misafiri köylülerin arasına karışıp, onlara abuk sabuk sorular sorsa, yüreği ağzına geliyordu. Köylüleri gizlice sıkıştırıyor, paylıyor, üzerlerinde baskı kurup, sorduğu sorulara cevap vermemeleri yönünde uyarıyor, aksi halde onları devlete şikayet edeceğine dair tehditler savuruyordu. O'nun Köylülerinden istediği tek şey: bilmiyorum, duymadım, görmedim idi. Her ne kadar kavi durmaya çalışsalar da, muhtar Hamza’nın gazabından nasiplerini yeteri kadar alıyorlardı.
          Perrot Fransa’daki öğrencilik yıllarında tesadüfen Orta Doğu’da Kürt olarak adlandırılan ve Mezapotamya’ya yayılmış olarak yaşayan göçebe bir toplumun varlığı, kendisinin garip bir şekilde ilgisini cezbetmişti. Bunun üzerine, bu konu ile bir coğrafyacı olarak yakından ilgilenmeye, olanakları dahilinde araştırmalar yapmaya ve hatta Kürtçe öğrenmeye başladı. Coğrafya eğitiminin ardından araştırmalarına devam ederken, İç Anadolu’ya büyük bir Kürt göçünün olduğunu, bu onlarca yıl öncesine dayanan hareketliliğin nedenleri, nerelerden geldikleri konusunda kafa yoruyordu. Ve derken tüm bu olup biteni yerinde görmek üzere, günlerce süren bir yolculuğun ardından soluğu Camili Köyü ve çevre köylerde aldı. Ankara, Kırşehir, Konya, Yozgat ve diğer tüm çevre illerin ilçelerine binlerce Kürt göç etmiş ve buralarda yerleşik hayata geçerek köyler oluşturmuşlar, çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Perrot tüm araştırmalarına, art arda sorularına rağmen dişe gelir bir bilgi alamıyordu. İnsanlar sanki ne olup bittiğinden bihaber, hafızaları ise unutmaya ayarlanmıştı. Perrot yine de araştırmalarını derinleştirip, civar köylere gidip, en küçük detaya kadar bilgi toplamaya çalışıyordu. Bu arada muhtar Hamza, Camili köylüleri üzerindeki baskılarını her gün daha da artırıyordu. Oysa köylüler Perrot’a artık iyice ısınmışlar, hatta bir kaç kelime de Fransızca öğrenmişlerdi. Camili’ler güneşin doğuşu ile birlikte, birbirlerine “bonjour”, teşekkür mahiyetinde de “merci” ve hitaplarında “madam” veya “monsieur” demeye başladılar. Günümüzde dahi, bu kelimeler sürekli kullanılageldiğinden bazı Camili’ler tarafından hala kullanılmakta. Aynı zamanda Perrot da Kürtçesini bir hayli ilerletti. Köylüler Perrot’la şakalaşıyor, O’nu evine davet ediyorlardı. Köyden Misto, Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki en iyi arkadaşlarıydı. Kendi aralarında şakalaşıyorlar, akşamları masalları ile ün salan Şixo masallar anlatıyor, Perrot anlamakta zorlandığı kısımları tekrar tekrar soruyor ve bütün duyduklarını not alıyordu.
          Camilili can dostları Perrot’la sadece şakalaşmak, arkadaşlık etmekle kalmıyorlardı. Perrot’un da kendileri gibi müslüman olması için O'na yalvarıp yakarıyorlardı. Perrot kendilerine bu isteklerini, ne yazık ki, yerine getiremeyeceğini, zaten bir kaç güne kadar da ülkesine döneceğini anlattı. Bunun üzerine Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki bu ısrarlarından vazgeçtiler. Kısa süre sonra kendilerini terk edeceğinden dolayı da üzüntüye boğuldular. Perrot’un da üzüntüsü hal ve hareketlerinden belli oluyordu. Silo daha fazla dayanamadı Perrot’a sıkı sıkı sarılırken, gözlerinin buğulanmasına hakim olamadı. Kalan zamanda evleri çok dar da olsa, Perrot’u Muhtar Hamza’nın evine göndermediler.
          Hamza köylülerine çok kızgındı. Bağırıp çağırıyordu. Neyse ki Perrot o günün sabahında erken saatte köyden ayrılıyordu. Bu kendisini biraz olsun rahatlatsa da, hıncını nazlanmasına rağmen karısı Heve’den aldı. Heve’yi yatağa devirdiği gibi, yan odada uyumakta olan oğlu Celal, kızları Keziban ve Zahide’yi uyandırma korkusunu ensesinde hissederek, uzun uzadıya sevişti. Kendisini tamamen kaybettiği bu hararetli sevişme esnasında Perrot’u ve sözünü geçiremediği hain köylülerini bir anlık da olsa aklından çıkarmayı başardı. Kulağına dört bir yandan horoz sesleri gelirken, köyün imamlığını yapan Memo da toprak damlı caminin üzerine çıkıp, ezan okumak için çivileri paslı kavak ağacından yapılan merdivene doğru yürüdü. Sabah olmak üzereydi. Heve yıkanmaları için ahırdan bir kaç odun ve tezek getirip, avurtlarını şişirip üfleyerek ateşi tutuşturdu. Güğümdeki sudan dans eden buharlar yükselmeye başlamıştı ki, tekrar uyuya kalan kocası muhtar Hamza’yı yıkanması için öç alırcasına, canını acıtarak dürttü. Hamza güçlükle uyandı. İmam Memo’nun okuduğu ezanı hiç duymadı. Zaten camiye gidecek durumda da değildi. Heve’ ye bir kez daha sarıldı. Ama Heve kaşlarını çatarak, Hamza’yı hışımla itti. Hamza düşecekmiş gibi sendelese de, badanası yer yer çatlayıp dökülen duvara tutunup, dengesini buldu. Hevesi kursağında kalan, yüksek makam sahibi muhtar Hamza, ayaklarına geçirdiği çarıklarını yere sürte sürte, karanlıkta toz kaldırarak, yıkanmak üzere ahırın yolunu tuttu.
          Ahırda yıkanmasına yardımcı olmak için karısı Heve kendisini bekliyordu. Heve’den işittiği azarlama etkisini göstermiş olacak ki, ikinci defa Heve’yi köşeye sıkıştırmaya yeltenmedi. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş olan, ‘Kınalı’ diye adlandırdıkları eşekleri kendi mekanında bulunan Heve ve Hamza’dan rahatsız olmuş olacak ki, ahırın içinde dolanıp duruyordu. Kınalı’nın huzursuzlandığını gören Heve, usulcacık sakinleşmesi için sırtını okşadı. Heve, her ne kadar güllü eşarbının altından omuzlarına doğru sarkan kıvrım kıvrım saçlarını süpürge etmediyse de, O’nu el bebek gül bebek çocuklarından ayırmadan büyütmüştü. Kınalı’yı daha bir kaç günlük yavru iken, bekçi Heco’dan almıştı. Heco seyrek bıyıklarını bura bura nazlanıp, vermek istemediyse de Heve’nın ısrarına dayanamamıştı. Ne de olsa muhtarın karısıydı. Kınalı bu, nazlı bir eşekti. Her yalaktan su içmez, her otu beğenmezdi. Gözlerinin güzelliği zaten anlatılamazdı. Heve kınalı’yı o kadar çok sevmesine rağmen, Hamza da bir o kadar bu dünyalar güzeli ağzı var dili yok hayanı sevmiyordu. O’nu kıskanıyor muydu ne. Her ne zaman Hamza, Kınalı’yı gizliden dövse, Heve günlerce küs kalıyordu. Kınalı’nın boynuna sarılıp, uzun uzun ağlıyordu. O da kendisinin bir yavrusu sayılırdı.
          Hamza pencere bulunmayan karanlık ahırda üstünü çıkardı. Bu sırada Heve soğuk ve sıcak suyu büyük bir kapta birbirine katıp, ılıklaştırmaya çalışıyordu. Hamza hala üzerinden atamadığı uykusundan dolayı gözlerini ovuştururken, bu arada çıkardığı donu, dolanmakta olan Kınalı’nın sırtına geldi. Heve, Hamza’nın sırtını sabunlarken defalarca “oohlayıp” durdu. Ohlamaları son bulunca, gusül abdesti aldı. Bu sırada Kınalı sırtında Hamza'nın donu ile O’nun oohlamalarından sıkılmış olacak ki, açık olan kapıdan dışarı çıktı. Kınalı evlerin arasından dolana dolana köy meydanındaki caminin yanına geldi.
          Gün aydınlanmıştı. Caminin önünde bir kalabalık vardı. Köylüler kadınlı erkekli Perrot’u uğurlamaya gelmişlerdi. Silo’nun karısı Melek ve Şevki’nin karısı Pulli yas havasında hüngür hüngür ağlıyorlardı. Perrot bütün köylüler ile uzun uzun sarılıp, duygulu anlar yaşayarak vedalaştı. Vedalaşmanın ardından yolculuk zamanı gelmişti. Kadınlar yolda yemesi için çörekler ve Perrot’un çok sevdiği gözlemelerden hazırlamışlardı. Büyük bir minnetle, büyük yeşil gözlerini kısıp onlara baktı. Camili’li kadınlar oğullarını askere gönderir gibi duygusallaşmışlardı. Bütün kalabalık gözlerini belerterek muhtar Hamza’yı arasa da nafile idi, görünürlerde yoktu. Bu sırada bir eşeğin anırma sesleri köylülerin ve Perrot’un dikkatini çekti. Cami önündekilerin gözleri aynı anda karşıda sırtında muhtar Monsieur Hamza’nın donu bulunan Kınalı’ya çevrildi. Kınalı’yı hemen tanımışlardı. Perrot’u uğurlamaya muhtar gelmemişti ama, sırtında Monsieur Hamzanın donu ile Kınalı gelmişti. Perrot ardına bakarak, gözlerden ırayıncaya kadar el salladı. Defalarca "merci... merci..." diye mırıldandı.
          Camili köylüleri Fransa’dan kendileri için yollara düşen ve ayrılmak üzere olan bu genç bilim adamına, “cemaz ul evvellerini" anlatamamışlardı ama, muhtar Monsieur Hamza’nın kimin donunu giydiğini çok iyi biliyorlardı. 

Amsterdam, 30 Mayıs 2014 

11 Mayıs 2014 Pazar

NALAN



NALAN
                                                                    “Anneler gününde, anneme”

Camili Köyünün bir sigara içimi uzağında, ekin tarlalarının hemen ardında, cılız bir eşeğin kemikli sırtını andıran ve çok da yüksek olmayan tepeliğin yamacında bulunan, büyük bir taşın altında kök salıp, üzerindeki ağır yüke inatla, canını dişine takarak, hayata tutunmaya çalışıyordu Nalan. Toprağın verimli olmasından da olacak, Nalan adlı bu çalı gereğinden daha fazla dallanıp, serpilip, budaklandı. Tepesi gittikçe yuvarlak bir şekil alırken, iyiden iyiye sıcaklığını hissettiren güneşe küçük dikenler ve minicik çiçeklerle kaplı dallarını sallayarak, gülümsüyordu. Seyrek de olsa, üzerine konup, konaklarken, etraflarını gözetleyip, sıkıca tutundukları dallarının, bu dünya güzeli serçeleri inciteceği kuşkusu ile zalim dostu taşın kuytusunda mutlu olmaya çalışıyordu.
Günlerden birgün, koca göbeği ile bir fıçıdan pek farkı olmayan Osso, tarlasına giren inekleri kovalamaktan dönerken, nefes nefese kalıp, çalı Nalan’in kök saldığı taşın üstüne olanca ağılığı ile çöreklenince, kökleri kuyuya inen ağır bir kovayı taşıyan kendir gibi zedelenip, yarı yarıya koptu. Çalı Nalan, bu devasa büyüklükteki, kaba saba kanatsız kuşun konaklamasından pek hoşlanmadı. Bir zaman sonra hasar gören kökleri onulmaz yaralar aldığından, çalı Nalan’ın irili ufaklı diken ve minik beyaz çiçeklerden oluşan gövdesi hızla sertleşip, renk değiştirmeye başladı. Güneşin de etkisi ile kuruyan gövdesi, daha yeşilliğini koruyan köklerinden kopmak üzere idi. En hafif bir rüzgar esintisi olması halinde, kökleri ile vedalaşmak zorunda kalacaktı.
Beklenen rüzgar bütün cılızlığına karşın, öğle üzeri geldi ve Çalı Nalan’ı köklerinden koparmaya yetti. Önce büyük bir acı duydu. Kökü taşın altından uzanıp, gitme, bensiz yapamazsın yanımda kal der gibi idi. Ama elinde değildi. Emir büyük yerdendi. Rüzgara kapılıp, buralardan gitmekten başka çıkar yolu yoktu.
Bu Çalı Nalan’in ilk yolculuğu idi. Tarla aralarında boy veren papatyalara ve gelinciklere hafif dokunuşlarla, güzelim kır çiçeklerinin mis kokularını sindirerek yoluna devam etti. Bir kaç yüz metre ilerlemişti ki, Murtaza adlı büyük bir deve dikeni Nalan’i durdurdu. Rüzgar da kesilmek üzereydi. Murtaza ile olan bu taciz durumlarından pek hoşlanmadı. Hafiften devam eden rüzgarın yardımı ile bir iki debelenme, kendisini Murtaza’nın dikenli kollarından, derin bir “ohh…” çekerek kurtardı.
Derken çıkan yeni bir rüzgara kapılıp, Murtaza’dan bir hayli uzaklaştı. Yaklaşık dört yüz metrelik bir yolculuktan sonra, köye daha yakın olan bir düzlükte durdu. On metre yakınında, neredeyse köyün bütün erkekleri toplanmışlardı. Başlarında siyah cübbeli köyün imamı vardı. Oldukça büyük bir kuraklık hakimdi. İç Anadolu’nun bozkır toprakları, bir damla yağmur damlasına hasret kalmıştı. Köylüler bir araya gelip, yağmur duasına çıkmışlardı.  En ön safta bulunan, yağmurun yağıp yağmaması değil de, gerçekleşmesi halinde alacağı bahşişleri hesaplayan Yozgat’lı Hüsamettin imam efendinin öncülüğünde, yüksek sesle dualar okuyup, ellerini gökyüzüne kaldırıyorlardı. Aralarından bazıları meraklarını gideremeyip, takke yerine ters taktıkları şapkalı kafalarını gökyüzüne doğru kaldırıp, birbirlerine çaktırmadan bakıyorlardı. Boncuk mavisi, bulutsuz gökyüzünde hiç bir kıpırtı yoktu. Hüsamettin imam efendinin de bahşiş işi, tesadüf eseri yağacak olan başka bir yağmur duasına kalıyordu. Diğer yandan, onlarca köylü bir araya gelip, Allah’a yalvarmaya geldikleri halde, olur a, duaları kabul olur da yağmur yağarsa, hepsi sırıl sıklım ıslanacaktı. Kendileri de, büyük ihtimalle dualarının kabul görmeyeceği konusunda ikircikli olacaklar ki, hiç birisi beraberinde bir şemsiye veya yağmurluk getirmemişti. Belki de; rahmet yağsın da, ıslanmaya razıyız mı, diyorlardı. Ama her halukarda, yanlarına birer şemsiye almış olsalardı, daha inandırıcı olabilirlerdi elbette.
Köylüler ters çevirdikleri kasketlerini düzeltip, moralleri bozulmuş olarak, evlerinin yolunu tuttular. Çalı Nalan, hayatında ilk kez bu kadar seyahat ettiğinden yorulmuş olacak olacak ki, o geceyi kıpırtısız bulunduğu düzlükte geçirdi.
Sökün eden şafak serinliği, Çalı Nalan’ın kuruyan dallarını nemlendirmişti. Aldığı nem ile daha bir ağırlaşan Çalı Nalan, günün bu erken saatlerinde çıkan rüzgarlara kanıp, yeni maceralara kapılmadı. Olduğu yerde biraz daha vakit geçirip, dinlendi. Çok geçmeden gücünü daha bir toplamış olan sabah rüzgarına gayri ihtiyari boyun eğmek zorunda kaldı. Köye yaklaşmak beraberinde tehlikeyi de getirse, Çalı Nalan evlerin arasına dalıp, insanların yaşantılarını görmeyi çok istiyordu ve şans yaver gittiğinden esintinin yönü istediği gibiydi. Pek çok badireyi atlatıp, aşılmaz engelleri ardında bıraktıktan sonra, sakinleşen rüzgarla birlikte Çalı Nalan da duruldu. Burası eski harman yerinde yer alan kırık dökük Camili Köyü İlkokulu’nun yanı idi. Yeni bir rüzgar çıksa ve Çalı Nalan’ı hafiften bir zıplatsa penceresi açık olan sınıftaki, siyah önlüklü-beyaz yakalı çocukları görecekti. Ön sırada oturan alabulus tıraşlı Muzaffer parmak kaldırıp, ayağa kalktı.
“Örtmenim, ben dün Ali ve Şükrü ile saklambaç oynuyordum. Onların ikisi de birbiri ile Kürtçe konuştu. Kürtçe konuşmak yasak. Ben örtmenime söylerim dedim. Ama benim sözümü hiç dinlemediler.”
Mehmet öğretmen elindeki sopayı kendi avucunun içine hafiften vurup, ansızın hiddetlendi.
“Ali ve Şükrü çabuk buraya gelin.” Çocuklar titreyerek, sıraların ön tarafına çıktılar. Yalvaran gözlerle Mehmet öğretmene bakıyorlardı. Fakat kabahatları büyüktü ve affedilecek tarafı yoktu. Kesinlikle cezalandırılmaları gerekiyordu. Hiddetinin çıtası en yükseğe çıkan Mehmet öğretmen;
“Sağ ellerinizi uzatın.” Titremeleri daha da artan çocuklar sağ ellerini uzattılar. Öne doğru çıkan ellerle, sopa büyük bir yankı ve çocukların iniltileri ile defalarca buluştu. Sıra sol ele geldiğinde, pipisini sol tarafına denk gelecek şekilde iç çamaşırı ile sıkıştıran Şükrü, daha fazla acıya ve korkuya dayanamadı. Bacağının üzerinden aşağılara doğru akan çişi sımsıcak bir akıntı ile babasının daha yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz marka ayakkabısının içine, oradan da taşıp, yere küçük bir göl halinde yayıldı. Sınıfta bulunan ve bu ağır suçu işlemeyen çocuklar katıla katıla gülüyorlardı. Birbirlerini dürterek;
“Lo… lo bak Şükrü altına işedi…. Kih… kih.” Şükrü’nün durumunu gören Mehmet öğretmen etrafa yayılan kokunun da etkisi ile daha da sinirlenip, bir kaç kez de çocuğun kıçına vurdu. Şükrü yere kendi çişinin üzerine yüzükoyun düşüp, yığıldı. Ali ise ayakta kalmayı ve çişinin üzerindeki kontrolünü yitirmeden titremeye devam ediyordu. Mehmet öğretmen de yorulmuş olacak ki, bir kahraman edası ile dayak sırasında rahat hareket etmek için gömleğinin topladığı kollarını yeniden açıp, yan gözlerle sınıfın içinde sergilenen ilim-irfan manzarasını zafer sarhoşluğu içinde izliyordu.
Çalı Nalan çıkan yeni bir rüzgarla köyün içine doğru yol aldı. Çok fazla ilerleyemedi. Rüzgarın kesilmesinden dolayı ancak Heyderi Hecike’nin evinin tandırına kadar gelebildi. Tandırın duvarından öteye gidemedi. O sırada Heyderi Hecike bir önceki gün Çalı Nalan’ın da tanıklık ettiği ve kendisinin de bizzat ve şemsiyesiz olarak, ters çevirdiği, sekiz olmazsa da altı köşeli kasketi ile katıldığı, yağmur duasının da bir fayda getirmediği kaygısı ile yeniden ekinleri kontrole gidiyordu. Traktörünü kendisine has bir dinginlikle çalıştırdı, etrafına bakındı ve o sırada ekmek yapmak üzere hamur karan karısı Kör Zewe’ye dönüp;
“Ben ekinlere bakmaya gidiyorum. Bir saate kadar gelirim.” Deyip traktörün gaz pedalına basıp, ardında dumanlar bırakarak uzaklaştı.
Hamurun yoğrulup, birer yufka ekmeği yapılacak şekilde yumaklar haline getirilmesi bitmişti. Bu sırada kulağının biri çok da iyi duymayan kızı Mine’ye seslenen Kör Zewe;
“Hamur tamam. Hadi tandırı yakalım.” deyip, ahırdan saman almaya gitti. Çuvala doldurduğu buğday saplarını ve samanı sırtlayıp, getiriyordu ki, tandır duvarının dibine gelip, dayanan Çalı Nalan’ı görünce kafasında şimşekler çaktı. Torbasını bir kenara fırlatıp, Çalı Nalan’ı ellerine dikenler batsa da sıkıca kavradı. Elinden kaçamazdı. Tandırda bu kuru çalı ne güzel yanardı. Çalı Nalan’ı bastırarak tandır kuyusuna yerleştirdi. Kibriti çakıp tutuşturdu. Tepenin yamacındaki taşın altında köklerini bıraktıktan sonra hızla kuruyan Çalı Nalan çarçabuk yanıp, tutuştu.
Sabah serinliğinin nemliliğini, iyice güneşlenemediği için üzerinden tam olarak atamayan Çalı Nalan, cızırtılı sesler çıkararak, adeta yalvarırcasına kor alevler içinde yanarken, Kör Zewe de avurtlarını şişip üflüyordu.
Öğle üzeri acılar içinde Ali ve Şükrü’yü inleten Mehmet öğretmen de misyonunu yerine getirmenin gönül rahatlılığı ile lojmanına doğru ilerliyordu. Kör Zewe’nin tandırında ise hafif işitme özürlü kızı Mine, Çalı Nalan’ın ateşinde ikinci yufka ekmeğini pişirmek üzereydi. Bu arada Çalı Nalan’ın iniltileri de kesildi. Sessizlik yerini Mine’nin söylediği hareketli bir Roman türküye bıraktı.
“Kara çalı gibi girdin aramıza,
Al kızını koy çuvala,
Salla salla vur duvara..”


Amsterdam, 11 Mayıs 2014

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...