26 Eylül 2016 Pazartesi

“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”


“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”
         İstanbul Üsküdar’da sevgili Roman akrabalarımın düğünündeyim. Tekdüze hayatın getirisi çekilmez olanca sıkıntı, bir anda bilmediğim zulalarına çekildiler. Büyük bir yükten kurtulmanın geçici rahatlığını bütün bedenimde hissettim.  Üzerinde yaşamımızı idame ettirip, bir yandan da kısa ya da uzun olacağını kestiremediğimiz miadımızı doldurma uğraşımızı sürdürdüğümüz yaşlı gezegen, apansız prizden fişi çekilmiş gibi durdu. Dünya alabildiğine nasıl da toz pembeliklere bürünüverdi. Roman akrabalarımın kınalı ellerinde şavkı apartmanların duvarlarında oynaşan  “aynalar ve cımbızlar.” Ne hüzünle düşen yaprağın, ne de Marmara depremi fobisinin önemi var. Denilen o ki, yaşanacaklar bugün ve şu an yaşanmalı. Düğünse; krallara layık bir düğün bütün ihtişamı ile eylenmeli, renga renk elbiseler giyilip, çıkarılmalı diye düşünüyor sevgili akrabalarım.
         Mahallede Roman düğününü görünce kıpır kıpır eden içimin dizginini elimden kaçırdım. Hayatım boyunca var olagelen mahcup, çocuksu utangaç ve çekingen hallerimi nasıl olduysa, bir taraflara atmayı benden beklenmeyen bir ustalıkla becerdim. Bir anda bu güzel insanların arasında buluverdim kendimi. Böylesine muhteşem bir şölene ilk defa tanık oluyorum. Adeta Tony Godlief’in büyük beğeni ile izlediğim Romanları anlatan filmlerinin birinde sıradan bir figürandım. Aman Tanrım, nasıl bir sihirdir bu, inanılır gibi değil. Bu insanlar Dünyayı ne kadar da yaşanır kılıyorlar. Tam anlamı ile “vur patlasın-çal oynasın.” Renkler o kadar göz alıcı ki. Tesadüf bu ya, ben de bugün pembişlerimi üzerime geçirdiğimden, akrabalarımın yanında, bir nebze de olsa soluk kalmadığımdan dolayı, kendimi mutlu hissediyorum. Gelin ve damat öylesine güzeller ki, sormayın gitsin.
         Davul ve klarnet eşliğinde oynanan oyunlar ara sıra es veriyor. Ansızın bir kavgadır başlıyor. Güzelim küfürler sıcak havada kanatlanıp uçuşuyorlar. Öyle vurma, kırma türünden şiddet söz konusu değil. Ardından hiç bir şey olmamış gibi, Roman havası kaldığı yerden devam ediyor. Tekrar rastık çekili albenili gözler süzülüp, kıvrak göbecikler atılıyor. Gerdanlar kırılıyor. Zarif hareketler ile eller bir çırpıda havada uçuşuyor. Kaynanalar karşılıklı raks edip, aynı zamanda da atışıyorlar. Çocuklar kafalarını yukarılara kaldırıp, anne ve babalarını izlemeye koyuluyorlar. Dünyanın tek sahibi Romanlar. Yer yüzü yuvarlağının dört bir yanını yurt edinmişler. Gülümsemeler dünyayı gülistanlığa ve bayram yerine çeviriyor.
“Oynamaya geldik oynamaya
Düğün dernek göbek atmaya
Limoncu derler adıma
Kimseler doyamaz tadıma
Ayılana gazoz bayılana limon
Ayılana gazozu da bayılana limon.”
         Ve çok geçmeden yeni bir kavga için davul ve klarnet kısa bir ara veriyor. Eller bellere sıkıca konulup, meydan okunuyor. Söz düellosu tam gaz bastırıyor. Karşılıklı küfürleşmeler başlıyor. Bacaklar “caarrrtt” diye ayrılıyor.
         Gelinin o dillere destan, göz kamaştıran güzelliği, anlatılması güç asaleti, genç delikanlı dayım-damat Figaro, gururlu, vakur, mağrur duruşlu, nasıl da yağız bir delikanlı kendisi. Sağ olsunlar, gelin ve damat, her Romanın sol göğsünün altında yer aldığı gibi; onların gönüllerinde de taht kuran sönmeyen, harlı özgürlük ateşi, “an”ın ve kuralsızlığın tadı çıkarılarak alabildiğine yaşandığı yürekleri ile mutluluklarına doğru yol alan arabalarının şoförlüğünü (tekin olmayan İstanbul trafiğinde) yapmam için beni onurlandırdılar. Güzeller güzeli zarif Zarife ve hüsnü cemali bir o kadar güzel olan Hüsnü’ye sonsuz mutluluklar dileği ile… Onlar ersinler muratlarına, biz çıkalım kerevetine!
  

İstanbul, 30 Ağustos 2016

12 Eylül 2016 Pazartesi

BAYRAM


BAYRAM
         Asırlardır, her yıl yapılagelen, dört gün boyunca süren ve bütün yurt sathına yayılacak olan yeni bir savaşın, arefesindeyiz. Yarın, sabah şafağında hazır olacak imama uyularak kılınacak bayram namazının akabinde, dört bir koldan; değil silahları, siperleri dahi olmayan düşmana karşı taarruz emri verilecek. İki ayaklı canlılar günlerce öncesinden hazırlıklarını en ince detaylarına kadar yaptılar. Biledikleri kara saplı hançerlerini, saplarını yenileyip jilet keskinliğine getirdikleri baltalarını, satırlarını, palalarını, bıçaklarını, düşmanın her hangi bir firar anında pompalı tüfeklerini büyük bir şuhuyla cephanelerini bir araya getirdiler. Seferberlik hemen ilan edildi. Şimdilik mehter takımı, tamtamlara, Hasan Mutlucan türkülerine, kılıç ve kalkan ekiplerine ihtiyaç yok gibi. Bu savaşta böylesi dolduruşlar rağbet görmüyor.
         Yarın “Kurban bayramı.” İki ayaklı savaşçı canlılar, kendilerinin insani yönden fukaralığına bakmaksızın, dört ayaklı masum-biçare canlıları Tanrı katında çok daha yüksek mertebeler edinmek için, kurban eyleyecekler. Yapılan coşkulu sohbetlerde, verilecek olan savaşın stratejileri belirleniyor. Dost birlikler, kırmızı ve mavi kuvvetler nerelere konuşlandırılacaklar, hangi siperlere kimlerin yerleştirilecekleri teker teker belirleniyor. Taarruzun nereden, nasıl ve hangi öncü birliklerin bilgisi dahilinde yapılacağı da bütün detayları ile saptanmış durumda. Hedef dört ayaklı tek düşmanın canlı kalmaması. Tek tek boğazlanıp, al kanları oluk oluk kara toprağa akıtılacak. 
         Köylüler sohbetlerinde “Biz yedi kişi bir danaya girdik.” gibi garip terimler kullanılıyor. Önceleri bu kadar kişinin bir danaya nasıl girdiklerini kavramakta elbette zorlanıyor insan. Birer birer mi girecekler? Girdikten sonra orada kalacaklar mı? En çok merak edilen de, o kadar iki ayaklı girecekleri yere nasıl sığacaklar? Sonradan yedi kişinin bir araya gelerek, bir danayı hep birlikte katledecekleri, edinilen sinerji ile bu işin üstesinden ancak gelecekleri çok geçmeden anlaşılıyor. Yani adil bir savaş değil. Taşkın bir ırmak olup, öylece saldıracaklar. Toplu halde savunmasız tek başına olan dört ayaklı düşman katledilecek. Eğer hayvan bir koyun veya keçi olursa, bunun hakkından bir kişinin gelebileceğini söylüyorlar.
         Yarın kurban bayramı; milyonlarca hayvanın kelleleri bir anda kırılan ağaç dalları misali yanı başlarına düşürülecek, kanlar akıtılıp, kelleler alınacak. Hayvanların boğazlarına acımasızca vurulan hançerlerden dolayı çırpınışları, böğürmeleri, can havli ile debelenmeleri zerre kadar kâle alınmayacaktır. Dört ayaklı düşmanların esameleri okunmayacak, toplu katliam yapanların vicdanları milim sızlamayacak, onlar duyulmayacaklar ve görülmeyeceklerdir. Danaya giren yedi kişi, kalabalık olmalarına rağmen canını savunacak olan dana ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden, yeni teknikler geliştirme konusunda da bir hayli kafa yoruyorlar. Söylediklerine göre kurban edilecek dana zincirlerle ayaklarından traktörün hidroliğine bağlanacak ve kafası tam yere gelecek kadar havaya kaldırılacak. Tamamı ile bedeni yukarıda savunmasız halde kalan dananın boğazını, kendisine güvenen bir babayiğit, hayvanı gözünü kırpmadan hayvanın boynunda önlü arkalı sürtmeler dahilinde, art arda getireceği tekbirler eşliğinde kesecek. Ve yarın namazının hemen akabinde, günümüz Ortadoğu coğrafyasında karşılıklı saldırılarda daha çok duyulur olan tekbir sesleri, bu kez mırıltılar halinde dört bir yanda duyulacak.
         Etrafta yarın telef olacak olan danaların, koyunların ve koçların sesleri geliyor. Görünen o ki, şimdiden başlarına gelecekleri sezmiş olmalılar. İnilti halindeki bağrışları, adeta yalvarma-yakarma halinde. Otlaklarda anıran eşekler hallerinden memnun olsalar da, her ne kadar “bizlik bir durum yok” deyip, seslerinde arkadaşlarının başlarına gelecek olan felaketten dolayı belirli bir hüzün de yok değil. Köpekler daha uzun uzadıya ulur oldular. Tavuklar, horozlar da pek mutlu gözükmüyorlar. Hayvanlar aleminde hüzün diz boyu. İnsanlar yarınki cihat için ellerini ovuşturuyorlar.
         Hayvanlara yönelik bu amansız savaş, üç veya beş yaşındaki çocukların masum bakışları altında yapılacak. Çocuklar savaş alanından uzaklaştırılmayacak, bizzat tanılık ettirilerek, travmatik bir devreye girecek olan bu masum insancıkların alınlarına zafer nidaları atan, cennet diyarında Huri ve Nurileri garantileyen büyükleri tarafından parmakla, kurbanlık hayvanın pıhtılanan al kanı sürülecek.
         Daha sonrasında da; bilindiği gibi kanı yerlere akan cansız hayvanın bedeni ustura keskinliğindeki bıçaklar, hançerler, satırlar, keserler ve bilumum kesiciler ile lime lime edilerek parçalara bölünecek, etler hemencecik ateşte pişirilip, kavrulacak. Bir batımda, başka bir canlı etinin açlığını çeken midelere lop lop indirilecek. Hayvanın bedeninden kopartılan kilolarca et insanların midelerini dolduracak. İnsanoğlunun kendisine besin olarak gördüğü, başka bir canlının etine olan özlemi bitecek, bugüne değin edindikleri negatif yüklü elektriklenmeler minimum bir seviyeye inecek, öldürme iç güdüsü belli bir zaman dilimi için kafalardan silinecek. 
          Danaya giren yedi kişi karşıya tek geçit olan “kıldan ince-kılıçtan keskin” Sırat Köprüsünden kurbanlıklarına binip, ayaklarını sallaya sallaya, hiç bir ücret ödemeden, "Buyursunlar ağam-paşam hoş geldiniz. Boş gelmiş olsanız da hiç bir ehemmiyeti yok." bir çırpıda 'yedi katlı cennet yakasına' geçecekler. Bu durumda danalara giremeyenlerin durumu biraz zor gibi görünüyor. Cennete giden yol 'danaya girmekten' geçiyor. Giremeyenlerin, Allah taksiratlarını affetsin. 
          BARIŞIN BAYRAM GÖRÜLDÜĞÜ YARINLAR BİR AN ÖNCE GELSİN. BAYRAM KUTLU OLSUN!



Büyükcamili, 11 Eylül 2016

28 Ağustos 2016 Pazar

DİKKAT!


DİKKAT!

Ve koca bir yılın ardından, yine insanın üstüne üstüne sökün edegelen, "beni benden alan" İstanbul sokakları. Dön dolaş, bilinen balık istifi değil, insan istifi, alabildiğine hınca hınç bir kalabalık. Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Sokaklar tıklım tıklım kalabalık. Her bir yanda, her türden insan mahşeri. Mini etekli, bıyıklı, sakallı, yakışıklı, güzel, çirkin, şişman, zayıf, çarşaflı, peçeli, turbanlı, pantolonlu, şortlu, kasketli, külahlı, silahlı, sarıklı, kravatlı, yalvaran gözlüler, az da olsa gülümser gibi-gibi olanlar, somurtanlar, hayat yorgunları, asık suratlılar, masum çocuklar, işportacılar ve dilenciler. Ama her elde son model mobil telefonlar.
“Aloo… Beni duyuyor musun. Tamam AVM’de buluşalım. Fazla vaktim yok, zamanında gel canım. Olmaz mı. Hadi öptüm.”
Hava sarı sıcak, sokaklar kalabalık.
Kafaya dikkat!
Kıça dikkat!
Yanı başında yürüyen, karına dikkat!
Çocuğuna dikkat!
Çantana dikkat!
Ceplerine dikkat!
Kazıklanmamaya dikkat!
Acaba taksici sizi doğru yoldan götürüyor mu, dikkat!
Tarhana çorbası trafiğe dikkat!
Konuşmalarına dikkat!
Akla gelebilecek her şeye dikkat!
Hayatta kalmak adına dikkat!
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Ol bedenden pıtır pıtır akan “tüh tüh kırk bir buçuk kere maşallah” mavi boncuk terler. Siyah poşette kilosu 1,5 tl. olan, hani salatasının tadı da pek bir merak edilen Çanakkale tarla domateslerinin ağırlığı.
Kafanıza her an her yerden bir şeyler düşebilir.
Kıçınıza her an parmak atılabilir.
Karınıza birileri her an laf atabilir.
Çocuğunuz her an kaldırım taşına takılıp, tökezlenip yüz üstü düşebilir.
Çantanız her an sizden uzaklaşabilir.
Ceplerinizde her an başka eller dolaşabilir.
Yüzlerce yıl önce keşfedilen ve dünyanın kaderini değiştiren tekerlekler her an bedeninizin üzerinde seyr-i sefere çıkabilirler.
Korsan kitap tezgahında Orhan Pamuk’un altı yılda yazdığı kitap 5 tl. Müşteriler arasından, güç bela sıyrıldı önlere doğru ve ardından bağırdı (modern görünümlü Cumhuriyet kadını olarak kabul gören teyze);
“Evladım Nutuk var mı?”
Kitaplarına iyice göz gezdirdi ve ardından üzgün bir eda ile yanıt verdi, tezgahtar Kürt çocuk.
“Abla Nutukkk… mu dediniz (O da nedir loo? Yenilir mi, içilir mi?). Yoktur abla ama yarın mutlaka gelir. Abiler, ablalar buyurun; Orhan Pamuk sadece 5 lira.”
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Yeşil poşette kilosu 2 tl. iştah açıcı rengi ile tadı merak edilen, mürdüm eriklerinin kurşun ağırlığı.
Eşarp 5 tl. Üç eşarp alırsan 10 tl. Renk renk buyur seç beğen al.
Ona dikkat, buna dikkat. Engelleri aşıp akıp giden, yoran, bitap düşüren hayata dikkat.
Jan janlı vitrin camlarında “Bizimle çalışmak ister misiniz?” gibi abes sorular.
Kalabalık çok kalabalık. Daha da kalabalık olacak. Suriye’deki iç savaştan daha çok insan can havli ile kaçacak. Rivayet o ki, var olagelen kalabalık daha hayli çoğalacak. Hareket halinde insan kolonileri.
Kampanyamızı sakin kaçırmayın. Ooh ne güzel, ne rahat, yan gelde keyfine bak, Kampanyalı lüküs hayat."
 Öylesine bir güven veriyordu ki pala bıyıklı pazarcı, olmadık anda nutkumuz tutuldu, akıl edip tadına da bile bakmadık. Acı olduğunu söyledi. Acaba beyaz poşetteki kıl biberler acı mı?
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Dikkat etsen de etmesen de kıçından maviş maviş boncuk terler akacak! “Ve hayat her şeye rağmen güzel be kardeşim.” Kısmet bu, hani olmasa da ince belli çıtır bir sevgilin, al çıtırından susamlı bir simit, çıtır çıtır hayatın tadını çıkar.

İstanbul, 28 Ağustos 2016


7 Ağustos 2016 Pazar

SAKLAMBAÇ





SAKLAMBAÇ  

         Aah… Canımın içi, canım, cicim, güzel, tatlımsı, kekremsi, ekşimsi, balımsı, reçelimsi, gamzeli-gamzesiz, şekerimsi, gül kokulu, çiçek, sevecen, ivecen, sevgili insanlar. “Karadutlar, çatal karamlar, çingeneler, gülen ayvalar, ağlayan narlar, kadınlar, kısraklar…” Sevgili, sevgili insanlar. Bir ağaç dalı kırmak vicdanları sızlatırken; ne kadar da çabuk birbirinizi kırar, yorar, olmadı marifetmiş gibi hakaretler yağdırır, en dibe vurdurur, düşene bir tekme de siz atar, size karşı gösterilen onca insanlığın köküne bir anda kibrit suyu çeker oldunuz. Şaşmamak elde değil. Aman Tanrım bu ne yaman çelişki, bu ne aymazlık, ne akıl almaz bir durum, bu ne kısır döngü? Ne denir sana bilinmez ki. Dil lal olur, söylemeye varmaz insan, zavallı insanlık mıdır seninkisi? Oysa alnının süt beyaz akı ile sana yakışan, heyhat; asaletli büyük insanlıktan olabilmek de vardı.
         Kiminiz, insanlığınız gereği benliğinizde olabildiğince var olagelen bütün iyi yanlarınızı beraberinizde bir gölge gibi taşırsınız. Yüreğinizden kopaduran ince duyguların getirisi gereği, karşınızdakine, elinizden geldiğince iyi davranmaya ve bir dediğini iki etmemek için bir kereye mahsus yeryüzüne gönderilen tatlı canınızı dişinize takarsınız. Dişinize taktığınız canınız inim inim acısa da, bir kez, sevdiğiniz kişinin o kutsal ağzından “bir” çıkmıştır. Bu sayının milim kıpırdamadan, yukarılara çıkmaması gerekir. İnsanlığınız, sevginiz, kendinizce yaşadığınız coşkulu aşk, kalbinizin pır pırları bunu gerektirir ve bunu harfiyen yaparsınız da.
         Ve gün gelir, yaptıklarınızın hiç bir kıymeti harbiyesi kalmaz. “Halik bilmezse Malik bilir” diye yaptığınız iyilikler ile deniz dolup taşar. Nerede bu Halik ile Malik diye boşuna bakınıp, durursunuz. Bir kez daha hayat size dibin en derinine vurdurur. Derinlikte ellerinizi yukarı doğru kaldırıp, yalvarır, debelenir, Tanrı’dan nerede ve nasıl yanlışlıklar yaptığınıza dair aman dilenirsiniz. Bir yanıt gelir mi, bilinmez. Ama siz yalvarıp yakarmaya devam edersiniz.
         Elbette diplere vurdurulduğunuzda, tam da içinizdeki derinliğin rengine dönmüşken, Tanrı’nın da bulunduğunuz derinliklerde yanı başınıza gelmiş olmasını çok arzularsınız. Belki de size en büyük teselliyi Tanrı’nın kendisi verecektir.
         Var mıdır yumuş yumuş elleri bilinmez ama ola ki var, başınızı okşamasını, parmakları ile yüreğinize dokunmasını istersiniz. “Yapma oğlum, yapma kızım” veya akrabalık dereceniz ne ise kendileri ile neyi iseniz artık O’nun, öylesi bir hitap ile teselli edilmeyi bütün yüreğiniz ile beklersiniz.
         Var mıdır gözleri, yalvaran buğulu gözleriniz ile O’nun gözlerine durmak, yalvarmak, medet ummak istersiniz. Utanma, sıkılma, mahcup olma duygusuna hiç kapılmazsınız. Anneniz, babanız, kardeşleriniz, dostlarınız ve arkadaşlarınızdan önce belki de bu güce aitsiniz, O sizin Tanrınız. Anneniz, babanızın zamanı geldiğinde size dirsek gösterme ihtimali olduğu halde, Tanrınızda böylesi bir ihtimale sıfır olasılık tanırsınız.
         Var mıdır bilinmez ama hani varsa kolları kucaklanmak, bağrına basılmak da istersiniz elbet. Sizi size getirecek olan sıcaklığını hissetmek en doğal hakkınız gibi görürsünüz.
         Var mıdır bilinmez ama ola ki varsa yüreği, Tanrı’nın yüreğinin kapılarını sonuna kadar açmasını beklersiniz. Yüreğine sığınıp, oraya kıvrılıp, güven içinde kıvrılıp kalmak istersiniz. Sığındığınız bu güvenli limanda dilediğiniz kadar demirleyebilmelisiniz.
         Var mıdır kocaman ayakları bilinmez. Varsa ayakları siz O’na O size doğru koşsanız. Nefes nefese kalsanız.
         En yakınınız tarafından çelme takılıp, acılar içinde yerlere kapaklandığınızda, “merdivensiz kör kuyulara” atıldığınızda, “denizler ortasında yelkensiz bırakıldığınızda” ve dolayısı ile yeniden, hak etmediğiniz halde hayata on sıfır yenik başladığınızda, gizemin ortadan kalkmasını, Tanrınızın yanı başınızda olmasını istersiniz ki, bu sizin en doğal hakkınızdır.
         Tanrı bir gizem olmasa, “elma” diye bağırdığınızda ortaya çıksa. Her daim “armut” duyumlarını algılamasa. Gelip, günah veya sevaplarınızın kabarıklığına bakmaksızın, beyaz ipek bir mendil ile gözyaşlarınızı silse. Ellerinin, kollarının, gözlerinin ve yüreğinin olup olmadığını bilmediğimiz Tanrı, Tanrılığını gösterse.
Oldu olacak karşılıklı oturup, verilen, sizi size getiren, on sıfırlık yenilginizin üzerine sünger çeken, dibe vuruşunuzu unutturan tesellinin ardından, karşılıklı oturup, birer köpüklü kahve içseniz hiç de fena olmaz değil mi?
         Bağır bağıra bildiğiniz kadar: “Elma… Elma…” Belki kulakları vardır, sizi duyar, aniden çıkıverir ortaya ve akabinde hemen size koşar!

Amsterdam, 7 Ağustos 2016






2 Ağustos 2016 Salı

VE



VE

         Açık balkon kapısından gelen öğle vakti ezanının sesi ile içi geçtiği halde daldığı bir anlık uykudan uyandı. Eşarbını uzandığı koltuğun yanındaki sehpadan alıp, çenesinin altından çok sıkmayacak şekilde bağladı. Ankara’da oldukça bunaltıcı bir yaz günü idi. İlerleyen yaşı itibarı ile iyice derine kaçmış, büyük birer pırlanta taşı misali hala parlamaya devam eden kara gözlerini oğuşturup, ayaklarını sürüyerek balkona çıktı. Balkon, evin içine kıyasla daha serince idi. İnce parlak ve yumuşacık bir deri ile kaplı boğumlu ellerinin yardımı ile balkondaki sandalyeyi altına gelecek şekilde gürültü ile çekiştirip, yavaşça oturdu. Çıkık çenesini, balkon demirine üst üste koyduğu ince kemikli kollarına dayadı. İki ayrı kuyudaki birer kömür parçasını andıran gözlerini kısıp, sokağı seyre daldı.
         Ezan sesi kesileli çok olmasına rağmen mahalle camisine doğru hala telaşla koşturanlar vardı. Sokağı, beklenmedik bir anda davul ve zurna sesi sardı. Kurdele ve çiçekler ile süslenmiş bir kaç araba, var olan dayanılmaz gürültülerine klakson seslerini de katıp, karşı binanın önünde durdular. Davul ve zurnanın sesi kulakları tırmalarken, arabalardan süslü püslü giyinmiş kızlı erkekli gençler indiler. İçlerinde damat olanı, acemi adımlarla komşu eve doğru gençler ile birlikte yöneldi. Düğün bu akşamdı ve gelini baba evinden alacaklardı. Bir anda çevredeki bütün binaların pencerelerinden meraklı kadın ve erkek kafaları uzandı. Balkonlara çıkanlar, balkon demirlerine yaslanarak, hafif aşağıya doğru eğilip, gelin alma seremonisini izlemeye koyuldular. Gelin evindeki gerekli işlemlerin yapılmasının ardından, çok geçmeden ak bir gelinlik içinden komşunun bir kuğuyu andıran kızları, mahcup damadın kolunda, davul zurna ve gençlerin alkışları arasında merdivenleri indiler. Yüzlerinde büyük gülümsemeler ile gürültülerini artırarak, yeniden geldikleri arabalara doluştular.
         Emine iyice konsantre olup, seyre dalmış olmalı ki, çene kemiğinin kolunu bir hayli çukurlaştırıp, acıttığını hissetti. Kalabalık sokaktan el etek çekti. Sessizlik hakim oldu. Emine sandalyede oturmasını sürdürüp, balkon demirinden uzaklaştı ve sırtını sandalyeye dayadı. Balkona kadar dalları uzanan büyük çınar ağacının dalına konan serçe Emine’nin ilgisini çekmek için cik cik de cik cik olmadık diller döktüyse de olmadı. Pençe, kaş, işmar, göz etti, ama yine de olmadı. Tamamen umudunu kesince de apansız pır pır edip, çırptığı kanatlarla hayal kırıklığı ile uzaklaştı. Emine ise genç kızlığı yıllarına gitti ve o zaman diliminde kalakaldı.
         On yedi yaşında, O da böylesine kuğu görünümünde bir gelin olup evlenmişti. Zaman nasıl da çabukça geçti. Hesabına göre o mutlu gün, yaklaşık altmış yıl kadar gerilerde kaldı. Yüzünde önce belirsiz bir gülümseme ve ardında duraksama oldu ve ardından kendisinin de o yoksulluk yıllarında ruhunun derinliklerinde uyuklayan ilk evliliğine ait anılar bugün gibi kömür gözlerinin önünde gidip, geldi.
         Gözlerden ırak, iki insan arasında gizli gizli büyüyen bir sevdaydı onlarınki. Emine’nin  Şahin’e dair yüreğine doluşan duyguları, O’nu ondan alıp adeta uçuruyorlardı. Kocaman birer kahkaha gibi birbirlerinin hayatlarını dolduruyorlardı. Bulutlarda gezinen, karnına doluşan renga renk kelebekleri okşayan ve biçimli dik göğüsleri ile gurur duyan güzeller güzeli genç bir kızdı, o zamanlar. Genç ve güzeldi. Onca sıkıntılı yılın sonrasında; gençlik de, güzellik de kendisini “ve” ile baş başa bırakıp, gittiler. Ne yazık ki bu gidişin dönüşü de, haliyle olmadı.
         Araya akrabaların girmesi ile birbirlerini ölesiye seven iki genç güzel bir düğün ile dünya evine girdiler. Artık gizlilik ve saklılık ortadan kalkmıştı. İstediği zaman Şahin’in beline sıkı sıkıya sarılıp, gece karası dalgalı saçlarını savurup, kafasını sevdiğinin göğsüne yaslayabilirdi.
         Emine sevdalı yüreğini Şahin’in avuçlarına, başını O’nun göğsüne ancak bir yıl kadar koyabildi. Beklenmedik bir anda gelen amansız bir hastalık, ölesiye bir sevda ile tutkunu olduğu kocasını elinden aldı. Gökyüzündeki güneş yandı, kül oldu. Küller Emine’nin başına yağdı, dünya zifiri karanlığa büründü. Sular, seller çekildi, dünya çoraklaştı. Emine yüreğinde büyük bir boşluk ve eziklik ile tekrar babaevine döndü. Bir başına yasını tuttu. Dünyaya küstü, üzerinde uçuştuğu bulutlar O’nu tekrar yeryüzüne bıraktı. Karnında uçuşan kelebekler yok oldular. Gözlerinin feri kayboldu, dizlerinin bağı çözüldü, kalbinin atış ritmi dibe vurdu, dünyası tarumar oldu.
         Baba evine dönmesinin ardından, yeni talipleri çıksa da bunlara karşı direndi. Her geleni, elinin tersi ile geri çevirdi. Dört yıl kadar çok güç koşullarda evin içinde hayalet gibi dolaşan, hiç bir kimse ile tek kelime konuşmadan yüreğini ezen acısını yaşadı. Yeni talipleri gelmeye devam ediyordu. Bu talipliler arasında Orhan da vardı. Sonunda Emine’nin dayanacak gücü kalmamıştı. Baba evinde de bir ölü gibi dolaşıp, ailesine daha fazla sıkıntı vermek istemiyordu. Anne ve babası da kendi hayatlarını yaşayabilmeliydiler. Onlar için sorun olmak istemiyordu. Bu nedenle dört yıl aradan sonra Orhan’ın teklifini kabul etti. Kendi halinde, uzaktan baba tarafından da akraba olan iyi bir insandı. Babasının da baskısı ile bu isteğe boyun eğdi. Böylece ikinci defa dünya evine adım attı. Ama ikinci kez gelen adımlarda hiç bir istek, yüreğinin tellerini titreten, O’nu ondan alıp götüren, karnında daha önceki gibi kelebekler uçuran, bulutlarda gezdiren en küçük bir hareket yoktu. Alnımın kaçınılmaz çizgisi deyip, yeni kocasının yanında yer almaya çalıştı.
         Orhan elinden geldiğince, yüreği yaralı eşi Emine’yi anlamaya ve duyduğu acıyı O’na unutturmaya, iyi bir koca olmaya çalıştı. Belli bir süre sonra Emine ile çocuklarının olmasını, kendisini baba yapmasını istedi. Aradan, iki, üç, dört ve derken beş yıl geçtiği halde, bu konuda herhangi bir gelişme olmadı. Orhan’ın annesi ve babası baştan beri bu evliliğe pek razı değillerdi. Oğullarının isteği karşısında razı gelmişlerdi. Ama buraya kadar deyip, yaşı daha fazla ilerlemeden kendilerine torunlar verecek birini aramaya koyuldular. Bütün akrabalarını bu konuda seferber ettiler. Sonunda komşu köyde Kel Mustafa’nın kızı Songül’e oğulları için talip oldular. Songül’ün her ne hikmetse ağzı, burnu, kalçaları, göğüsleri, elleri ve ayakları kocamandı. Emine hayata küstü. Orhan’ın bu girişiminden sonra, O’na da küstü,  bir kaplumbağa gibi büsbütün kabuğuna, kendi derinliklerine çekildi. Orhan eşi Emine’nin üzerine getirdiği kuma Songül ile cicim aylarını uzun uzadıya sürdürdü. Songül kocaman kıçını, sarkık ve oldukça büyük göğüslerini sallayıp, Emine'ye de küçümseyen bir bakış atıp, Orhan ile saatlerce yatak odasına kapanıyordu. Bu kapanmalar bir süre sonra meyvesini verdiği için, Songül’ün karnı da diğer organları gibi gün geçtikçe büyüdü. Emine ile her göz göze gelişlerinde nispet yapar gibi karnını okşuyordu. Emine ise olup biteni görecek durumda değildi. Ne Songül’ün Orhan ile saatlerce kikirdeyip odaya kapanmaları, ne yaptığı nispet, ne de kocasının gözünde bütün önemini yitirmesi umurunda değildi.
         Yıllar böyle geçti. Songül her yıl bir çocuk dünyaya getirdi. Dört erkek ve üç kızın ardından üretimi sonlandırdı. Kocaman olan her tarafı daha da irileşti. Çocuklarının ve Orhan’ın arasında yuvarlanaduran devasa bir topa dönüştü. Çocuklar büyüdüler. Emine onları kendi çocukları gibi görüp, sevgisini esirgemedi. Buna karşılık çocuklar annelerine benzemedi. Hepsi Emine’ye saygıda kusur etmediler, O’nu da anneleri gibi gördüler. Hatta yeri geldiğinde kendi öz anneleri Songül’ü eleştirmekten geri kalmadılar.
         Yarım asrı aşkın bir süre, el ele verip ateş topları gibi Emine’nin üstüne üstüne gelerek geçti. Bu uzun yıllarda tek mutlu anları çocukların evlilikleri ve onların mesut zamanları oldu. Kocaman ömrüne yaklaşık bir yıllık bir mutluluk sığdırabildi. Onlarca yıl karanlık kasvet, sıkıntı ve yaşanmamışlık ile geçti.
         Karanlık bastırmak üzereydi. Uzaktan Songül ile Orhan’ın kahkahalar atarak geldiklerini gördü. Dönüp dolaşan serçenin aklına Emine takılmış olacak ki, sohbet etmek üzere bir kez daha gelip çınar ağacının dalına kondu. Emine mutfaktan aldığı küçük bir ekmek parçasını serçeye tuttu. Minik kanatlarını küçük uçuşlarla çırpıp, Emine’nin elindeki ekmek parçasının etrafında dolandı. Bu arada Emine ile iletişim kurmaya çalışıp, etrafı cıvıltılara boğdu. Oturma odasından kahkahalar yükseldi. Emine’nin elindeki ekmek parçası bitince, serçe ile vedalaşıp odasına çekildi. Serçe kursağı dolu, mutlu bir şekilde kendisini uzaklaştıran kanatlarını üst üste çırptı. Yıldızlar karanlığı delip, yeryüzüne ulaştılar. Sokak lambaları dizili bir inci kolyeyi andıracak şekilde art arda yandılar. İşlerinden gelen, yorgun oldukları her halinden belli olan insanlar, elleri kolları dolu bir şekilde kapılarını açıp, evlerine girdiler. Ankara’da bastıran karanlık oldukça bunaltıcı bir yaz akşamına dönüştü. Odasında uzandığı yerde gördüğü rüyada Şahin gülümseyerek, Emine’nin gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Emine’nin yüzündeki kırışıklar bir an için kayboldu, gamzeleri derinleşti.

Amsterdam, 2 Ağustos 2016
       
          

20 Temmuz 2016 Çarşamba

POKEMON



POKEMON

         İnsanlık hali, olur ya, içinize apansız doğan tuhaf merakınıza isteminiz dışında yenik düştünüz diyelim. Ucunu da yeni sivrilttiğiniz kara kaleminizi elinize aldınız ve oldu olacak bir Hollanda haritası da ben çizeyim dediniz. Bir de bakacaksiniz ki, çok geçmeden kar beyazı kağıdın yüzeyinde, çizim becerinizin ürünü ve zıplamak üzere olan bön bakışlı garip bir kurbağa görünümünü andıran bir şeklin belirdiğini görürsünüz. Bu insana ha zıpladı-ha zıplayacak intibasını veren kurbağanın ayakları kısmında veya haritanın tamamen güneyinde, bir yanında Belçika ve diğer yanında Almanya ile kol kola girmiş halde konum bulan, Hollanda’nın önemli şehirlerinden biri, kriterleri ile de dünyada ünlenen Maastricht şehrine idi, bu kez yolculuğumuz.
         Maastricht şehri adını 2000 yıl kadar önce, iki yakasına kurulduğu Maas nehrinden alıyor. Günümüzde bir eğitim ve kültür şehri. Bakıldığında kent adeta Almanya ile Belçika’nın omuzları arasında, insan yüreğini burkacak şekilde sıkışmış gibidir. Meydanları, kafeleri, flemenkçenin yumuşak Limburg aksanını da benliğine katıp, zarif makyajı ile birlikte telli duvağını takıp takıştırmış, kurbağanın bütününden ayrıcalık gösteren, özgün, oldukça şirin, aydınlığa uzanan Maas nehri üzerindeki birbirinden güzel köprüler ile adeta bir masal şehri.
         Şehrin görülmesi gereken dört bir yanını kolaçan edip, gezdikten sonra biraz dinlenmek gayesi ile gezimize ara verdik. Hava sıcak olduğu için kafenin terası balık istifi doluydu. Kafenin konumu ve Maas nehri kıyısına olan terası ile manzarası çok hoş olduğundan, biraz beklersek masalardan birinin boşalacağı umudunu taşıyarak, sabırsızlık ile beklemeye koyulduk. Belçika, Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden oldukça yoğun bir turist akını olduğu için pek çok farklı dil birbirine karışıyor. Bu arada Mastricht’in şık, bakımlı ve güzel bayanları da göz kamaştırıyorlar.
         Şansımız varmış. Çok geçmeden masalardan biri boşaldı ve anında kimsenin oturmaması için tez elden yerimizi aldık. Siparişimizi henüz vermiştik ki, karşıdan iki yaşlı ama, bakımlı ve yoğun aksesuarlı iki ninenin tıngır mıngır bize doğru geldiğini gördük. Yanımızdaki iki boş sandalyeye göz koymuşlardı. Boş sandalyeleri gösterip, masayı birlikte paylaşmamıza izin olup, olmadığını yumuşak Belçika flemenkçesi ile sordular. Biz de herhangi bir sakınca olmadığını, başımızı hafifçe “evet” mahiyetinde eğince, iki şık nine yanı başımıza usulca konuşlandılar.
         Nineler meraklı gözler ile alttan alta bize bakıp, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi anlamaya çalışırlarken, doğrusu bizim merakımız da hatırı sayılır bir yoğunluktaydı. Ama biz biraz daha şanslı durumdayız. Onların konuşmalarından nereden geldiklerini hemen anladık. Kısa bir süre sonra daha yaşlı olan; boynuna, kollarına, parmaklarına, kulaklarına ve takılabilecek her yerini pahalı olduklarını düşündüğüm takılar ile bezemiş, kokoş görünümlü olanı söze girdi.
“Afedersiniz, çok merak ettik, siz nereden geliyorsunuz?”
“Türkiye’den geliyoruz ama Amsterdam’da oturuyoruz ve buraya bir günlüğüne gezmeye geldik.” deyip süslü ninemizin merakını giderdik. Türkiye adını duyunca, yine konuşkan olan nine, bir an gözlerini Maas nehrinin kenarına dizili olan mimarisi bir birinden güzel binaların hemen üzerinde yer alan, yer yer bulutların pamuk öbekleri halinde dağılmış olan mavi gökyüzüne kaldırıp, anılarına dalar gibi oldu. Yüzlerce irili ufaklı kırışığın ardında yer alan çağla yeşili gözlerini bir müddet yumduktan sonra, mutlulukla bize baktı,
“Aa… Ne güzel. Bakın ben seksen üç ve bu arkadaşım ise yetmiş sekiz yaşında. Yaklaşık otuz yıl önce Türkiye’de, Kemer’deydik. Biz dört arkadaş kocalarımızı evde, Belçika’da bırakıp, iki haftalığına Türkiye’ye gittik. Bu arada diğer iki arkadaşımız da, kocaları da öldüler.”
         Bol aksesuarlı yaşlı ninenin susacağı yoktu anlattıkça anlatıyordu. Nehir kenarında cılız sazlıkların arasından dört tane yavrusu ile yola doğru süzülüp gelen yeşil başlı bir ördek, yanlara doğru yata yata süzülüp, geldiler. Bir kıyıcıkta buldukları ekmek parçası ile daha zümrütleşmemiş olan yavruları birlikte ziyafet çekecekken, bir iki tırtıklamanın ardından apansız kanat çırpıp gelen bir karga “kime nasip, kime kısmet” demeden ekmek parçasını kaptığı gibi havalandı. Yeşil başlı ördek kargaya bildiği bütün bedduaları okuyup, lanet yağdırarak, uğradığı saygısızlığa bir anlam veremeden, yeniden yalpalaya yalpalaya yavruları ile sazlıkların arasından süzülüp, Maas üzerinde biri büyük dördü daha küçük iç içe açılıp büyüyen daireler oluşturarak, görünmez oldular. Bu arada soluklanmasının ardından nine iştahla anlatmaya davam etti.
“Dediğim gibi otuz yıl önce Kemer’de idik. O iki hafta nasıl çabuk geçti anlatamam. Belki de hepimiz için bugüne değin geçirdiğimiz en güzel tatildi. Bir gün sahilde dolaşırken yirmi beş yaşlarında dalgalı saçlı, uzun boylu bir gencin bana uzun uzadıya baktığını hissettim. Yanıma cesurca yaklaşıp, yarım yamalak ingilizcesi ile birlikte bir şeyler içmeyi teklif etti. Baktığım zaman kendisinden iki katı daha yaşlıydım. Hani nerede ise torunum olacak yaştaydı. O an yüreğimden bir şeyler koptu, beni çağıran bu sese yok diyemedim. Bir kafeye gidip oturduk. Arkadaşlarım da bizimle beraber geldiler. Adını hiç unutamadığım delikanlı isterlerse arkadaşlarım için de birilerini bulabileceğini söyledi. Kocalarımız Belçika’daydılar. Bilinmeyen ama oldukça heyecanlı bir macerada kendimizi bulmuştuk. Arkadaşlarım teklif üzerine biraz nazlandılarsa da kabul etmek daha cazip geldi. Murat limonatasını usulca kenara koydu, çıplak kolumu okşayıp, cebinden telefon defterini çıkardı. Üç ayrı yere telefon etti. Yarım saat içinde üç delikanlı daha çıkageldi. Onlar da oldukça genç ve oldukça yakışıklıydılar. Arkadaşlarım nerede ise yazı tura atıp, gençlerden birini seçeceklerdi ki, Murat her bir arkadaşını diğer üç kadına yönlendirdi. Akşama kadar aynı mekanda yiyip, içtik. Keyfimize diyecek yoktu. Biz dört arkadaş kafenin masraflarını ödeyip, kalktık. Murat yine devreye girip, istememiz halinde bizimle otele gelebileceklerini ve güzel bir gece geçireceğimizi söyleyince, doğrusu ne inkar edip saklayayım, geçmiş gün geçmişte kaldı, hepimizin de ağzı kulaklarımıza vardı. Onlara sarılıp kabul ettik. Uzun lafın kısası Kemer’de kocalarımızın haberi olmadan, iki hafta gibi unutulmaz bir tatil geçirdik. Tabi gençlerin bütün masraflarını karşılayıp, kendilerine pek çok hediyeler almayı ihmal etmedik. O nedenle ne zaman Türkiye adını duysam, biraz önce olduğu gibi kalbim hızla atıyor ve kulaklarım, çınlıyor. Böyle işte niye saklayayım ki, dediğim gibi; geçmiş gün geçmişte kaldı.”
         Ara sıra bakışlarımı başka yönlere çevirmeye çalışsam da pek faydası yoktu. Terasta dünyaca ünlü Belçika biraları yudumlanırken, sadece bizim masa değil, kümeler halinde herkes yoğun bir sohbet içindeler. Genç ve yaşlı ele ele dolaşan gençler ve temiz giyimli yaşlılar birbirlerine bütün şirinlikleri ile gülümsüyorlar. Serçeler korkusuzca masalara konuyorlar. İnsanların uzattığı ekmek parçalarını minik gagaları ile parçalayıp, yutuyorlar. Kanal turu yapan büyük botlarda insanlar, nehir kıyısındakilere el sallıyorlar. Fakat nineler dönüp bakmıyorlar. Onlar yıllar sonra yeniden kendilerini Kemer’de hissederek, o anları yaşlı gözlerinin önüne getirmeye çalışırken, üst üste göz kapaklarını kırpıştırıyorlar.
         Daha genç ve üzerinde az miktarda aksesuarı olan bayan yan gözler ile bakıp, bütün sırlarının ifşa edilmesine pek razı gelmemiş gibi görünse de, O da memnuniyetini gözlerine kırpıştırarak belirtti.
         Ne diyeceğimizi şaşırmış bir halde nineyi kesintisiz dinledik. Öylesine güzel anlatıyordu ki, gayet doğal, gizli ve saklı demeden bütün kutuları açıp, gözlerimizin önüne seriyordu. Derken uzun uzadıya yaptığımız sohbetin ardından, bizden izin isteyip, kalktılar. Ağır adımlarla ayaklarını sürüye sürüye ve bastonlarına dayanarak uzaklaştılar.
         Ninelerimizi savmıştık ki, iki tane gencin ellerindeki mobil telefonlarına bakarak bize yaklaştığını gördük. Ne olup bittiğini anlamadan, yanı başımızda telefonları bize yönelik gelip, durdular. Birisi telefonunu sırtıma doğru tutup, bir düğmeye bastı. Merakla dönüp ne olup bittiğini sordum. Genç kekeler gibi mavi gözlerini büyükçe açarak, meramını anlatmaya başladı.
“Çok affedersiniz beyefendi. Biz pokemen yakalıyoruz ve bunlardan biri sizin sırtınızdaydı. Onu yakaladım. Bu yeni bir oyun, hani eskiden pokemon vardı ya, şimdi Nintendo pokemon go adlı bir oyun geliştirdi. Pokemonlardan biri de sizin sırtınızda olunca, sizi rahatsız etmek zorunda kaldık. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı tekrar özür dilerim.”
         Kemer’de Belçika’lı yaşlı bayanlar, para karşılığı Anadolu’lu çiçeği burnunda  gençlerin kemerlerini çözüp, onların sırtından iki hafta boyunca hazlarının doruklarında doyuma ulaşırlarken, Maastricht’te benim sırtımda da pokemonlar avlanıyordu. Hay Allah, ne işi varsa pokemonların da benim sırtım da, demeden edemedim. Hayır ama neden benim sırtımda? Kim yükledi sırtıma bu garip yaratıkları?
         Yeşil başlı ördek yavruları ile bir kez daha sazlıkların arasından yola doğru sökün etti. Belli ki aksam yemeğini olsun kimselere kaptırmamak arzusundaydı. Vakit geç olmuştu ve eve dönmek üzere uzun, ince ve kıvrımlı yollar bizi bekliyordu. Ihlamur kokulu şehri, gülümseyerek ardımızda bıraktık.

Amsterdam, 20 Temmuz 2016
      





20 Haziran 2016 Pazartesi

BİR KERTE DAHA KAL BENDE





BİR KERTE DAHA KAL BENDE
                                                                           *Babalar gününde
 “Sen, olgun kavun!
Ben, delikanlı peynir!
Hemhal olur söyleşirdik.
Genç babam, gencecik babam.
                    Haydar Ergülen”

            Nedendir bilinmez ama, çocukluğundan beri kavun karpuz bostanlarına vurgundu. Yıllar sonra yaşlı bir halde de olsa, yeniden fırsat bulup geldiği ve şu an kendisinden geçmiş bir halde dolaşmakta olduğu kavun-karpuz bostanı O'nu bir kez daha alıp götürdü. Çocukluğunda bostanları uzaktan seyre dalmaya, güneşin ışınları ile parlayan kavun ve karpuzların arasında dolaşmaya bayılırdı. Dünya, ömründen çabukça öylesine uzun bir zamanı alıp gitti ki, gelinen günde, her şey ve herkes dört bir koldan üstüne üstüne gelip, oldukça yordu O’nu. Mahmut Beyi tarumar edip, bitap bıraktı. Açık kahve rengi gözlerinin feri kaçtı. Yüzü kuruyan dereler gibi çizgilerle doldu. Dalgalı saçlarına karlar yağdı. Uzun parmaklı elleri titrer oldu. Gelip sırtına yuva kuran küçük bir tepeyi andıran kambur da “ben buradayım”diye sesini yükseltince, işin vahameti biraz daha arttı. İlerleyen bir yaşta da olsa sonunda elini eteğini her şeyden çekip, ilk fırsatta soluğu burada, doğduğu topraklarda aldı. Mutluydu ve en nihayetinde gözünde tüten bostanların arasındaydı.
            Onlarca yıldır özlemini duyduğu topraklara, iki büklüm bir halde gelip, kucak dolusu getirdiği sevginin ışığını, kavun karpuzların arasına, bostan tarlasının kenarındaki iğde ağaçlarının kokularına serpiştirdi. Otlara dokundu. Kuşların cıvıltılarına dikkatle kulak verdi. Karınca kolonilerini izledi, yollarında engel oluşturan küçük çakılları kaldırdı. Gökte uçan turnalara el sallayıp, yolculuklarının nereye olduğunu sordu. Toprağı avuçlayıp kokladı. Eline konan uğur böceğini uzun uzadıya inceledi. Gözleri ışıl ışıl oldu. Üstündeki kasvet yükü uçup gitti. Dünyaya yeniden gelmiş gibi hisseti kendisini. Alabildiğine geniş boncuk mavisi gökyüzünün altında bahtiyarlığına diyecek yoktu. Kalbi seri atışlarla, mutluluğunu dillendirip, saklandığı yerden çıkıp, özgürleşmek ister gibi zorluyordu O’nu. Mahmut Bey bunu sezip, küçücük bir kız çocuğunun dalgalı saçlarını okşar gibi sol göğsünü sıvazlayıp, bastırdı.
            “Uslu dur oğlum, dur kızım… Olduğun yerde kal, boynu bükük yalnız koyma beni. Çekip gitme benden. El ele verip, ne denli büyük zorluklara katlandık seninle. Haksızlıkların önüne Amed’in aşılmaz surları gibi dimdik çıktık. Gönlümüzün kollarını, sıcacık dostluklara Hevsel Bahçeleri gibi açtık. Dicle ve Fırat ırmakları olup, sevgi doluluğu ile olabildiğince coştuk. Karıncaların incinmemesi için pür dikkat kesildik. Serçenin gagasındaki yemi yavrusunun minik gagasına aktarmasından büyük mutluluk duyduk. Kırlarda bin bir naz içinde açan gelinciklerin narin yaprakları ile rüzgarda danslarını sevgi ile izledik. Yaşamın yelkenlerimizi rüzgar ile doldurup, hep bildiği limanlara doğru sürüklediği bu gezegende, bordo şarabı dostlar ile kadehlerimizi çınlamaların ardından, güzellikler olsun diye yudumladık. Onurumuzdan zerre kadar ödün vermeden, insanlık dışı işkencelere dişlerimizi un ufak edercesine sıkıp, katlandık. O karanlık, rutubetli hücrelerden dimdik çıktık. Nice zalimi sabrımız, bilgimiz, görgümüz ve hayat tecrübemizle başımızı göklere değdirerek dize getirdik. Zulmün kalelerini nice kalem darbeleri ile al aşağı ettik, insanlık ve onur kavgamı yarım bırakma. Bi yol müsaade et, bayrağımı teslim edeyim, yerlere düşmesin isterim. Dur oğlum, yağız delikanlım, çakır gözlüm, gül dudaklım, duygu yüklüm, yorgun bedenimin ince sızısı, kızıl saçlım, dur güzeller güzeli kızım… Yapmam gerekenler var daha. Yorgun ayaklarımla gitmem gereken yol bitmedi. Toprağıma istediğim bahar henüz gelmedi. Nice güçlüklerle toplamaya çalıştığım ve saçmam gereken ışıklar var daha. Delinmesi gereken zifiri karanlıklar bitmedi. Terk edip, yalnız koyma beni. Olduğun yerde, ne olur bir kerte daha kal bende!”
            Sol göğsünün altındaki fırtınalara ve depremlere yine de aldırmamaya ve tınmamaya çalışarak, çapalı yumuşak toprakta dolandı. Bostan teveklerine basmamaya dikkat edip, garip giyimli, yırtık şapkalı korkuluklara alaylı gülümseyip, karpuzları hastasını muayene eden bir doktor edasında, adeta darbuka çalar gibi parmakları ile tıklattı. Gelen seslere büyük bir dikkatle kulak verip, ürünün hangi olgunlukta olduğunu anlamaya çalıştı. Kavunların bir Van Gogh çalışmasını andıran sarı, yeşil, beyaz ve kırmızının iç içe geçmiş o güzelim renklerine hayranlıkla bakıp, dallarından koparmadan mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine çekti. Her defasında mest oldu. Sonunda dayanamayıp, tıkırtılanmalarında tok seslerin geldiği kan kırmızısı bir karpuzu ve güneşte oldukça büyük paha biçilmez bir elmas taşı gibi ışıldayan bir kavunu kesip, kendisine yıllardır hasretliği olan ziyafeti çekecekti. Bostan sahibinin oğlu, köyden uzaktan akrabası olan Osman kulübenin gölgeliğine bir tabure ve sehpa getirdi, kesilmiş kavun ve karpuz karışımının olduğu tabağı ortaya koydu. Ardında yaşlı ve genç bir elde yer bulan çatallar, art arda yakalanan kavun karpuz dilimleri, iştahla beklemede olan midelere indirildi.
            Üç sene kadar önce; yaklaşık elli yıldır, ıp ışıl başlarını bir yastığa koyduğu, ağzının tadının bir an olsun kaçmadığı, huzurun, güvenin ve mutluluğun her daim yüreklerinin başköşesine bağdaş kurduğu, ayaklarının dibinde her an eridiği, gül yüzlü, bal gözlü, ipek elli, geniş ufuklu, sırtını yasladığı yıkılmaz kalesi, yoldaşı, hayat arkadaşı Şükran, O’nu yapa yalnız bırakıp, göğe yükseldi. Belki şimdi de, özlemini duyduğu bu güzelim bostan tarlasında mest olup, kavun, karpuz ve iğde ağaçlarının kokularını, zorlayıcı sızılarla tepineduran duygulu yüreğinin yanı başındaki ciğerlerinin derinliklerine çekerken, “sol memesinin altındaki cevher,” kendisini acımasızca terk edecekti.
            Osman çay demlemek üzere isli çaydanlığa su doldururken, güneş gölgesini Mahmut Bey’den daha uzun kılarken, tekrar dolaşmak üzere bostanın en uç noktasına doğru yorgun ayaklarını harekete geçirdi. Alabildiğine bunaltıcı, sarı bir sıcak hakim olsa da, O bunun farkında değildi. Kuşlar koro halinde kondukları ağaç dallarında ötüşüp, derin bir tartışma içine girmişlerdi. Gagaladıkları iğde taneleri patır patır yere düşerken, Mahmut Bey’in yüreğindeki patırtılar da arttı. Bütün bedenini soğuk bir ter kapladı. Dayanılmaz bir sızı, güzelliklerle dopdolu yüreğinden bütün bedenine doğru hızla ilerledi.
            Yeryüzünden büyükçe bir tutam ışık yıldızlara yükseldi. Mahmut Beyin ışıklarını yüklenen büyük bir yıldız kaydı. Gök kubbenin boncuk maviliği bal rengi bir aydınlığa büründü. Ansızın büyük bir ahenkle yağan yağmurlar, toprakla buluştu, Anadolunun ücra bir köyündeki bostanda karpuz teveklerinin üzerine düşen Mahmut Bey’in bedeninin ağırlığından ezilen dallar tekrar canlandı, yere düşerken vücudunun yerde oluşturduğu iz yağmur suları ile yok oldu. Dört bir yanı mis gibi bir toprak kokusu sardı.
            Ertesi gün çıkan gazetelerde büyük puntolar ile atılan başlıklarda; Anadolu’nun ücra köylerinin birinde, onlarca kitabın sahibi ünlü muhalif yazarın, bir bostan tarlasında geçirdiği kalp krizine yenik düştüğünü ve hayata gözlerini yumduğunu yazdılar.

  

Amsterdam, 19 Haziran 2016 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...