ZÜMRÜDÜ ANKA
Bütün insanlığın yüz akı olan, o
ölümsüz Yaşar Kemal'imiz şüphesiz ki; gezegenimizin en büyük ve saygın
yazarlarındandır. Kendisi ile yapılan yazılı bir röportajda, destansı
yaşamından insanı çok derinden etkileyen dramatik kesitleri Fransız gazeteci
Alain Bosquet’e, adeta bal tadında aktarır. Kitabı okurken bir anda sağ
kolunuza Yaşar Kemal’i, sol tarafınıza ise Alain Bosquet’i almanın o müthiş
mutluluğunu bütün hücrelerinizde alabildiğine hissedersiniz. Sağınızda ve
solunuzda ulu çınarlar ile ağır adımlarla ilerleyen yolculuğunuz o gelin
güzelliğindeki Van Gölünün kıyısından, Esrük Dağının eteğinden, Süphan Dağının
hemen yanı başından başlar ve Osmaniye’nin bir Türkmen köyü olan Hamite’de
noktalanır.
Uzun ve oldukça zorlu bir yoldur.
Büyük bir gururla koluna girdiğiniz devasa yazar size yol boyu kendisine özgü
dili ile dört bir yanda fışkıran bin bir türlü nebatı, dağları, tepeleri,
höyükleri, dereleri, rüzgarı, tepenizdeki sarı sıcağı, gök kuşağını andıran
kanatları ile delicesine uçuşan minik serçeleri, vızıldayan eşek arılarını,
karınca kolonilerini, renk cümbüşü kelebekleri, cır cır böceklerini ve doğanın
lütfu o dehşetli zenginliğini, büyüleyici bir anlatımla buğulanan gözlerinizin
önüne serer. Çatal sesi ve büyük gülümsemesi ile anlatadururken bir yandan da
sevgi ile sırtınızı bütün babacanlığı ile sıvazlayıp, diğer kolunuzdaki
gazeteci arkadaşı Alain Bosquet’e koyu renkli gözlüğünün ardından çaktırmadan
göz ucu ile bakar.
Başınızı sevgi, huzur, güven,
saygı, gönül rahatlığı ve şefkat ile omuzuna koyarsınız. Kendinizi insan
sevgisi ile dolu kalbinin gümbürtülerini dinler bulursunuz. Koluna girdiğiniz
Yaşar Kemal bu ince uzun yolda, yirmi yıllık arkadaşı Alain Busquet’in sorduğu
sorulara, onlarca sayfayı içeren yanıtlar ile destanını bir şelale misali coşku
ile anlatmaya koyulur.
1915 yılında başlayan Rus
harbinde Rus ordusunun attığı top mermilerinin, Yaşar Kemal’in ailesinin de
dahil olduğu “Luvan aşiretinin” de bulunduğu köyün ortasına düşmesi üzerine her
gün ölüm tehlikesi ile yüz yüze gelirler. Aşiret bölgeden göç etmek zorunda
kalır. Yolculuk öncesi köy Rus ordusunun topçu atışlarına tutulduğu bir anda
bütün köylüler dört bir yana kaçışırlarken, el ele tutuşup korku ile koşan iki
kız arkadaş olan Hazal ile Zübeyde’ye bu esnada bir top gülesi gelir ve tutuşan
bu iki minik eli koparıp, birbirinden ayırır.
Luvan aşiretine mensup Yaşar
Kemal ailesinin zorlu yolculukları bir buçuk yılda tamamlanır. Dehşetli
korkular ve felaketler yaşasalar da, sonuçta Çukurova'ya ulaşırlar. Bu
yolculukta Yaşar Kemal henüz dünyaya gelmemiştir. Baba Sadık Bey ile Yaşar
Kemal’in arasındaki yaş farkı hayli fazladır. Evliliklerinden ancak on yıl gibi
bir zaman sonra Yaşar Kemal, ailesinin yerleştiği Hamite Köyünde dünyaya gelir.
Tekrar yolculuklarına dönecek olursak; Sadık Beyin annesi Hirde Hatun yaşlı ve
hastadır. İlk zamanlar ata bindirirler, ama hasta olduğundan tutunamaz ve
sürekli düşer. Hal böyle olunca Sadık Bey bir buçuk yıl boyunca Mezopotamya
çölünü annesini sırtında taşıyarak aşar. Mezopotamya Çölü savaşta sürülmüş,
öldürülmüş Ermeniler, Türkmenler, Kürtler, Azeriler, Yezidiler, Nasturiler,
Süryaniler, sürüler halinde başıboş köpekler ve kimsesiz çocuklar "ele
güne karşı" aç, sefil ve çırılçıplaktılar. Her defasında oğluna bu eziyeti
vermek istemeyen Hirde Hatun’u ikna etmek hayli zor olur. Akla hayale gelmeyen
zorluklar ile karşılaşırlar. Ve uzun bir zaman sonra parasızlık da aileye o
nahoş yüzünü gösterir. Elde avuçta bir şey kalmamıştır. Bunun üzerine Yaşar
Kemal’in annesi büyük bir aşiretin mensubu olan kardeşlerinin düğünde hediye
ettikleri kemerini çıkarıp, Sadık Beyin ayaklarının önüne atar.
“Al bunu sat. Bu bildiğin gibi
çok kıymetli bir kemer. Bunu satarsak bizi bir süre idare eder.” Sadık Bey;
“Hayır… Hayır, bunu alamam. Bu
senin kardeşlerinin armağanı. Bunu asla kabul edemem. Başka bir çare bulmamız
lazım.” Kabul etmeyip almamakta dirense de, karısının ısrarı üzerine kemeri
alıp, yol boyunda o bölgede bulunan varlıklı bir beye götürür. Bey kemere bakar
ve kemerin çok kıymetli olduğunu bunu karşılayacak kadar varlıklı olmadığını
söyler. Ama belki az ileride bulunan Hurşit Beyin bu kemeri almaya gücünün
yeteceğini hatırlatır. Bunun üzerine Sadık Bey kemeri aldığı gibi soluğu Hurşit
Beyin konağında alır. Hurşit Bey çevrede oldukça sevilip saygınlığı olan
biridir. Hurşit Bey de kemere bakar ve gözleri fal taşı gibi açılır.
“Bak evlat, bu kemer öyle sıradan
bir şey değil. Bu paha biçilmez değerde, çok kıymetli bir kemer. Değil ben,
İstanbul’daki çok zengin beyler dahi bu kemeri alamazlar. Kimsenin gücü yetmez.
Ama darda olduğunuzu görüyorum. İsterseniz ben size iki kese altın vereyim, ne
zaman paranız olursa gelip, kemerinizi geri alın.” der ve Sadık Beye
altınlarını verir. Tam gitmek üzere ayağa kalkan Sadık Beye Hurşit Beyin karısı
da bütün sevecenliği ve yüzünde tatlı bir gülümseme ile bir kese daha altın
getirip verir. Artık karada ölüm yoktur. Hurşit Bey oturup bir mektup yazar ve
Sadık Beye;
“Bu mektubu al. Kadirli’de İskân
Komisyonu başkanı olan Karamüftüoğlu Arif Beye ver. Benim gönderdiğimi söyle. O
sana gerekli yardımı yapacaktır.” Sadık Bey oradan çok mutlu ayrılır. Hızlı
adımlar ile yürüyüp kervanına yetişip, karısına müjdeyi verir. Ve kervan yeniden Kadirli’ye doğru yola
koyulur.
Kadirli'ye doğru yol alırlarken,
Sadık Beyin sırtına ilişen annesi Hirde Hatun çimlerin arasında iniltili bir
ağlama sesi duyduğunu ve oğluna gidip, bakmasını söyler. Sadık Bey gidip bakar.
Yaralı bir bebeğin otların arasında ölmek üzere olduğunu görür. Bebek yara bere
içindedir ve yaralarına kurtlar üşüşmüştür. Bebeği alıp, bir güzel sıcak sular
ile yıkarlar. Hirde Hatun bebeği bütün kurtlardan tek tek arındırır. Buldukları
otlardan ilaçlar yapar. Bebeğin yaralarına merhem olarak sürer. Yusuf adlı bu
bebeğin tedavisi için üç gün boyunca yollarına devam etmezler. Bebeği de
yanlarına alıp, yola tekrar koyulurlar.
Sonunda Kadirli'ye geldiklerinde,
Sadık Bey ilk iş olarak Hurşit Beyin mektup yazdığı Karamüftioğlu Arif Beyi
gidip, bulur. Arif Bey, Sadık Beyi çok iyi karşılar. Kendisine kahve ikramında
bulunup, çok içten davranır ve yanı başına oturtur.
“Hey.... Bre Sadık Bey, biliyor
musun? Sen var ya sen, benim yanımda çok kıymetlisin. Çünkü seni bana, dağ gibi
kükreyen arkadaşım, kadim dostum Hurşit Bey gönderdi. Sana Kadirli’deki
Şemail’in en güzel konağını ve en güzel tarlalarını vereceğim. Bu konakta
oturacak ve bu yörenin en verimli topraklarını sürüp, ekeceksin. Daha ne
istiyorsun. Sen Allah’in en sevgili kulusun.” Sadık Bey yüksek sesle;
“Hayır, istemem.” diye bağırır.
Arif Bey şaşırır, kulaklarına ilişen sert sözcüklere inanamaz.
“İstemiyorsan bana Hurşit Beyin
mektubunu ne diye getirdin? Yanıma niye geldin, Allah’in kıllı vahşi kürdü.
Söyle bana be adam?” diye hiddetlenip küplere biner.
“Anam Hirde dedi ki; yuvasından
atılmış bir kuşun yuvası başka kuşa hayır etmez.
“İyi ama onlar kuş değil ki,
onlar Ermeni.
“Hayır… Hurşit Beyim, onlar Kuş.”
“Ermeni”
“Kuş” diye karşılıklı atışırlar.
Hurşit Bey yumruğunu havaya kaldırıp, sallar.
“İşte böyle olur, Hurşit Bey.
Bilip bilmeden, elin ne idüğü belirsiz vahşi Kürdünün eline bir mektup
tutuşturup, bana yollarsın öyle mi. Bak gördün mü, adam beller, adam yerine
koyarsın. O da tutar aynen böyle yapar işte.”
Daha fazla hiddetlenen
Karamüftioğlu Arif Bey iki jandarma istetip, Sadık Bey’i Hemite Köyüne
götürmesini emreder.
Hemite Köyü Yaşar Kemal’in deyimi
ile “bol kayalıklı ve bol insanlı” bir yerdir. Buradaki Türkmenler bu garip
Kürt ailesini bağırlarına basıp, çok insani karşılarlar. Luvan aşiretine bağlı
bu ailenin bütün eksiklerini el birliği ile bir çırpıda giderirler. Ardından da
bu garip aileye, yörede “huğ” denilen kamıştan bir kulübe yaparlar.
Zaman her zamanki gibi, berrak
bir su misali akıp, geçer. Tahminen 1923 yılında Sadık Bey ve karısı oğulları
Yaşar Kemal’in doğumu ile büyük bir sevince boğulurlar. Karı koca
mutluluklarından oğulları için yedi tane kurban kesip, Hamite’de kardeş olarak
gördükleri Türkmen köylüleri ile birlikte büyük bir şölen ile kutlamalar
yaparlar.
Yaşar Kemal dört yaşına geldiği
zaman baba Sadık Bey her baba gibi oğlu ile büyük bir gurur duyar. Onu gittiği
her yere beraberinde götürür. Evlatlığı Yusuf da büyüyüp on altı yaşına gelir.
Yaşar Kemal kendisine Yusuf ağabey diye hitap eder ve büyük bir kardeşi olduğu
için kendisini oldukça güvende hisseder. O da ağabeyi ile gurur duyar.
Sadık Bey bir Cuma günü artık
dört yaşına gelen oğlunu da yanına alıp, camiye gider. Bütün Hamiteliler
camidedirler. Baba oğul da arka sıralarda bir yer bulup, saf tutarlar. Oğul
Yaşar Kemal babasını büyük bir merakla taklit eder, O oturduğu zaman oturur,
kalktığı zaman kalkar, ellerini belinin altında özenle kavuşturur, secdeye
varır ve dua okuyormuş gibi dudaklarını ustalıkla kıpırdatır. Sadık Bey sağına
selam verirken, oğlu da Onu taklit etmeye devam eder. Tam bu sırada arkadan
namazdaki insanların üzerinden atlayarak gelen bir genç elindeki kara saplı
hançeri bir anda Sadık Beyin kalbine saplar. Bu vahşete çocuk gözleri ve yüreği
ile şahit olan Yaşar Kemal olduğu yerde korkudan dona kalır. Büyük bir panik
yaşanır, ama bu arada Sadık Beyin beslemesi, evlatlığı Yusuf çoktan
sıvışmıştır. Sadık Bey camide namaz esnasında, kardeşleri olarak gördüğü Hamiteli
Türkmenlerin gözleri önünde kanlar içinde gözlerini yumar. Bu vahim olayın
ardından, yazar duyduğu korkunun etkisi ile yaklaşık on iki yaşına kadar
konuşmakta zorlanır.
Sadık Bey, oğlu olarak gördüğü
Yusuf’u yıllar öncesinde ölmek üzere iken bulmuştur. Yusuf’u büyük bir itina
ile Onu tedavi edip, adeta küllerinden yeniden doğan bir Zümrüdü Anka kuşu gibi
hayata döndürmüştür.
Bu denli ulvi bir insanlık ile
hayata kazandırıp, büyütüp, büyük emekler verdiği evlatlığı Azrail olup, babası
yerindeki Sadık Beyin hayatını elinden alır. Yaşam bu kadar acımasız mıdır? Günlük
hayatta da pek çoğumuzun bir insanı hayata, insanlığa kazandırmak için canımızı
dişimize takarak, büyük özverilerde bulunduğumuz kişilikler, kimi zaman insanı
besleme Yusuflar gibi hançerleyerek veya manevi tahribatlar yaratarak ölümden
daha kötü kılabiliyor. Keşke yapılan bütün iyilikler, iyi ve doğru kişiliklerde
yerini bulsa. İnsanlık adına yapabildiklerimizden dolayı insani yüreğimizi güzelce
sıvazlayıp, bir rahatlama ile mutlu olabilsek. Küllerden büyük insanlıklar
çıkarabilsek. İyi insan olmanın gereği, bütün olumsuzluklara rağmen, “iyilik
yapıp denize atmaya” devam. Kim bilir, belki de “balık bilmezse, halikin
bilmesi” umuduyla. İyilikleriniz “enseyi karatmaya” gerek kalmadan; Hemite
Köyünün kayalıkları ve insanı gibi bol olsun.
*Kaynak : Alain Bosquet – “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor.”
Yapı Kredi Yayınları
Amsterdam, 2 Ocak 2017