19 Haziran 2015 Cuma

İKİ NUMARALI ODA

 İKİ NUMARALI ODA

Balık istifi tıka basa dolu olan, Büyükcamili Köyü’nden Aslan’ın sarı Ford marka minibüsünün yolcularının tamamı Kesikköprü Köyüne aitti. Minibüs şose yolu tozu dumana katarak, Kızılırmak boyunca serpiştirilmiş köy evlerini ardında bıraktı. Aracın tekerleklerinden bulutlar halinde yükselen tozlar, önce en yakındaki evlerin duvarlarına ve çatılarına kondu, uzaklara doğru uçuşabilen zerrecikler ise Kızılırmağın mavi sularında kayboldular. On iki yolcu kapasiteli araçta yer alan, on sekiz Kesikköprü’lünün güzergahı, yeni umutlara doğruydu. Bir hafta önce Muhtar Elo’nun evine, sahiplerine dağıtılmak üzere gelen mektuplar, heyecanla, bu on sekiz köylüye ulaştığında, kendilerinin ve ailelerinin çehrelerine büyük bir gülümseme, mutluluklarının göstergesi olarak gelip, usulca kondu.
Bu evrak, İş ve işçi Bulma Kurumu imzalı ve mühürlü idi. Minibüsün en arka sırasında oturan Gaso, cebine özenle yerleştirdiği ve elini sürekli üzerinde tuttuğu mektubu bir kez daha çıkartıp, heceleyerek okumaya başladı.
“Sayın Gıyasettin Demirci* bey; yurt dışına göçmen işçi olarak gitmek üzere, bir yıl önce kurumumuza müracaat ettiniz. Yapılan araştırmalar ve çekilen kura sonucu Federal Almanya Cumhuriyeti’ne işçi olarak gitmenize kurumumuz tarafından karar verildi. Federal Almanya Cumhuriyeti’den gelen sağlık görevlileri tarafından, gerekli olan sağlık muayenesinden geçmeniz için, 16 Ağustos 1965 tarihinde, Pazartesi günü saat 09.00 da Tınaz Tepe İlkokulu Bala adresinde sizi bekliyoruz.” Evet bir yanlışlık yoktu, gün, saat ve yer doğruydu. Resmi evrakı tekrar özenle katlayıp, cebine koydu.
Mektubu tekrar okuduğunu arkadaşlarına göstermek istemediyse de, minibus’un en arka sol tarafında, sırtını hafiften yanındaki arkadaşı Cemil’e dönerek okuduğu halde, bu durum kader ortağının gözünden kaçmadı.
“Ne o lan Gaso, yüz kere okudun, bin defa da bize sordun. Tamam Almanya’ya gidiyorsun. Çil çil yeşil marklar, sarışın Alman kızları bizim yolumuzu gözlüyor, inan artık buna. Ama senin payına Alman nineleri düşecek. Kaderine küseceksin. Yapılacak bir şey yok.” Cemil minibüs içindeki uğultuyu bastırarak, Gaso’ya bunları söylerken, aracın içinde şoför Aslan da dahil olmak üzere herkes yüksek bir sesle gülüştü. Gaso kafasını önüne eğip, arkadaşlarının kahkahalarını duymazdan gelerek, üzerine yönelen alaycı bakışlarından da gözlerini kaçırdı.
Minibüs şose yoldaki irili ufaklı çukurları inip, çıkarak, çakıl taşlarını hızla yanlara doğru fırlatıp, toz içinde ilerledi. Bala Devlet Üretme Çiftliği’ni geçerlerken, aracın içindekiler, sanki buraları son kez görüyolarmış gibi bir duygu ile gözlerini dışarıya odakladılar. Çiftlikte sabah kahvaltısı olarak da adlandırılacak olan otlanmaya çıkan yüzlerce koyun: hızla geçip giden aracın içindeki yolculara bakarlarken, yolcular da aynı gariplik ve buruklukla, hüzünlü bir ses tonu ile meleşen sürüye baktılar. Herkesin pür dikkat sağa doğru kıvrılan kafalarını fark eden, Aslan da kafasını çevirip, baktı, o esnada yoldan çıkar gibi olduysa da, direksiyonu çabuk toparladı, bu bakışlara anlam veremedi. Ama sormaya da hicap etti.
Aslan hızla Bala’ya ulaştı. Az ileride bir kaç tane kavak ağacı ve bir kaç katlı pembe ve sarı boyalı bina gözüktü. Yol bu kısımda asfalt olduğu için toz kalkmıyordu, ama yama şeklinde yapılan onarımlar, aracın sallanmasına yol açıyordu. Kasabanın girişindeki bir kaç binayı geçtikten sonra, kaptan şoför Aslan minibüsünü hemen sağ tarafta, büyük bir avluda yer alan Tınas Tepe İlkokulu’nun önünde durdu. Umut yolcuları heyecan ve tedirginlik içinde inip, askeri bir sıra halinde ayakkabılarındaki tozları atmak için, ayaklarını yere sertçe vurarak, kalabalıktan sıyrılarak, içeri girdiler. Ellerinde hazır tuttukları resmi evrakları birer birer küçük bir masanın ardındaki görevliye uzattılar. Bekleme salonu doluydu. Boğuk bir havanın hakim olduğu salonda, Sarkık bıyıklı bir görevli bir sandalyeye çıkıp, yüksek sesle isimleri okunanların belirtilen numaralı odalara gitmelerini bağırıyordu. Kesikköprü kafilesi yürekleri ağzında, iliştikleri bir köşede isimlerinin okunmasını heyecanla beklediler.  
Aslan, yolcularının işlerinin uzun süreceğini bildiği için, aracını alıp, yaklaşık altı yüz metre ileride, ilçe merkezindeki bir kahvehaneye geldi. Yüzü sivilce kaplı genç bir garsona, büyük bir bardak çay ısmarladı. Yol üzeri pastahaneden aldığı ve bir gazete kağıdına sardırdığı iki simidi çıkarıp, büyük bir iştahla yedi. Bir taraftan da getirdiği yolcuların akıbetini merak ediyordu. Bildiği kadarı ile Almanya’ya gidebilmeleri için, tepeden tırnağa kadar sağlıklı olmaları gerekiyordu. Daha önce Kuyular Köyü’den getirdiği işçi kafilesi de aynı muayenelerden geçmişlerdi. Anlattıklarına göre, işçi adaylarını çırıl çıplak edip, at satın alır gibi, tek tek dişlerine dahi bakıyorlardı. Genelde beyaz önlüklü yeşil gözlü, sarı saçlı sağlık görevlileri, göçmen işçi adayının etrafında dönüp, mahrem yerlerine dahi bakıp, her şeyin olması gerektiği gibi yerli yerinde, olup olmadığını uzun uzun inceleyip, ellerindeki deftere not düşüyorlardı. Muayene edilenlerin en utandıkları an, kıçlarına yetkililerin gözlerinin iliştiği anlardı. Namus elden gitti deyip, umut vaat eden günler adına, bu utancı sineye çekiyorlardı.
Sandalyedeki kısa saçlı sarkık bıyıklı, cılız görevli, Kesikköprü kafilesinden önce Cemal’i, daha sonra art arda Osman, Süleyman, Hesso, Dağo, Kamil, Fevzi ve en son da Gaso’nun adını cırtlak bir sesle bağırdı. Hepsi birer birer odalara yönlendirildiler. Gaso iki numaralı odada muayyene edilecekti. Heyecandan elleri terlemiş, boğazı düğümlenmiş gibi oldu. Odada üç kişilik, beyaz önlüklü, plastik eldivenli, ikisi gözlüklü bir Alman sağlık heyeti vardı. Gaso da diğerleri gibi, anadan üryan utana utana soyundu. Kalbini, ciğerlerini göğsünden ve sırtından, nefes alıp-verdirilerek ciddi bakışlarla dinlediler. Her defasında Almanca bir şeyler söyleyip, kafa sallayarak masada oturan Alman görevliye bilgi verdiler. Gaso’nun hisleri, her şeyin iyi ve yolunda olduğunu söylüyordu. En son uzun sarı saçlı olan Alman görevli kendi ağzının açarak, Gaso’nun da aynısını yapmasını söyledi. Gaso ağzını olabildiğince açtı. Yine uzun sarı saçlı Alman Gaso’nun ağzına tutulan ışıkla aydınlatılan dişlerine, karısının gün boyu ördüğü dantel tığına benzer, çelik bir aletle bütün dişlerini kontrol etti. Sıra üst çenenin sol tarafındaki azı dişlerine gelince, yüzündeki ifade aniden değişti. Tığı andıran aletin sivri ucunu, en arkadaki iki dişin içlerine batırdı. Gaso büyük bir acı duydu, gözlerini kırpmak zorunda kaldı. Alman görevli masadaki arkadaşına zafer işareti yapar gibi, parmakları ile iki dişinin çürük olduğunu anlattı. Muayyene bitmişti. Muayene sonunda Almanya’ya gidecek olanların listesini, hemen okul panosuna asacaklardı.
Mesai saati bitti. Uğultulu kalabalık meraklı gözler ile listenin asılmasını beklemeye koyuldular. Çok geçmeden sarkık bıyıklı çığırtkan görevli, üç sayfadan oluşan listeyi getirip, toplu iğneler ile sert bakışlı bir Atatürk portresinin altında yer alan, kırmızı kadifeli panoya iliştirdi. Panonun önünde insanlar birbirlerini ite kalka yığıldılar. Adını okuyabilenler, sevinç ve mutluluk bağrışları ile ellerini çırparak, aynı duyguları paylaşan arkadaşları ile kucaklaşıp sevinçlerini paylaştılar. Gaso ayaklarının ucunda yükselerek adını aradı. Hiçbir listede adını göremedi. Üzüntü ile yine ayaklarının ucunda yükselerek, tekrar tekrar baktı. Diğer bütün köylülerinin isimleri listede yer alıyordu. Kalbi duracakmış gibi oldu. Kalabalığı yara yara köylülerinin yanına geldi. Hepsinde bayram havası vardı. Gaso’yu böyle üzgün görünce, olup biteni anlamakta zorlanmadılar. Cemal ürkek adımlar ile Gaso’nun yanına geldi.
“Elo Gaso, te çırkır, listeda nave te tüne? – Ula Gaso, ne yaptın, listede adın yok mu?” diye sordu. Gaso az ilerideki iki numaralı odayı göstererek;
“Te iki numero kıro, te şansi kıro… - Koduğumun iki numarası, koduğumun şansı…” deyip, buğulu gözlerini büyük bir matemle yere eğdi. Üzüntüsü büyüktü. Her şey bitmişti. Bütün hayalleri köyünü baştan aşağı bir yılan kıvrımı ile dolaşan Kızılırmak’ın sularına düştü. Umut yolcuları olan köylüleri de Gaso’nun durumuna üzüldüler. O’na sarılıp. Teselli etmeye çalıştılarsa da nafile.
Aslan son derece mutlu on yedi ve bir o kadar da üzgün olan bir yolcusunu alıp, tekrar Kesikkoprü Köyü’nün yolunu tuttu. Gaso, aracın girip çıktığı çukurları, tozu-dumanı, çiftliğin merasında otlamaya devam eden melul bakışlı koyunları fark etmedi. Sadece;
“Te iki numere kıro, te şansi kıro…” deyip, durdu.
Kızılırmak boncuk mavisi rengini öne çıkarıp, gökyüzüne kimin daha mavi olduğunu sorar gibi nispet yapıyordu. Gaso üzgündü. Cemal, Osman, Süleyman, Hesso, Dağo, Kamil, Fevzi ve diğerlerinin sevinç ve mutlulukları gölgeli idi. Büyükcamili Köyünden kaptan şoför Aslan, mutluluk konusundaki oylamasında çekimserdi. O gün bugün, Kesikköprü’lüler iki numaralı olan her şeye ikircilikle yaklaşır oldular.

Amsterdam, 19 Haziran 2015 

*Gaso, Türkçe karşılığı Gıyasettin.


 

14 Haziran 2015 Pazar

SANCI



SANCI

"Dürtme içimdeki narı
Üzerimde beyaz gömlek var."

                            Birhan Keskin

Yazmak dünyanın en güzel eylemlerinden biridir. İnsanoğlunun dünyayı, hayatı, güzellikleri, düşüncelerini, yüreğinde barındırdığı umutlarını, aşkı, sevgiyi, barışı, hayallerini, rüyalarını ve insan olmaya dair ne varsa, dünyanın en güzel sözcüklerini, bir kuyumcu titizliği ile bir araya getirme sevdasıdır. Böylesi bir sevdalı, bu ahenkli muhteşem sözcüklerin güzelim kombinizasyonunu, kesilmiş bir kavunun buram buram kokusu gibi, olağanüstü bir sihirle, okuyucularına hemen hissettirir. Amatör bir ruhla da olsa, bu eyleme gönül vermeyegörün, o zaman; geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş, kolunuzu da büyük bir çarka kaptırdınız demektir. Oysa ilham perisi o kadar nazlıdır ki, bazılarının başında pır pır edip fır dönerken, kimilerine de küçümseyen, kısa “geçerken uğradım” uğraklarını verir. O büyük nazlar; rica, minnet, yalvar-yakar, edilen secde ve olanca ikrama rağmen çoğu zaman giderilemez. Gelmek nedir bilmeyen, ilham perinizin diyarınıza uğramayı unutması halinde, peki şimdi ne yazacağım, ne yapacağım diye bön bakışlarla apışıp kalırsınız. Bu duygu, içinizde amansız bir ağaçkakan gibi, bedeninizi içten içe tırtıklamadan da öte büyük lokmalı gagalamalarla kemirir, yer bitirir sizi. Diğer adıyla, başınıza; kovamayacağınız tatlı bir belayı aldınız demektir. Ne zaman ki, dişe dokunur bir iki sayfacık döktürdünüz, o gün size karada, havada ve suda ölüm yok demektir.
Tam da böylesi, içten içe bir kemirilme duygusu ile baş başaydı. Uzağında olduğu memleketinin çoğu gereksiz, fındık kabuğunu doldurmayan, ırkçı, şoven içerikleri ile açık olan televizyon kanallarından birinde, Türk Halk müziğinin eskimeyen yüzü Bedri Ayseli, “Maçka yollarının taşlı” olduğunun hatırlatmasını, bilmeyenlere türkü halinde bir kez daha anımsatıyordu. Oysa şimdiye; Karadeniz’in o ürperti veren doğasında yer alan Maçka’nın yollarının taşları çoktan didiklenerek ayıklandı. Yapılan duble yol mudur, bu konuda malumatı yoktu ama, gözleri yaşlı “kalem kaşlı” da neden gelip, kuş tüyü yatağında mışıl mışıl uyumuyordu. Sonra gözlerindeki o yaşlar nedendi? Mah cemalindeki bu denli zarif bir güzelliği barındırmasına rağmen, her şeyin güllük gülistanlık olmasının önündeki engel de neyin nesi idi? Güzellik, bu engelin hepten bertaraf edilmesi için, kendisine neden bi yol uğrak vermiyordu?
Pencereden, gözlerini hafif kırpıştırmalar ile uzun uzun baktı. Gece gündüz açık olan perdeyi aralamasına gerek kalmadı. Dışarıda ılık bir hava vardı. Devasa büyüklükteki ağaçlarda yer alan bahar yapraklarını usul usul sallandıran tatlı bir rüzgar esiyordu. Çöp kamyonu gürültü ile konteyneri boşaltıyor, yoldan geçen uzun bir kadın fistanını andıran, “celebe” giyen, yaşlıca, kır sakallı bir Faslı göçmen yan gözlerle, çöp kamyonuna ilgisizce bakıyordu. Karşı komşuları eşcinsel iki genç balkonda sevgi ile sarmaş dolaş duruyor, gülümseyerek etrafı gözetliyorlardı. Uzaktaki, tercihlerini bu ülkede özgürce yaşayan gençlere baktı. Onlar da bu bakışları anında fark edip, sarışın olanı sağ elini, kumral ve daha iri yari olanı da aynı anda sol elini sallayıp, selam verdiler. Mutluydular.
Bahar yapraklarına sahiplik eden, bahar dalları, kıpırtılarla sallanmaya devam ettiler. 
Güneş görünürlerde yoktu, o olanca renklerini bir çırpıda toplayıp, kayıplara karışmıştı. Yine küsmüş müydü acaba. Bu kadar çok sıklıkta küsmenin ne alemi vardı? Sorun Maçka yollarının taşlı olması ise, bu da giderilmişti. Oysa yüzünü gösterip, gelseydi, bütün renklerini yükseklerden yeryüzünün bu kısmına da saçsaydı, iyi olacaktı. Olmadı.
Körpe bahar dallarına tüneyen kuşlar karşılıklı ötüşüyorlar. Ne tür olduğunu ayırt edemediği kuşlardan biri, yukarıdan aşağıya lüks bir arabanın camını kirletti. Kuş pisliği camda geniş bir yeri kapladı. Hani gariban birilerinin, özellikle de saçları dökülmüş kel kafasına, “gezden-gözden-kıçtan” deyip, nişan alsaydı, belki de bundan sonrasında şansı yaver giderdi. Fakirin çektiği çilenin çözümünü, havadan rahmet olarak düşecek olan kuş dışkısına umut bağlaması ne kadar da acınası bir durumdu. Kuş dışkısının oluşturduğu bu boktan durum: gelmeyen, yalvarıp, yakardığınız, kul-kölesi olduğunuz ilham perisinin uğrak vermemesinden dahi berbat ve sancılıydı. Allah kimseleri bütün gün sokaklarda dolaştırıp, gökten düşecek kuş dışkısına umut bağlar hale getirmesindi.
Ağaçların hemen ardındaki geniş kanalda yeşil başlı ördekler, başlarının yeşilliğini çok da temiz görünmeyen sulara bir süreliğine daldırıyor ve sonrasında acele ile ıslanmış olan zümrütlüklerini su yüzüne çıkarıyorlardı. Bir diğeri kıçını paytak bir yürüyüşle sallayarak karaya çıkıp, yol kenarında gözlerine kestirdiği iki küçük ağaç dalını alıp, inşaat halindeki yuvasına götürdü. Görünürde yuva tamamdı ama, belki de kat çıkacaktı. Ruhsat almış mıydı, kimlerin müsaade etmesi gerekiyordu, bilinmiyordu. Büyükçe kar beyazı, uzun boyunlu bir kuğu, bahar yapraklarını hafiften sallayan rüzgardan dolayı hafif dalgalanan suda, muhteşem görüntüsü ile mağrur, kendisinden emin ve biraz da çıtkırıldım bir eda ile kıpırtısız süzülüyordu.
Açık perdelerin ardındaki oturma odasında, ilham perisinin sesi değil, ama dünyalar kadar sevdiği, eşinin ve altı yaşındaki minik burunlu, deniz gözlü, sırma saçlı kızının ayak sesleri geliyordu. Pencere pervazında daimi yerlerinde duran orkideler narin boyunlarını büküp, pembe, beyaz, kırmızı, turuncu ve mor renkteki alımlı çiçeklerini aşağılara saldılar. Köklerine salınan su ile her bir çiçekten “oh be” sesleri yükseldi. Yüreğindeki buğulu sancı yerli yerinde, köşeciğinde ince ince sızlatmaya devam ediyordu. Periler kanatlanıp gelmez oldular. Masadaki mumun alevi mavi, sarı, kırmızı renkler alarak, çırıl çıplak üşür gibi titremeler ile etrafını aydınlatarak tükendi. Fındıklardan biri çatladı. Televizyon kanalı yeni bir türkü ile fındık kabuğunu doldurdu. Oturma odasında yer alanların kulaklarını bu türkünün melodisi tırmaladı. “Bozkırın Tezenesi” avaz avaz bağırdı. Oysa O’nun ölümsüzlüğünü ispatlamasına gerek yoktu.

“Mezar arasında harman olur mu
Kama yarasına derman olur mu
Gamayı sokandan iman olur mu
Kazım'ım aslanım aman yerde yatıyor
Kaytan bıyıkları gana batıyor

Mezar arasından atlayamadım.
Döküldü cephanem (gulüm) toplayamadım.
Kama yarasını saklayamadım
Kazım'ım aslanım yerde yatıyor
Kaytan bıyıkların (gulüm) kana batıyor.”

Elbette, mezarların arasında harman olmazdı. İnsanlar bu denli küçülmemeliler. Bu büyük bir saygısızlık olur. Mezarlıktakileri ebedi istirahatlerinde rahat bırakılmalıydılar. Türküler içlerinde ne de çok sırrı barındırıyorlardı. İmansızın açtığı kama yarasının dermanı olmayabilirdi. Bıyıkları kana bulanan aslan Kazım da ölmeseydi çok daha iyi olurdu. Eğer böyle ise, dünyadan bir yiğit daha eksildi demekti.

Sarı saçlı Hollanda’lı genç kızlar, yol boyu pedal çevirip, bisikletleri ile yorgun argın evlerine döndüler. Akşam olmak üzereydi. Alaca karanlık, homojen bir dağılımla görülebilen her tarafta yoğunlaşarak yayıldı. Güneş gün boyu saklandığı, nurlu yüzünü çok da göstermediği yerden veda etti. Sokağın iki tarafında karşılıklı olarak yer alan lambalara, ışıklar saçan sihirli bir değnek değdi ve aynı anda bütün alan ıpışıl oldu. Evlerin ışıkları domino taşları gibi bir devamlılıkla art arda yandı. Yoğunluklu olarak göçmenlerin yaşadığı evlerin allı güllü perdeleri, bir şeyler gizlenmek ister gibi sıkı sıkıya kapandı. Mutfakların açık pencerelerinden buram buram yemek kokuları yayıldı. Su, soğan, sarımsak, yağ, et, bulgur, pirinç ve sebzeler ayrı ayrı tencerelerde ısınarak buluştu. Pul biber, zerdeçal, kekik, nane, tuz, köri, kimyon ve bilumum tutam tutam baharat özenle serpişti. Dünya alabildiğine dingin de olsa, bütün bu gelişmelere karşın, sancı inatla “yürek hainliğine devam ediyordu”. İlham perisi evin bilinmeyen bir köşesinde inatla saklanıyordu.

Amsterdam, 14 Haziran 2015



  

  

8 Haziran 2015 Pazartesi

BÜYÜKCAMİLİ’DE QUATTRO STAGIONI




BÜYÜKCAMİLİ’DE QUATTRO STAGIONI
                                                                                                                   

Antonio Vivaldi 1725 yılında notalarını kaleme aldığı dört ayrı konçertonun her biri, bilindiği gibi mevsimlerden birini anlatır. Vivaldi eşsiz güzellikte bir coğrafyaya sahip olan ülkesi İtalya’ya ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimini müzik notaları ile o diyarlara gelişini kulaklarımız yolu ile beynimize ulaştırır. İtalya çizmesinin doğusundaki Adriya Denizi ve çevrili olduğu batıdaki Tirejen Denizi’nin kıyılarına, Sardinya, Sicilya, Elba, Akdeniz’deki irili ufaklı bir çok adacığa, Po vadisine, Alp Dağlarına, Montblanca Tepesine, Toscana, Umbria, Lazio ve Campina ovalarına, Po, Tiber ve Arno Irmakları Maggiore, Cano ve Garda Göllerinin kıyılarına bu dört mevsimin hangi güzellikler ile gelip, sihirli bir şekilde nasıl kondukları anlatılır.
İlk konçerto olan ilkbaharda keman uyuyan bir keçi çobanını anlatırken, viyola çok heyecanlı bir köpeğin havlamalarını dile getirir. Diğer konçertolarda da mevsime göre yaşananlar müzik notaları ile verilirken, dinleyenler kendi yorumları ve yarattıkları fantezileri ile hayatı gözlerinin önünde canlandırarak, derin bir hayal dünyasına dalıp giderler. 
Bu denemede ise; İç Anadolu’nun kalbinin derinliklerinde yer alan Camili Köyü ve çevresine, dört mevsimin İtalya’ya kıyasla, nasıl geldiği anlatım olarak aktarılırken, okuma esnasında arka fonda ölümsüz besteci Vivaldi’nin bu eserini bir yandan dinliyor olursanız, bu bütünlüğü yakalamanızda büyük ölçüde  yardımcı olacaktır .

İLKBAHAR,
Güneş, Camili Köyünden yola çıkıp, Pur yaylasına doğru giderken, üç kilometre sonra Efendi’nin çeşmesinin üst tarafında yer alan, Qolit Tepesinin üst kısımlarına sabah yansımasını, sarı ve kırmızı renklerini yatık bir konumda saldı. Tepenin ortalarında bir yerde, gizli bir çukura yuvasını yapan Kınalı Kekliğin kapalı gözleri ışınlardan rahatsız olup, kamaştı. Kınalı Keklik hızla üst üste gözlerini kırpıştırarak açıp, kapadı. Ardından kanatlarını çırpıp, altında gözü gibi baktığı yumurtalarına bir yandan göz atarken, biraz da havalandırdı. Mutlu bir halde gülümserken, yine güneşin ışınları ile gördüğü rüyaların etkisi ile mayışıp, uyanmasını biraz erteleyen Baybay Baykuş bulunduğu taşın üzerinde aniden uyandı. Uzun uzun guklayıp, az ileride bulunan Kınalı Kekliğin mutlu ve aynı zamanda mağrur ifadeli bakışlarına gözü ilişti. Guklamasını bıçakla kesilmiş gibi aniden yarıda bıraktı. Kınalı, inatla yumurtaların üzerinde oturmaya devam ediyor, güneş geçen zamanla birlikte ortalığı daha da ısıtıyordu. Baybay Baykuşun merakı büyüktü. Kınalı kaç yumurta yapmıştı, yavrular ne zaman kabuklarını kıracaklardı, isimleri ne olacaktı, kaçı erkek kaçı dişi olacaktı.
Baybay Baykuş treni çoktan kaçırmıştı. Gönül işleri şimdiye değin hiç yaver gitmedi. Bulduğu bir solucanı, küçük bir serçeyi veya lezzetli bir kurbağayı oturup, siyah noktalı sarı gözlerini, kur yaptığı, gönlünü kaptırdığı dişi bir baykuşa dikip, O’nunla paylaşamadı. Dünyayı birlikte omuzladığı bir sevdiği olmadığından, bir iki tane olsun tatlı söz söyleyemediği gibi, tek bir sözcük de işitmedi. Çok mutsuzdu. Yapayalnızdı.
Karıncalar çoktan uyanıp, iş başı yaptılar. Eşek arıları vızıltılarla kıçını haince ısıracakları eşeklerin arayışına çıktılar. Bok böcekleri kendilerinden büyük, top haline getirdikleri esrarengiz yüklerini belirledikleri bir istikamete doğru yuvarlamaya başladılar. İki tilki, kurtların akşam sefasından arta kalan bir leşin etrafında dans eder gibi dolanıyorlardı. Qolit Tepesinin eteklerindeki yoncalar, çimler, ayrık, semiz, ısırgan, kuzu kulağı otları, kengerler, deve dikenleri, çiğdemler, papatyalar, gelincikler ve diğer bitkiler üzerlerindeki kırağı damlacıklarından ürpertili sıçrayışlarla kurtulup, yüzlerini güneşe döndüler. Yeni güne daha bir gelişme ile çiçeğe durarak, boy atarak başladılar. Her bitki, kendince yeryüzünü anlatılması güç olan muhteşem bir güzelliğe bürünmesi için katkıda bulundular.
Mutaassıp bir diyar olan Camili Köyünde, bu ilkbahar sabahı, çoğu evin büyükleri güne abdest alıp, nasırlı, yumuşak, kadife, tombul, kıllı, yaşlı, ince ve küt parmaklı ellerini açılmış avuçlar halinde yukarı çevirip, sabah namazını kılarak başladılar.
Heyderi Hecike ve karısı Kör Zewe de aynı eylemle günü selamladılar. Güneş balkonu iyice ısıttı. Şöyle bir su döküp, el süpürgesi ile tozunu alıp, ortalığı böylelikle serinletmek iyi olacaktı. Bir gözü hiç görmeyen Kör Zewe, gören gözüne gelen güneşe karşı siper ettiği elini indirip, mutfaktan alıp geldiği su dolu kovanın alt kısmında tutarak, cıssssss sesleri ile balkonuna bir serinlik getirdi. Köyün içlerine doğru birileri uzaklarda başka birisine sesini duyurmaya çalışarak, uzun uzadıya hikaye anlatır gibi bağırdı. Karşı taraftan da kürtçe “Ere… ere…- Evet… evet…” sesleri geldi. Horozlar çoktan ürümelerini bir yana bırakarak, rengarenk tüylerini sallaya sallaya, günün ilk sevişmesi için, gözüne kestirdikleri tavukların peşinde koşuyorlardı.
Heyderi Hecike yakınlarındaki Kaman ilçesinin Çarşamba pazarından, karısı Kör Zewe’nın sıkı sıkıya tembihlediği kıska soğanları unutmamıştı. Zaten unutsaydı, hali haraptı. Kör Zewe kıska soğan torbasını alıp, bahçesinin yolunu tuttu. Buram buram toprak kokan bahçesinde küçük küçük eşelediği çukurlara, oturduğu yerde, her defasında sol ayağını ileri geri iteleyerek, baş parmağının altına aldığı kıska soğanını bahçesine gömdü. Aslında bunu yapmakta biraz geç kalmıştı. Az ilerideki komşusu Köy Muhtarı Mille’nin karısı Naze’nin bahçesine iki hafta önce ektiği soğanları çoktan çillenmiş ve belki de bir haftaya kalmaz yenir hale geleceklerdi. Geç olsun, güç olmasındı. Hiç yapmamaktan yeğdi.
Öğle sıcağı iyiden iyiye bastırırken Kör Zewe artık iyice gölge alan balkonundaki sedirin üzerine yorgun düşüp, uzandı. Balkon demirine konan minik bir serçe etrafına bakınırken, Kör Zewe’nin ani horlamasından ürküp, bir kadının bu kadar yüksek sesle horlamasına hayretler ederek, köyün içlerine doğru kanat çırptı. Sıcaktan Kör Zewe'nin alnı iyice terledi. Serçe ürküp kaçsa da, sinekler hiç bir korkuya kapılmadan, derin uykudaki bu kadının alnına usta bir pilot inişi ile geniş ve artık kırışıklıkların gelip iz bıraktığı piste kondular. Kör Zewe bundan rahatsızlık duydu, elini alnına götürdü, gören gözünü elinin tersi ile oğuşturdu. Olduğu yerde zorlukla doğrulurken, bu Kürt köyüne uzaklardan imam olarak tayin edilen, Bitlis’li Kürt hocanın isteksizce okuduğu ezan, bütün sessizliği ortadan kaldırdı.
Güneş kızıllığa bürünüp, evlerin ardında kayboldu. Karşı mahallede Aber’in kuzuları, kırlarda otlamaktan gelen koyunlar kuzularına kavuştular. Karşılıklı yüksek sesle meleşip, “anneee… kuzummmm…” diye birbirlerine sarıldılar. Kör Zewe akşam yemeği için bir tepsiye koyduğu bulgurda taş olup olmadığını tek gözü ile seçerken, bulduğu küçük bir taşı beton zemine attı. Betondan küçük bir çınlama sesi yükseldi. Zewe’nin yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

YAZ
Sıcaklar dayanılır gibi değildi. Sıcaklardan ortalığı adeta sarımtırak bir renk aldı. Camili’ler ellerine geçirdikleri her bezle özellikle alınlarında ve boyunlarındaki boncuk terleri siliyor, bükülmeyen sert ve yayvan olan her şeyi yelpaze gibi sallayıp, serinlemeye çalışıyorlardı. Aylardan Temmuzdu. Ekinler iyice sarardı, beklenen büyük gün hasat zamanı geldi kapıya dayandı. Köye her gün tekerlekler üzerinde bir fabrikayı andıran, sarı ve yeşil renklerde biçerdöverler geliyorlardı. Bütün umutlar, iyi bir mahsule bağlıydı. Köylüler telaşlı oldukları kadar aynı zamanda mutluydular.
Biçerdöverlerin köye geldiğini duyan Heyderi Hecike, karısı Kör Zewe’yide alıp, Ankara’dan köyüne geldi. Yol üzeri ilçeleri Bala’dan, yörede şehir ekmeği de denilen bir kaç somun ekmek ve ihtiyaç duydukları alış verişlerini yaptılar. Kesikköprü beldesine yaklaşırken, pantolonunun arka cebine koyduğu keten şapkasını çıkarıp, kafasına taktı. Nasıl ki yaşı ilerleyen bir kadının başının açık olması hoş karşılanmazken, yine şapkasız ileri yaşlardaki bir erkek de kabul görmüyordu yörede. Araba, “Ziyaret” olarak adlandırılan yokuşu zorlanarak çıktı. Karanlık daha bastırmamıştı. Güneşin etkisi hafif kırılmış olsa da, o boğucu hava hala hakimdi. Arabanın açık olan camlarından, içeri tatlı bir rüzgar doluşuyordu. Kör Zeve çözdüğü eşarbına tekrar düğüm attı. Hayderi Hecike zorlu rampayı geride bıraktı. Arabanın vitesini önce ikiye, sonrasında da üçe aldı. Hızla Küçük Camili Köyü’nü geçip, alaca karanlıkta Büyük Camili’ye doğru süzüldü. Köy mezarlılığının yanından geçerken okudukları fatiha süresinin ardından Heyderi Hecike sağ elini direksiyondan çekip, yüzünü sıvazladı. Kör Zewe’nin araba sürme gibi bir sorumluluğu olmadığından her iki eliyle yüzünü sıvazlarken, gören sağ gözünden akan yaş sağ avucunun içini ıslattı. O’nun anne ve babası da bu mezarlıktaydı. Daha pek çok yakını ve çok küçük yaşta ölen oğlu İsmail de burada yer alıyordu. Arabanın içinde duaları daha çabuk okuyan Kör Zewe’nin “amin” nidası daha önce yankılandı. Direksiyonun arkasında, köylülerine bir bir elini arabanın camından çıkarıp, sallayarak selamladı.
Camili’ler aralarında uğultu halinde ekinlerin verim oranlarını gölgeliklerde, cami avlusunda, duvar diplerinde, evlerin balkonlarında ve ekin tarlalarında, traktör römorklarının altında yemek ve yufka ekmeklerle avurtlarını doldurarak tahminlerde bulunuyorlardı. Giri Kullung olarak adlandırılan bölgedeki bir ekin tarlasında bulunan biçerdöverlerin gürültüsünü duyan tarla fareleri, tavşanlar, acele edebilirlerse kaplumbağalar ekinleri ezilmek korkusu ile terk ediyorlardı. Başaklardan arındırdığı sapları açılır kapanır bir kapaktan dışarı atan biçerdöverlerin ardından kargalar, tiz sesleri ile bağrışarak uçuştular. Biçerdöver sürücüsü dolan depoyu haber vermek için, ekin sahibini uzun uzun öten klakson sesleri ile uyardı. Ekin sahibi Heyderi Hecike çocuğunun kulağını büker gibi traktörün kontağını çevirdi. Traktörden patlamalı bir ses yükseldi, sağ büyük tekerleğin altındaki karınca yuvasında büyük bir katliam yaşandı. Karıncaların inlemeleri ve imdat çığırışları traktörün sesinin gölgesinde duyulmadı. Camili’liler İtalya’daki çiftçiler gibi, hasat sonrası dans etmediler, ama kirli sakallı yüzlerinde belli belirsiz bir gülümseme oluşurken, Tanrının bugününe de şükür ediyorlardı.

SONBAHAR
Sıcakların etkisi bir hayli geride kaldı. Günün ortasında apansız uğultular eşliğinde rüzgarlar esiyor. Camili’nin kırlarında artık tamamen kuruyup, köklerinden kurtulup, özgürlüğüne kavuşan çalı-çırpı rüzgara kapılıp, köyde evlerin arasında bir yandan diğer bir yana savruluyor. Ve evlerin camlarından rüzgar uğultu halinde boş bulduğu aralık ve çatlaklardan girmeye çalışıyor. Kapı ve pencerelerden biri açık unutulmuşsa cereyan yapıp, hızla çarpıyorlar. Rüzgar beraberinde evleri toz, toprak ve kum katmanları altında bırakırken, köydeki gelinlerin başlarından aşkın olan işleri daha da artarken, hain bakışlı kaynanalar, onları göz hapsine alıyorlar. Bu yetmezmiş gibi kirli sakallı, çürük dişli kayınbabalar da günün her saati çilekeş gelinlerin çay sunumlarını bekliyor, gecikme halinde serzenişlerde bulunuyorlar.
Kör Zewe bahçesindeki zerdali ağaçlarına bakıp, bu yıl da beklediği ürünü alamadığını, var olanı da kuşların yediğinden şikayetçi oluyor. Bu düşüncelere dalmışken, tohum ekmek için hazırlık yapan Heyderi Hecike mibzeri bağlamak için, eğildiği yerde ıhlayıp-puflarken bir yandan da çekiç ile traktörün dingiline hızla vuruyor. Uzaklardan çınlamalar halinde çekiç sesleri yükseliyor.
Art arda çıkan rüzgarlar Kızılırmağın yüzeyini dalgalandırırken, sazan balıkları su yüzüne çıkıp kısa süreli rakslarının ardında yeniden mavilikte kayboluyorlar. Çok ağaçlı bir bölge olmadığı için sonbahar ile birlikte sararıp, solan yaprak da fazla değil. Bu nedenle sonbahar kendisine özgü hüzün ağırlılığını insanlara çok hissettirmiyor.
Leylekler, turnalar, kırlangıçlar, yaban kazları, yaban ördekleri ve diğer göçmen kuşlar son hazırlıklarını yaptılar ve daha sıcak diyarlara gitmek üzere, Camili semalarında kafileler halinde uçarak, bahçesinde telaşla dolanan Kör Zewe’ye kanat çırpıp, veda ediyorlar.
Çok az cemaati de olsa Bitlis’li hocanın Kürt aksanı ile sesi bir kez daha ikindi namazı için gökyüzünde yükseliyor. “Ellahu ekber… Ellahu ekber…” Dini bütün bir kaç kişi köyün çeşitli yönlerinden tek noktaya, camiye doğru, tren kaçıracaklarmış gibi bir telaşla üst üste aradaki mesafeyi adımlıyorlar. Rüzgar istifini bozmadan camiye giden Heyderi Hecike’nin şapkasını savurdu. Heyderi Hecike şapkasının ardından koşturdu ve yakalayıp, sıkı sıkıya kafasına geçirip, tedbir olsun diye camiye kadar bir eliyle tuttu.
La Fonten’in Camili Köyündeki cırcır böceği, kış için hiç bir hazırlık yapmadığı gibi, Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı konçertosunda saz çalmaya pek niyetli değil. Cırcır böceği bütün yaz solo konserler verip, berbat “gıy-gıy” sesleri ile insanların başını ağrıttı. Görünen o ki; zil çalan midesi ile karıncanın kapısını tıklatmasının zamanı, her geçen gün daha da yakınlaşıyor.

KIŞ
Binlerce iğnesi ile canlıların bedenini derinlemesine ısıran, dondurucu rüzgar durmaksızın esiyor. Özellikle insanlar “tirtir” titriyorlar. Evlerin çatılarından aşağılara doğru sarkıtlar halinde buzlar, her an kopup insanların başlarına düşme tehlikesi ile asılı kalıyorlar. Evlerin bacalarından, Aladdin’in lambasından çıkan dumanlar gibi dumanlar yükseliyor, ortada “dile benden ne dilersen” diyen cinler gözle görülmüyor.
Yerler buz tuttuğundan, Kör Zewe evinden az ilerideki tandır damına giderken, hiç dans bilmediği halde, bırakın dansı, Camili köyünde harika bir “Kuğu Gölü Balesi” icra ediyor. Ha düştü, ha düşecek dediği karısının imdadına, Heyder Hecike çok atik hareketlerle yetişti. Çok geçmeden, günlerin kısalması nedeni ile erkenden bastıran karanlık ile birlikte, ani baskın veren beklenmeyen misafirlere, Kör Zewe’nin demlediği, fokurdayan çayın buharları mutfağı kapladı. Başka ne yapabilirim derken, misafirlerine bir de mısır patlatayım dedi ve patlayan mısırlardan bazıları tencereden patırtılar ile zıplayıp, etrafa sıçradılar. Heyderi Hecike misafirlerine hal hatır sorarken, bir yandan da çayın neden geciktiğini merak ettiğinden, yüksek sesle karısı Kör Zewe’ye seslendi. Kör Zewe “geldim… geldim…” diye hemen karşılık verip, mis gibi kokan, dans eden buharların yükseldiği ince belli bardaklar ile misafirlerine tavşan kanı çaylar sundu. Sohbet odadakileri çok eskilere götürdü. Kör Zewe soba sönmesin diye, gürültü ile bir kaç kürek taş kömürünü harlanmış olan ateşin üzerine attı. Ateş çatırdayarak önce alevlendiyse de, sonradan söner gibi oldu, ama alttan yanmaya devam etti. Kör Zewe hem yorulmamak hem de sıcak kalması için iki eliyle tuttuğu çaydanlıkları getirip, sobanın üzerine koydu. Sobanın üzerine damlayan çay taneleri cosurtulu sesler çıkarırken, damlacıklar dans ederek, buharlaşıp yok oldular. Odanın içini çaydanlıklardan yükselen bir buhar kapladı. Camlar buğulandı ve misafirlerin on dört yaşındaki kızları Beriwan camlardan birine kocaman bir kalp çizdi. Beriwan’ın babası Hüsso, karısı Fate’ye bakıp, bu kız ne halt ediyor diye ters ters sorgulayan gözlerle baktı. Beriwan olup, biteni görünce buğulu cama çizdiği kalbi, içi acıyarak sildi. Heyderi Hecike olup biten hiç bir şeyi görmedi. Kör Zewe zaten telaşlıydı. İçilen çaylar ile birlikte, sunulan patlamış mısırlar avuç avuç, açılıp kapanan ağızlarda çıtırtılı sesler çıkartılarak yendi. Beriwan anne ve babasına küstüğü için, butün ısrarlara rağmen patlamış mısırdan bir tane dahi yemedi. Bütün akşam annesinin arkasına saklandı. Misafirleri sıkılmasın diye televizyon kanallarını “zaplayan” Heyderi Hecike ekranda güzel tabiat manzaralarını görünce, bu yayında durdu. Televizyondan yükselen müziğin yabancısı da olsa, melodiler kulağa oldukça hoş geliyordu. Hafif tozlu ekranın alt kısmında açıklama olarak, Heyderi Hecike’nin okumakta biraz zorlandığı “Vivaldi - Quattro Stragioni” vardı.

Amsterdam, 8 Haziran 2015








23 Mayıs 2015 Cumartesi

MADALYON




MADALYON

Nasıl olduysa (pür dikkat ağır adımlarla gittiği yolda), bir anlık dalgınlığına geldi, yerdeki bir iğde tanesine ulaşmak isterken, önündeki çukuru göremedi, yuvarlandı ve sırt üstü düştü. Her ne kadar var gücü ile bütün bedenini ortaya koyup, doğrulmak için efor harcadıysa da sonuç vermedi. Son çare havada boşlukta ayaklarını sallayıp, yeniden doğrulma girişiminde bulundu ama nafile. Doğrulamadı. Öğle sıcağı bu konumda daha da yakıcı oluyordu. Kendisine yardım edebilecek birisi olsaydı, el yordamı ile, bir çırpıda doğal konumuna gelebilirdi. Oysa yirmi metre ileride iğde ağacının mis kokusunu ciğerlerinin derinliklerine çekip, hemen oradaki büyük bir taşa tünemiş halde oturan birisi vardı. O bu ani düşüşü gördüyse de, nasılsa kendi çabası ile doğrulur düşüncesi ile oralı olmadı. Kendisini alıp götüren derin düşüncelere dalmış, küçük yaprakları ile salkımlar halinde sarkan iğde dallarının kıvırcık saçlarını okşadığı, oradaki güzelim doğaya adapte ve bütün benliği ile sermest olan, kişi Halil’di.
Halil’in kestane gözlerinin önünden, boncuk mavisi gökyüzünde devasa pamuk yumakları bulutlar katmanlar halinde birbirlerine katılarak, hareket ediyorlardı. Doğa adeta çıldırmıştı. Göz alabildiğine yeryüzünün her santimetre karesini didik didik edip, bütün tonları ile yeşil yeşil ot ve çim olarak fışkırırken, birbirinden albenili çiçekler sarı, mor, pembe, eflatun, kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renklerle yer kabuğunu inanılmaz bir güçle delip güneş ve dünyadaki bütün canlılar ile buluşmuşlardı. Bütün yükseltilerin yanları, yamaçları ve tepeleri farklı binlerce ağaç ile kaplıydı. Bu yeşil örtünün kapladığı dere ve tepelerde keklik, karga, baykuş, kartal, atmaca, ağaçkakan, ebabil kuşu, güvercin, kerkenez, kuzgun, puhu, şahin ve daha pek çok kuşun çığırışları ahenkli bir şekilde kulak çınlatan yankılanmalar halinde birbirine karışıyordu. Bu uçsuz bucaksız zümrütlük insanların gözlerini uzun süre bakıldığı zaman rahatsız ediyordu. Ve bu güzelim doğanın kucağında, bin bir dallı ağaçların parlak ve sıhhatli yapraklarının arasında yüzlerce çeşit kuş cıvıldıyor, semenderler, kaplumbağalar, yılanlar, kertenkeleler, solucanlar, tırtıllar doğaları gereği sürünerek ilerlerlerken, benekli tavşanlar, sincaplar sıçramalar ve sekmeler ile yol alıyor, sinekler, arılar, kelebekler kanat çırpıp vızıltılarla uçuşuyorlardı. Karıncalar kafalarındaki antenlere benzer organları ile bir yerlerde buldukları yiyecekleri, diğer arkadaşlarına anında haber veriyor ve onlar da bu muştulu haberi alır almaz, koloniler halinde, verilen komutun koordinatları dahilinde gelip, askeri bir disiplin ile taşıma işini gerçekleştirerek, yarınlarını garanti altına alıyorlardı. Tabiat ana büyük sırları içinde barındırarak, insan dudağını uçuklatan ahengini, dengesini ve devamlılığını sorunsuz sürdürmeye devam ediyordu.
Ve çileli ömrü ellili yaşlara gelip dayanan, bu vahşi güzellikteki doğanın bağrında sermest halde, her şeyi, herkesi ve hepten dünyayı unutmuş, oturan adamın yaşamında dişe dokunur iyi denilebilecek pek bir durum yoktu. Tek artı değeri, beynini, ruhunu ve kalbini rahatlatan halkının yanında, ödün vermeyen dik duruşuydu. Bu uğurda ne kadar da çok bedel vermişti. Sudan sebepler bulup, yok yere sadece yüreğinin güzelliklerden yana atmasından dolayı, yirmi iki yılı aşkın süre memleketin çeşitli ücra köşelerindeki insan bedenini çürüten, rutubetli zindanlarda yattı. Yıllarca var olabilecek işkenceler gördü. Bedeninin her milimetresine acıları en yüksek ölçülerde tattırarak uyguladıkları işkenceler, olabildiğince insanlık dışı ve de onur kırıcı idi. Çoğu kez kan revan içinde geçen bu yaşanmamış günlerin her dakikası saatlere dönüşüp, geçmek nedir bilmedi. Pek çok arkadaşını adımlamakta oldukları, bir “gülistana” çıkacağı söylenen dikenli çetin yolda kaybetti. Her arkadaşının ölümü göğsüne her defasında kara saplı bir hançer olup, saplandı. Aynı yola baş koyduğu ve bu hiç yaşanmamış uzun zaman diliminde yitirdiği her arkadaşı gülümsemeleri, anıları, gözlerinin derinlikleri, zekaları, şakacı yanları, şiir gibi hayatları, kalplerinin güzellikleri, yardım severlikleri, halkına ve ülkelerine olan kocaman sevdaları ile yüreğinde ayrı ayrı sımsıcak yer alıyorlardı.
Hapse düştüğü sırada yirmi altısında, çiçeği burnunda filinta gibi bir gençti. Üstelikte de bu filinta endamına-boyuna, bedenine taze sarmaşıklar gibi sarılıp, dolanan ve gözleri yine taze sarmaşıkların renginde, kıvrım kıvrım ela saçları olan Selvi adında, kimsenin kimseyi sevmediği kadar, deliler gibi sevdiği bir de “sevdiceği” vardı. Yaklaşık iki yıllık bir arkadaşlığın ardından, kendilerini mutluluğa boğan bu birlikteliklerini kendi aralarında parmaklarına taktıkları birer yüzük ile, tabir caizse “adını koyup” bir nişan ile taçlandırdılar. Nişanlanmalarının üzerinden bir ay kadar bir zaman geçmişti ki, karanlık güçler Halil’i canından daha çok sevdiği biricik Selvi’sinden ve kör karanlığa karşı verdiği mücadelesinden ayırıp, kör zindanlarla buluşturdu. Özgürlüğünü insafsızca elinden alan karanlık zindanlar, O’nu üst üste çevrilen kilitler ve aşılmaz demir parmaklıkların ardına attı.
Verilen yirmi iki yıl beş aylık ceza nişanlısı Selvi ile olan yollarının ayrılığını da beraberinde getirdi. Oysa gönlü Selvi'sine nasıl da bir akar su misali akıp, gitmişti. Çok geçmeden ailesinin zoru ile, Halil karanlık zindanda çilesini doldururken, Selvi de ak gelinlikler giyinip, dayısının oğlu Rüstem ile dünya evine girdi. Halil Selvi’nin de kendisini terk ettiğini yıllar sonra öğrendi. Var olan acıların üzerine gelen bu ayrılık, gördüğü işkencelerden daha çok canını acıttı.
Halil özgürlüğüne bir kaç gün önce kavuşmuştu ve hemen Selvi’yi uzaktan da olsa bir anlık görebilmek amacı ile kendisini, bütün uğraşısına rağmen yüreğinden söküp atamadığının memleketinde buldu. Üç gün boyunca Selvi’yi görebilmek için, evinin az ilerisinde de olsa kendisini göstermeyecek şekilde saatlerce bekledi. Ve Selvi o gün oğlu, kızı ve sarkık bıyıklı kocasının kolunda evinden çıkıp, park halinde duran lüks arabalarına bindiler. Araba hızla parktan çıkıp, Halil’i toz bulutu içinde, ardında bırakırken, arabanın camında kafasını olabildiğince havaya kaldırıp uluyan kurt resimli büyük bir madalyon takılı olduğu zincirde, ritmik hareketler ile sallandı. Halil yıllarca önce büyük bir aşkla Selvi’nin bütün bedeninde gezinen ellerinin tersi ile buğulu gözlerine doluşup, çamurlaşan tozları sildi. Yapayalnızdı. Uluyan kurt resimli madalyon gözlerinin önünde her sallanışında, o an yüreği ezilirken, sırtında yeni ve acısı kat kat daha fazla olan hançerleri üst üste sırtında hissetti.
Oturduğu taştan akşam karanlığı bastırmadan kalktı. Bir kaç adım attıktan sonra, az ilerisindeki küçük kaplumbağa yavrusunun bir unutmabeni çiçeğinin dallarının üstüne düşen ve hala sırt üstünde ayaklarını doğrulmak için yorgunlukla sallamaya devam ettiğini görünce O’na doğru ilerledi. Küçük kaplumbağayı tutup, bir öpücük verdikten sonra düzlüğe bıraktı. Halil’e olanca minnettarlık duyguları ile aheste aheste yoluna devam eden, kaplumbağa yavrusunun başına herhangi bir felaket gelmezse, tabiatın anne sıcaklığındaki koynunda yaşayacağı daha yüzlerce yıl vardı. Yaralı yüreğine gark eden acılar ile Halil’in ki, buna yaşamak denirse, daha ne kadar bir süre  hayata tutunacağı belli değildi. Minik kaplumbağa dönüp, son bir kez kurtarıcısı Halil’e baktı. O'nun hüzünlü hali, misket büyüklüğündeki yüreğini burktu. Uzaklarda baykuşların uğursuzluk getirdiği söylenegelen sesleri geliyordu. 

Amsterdam, 23 Mayıs 2015 



14 Mayıs 2015 Perşembe

GÜL YÜZLÜM



GÜL YÜZLÜM



"Bir beyaz kağıt gibi ol, ya da gökyüzünde, semada, arşında üstünde beyaz bir melek gibi ol.
Hiç işlenmemiş bir günah gibi ol doğmamış bir insan gibi doğ bu acımasız dünyaya,
Doğ ki sen dünya için değil dünya senin için dönsün.
Söylenmemiş bir yalan gibi ol düşmesin dilinden dökülmesin kalbine tek bir hece.
Ya ateş kadar kırmızı ol yansın seninle kalbindeki gök kuşağı
veya bir su ol bırak bulsun kendi yatağını.
Öyle bir tövbe ol ki mabet diye kapansın melekler, açılsın arştan gönül kapısı
ve öyle bir sevgi ol ki sevmek için sevilmeye muhtaç olma.
Bir taş ol ki parmaklıklar kur içine müebbet ceza ver sevgiline,
Öyle bir göz yaşı ol ki her damlası can olup cananı bulsun, ona pınar olup onunla boğulsun.
Öyle biri ol ki aşkım kendin olsun sadece sen.”

Victor Hugo



Anne yüreğimdeki kavurucu acıyı söküp atmak, boncuk boncuk akan göz yaşlarımı dindirmek, hani Tanrı bin yıllık bir ömür de bahşetse mümkün değil. Annelerin yüreklerini yakan, derinliklerine düşen acılar anlatılamaz ki, bu anneler tarafından ancak yaşanır. Acı düştüğü yeri kor alevleri ile yakıp, yıkar. Yıllar öncesinde, en çok güvendiğim, meyveye duran, tomurcuklanan körpe dalımı, acımasızca koparıp aldılar benden. Hayata tutunmam için var olan tek dalım, alıp verdiğim soluğum, damarımda akan kanım, kana kana içtiğim suyumdu o benim. Nefesimi kestiler. Kahrolasıcalar bin bir türlü işkenceden geçirdiler yiğidimi. Güzellikten yana atan o asil yüreğini durdurdular. Onun onurlu duruşundan en küçük bir taviz vermeyeceğini bildiklerinden, söküp aldılar göğsümden, canımdan canımı.
Oysa ben, acımasızca kırdıkları O narin dalıma güzellikleri ve her şeyden önce insan olmasını öğretmiştim. O’nun hamurunu uzun uzadıya sevgi ve aşk ile yoğurmuştum.
Kulağına olan fısıltım; ne yapıp edip; rüzgârdan daha iyi ıslık çalması idi.
Edindiği mutluluk avuç içi kadar da olsa, var olan ile mutlu olmasını, “yarinin yanağından başka” ekmeğini ve her şeyini paylaşmasını, paylaşımın mutluluk olduğunu, insana özgü olduğunu tembihledim.
Coşkulu çocuk sevincini bir an olsun yitirmediği, yüreğindeki sevgi, aşk ve güzellikle insanlara baktığı, hoşgörüyü tek inancı eylediği, kimseleri hor görmediği, her rengi, kültürü, inancı, dili ırkı dünyamızın vazgeçilemez zenginliği, güzelliği ve eşsiz bir rengi olarak gördüğü ve bunun direngen savunucusu olduğu için aldılar oğlumu elimden.
Gaddarlar, onlarca yıldır, çocuklarımıza şiddetten başka bir miras bırakmadılar. Yaptıkları tek şey insanlıktan yana olanları boğazlamak, kırıp, dökmek, talan etmek oldu.
Dalında güzel olan çiçeğimdi O. Aşkı, sevgiyi, saygıyı, güzelliği, mutluluğu, sevinci, rüzgârdan güzel ıslık çalmasını, insanları ayrım gözetmeksizin güneş misali ısıtmasını, sarıp-sarmalamasını, yardım etmesini, her insanın onuru karşısında baş eğmesi gerektiğini öğrettiğim, canımdan canımı kopardılar benden.
Beş yaşında da olsa, bir çocuğu dahi insan olarak ciddiye almasını sağlık verdiğim oğlumu, bin bir türlü kurdun kuşun, ağacın, börtü böceğin, renk renk çiçeğin, menekşenin adlarını bir bir öğrenmesini sıkı sıkı tembihlediğim yavrumu yitirdim.
Yaz ortasında avuçlarıma, yüreğime lapa lapa kar yağdırıp, körpe tomurcuklu dalımı kopardılar benim.
Hayatı paylaşırken, ne öğrenecekse, sevdiklerinden öğrenmesini öğütlediğim, ancak okuyarak ruhunu güzelleştireceğini anlattım ben oğluma.
Gölge görmemek için yüzünü sürekli güneşe dönen oğlumu aldılar benden.
İyi görünmek yerine, iyi insan olmasını, her bildiğini söylemek yerine, her söylediğini bilmesini, karanlığa lanet yağdırması yerine, kendisinin küçük de olsa bir ışık yakmasını istedim canımdan canıma.
Hiç bir zaman kibirli olmamasını, kibrin onun bedenine bağlanan bir taş misali, kendisini suların diplerine götüreceğini, yüzmesine engel olacağı gibi, uçmasının da önüne geçeceğini, o biçimli kulaklarına küpe eylemiştim yavrucağızımın.
Konficius’un deyiminden yola çıkarak; planım bir yıllık olmadığı için pirinç ekmedim, on yıllık olmadığı için ağaç dikmedim, planım yüzyıllık olduğu için, elimden aldıkları, canımdan içeri oğlumu eğittim.
Düşerken iki şeyi unutmaması gerektiğini, kimin kendisini ittiğini ve kimin kendisini tutmadığını aklından çıkarmamasını söyledim O’na ben.
Ah oğul derdim; Olur ya bir gün sevda başa düştüğünde, karnında kelebekler uçuştuğunda, kalbine yerleşecek olan, o güzelliği olduğu gibi sev, olmasını istediğin gibi sevme. Seni ne mutlu edecekse onu yap, başkalarının ne düşündüğünü ne olur dikkate alma. Ve o menekşe gözlerini kırpıştırıp, büyük bir gülümseme ile onayladı hep.
Ve oğlum; “Sevdiğim şair yirminci asırlı idi, ama ben yirmi birinci asırlıyım. Ben de asrımla övünüyorum. Ben de yirmi birinci asırda, son demime kadar, olduğum safta, insanlık, barış ve bütün güzellikler için bizim tarafta olmak istiyorum, bu benim için hayati öneme haizdir. Ve bir gün mutlaka müthiş gecelerimizin, şairin Hatçe’sinin (Benim ne yazık ki, henüz bir Hatçem yok. Ama bir gün olduğunda ilk duyacak olan sensin.) gözleri gibi güneşli olacağını biliyorum.” derdi.
Gönlünü hoş edecek, gül yüzünü güldürecek, bir Hatçe’si olmadan, bir anne olarak muradını göremediğim “gül yüzlümü” koparıp, aldılar yüreğimden.
İnsan hayatında ters giden bir şeyler varsa, yeniden düşünmesi gerektiğini, yaşamına yeni şeyleri almadan önce, belki de eski olan bazılarını çıkartıp, yenilere yer ayırması gerektiğini tekrarladım.
Dost dediğin kişinin; geçmişini anlayan, geleceğine inanan, şu anki halini kabullenen olduğunu, kendisi aşağılara doğru çeken dost görünümlülerin üzerine çizgi çekmesini, kendisini yukarılara doğru taşıyan gerçek dostlarına yüreğinin kapılarını açmasını, insanın yaşlanmasının yaşça büyümesinin kendiliğinden oluştuğunu, oysa kişiliğinin büyümesinin kendisinin tercihi-seçeneği olduğunu öğrettim ben güzeller güzeli oğluma.
Yaslı yüreğimin, bir an evvel beni oğluma taşımasını istiyorum artık. Ne tutunacak, sarılıp kendimden geçeceğim, ne de yaralı yüreğimi rahatlatacağım, çiçeğe ve meyveye duracak tek dalım var benim. Elimi eteğimi çektim dünyadan, elenmesi gereken unumu eledim. Benim için aşk, sevgi, saygı ve güzellikler bitti bu gezegende. Denizler, nehirler, göller kurudu, yeryüzü çoraklaştı hepten. Bulutlar çekildi, gökyüzü ağlamaz oldu. Güneş ve çiçekler soldu. Gökkuşağı renklerini alıp, gökyüzünü çoktan terk etti. Kuşlar kanat çırpmaz oldu. Rüzgâr ıslık çalmıyor artık. Tabiat küstü. Bahar gelmiyor. Tırtıllar kelebeğe dönüşmüyor. Arılar petek ve bal yapmıyor. Sevgililer ele ele tutuşmuyor. Mis gibi kokan, çıtır somun ekmeklerin ucu koparılıp yenmiyor. Çocukların oyuncakları köşelerinde boynu bükük kalakaldı. Aşk şarkıları mırıldanmıyor. Ferhat ise dağı delmiyor artık. Ve gördüğünüz gibi, yüzeyi şeker kaplı bir öykü değil benimki!
Yüreğim sessizce, kimselere rahatsızlık vermeden alıp gitmeli beni, alıp gitmeli bağrımı cayır cayır yakan gül yüzlü yavruma. Anne yüreğimdeki o dayanılmaz kavurucu acıyı, çiçeğe ve meyveye duran, özü aşk, sevgi, kardeşlik ve barış olan, lanetli eller tarafından hunharca kırılan dalımı, yeniden gövdeme sarıp sarmalayıp, birleştirerek dindirmeliyim. Sevgi deryasında yeniden kulaç atmalıyım ben.



Amsterdam, 14 Mayıs 2015





   

1 Mayıs 2015 Cuma

KASRI ŞİRİN


 KASRI ŞİRİN

Sıcak mı sıcak bir yuvası vardı, bizim Camili Köyünden, bir zamanların Deno amcasının.
"Kendi gitti, ama adı pek de yadigar kalmadı." 
Oysa var olmaya devam ediyor evi, dökük-virane de olsa, hem de Camili köyünün en ihtişamlı tepesinde.
Kök salıyor çınar misali oldukça Kebir Camisi olan köyün bozkır toprağında.
Nasıl da dimdik ayakta kalmaya, inadına direniyor, yedi tepeli Camili Köyü tepelerinin en tepesinde.
Hani iki oda ve bir salondan ibaret olsa da Deno amcanın sırça köşkü.
Karısı ile uyurdu huzur içinde odaların birinde.
Kızları kalırdı mutlu, şen şakrak odaların diğerinde.
Şimdilerde verdiği acıdır insan yüreğine, adeta konuşuyor, bağırıyor, ağlıyor yetim, boynu bükük, virane ve dökük Deno amcanın evi.
Örme taştan, kale gibi bir ev.
Yıkılsa da bacası, uçsa da killi topraktan damı, şimdi bir yalnızlık abidesi, alabildiğine ıssız bir ev.
Bir muammadır nüfus dairesindeki hene numarası, ayakta kalmakta direnen evin.
Bir buruk hüzün kasrıdır Deno amcanın tepedeki evi.
Artık kuşlar konmuyor, kervanlar konaklamıyor,
çocuklar içinde saklambaç oynamıyor, camlarını kıramıyorlar bu viranenin.
Mis kokular yayan tencere fokur fokur kaynamıyor, tavşan kanı çaylar sunulmuyor, Allah ne verdiyse deyip, oturulmuyor yer sofrasına, misafirler baş tacı edilmiyor artık bu viran evde.
Kimseler uyumuyor, renkli rüyalar görmüyor bu odaların birinde, kahkaha atmıyor, sevinmiyor, gözyaşı dökmüyor, üzüntü duyulmuyor, Dallas ve diğer Amerikan dizileri izlenmiyor artık bu hanede.
Titreyen ürkek bir mum ışığında oturulmadı, fenerler asılıp kimselerin doğum günü kutlanmadı, kremalı pastalar, çikolatalı kekler yenmedi, bir buket kır çiçeği kokladıkları sonra bir vazoya konup-baş şedeki yerini almadı, kızları için partiler verilmedi, bir kadeh şarap hiç içilmedi ve şimdi bir damla su dahi içilmiyor bu evde.
Yine de bir nevi Harput kalesidir Camili'nin, yüksek burçlu olmasa da evi rahmetlinin.
Onlarca yıl oldu öleli, Deno amcası Camili'nin.
Meraktır hani, acep Araf’ta mı bekler hala kendileri?
Ne gördü ne yaşadı sanki bu yalan dünyada, kopmaz ki kıyamet cennetin yolunu gösterse, Tanrının onca kanatlı meleğinden birileri.
Dimdik ayakta hala bu taş örme evi.
Diz boyu idi yoksullukları, eyleyemediler kurban, olmayan kınalı koçlarını.
Geçirdiler mi kurbansız kıldan ince Sırat köprüsünden Zatı Alilerini.
Kaç Huri düşer kendisine dersiniz, geçerse bu zorlu köprüleri?
Fakir fukara kısmından olur da, maalesef kendileri.
Buralarda da alavere dalavereye olur mu dersiniz, evleri yıkık, kendileri yıkık Allahın garibanları.
Neyler, nasıl başa çıkar hile hurda olmaz da, olur ya verilirse Deno amcaya kırk küsur tane bir içim su Hurilerini.
Çok uzun olmasa da, harcadığı kadarına yaşam denirse ömrünün, Deno amca yaşadı bu örgü taşlı evde.
Doğdu yoksulluk içinde.
Öldü yoksulluk içinde.
Çocukluğunu yaşamadan, genç-delikanlılığa adım attı Deno amca.
Kıvır kıvır sakalları, bıyıkları çıktı önce.
Küfürler edilerek, dayaklar atılarak, hakaretlere maruz kalarak, tüfek astı yükseklerde olmayan omuzunda aşağı, süngü taktı dört bir yanda yer alan zalim düşmana karşı, kar-kış-kıyamet saatler boyu nöbetler tutu, bekçiliğini yaptı, o da namusun. 
Öğrendiği üç beş Türkçe kelime oldu tek karı bu işten.
Ödedi son kuruşuna kadar, tek kuruş borçlu olmadığı vatana borcunu.
Evlendi, acıdı bedeni elbet dişine takınca canını.
Yoksuldu, kaldırıp, kazıdı kan-ter içinde, tırnakları ile toprağı ve taşları.
Yedi tepeli Camili köyünün en tepesine, bir kale yaptı Deno amca.
Görmeliydiler köyünün dört bir yanından O’nun kartal yuvasını.
Görüldü de yedi tepeli Camili Köyünün Vahşi Batısındaki evi.
Lakin olmadı, bir gün olsun gün görmedi bu kalenin mazbut, taçsız, kılıçsız-kalkansız-tahtsız kumandanı.
Herkesler gibi O da evlendi, görücü denilen usulle, yedi tepeli köyü Camili’de.
Bu evde yaşadı karısı ile elverdiğince ömrü.
Lakin çok zaman oldu, ardında hiç bir iz bırakmadan, bir daha da gelmemek üzere göçüp gitti.
İki kızı oldu, ama komuta ondaydı alimallah bu Kasrı Ganco’da.
Mutlu mu yaşadı acep, Kasrı Şirin’ininde?
Demem o ki; ne çabuk unuttular ve anmaz oldular Deno amcalarını ahalisi Camili’nin.
Oysa boylu boyunca yatarken Deno amcaları musalla taşında; üç kez ağız dolusu haykırdılar, O’nu iyi bildiklerini ve  helal eylemişlerdi “sağolsunlar” kıt kanaat olan haklarını.
Nice karlar, kışlar, seller, doğal afetler, depremler gördü, yıkılmadı, “adamı güzel eyleyen ceketlerin” kaldığı “Hasan Kalası” Camilili Deno amcanın evi.
Şirince bir evdi bu Kasrı Şirin, yedi tepeli Camili Köyünün en heybetli tepesinde.
Nasıl da zamana inat, dimdik ayakta kaldı, Deno amcanın yalnızlık abidesi taş örme evi.
Lakin çoktan göçüp gitti, kalenin taçsız, tahtsız, kalkansız, kılıçsız, unutulan yoksul kumandanı.
Ve boynu bükük kaldı Deno amcanın kalesi, örme taş evi.

Amsterdam, 1 Mayıs 2015



KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...