27 Şubat 2018 Salı

SEVGİLİ









SEVGİLİ

Görünen o ki; ölümün adamları yeniden kanın ılgıt ılgıt aktığı bir savaş çıkaracaklar. Hava koyu puslu. Canavarlar sivri dişlerinin arasından salyalarını sala sala cirit atıyorlar.  Kardeşi kardeşe kırdıracaklar yani. Bıyıkları yeni yeni terlemiş gencecik ömürleri, bir sinek gibi ölmeleri için zorla cephelere sürecekler. Sevgili eli tutacak titrek ellerine kan kusan soğuk silahları tutuşturacaklar. İşte düşman orada deyip kardeşlerinin üzerine salacaklar. Buyruklar bıçak misali keskin ve kesin. Hedef gösterecekler. İşte düşman! Sevgili durma, gel.

Şehirlerde, dağlarda ve ovalarda tanklar, tüfekler, mavzerler, şarapneller, mayınlar ve bombalar art arda patlayacak. Yüreklerin kulakları vurdumduymaz olacak. Elma aromalı gazlarla on binlerce insanı bir anda zehirleyecekler. Metalden devasa ölüm kuşları attıkları ağır bombalarla dünyayı yerle bir edecekler. Misket bombalarını canlıların başlarına yağdıracaklar. İnsanlık bir anda elden kayıp gidecek. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, gençler; yani insanlar hiç uğruna ölecekler. Masumların kolları, bacakları, başları kopacak. Yoksulları büyük bir ölüm korkusu alacak. Duyguları, aşkı ve sevgiyi yok edecekler. Hayatlar son bulacak. Daha çok da güzelken, toyken, telli duvaklı gelin çağındayken, gencecikken, dolanı dolanı taze bir sarmaşıkken, dal gibi incecikken. O nedenle, sevgili artık gel.

Hayata incelikler katma yoksunları, kin ve nefret kusuyorlar. Oluk oluk al insan kanı akacak. Evler yıkılacak, insanlık molozların ve beton yığınlarının altında kalacak. Bağlarımız, bahçelerimiz ve bostanlarımız talan edilecek. Kuşların, böceklerin ve her türlü canlının yuvaları başlarına yıkılacak. Çiçekler koparılacak, çimler ezilecek, ormanlar yanacak, bütün canlılar nefessiz, aç ve susuz kalacaklar. İnce belli karıncalar telaşla yerin alabildiğine altına çekilecekler, tavşanların ödleri kopacak, küçük dillerini yutacaklar. Kelebekler olanca albenileri ile kanat çırpamayacaklar. Kirpiler gül yüzlerini saklayıp dikenlerine kapanacaklar. Gel derim sevgili gel.

Geniz yakan barut kokuları saracak dört bir yanı. Yeryüzünün göz kamaştıran alının allığı, morunun morluğu kalmayacak.  Çocuklar yok olacak. Çelik çomak, saklambaç ve seksek oyunları yarım kalacak. Oysa yüreklerine doldurdukları güneşi selamlıyorlardı gök gözlü çocuklar. Bütün kalbimle gel diyorum sevgili gel.

Gelirsen, yeniden allı yeşilli bahar gelecek. Hayat, her şeye rağmen bütün güzellikleri ile kaldığı yerden devam edecek. Bilinen halk türküsü devam edecek. "Gel gidelim bahçeye loy, sen gül topla ben seni." Sevgililer uzun uzun koklaşacaklar. İpek mendiller verilecek bergüzar. Ağlayanlar gülecek. Yeniden maniler yakılacak. Başı ve sonu olmayan kardeşlik halayları çekilecek. Zılgıtlar kulakları sağırlaştıracak. Yar dizi yine yumuşak ve sıcacık kalacak. Sevdalıların gözlerinin içi gülecek. Ölümden beter hicran sona erecek. Rüyalar bölük pörçük kalmayacak. Kâbuslar görülmeyecek. Anneler şefkatle yavrularının başlarını okşayacaklar. Yarpuzlar, domatesler ve fırından yeni çıkan ekmekler mis gibi kokmaya devam edecekler. Nergisler, çiğdemler korkusuz açacaklar. Arılar çiçekler arasında tozları taşıyacaklar. Ne olursun sevgili gel.

Altı yaşındaki Suna işinden dönen babası Salih’i öpücüklerle karşılayacak. Sevinç ve coşkuyla ellerini çırpması yarım kalmayacak. Kucağına atlayacağı babası yaşamaya devam edecek. Küçük Suna’nın açtığı kolları boş kalmayacak. Bizim de göğümüzde güneş ol. Sevgili iş işten geçmeden, geç kalmadan gel.

Kurtlar, kuşlar ve börtü böcek insanlarla aynı dünyayı paylaşılıyor olmaktan kendilerinden hicap edecekler. Anneler dizlerini dövüp biçare yitirdiklerine ağlayacaklar. Zeval bulasıca, zayıf canavarlar kazanacak. Savaş naraları atılacak. Özgürlük ve kardeşlik çıraları yerlere atılıp söndürülecek. Reva görülen, zehir zemberek, cehennemi aratmayan bir hayat. Haramilerin, bezirgânların elinde halk inim inim inleyecek. Cihat çağrıları dinmeyecek. Tiratların ardı arkası kesilmeyecek. Ve tonlarca uzun kuyruklu yalan. gel olmaz mı? Sevgili gel!

Mehteranlar bir sağa bir sola dönüp davullarını dövecekler. Fakirler kardeş savaşının en ön saflarında yer alacaklar. Varsıllar teraslarında şampanya kadehlerini keyifle tokuşturuyor olacaklar. İnsanlık onuru ayaklar altına alınacak. Silah tüccarları kasalarının kapılarını kapatmakta zorlanacaklar. Huşunet kazanacak. Başımızda bitler palazlanacaklar. Semalarımızda bayrakları dalgalanan zulüm diz boyunu aşacak. İnsanlarımız üryan ve malamat. İrademiz dumura uğrayacak. Kemikleri bir bir sayılan fukaraların sırtında kırbaçlar şaklayacak. Ömrübillah sefalet. Halimiz hayli yaman. Gelmemezlik etme ey sevgili, yalvarırım gel.

“İbrahim, Kemah’ın Çit köyünde kasketini afili yıkıp kaşının üstüne, eşeğine yan binecek. Bir günün beyliği beylik deyip, boz kulağı anırta anırta, ayaklarını sallaya sallaya köyünden içeri girecek. Belki ona da Şahmaran’ın da bağı var diyecekler. Evdekiler zaten paçanın kokusunu çoktan almış olmalılar. Yılmaz beklediği şehir ekmeğini iştahla bölüp yiyecek.” İbrahim’in mütevazi hanesinde de kendilerince erinç içinde bir yaşam olacak. Olur ya, ihmale getirip gelmemezlik edersen, gülün cehennemi cennet yeryüzünde yaşanacak. Her şey, bil ki Kemahlı şairin dediği gibi “kirtim kirt” olacak. Yollarına kırmızı halılar serdik. Mis kokulu güller serpiştirdik. Umudumuz suyunu çekmeden, de hadi gel sevgili gel!

Amsterdam, 27 Şubat 2018



25 Şubat 2018 Pazar

AŞK





AŞK
“Dedikodu
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpegündüz?
Melahat'i almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galataya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikâyesi? 
Orhan Veli”
Bu fani dünyada Süheyla’ya vurulduğu söylenecek en son insan benim. Yok öyle, benim Süheylalara durduğum yerde vurulmuşluğum. Vurulmuşsam da ben “Kum Kent Öyküleri’nin” kahramanlarından bir tek Kör Zewe’nin vurgunuyum. Bana her biri “tuh tuh kırk bir buçuk kere maşallah” oğullar-kızlar doğuran namı diyar Kör Zewe’ yedir, benim gem almaz-dizginsiz vurgunluğum. Aman Tanrım kimleri doğurmadı ki bana, güzeller güzeli Kör Zewe. Kocaman kabak kafalı (Qaf Kündır) Aydınlar, gerçekten de güzelliği, aklı ve zekâsı ile kırk bir buçuk kere maşallah diyeceğim Muazzez hanımlar, Kel Mıstolar, Sağır Mineler ve kara-kuru ama Sexy Bilolar doğuran bir kadındır, "dili mercan, dizi mercan, dişi mercan" benim vurgunu olduğum dillere destan Kör Zewe. Ben onun vurgunu olmayayım da, şaşırıp kimlerin olayım dersiniz? Bana ne Süheylalardan. Tanımam etmem. İsteyen buyursun vurulsun. Ama ben almayayım. Onun için derim ki; geçin bunları, anam babam geçin bir kalemde.
Hele Eleni’yi öptüğümü zaten kimseler asla söyleyemez. Olur ya, dedikodusu da yapılsa kimsecikler inanmaz. Ne diye öper benim gibi dini bütün bir adam, elin Rumunu. Yok, anam babam yok olmaz öyle bir şeycikler. Geçin bunları bir kalemde. Gerçi Rum kızlarının pek bi güzel olduğu söylense de, yok vallahi de billahi de öpmedim gençliğimde, öpemedim yaşlılığımda. Ne Yüksek kaldırımlarda, ne de alçak kaldırımlarda. Ne gece ne de güpegündüz yoktur kimseleri öpmüşlüğüm. Bizim için kendi yârimizin, yani Kör Zewe’min al yanağı kutsaldır. Bunu bilir bunu söylerim. Başkaca da ne diyebilirim ki, o benim tek aşkım. O nedenle tek kalemde geçmek lazım bütün bu ayyuka çıkan dedikoduları.
Melahat’ı falanda alıp bir yerlere gitmişliğim olmadığına, bunca anlatımımdan sonra; sanırım sizler de elinizi vicdanınıza usulca götürüp kanaat getirmişsinizdir. Allah kuru iftiradan saklasın. Olsa olsa sadece Kör Zewe’ yi alıp Pur Yaylası’na veya en fazla yanı başımızdaki Kaman ilçesine götürmüşümdür. Zaten resmimize dikkatle bakanlar, böyle bir şeyin olmayacağını çoktan anlamışlardır. Çıkan dedikoduları duymazdan gelin, ne olur. Biraz olsun hatırım varsa, bütün bu çalkantıları kulak ardı edin lütfen. Sonradan anlatmama gerek kalmadan, şimdi peşinen anlatayım. Yok, anam babam yok böyle bir şey. Eloğlunun ağzı un çuvalı değil ki, büzüp bağlayayım, bundan gayrı olur olmaz lakırdıları sarf etmesin diye.
Galata’ya falan dadanmışlığım da olmamıştır. Galata’nın nerede olduğunu dahi bilmem. Sonra kafa çekmelerim falan hiç olmamıştır. Bu da külliyen yalan. Allah’ın hiçbir kulu çıkıp da kafayı çektiğim gibi bir iftirayı veya yakıştırmayı bana yapamaz. Beni bilen bilir. Ben de ne yaptığımı ve kim olduğumu çok iyi bilirim. Demem o ki; geçin derim bütün bunları, geçin hem de bir kalemde. Çünkü ben kime aşık olduğumu biliyorum. Tanrı şahidimdir o da biliyor. 
Hele tramvayda birilerinin bacağını mı sıkıştırmak. Töbe haşa. Ne gençliğimde, ne de yaşlılığımda böyle bir şey zinhar olmamıştır. Bizim Ankara’da tramvay bile yoktu. Hoş şimdilerde de yok ama olsa da ne diye elin kadının bacağını sıkıştırayım. Acır elbette. Yazıktır, günahtır. Hem de tramvayda. Bir kez daha külliyen yalan diyorum. Bakın bir kez daha bakın resmimize, benim Kör Zewe’me olan aşkımı benim ona sarılmamda göreceksiniz. Nasıl da gülü gülüveriyor Kör Zewe’min yeşil, yosun, mavi, kestane, ela, siyah gözlerinin içi. Nasıl desem aşk böyle bir şey işte. Aşk olunca insanın gözü gönlü yalnızca vurulduğunu görür oluyor. Ondan gayrısına gözü de ferman dinleme özelliği olmayan gönlü de körleşiyor. Siz siz olun mademki davet edilmediğiniz halde, gelmek durumunda kaldığınız bu fani dünyada, son nefesinize kadar aşkı tadın ve bütün hücrelerinize kadar yaşayın. Duygu yüklü kalbinize kovalar dolusu aşk doldurun. Bütün benliğinizle sevin sevilin. Aşkı yaşamak isteyenlere de elinizden geldiğince yardımcı olun. Yollarını açın. Var olan kar veya benzeri engelleri bir çırpıda küreyin, gitsin. Sevapların en büyüğüne girersiniz.
Yemin billah Mualla’yı falan sandala atmışlığım da yoktur. Evet, bir sandala atmışlığım vardı günün birinde. Bir defasında Ankara Gençlik Parkı’nda, kem gözlerden ırak, vurgunu olduğum Kör Zewe’ yi sandala atıp, bir sefa sürmüşlüğüm elbette olmuştu. Önce bir semaver dolusu nar kırmızısı çayımızı içtik. Çekirdek çitledik. Ve sonrasında da, bizim de bir sandal sefamız olmuştu. Yıllar- yıllar önceydi. O gün söylediğim şarkıyı bugünmüş gibi hatırlıyorum. Sanat güneşimiz Zeki Müren’den öğrenmiştim. “Gözlerin bir içim su” adlı bir şarkıydı. “Aman güzelim, canım güzelim. Ben sana yanmışım. Yeşil gözlerine, şirin sözlerine hep aldanmışım.” Kör Zewe’min o çekik gözleri her ne kadar yeşil olmasa da, insan aşığı olduğu, derinine durduğu gözleri; yeşil, mavi, siyah, ela kestane ve nasıl görmek isterse öyle görür oluyor. Bence siz bu sandal hikâyesi ile karıştırmış olmalısınız. “İnsan beşer, kuldur şaşar.” derler. Sanırım siz bu konuda da yanıldınız. Üzgünüm. “Ruhumda hicranı” şarkısını ne ben, ne de biricik yârim Kör Zewe bilir. 
Geçin bütün bunları. Size diyeceğim açın gözlerinizi de bizim aşkımızı görün. Bastırmasanız, gurur meselesi yapmasanız, belki sizin içinizdeki dürtüler de ayağa kalkar. Sevin, sevilin. Sevgi fukarası olmayın. Sevdiklerinize sevginizle dokunun!
Amsterdam, 24 Şubat 2018

17 Şubat 2018 Cumartesi

ŞEKER






ŞEKER

         Kömür karası suların yıllar yılı indiği yorgun-emektar ayaklarını dinlendirmek üzere rastgele uzattı. Sonrasında ayakları üst üste gelecek şekilde, yemek yiyeceği masanın altındaki boşluğa dizlerini özenle yerleştirdi. Uzun ve boğumlu parmaklarını birbirine geçirip, tek bulutun olmadığı gök mavisi gözlerini tatlı bir edayla kırpıştırıp etrafına bakındı. Bir başına ve memleketinde çokça esen kuzey rüzgârları gibi alabildiğine yorgundu. Ütülü siyah kumaş bir pantolonun sarmaladığı uzun bacaklarını biraz daha ileri doğru uzatsa, ayakları masanın dışına taşacaktı. Dizlerine doğru apansız harekete geçen kan ile birlikte, ürperti halinde bütün bedeninde huzur veren bir rahatlama hissetti. Gülümsedi.
         Her halinden gerçek bir beyefendi olduğu belli olan adam, adının Fred olduğunu söyledi. Bir hayli ilerlemiş olan yaşı rakamlara döküldüğü zaman, hatırı sayılır bir büyüklükteydi. Bugüne değin zamana art arda bir hayli çentik attığından, düz saçları kar beyazıydı. Çehresi biçimli ve güzel olduğu gibi, aynı zamanda insanın içine huzur veriyordu. Tam bir şekerdi.
         Yavaş adımlarla restorandan içeri tatlı bir gülümseme ile süzüle gelmişti. Beyninin buhuru hala gençliğindeki gibi sönmek nedir bilmeden ak saçlarının arasından tütmeye devam ediyordu. Bulduğu en yakın boş masaya el yordamı ile yerleşmesinin ardından, gözlerini hafifçe belertip kendisine yardımcı olacak garsonu arandı. İçerisi kalabalık, fonda caz müziği ve yoğun uğultu halinde hararetle konuşan şen şakrak yemek yiyen, kadeh kaldıran, kahkahalar atan, hoş sohbet insanların sesleri birbirine karışıyordu. İnsan olabilmek müthiş güzeldi.
         Çok geçmeden derin gamzeli, yirmili yaşlardaki genç garson kızla göz göze gelmiş ve şu an oturduğu iki kişilik masaya yönlendirilmiş, hal hatır sorulmuştu. Belli ki mekânın saygın ve devamlı gelen “şeker” müşterilerindendi. Şekerdi o.
         Ceketinin cebinden yuvarlak camlı gözlüklerini çıkarıp taktı. Masanın kenarına usulca iliştirilen menüyü dikkatle gözden geçirdi. Çok geçmeden; garson kızla karşılıklı, sırayla bakışmalar halinde siparişini verdi. Hafiften titreyen elleri ile kremalı, tabakta minik turuncu bir gölet görünümündeki kabak çorbasını içmeye başladı. İki kaşık aldıktan sonra masada küçük cam vazodaki kırmızı laleleri incitmeden okşadı. Laleler onu çok eskilere zoraki götürdü. Laleler güzeldi.
         Kız kardeşi Betty ile hayatta kalmalarını aslında bu lale soğanlarına borçluydular. İnişli çıkışlı kıvrımlı yer kabuğunda birbirinden güzel sayısız çiçek hayat bulmasına rağmen, lalelerin onun hayatındaki önemi bir başkaydı. Bütün çiçekler güzeldi.
         Çorbasını içmesinin hemen ardından gamzeli garson, göz hapsinde tuttuğu Fred Beyin masasından boş çorba tabağını aldı. Fred Bey bir baş eğimle teşekkür etti. Daha sonra garson kızı yanına çağırdı.
         “Çok güzeldi. Bayıldım çorbaya. Aşçıya komplimanlarımı iletir misin, lütfen? Teşekkür ederim.”
         “Biz teşekkür ederiz efendim.” Çorba çok enfesti.
         Dönüp içindeki yola baktığında her defasında bu denli ince uzun olmasına şaşmadan edemiyordu. Babası Hugo İkinci Dünya Savaşında Hitler’e karşı yeraltı örgütünün bir neferi olarak direnişin en ön saflarında yer alan bir kahramandı. Uzun yıllar kavga arkadaşları ile verdiği mücadelenin ardından, hain bir pusuda hayatını kaybetti. Onu ve kız kardeşi Betty’i annesi bin bir zorluk ve tehlike içinde büyüttü. Kış aylarında yorganların altında yaprak gibi titreyip birbirlerine sarılmakla geçirdiler. Giyecekleri paramparçaydı. Savaş dolayısı ile her şeyde olduğu gibi yiyecek sıkıntısı da çok büyüktü. Savaşın getirdiği kıtlık diz boyuydu.  Çocuklar ve yaşlı hastalar açlıktan kırılıyorlardı. Fred Bey o zamanlar dokuz, kız kardeşi Betty ise altı yaşındaydı. Annesi Hanna bulduğu lale soğanlarını getirip çocuklarına yediriyor, böylelikle onların açlıktan kırılmalarının önüne geçiyordu. Lale soğanlarının tadı önceleri garip gelse de, açlık her şeyin yenilebilir kılıyordu. Doyasıya doymak harikaydı.
         Çok beğendiği kabak çorbasının ardından sipariş verdiği, küçük bir salatanın da yer aldığı, orta derecede pişmiş bifteği de masasındaydı. Normal bir insanın en fazla on lokmada yiyeceği bifteği en az elli parçacığa bölüp ağzına götürdü. Lokmasını her defasında uzun uzun çiğnedi. Belki de; kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, inlerin ve de cinlerin top oynadığı da diyebileceğimiz bir dağ başında da olsa, Fred Bey yemeğini aynı kibarlıkla yiyecekti. Medeni olmanın getirisi buydu, zaman ve mekânın ehemmiyeti hiç olmuyordu. Medeniyet canavar değildi.
         Büyük ve onurlu bir direnişçi olan babası ile her daim gurur duydu. Babasını çok net olmasa da az çok hatırlıyor, o siyah beyaz film kareleri gibi gözlerinin önünden bir silüet olarak gidip geliyordu. Savaş yıllarında gizlice eve gelişleri, kendisini, kız kardeşini ve annesini sıkıca kucaklayışı gözlerinin önünden gitmiyordu. Babası ölmüştü ve onu ne yapsa bir daha getiremezdi. Arkadaşları gibi sakalları çıktığı zaman babasının tıraş sabununu yüzüne sürüp sakallarını kesmedi. Kız arkadaşını evlerine götürüp; "Baba bak bu benim kız arkadaşım." diyemedi. Bunu sadece annesine diyebildi, ama yarım kalan bu duygunun burukluğunu uzun yıllar üzerinden atamadı. Ondan çapkınlık dersleri de alamadı. Baba konusunda bir tarafı hep yarım kalakaldı. Ayrıldıkları zaman nasıl da sıkı sıkıya birbirlerine sarılıyorlardı. Fred babasının gidişinin ardından ağlıyor, günlerce küsüyordu. Annesi de onu duyduğu korku ile susturmak için akla karayı seçiyordu. Babalar ve anneler, varlıkları ile harikulade varlıklardı.
         Fred Bey elindeki kırmızı şarabının son yudumunu, boncuk gözlerini hafifçe kıstıktan sonra alıp, kadehini kenara koymuştu ki, garson kız güzel gülümsemesi ile bir yenisini daha sundu. Bu kadehin restoran sahibinden olduğunu söyledi. Duyduğu mahcubiyetinden yanakları al al oldu. Bir anda nutku tutulur gibi oldu. Ne söyleyeceğini kestiremedi. Barın arkasındaki sarışın genç bir adama uzaktan teşekkür mahiyetinde elini salladı. Ardından da kadehini sarışın adama doğru kaldırdı. Dostluklar güzeldi.
         Eşi iki yıl önce, birlikte el ele girdikleri bütün dünyaya açılan kapının ardında, onu bir kalp krizi sonucu yapayalnız bıraktı. Kalbi paralandı. Kirpikleri yere düştü. Acısı katlanılacak türden değildi. Bugüne değin onsuz ardında kalan iki yılda saniyeler geçmek nedir bilmedi. Bir başına olmak çok ağırdı. Eşi Heleen’in hayali gözlerinin önünden gitmek nedir bilmiyordu. Gurur vesilesi babası Hugo’nun adını verdikleri torununu nasıl da bağrına bastırıyor, ilgileniyor ve arkadaş olup oyunlar oynuyor, minik yumuş ellerini defalarca öpüyordu. Fred Bey onun bu halini hayranlıkla izliyordu. Heleen onun için tabiatın kendisine sunduğu paha biçilmez bir armağandı. Hayata müteşekkirdi. Heleen'i hayatı boyunca el üstünde tutmaya çalıştı. Bir dediğini iki etmedi. Yaşanabilecek en güzel sevgiyi yaşadı ve yaşattı. Aman Tanrım dünyasını nasıl da dolduruyor ve hayatına bin bir çeşitlilikle renk katıyordu. Oysa şimdilerde bıraktığı boşluk katlanılır türden değildi. Yapabildiği tek şey anılara tutunarak yaşamaktı. Evinin her köşesinde Heleen'den bir iz veya hatıra vardı. Elinin değmediği en küçük bir yer yoktu. Duyulan sevgi bitmese, ışıklar sönmeseydi. Hayatı o varken aydınlık ve renkliydi.
         Vestiyerden uzun siyah paltosunu aldı, kırmızı yün atkısını özenle boynuna doladı. Büyük bir bahşişi hak eden garson kız gamzelerini daha da derinleştirip büyük bir gülümseme ile Fred Beyi uğurladı. Velhasıl o; insanlık düşmanlarına karşı savaşmış büyük bir direnişçinin dingin, güzel, dalgın ama imrenilecek oğluydu. O şeker bir ihtiyardı.



Amsterdam, 17 Şubat 2018




6 Ocak 2018 Cumartesi

SOKAKLARIN ADAMI




SOKAKLARIN ADAMI


Amsterdam şehrinin batı kesiminde kenar mahallelerinden birinde yer alan bu küçük meydanda bulunan dükkanlar; her sabah saat sekiz sularında kepenklerini gürültüyle açıyorlar. Bu meydanda, aynı yer ve noktada benim de günlük rutin bir işim var. Büyük bir marketin hemen önünde her zamanki yerimi bir kez daha aldım. Çantama doldurduğum evsizlere ait dergilerden bir kaçını alıp, bir Yunan heykeli misali dikeldim. Bu devasa gezegende üst üste yığılı milyarlarca konutun, dar da olsa bir odacığına dahi başını sokamayan bir evsizim ben.
Oldukça işlek bir market burası. Yüzlerce insan gün boyu bu kapıdan cepleri dolu, elleri boş olarak giriyorlar. Çıktıkları zaman ise bunun tam tersi oluyor. Bu defa cepleri boş, çantaları balık istifi tıka basa dolu oluyor. Neler yok ki bu çantalarda; çikolatalar, bisküviler, meyveler, etler, balıklar, şaraplar, likörler, çorbalar, çoraplar, diş macunları, aklınıza gelebilecek her türlü yiyecekler ve insani gereksinimler. Çok geçmeden her yaştan insan satın alma duygularını bastırmış olmanın mutluluğuyla sıcak yuvalarının yolunu tutuyorlar.
Dergilerimi çıkarıp, bir sevgili misali kucağıma aldım. Kocaman gülümsememi çantamdan veya cebimden almama gerek kalmadı. Çünkü o her zamanki gibi hazır ve de nazır yerli yerine konuşlanmış durumda. Bana kalırsa; şayet bugüne değin benim gülümsememi görmediyseniz inanın çok şey kaçırdığınız anlamına gelir. Yüreğinizin ısınmasından yoksun kaldığınızın göstergesidir bu.
Güzeller güzeli bir sevdiceğim var. Adı Shanti. Barış anlamına geliyor. Adı gibi tam bir barış tanrıçası. Her şeyden önce ve en güzeli kendisiyle barışık. Benim adım ise Orlando (Görüyorsunuz değil mi? Ne kadar da centilmenim. Her zaman olduğu gibi önce bayanlar.) Suriname dilinde parlayan güneş demek. Pek parladığımı söyleyemem ama her daim bildiğim her zaman ve her yerde durmaksızın gülümsediğimdir. Abartı gibi gelecek ama Shanti'm benim uykumda dahi gülümsediğimi, rüyalarımda ağız dolusu kahkahalar attığımı söylüyor. Mutsuz olmam için bir neden göremiyorum. 
Görenler kalın dudaklı büyük ağzımla gülümsememin gökyüzündeki duran ay gibi olduğunu söylerler. Shanti ile her ikimizin anne ve babaları Hollanda'nın eski sömürgelerinden Suriname'dan gelmişler. Bu arada hoş şimdi de ülkemizin bağımsız olduğu söylenemez. Bu da ayrı bir konu.
Her müşterinin markete giriş ve çıkışında başımı büyük bir saygıyla eğer, majestelerine kalın dudaklı kocaman ağzımla daha belirgin gülümserim. Kimisi ya alış verişlerinden arta kalan bozuk paralarla dergi alır. Bazıları ise çantalarında çıkardıkları bir veya iki elmayı, mandalinayı veya bir parça çikolatayı elime tutuşturur. Anlayacağınız herhangi bir evim yok. Yüreğimin ince sızısı, siyah lalem Shanti gibi. Bizim evimiz dünya. Kışları Kızılhaç'a ait evsizler yurdunda kalıyoruz. Havaların ısınmasıyla birlikte her köşe veya kuytuluk bir kovuk bizim için çatısı olmayan, ama deniz mavisi gökyüzünün altında yer alan yuvadır.
Ellerim çok üşür benim. Olmayan evimize varır varmaz üşüyen ellerimi Shanti'nin avuçlarımdan taşan kara diri memelerinde ısıtırım. Güzel Shanti'm benim, ellerim O'nun başımı döndüren memelerindeyken nasıl da kikirdiyor. Sonrasında ellerimi avuçlarını alır ve o büyüleyen nefesiyle, avurtlarını şişire şişire hohlayıp ısıtır beni. Ben de kendisine müteşekkir gülümsememe es vermeden kalın dudaklarımla O'nun vurgunu olduğum bedeninde bir seyahate çıkarım.
Shanti, benim O üşüyen ellerimi fırından yeni çıkmış mis kokulu sıcak iki somun ekmeği gibi olan dolgun memelerinde ısıtırken ben de gülümsememle insanların umutsuz ve mutsuz yüreklerini ısıtırım. Bu ömür törpüleyen olumsuzluklarla yüreklerini tıka basa doldurmamayı yeğlemelerini sağlık veririm. Küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmalarını tavsiye ederim.
Dergi satışım esnasında bir yandan da bildiğim, beni benden alıp götüren jazz parçalarından mırıldanırım. Favorilerim arasında Luois Armstrong ve Ella Fitsgerald var. En sevdiğim şarkı ise, Armstrong'un “What a wonderful word.” Bugüne değin eminim yüzlerce kez dinlediğiniz olmuştur. Zamanınızı alacağım. Bu defaya mahsus bir de benden dinleyin, lütfen! Kabul ettiğiniz için teşekkürler. Çok naziksiniz. Beni kırmadınız. Ama pişman da olmayacaksınız. Koyun şöyle alış verişinizi bir kenara. Gelin şöyle yanı başıma, uzak durmayın. Şimdi can kulağınızla beni dinlemeye koyulun. Sizin de kulağınıza mırıldanayım, pası silinsin. Umarım beğenirsiniz.

Yeşil ağaçları görüyorum, kızıl gülleri de
Sen ve ben için açtıklarını,
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
Mavi gökleri görüyorum ve beyaz bulutları,
Işıkla kutsanmış gün, karanlık kutsal gece
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
Gökkuşağının renkleri ne güzeller gökyüzünde
Ve bir de geçip giden insanların yüzlerinde
Nasılsın diyerek el sıkışan dostları görüyorum.
Gerçekten seni seviyorum diyorlar.
Ağlayan bebekleri duyuyorum, büyümelerini izliyorum.
Hiç bilmeyeceğim kadar çok şey öğrenecekler
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye
Evet düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.”

Hollanda'lılar jazz ve blues müziklerinin kendileri sayesinde ortaya çıktığını söylerler. Onlara göre eğer köle ticareti nedeniyle Afrika'lıları gemilerle silah zoruyla doldurup Amerika'ya götürmeselerdi, biz kara derililer de böylesi hüzün müziklerini yapmayacaktık. Belki de haklılar. Bu konuda bir şey diyemeyeceğim. Ama müzik harika.
Umarım sıkmamışımdır sizi. Müzik başlı başına müthiş bir güzellik demektir. Madem ki bir güzellik var. O halde onu çoğaltmak için paylaşılmalı derim.
İnsanlar beni sıradan bir sokak adamı olarak gördüklerinden beni herhangi bir yere konduramıyorlar. Yerim belli. Ancak sürekli yineleyip durduğum doğal gülümsememi gördüklerinde yanıma yanaşıp bir iki kelime konuşma ihtiyacı duyuyorlar. Övünmek gibi olmasın belki maddi bir yatırımım yok. Ama kendime yaptığım yatırım azımsanacak türden değil. Sohbetlerimizde bir iki kelime derken, yanımdan yarım saat geçtiği halde ayrılmayanlar var. Bu uzun uzadıya yapılan sohbetlerin ardından bu sokak adamının derinliğini görüyorlar. Ayrılırlarken “woow” deyip açık gözlerle uzaklaşıyorlar. Bir sonraki market ziyaretlerinde yanlarında bulunanlara parmakla gösterip, benimle ilgili konuşuyorlar. Derken namım şehrin bu dış mahallesinde aldı yürüdü.
Söylemekte sakınca görmüyorum. Gösterdiğimiz iradeyle gurur duyuyoruz. Yaklaşık üç yıl önce Shanti ile ikimiz de uyuşturucu bağımlısıydık. Bu beladan kurtulmamız gerektiğine karar verdik ve yılmadan birbirimize olan sevgimiz sayesinde başa çıkılması oldukça zor olan bu canavardan yakamızı kurtarmayı başardık. Oldukça zor oldu elbet. Fakat gelinen noktada bedenlerimizi bu illetten tamamen arındırıp, pürü ak eyledik. Uyuşturucu ahtapotunun kollarının bizi bağlamasına izin vermiyoruz artık. Kollarımızla birbirimize sevgi ve ihtimamla sarılıyoruz.
Akşam oldu. Soğuk iyice bastırdı. Belki birazdan lapa lapa karlar yağar. Bastıran karanlığı beyaz rengiyle loş kılar. Kalın dudaklarımın arasında yeni bir jazz şarkısı dökülüyor. Çantamı topladım. Marketin hasılatı kadar olmasa da hatırı sayılır sayıda dergi sattım. Müşterilerden sevimli bir yaşlı teyzenin avuçlarıma bıraktığı narı Shanti'ye götüreceğim. Ellerim ayaklarım iyice üşüdü. Müsaadenizle ben Shanti'me gidiyorum. Isınmam lazım. Sevdiceğimin cenger yeşili gözlerinin içine durmamın vakti geldi. Kalın sağlıcakla.
Shantiii... Sevgilim ben geldim.





Amsterdam, 6 Ocak 2018

10 Aralık 2017 Pazar

MİRİM




MİRİM

Bir çocuğun gözlerinden saçan ışıltıyla, minik avuçlarına doldurduğu harçlığını kumbarasına doldurması gibi, bizler de kanamalı irili ufaklı dost menşeyli yaralarımızı bir bir yüreğimize aktarırız, Mirim!

Çocuğun çınlamalarla kumbaraya düşen her metal paranın sesiyle daha bir umutlu ve mutlu olduğunu, dolu dolu yeni hayallere doğru nasıl da yelken açtığını gözlemlemek, ne büyük bir güzelliktir. Elbette çok iyi bilirsiniz, Mirim.

Onulmaz yeni bir yara daha aktarımıyla naçar kalan insan ise, daha bir mutsuz, umutsuz ve yüreği daha bir zifiri karanlığa gömülür. Sizce de öyle değil midir? Güzel Mirim.

İçinizi; Çingene Ladko tarafından koca bir kazana sürülen kalay gibi, dayanılmaz  bir kavun acısı kaplar. Duyduğunuz acıdan yüreğinizi pır pır çarptığı yerden neredeyse söküp atmak istersiniz, Mirim.

Her yeni yarayla bir o kadar daha küçülür, yok olursunuz. Alabildiğine özgürce uçsuz bucaksız mavi sularda süzüledururken kazara kapıldığı oltanın iğneli ucunda, bir lüfer misali biçare yarasının verdiği sızıyla çırpınır durursunuz, Mirim.

Yapabileceğiniz hiç bir şey yoktur. Hele de en yakınınız  bildiğiniz, dostunuzun ve arkadaşınızın açtığı yaralar ne denli inim inim inletir. Bilirsiniz, Mirim.

Dost bildiğinizin açmış olduğu yaranın sancısı daha bir dayanılmaz hal alır. Bu yok etme misyonlu, bir nevi ihanet acısını yıllar yılı içinizden söküp atamazsınız. Dönüp dolaşıp sil baştan kanamalı yaralarınızla yek başınıza kalırsınız, Mirim.

Yaralarınızı incelemek bir çözüm bulmak gayesiyle, onları laboraturınıza alırsınız. Büyük merceklerin, mikroskopların altında uzun uzadıya incelersiniz. Analiz için arta kalan dostlarınızı çağırırsınız. Bu acının ve kelimenin tek anlamıyla “adama koymuşluğunun” getirisi olan yük ağırlığının tarifi mümkün değildir. Bu benim de malumumdur, Mirim.

Tam olarak ne olduğunu anlatamazsınız. Uğradığınız hayal kırıklığını, sizde bıraktığı kıvrımlı derin izi, sızıyı anlatmaya lügatınız elbette kifayetsiz kalır, Mirim.

Belki de bir duvar çatlağından sızan uğultulu bir rüzgar gibi kulaklarınızı apansız bir türkü tırmalar. Dost yaralarından dolayı duyduğunuz o dayanılmaz acıyı, dile getirmeye, bir nebze de olsa ortaya koymanıza bu türkü size bir çırpıda tercüman olabilir. Bilirsiniz, Mirim.

“Lan gardaş bu nasıl yara?
........................................
Yılan bana, çıyan bana,
Hastir çeker, yılan bana... 
.........................................
Lan
gardaş bu nasıl yara? 
Kanar, her yerinden! 
Dövülmüşüm, sövülmüşüm, kovulmuşum ben, 
Siktir çekilmişim yani, kendi öz yurdumdan, 
Çeker giderim!.. “

Bu türkü imdadınıza hızır gibi yetişir. Yüreğinize durmaksızın bastırdığınız yaralarınızın ne denli acı verdiğini, nasıl da kanamalı olduğunu, sebebiyet verenin ne kadar da yakınınızda olduğunu, düştüğünüz yanılgıyı anlatımınızda ne kadar da yardımcı olacağı naçizane bildiklerim arasındadır, Mirim!

Aynı yaranın verdiği acıyı ülkenizin gidişatının kötü olması, iyi yönetilememesi, bireyi olduğunuz halkın layık olmadığı kültürel, sosyal, ekonomik, eğitim ve diğer değerlerin yoksulluğunu yaşıyor olması da içinizi burkan derin yaralardır. Bilirsiniz, Mirim!

Böylesi bir durum karşısında da adeta isyan eden, kahreden bir kişiliğe bürünür, dört bir tarafı yakıp yıkmak istersiniz, Mirim.

Olmadı rakı muhabbetlerindeki çilingir sofralarına yüreğinizin yara çıkınının düğümlerini titreyen ellerinizle çözer, paylaşmak-anlaşılmak üzere mezelerin yanı başına koyarsınız. Lakin kafalar sermest olsa da, memleketin hali acı belirsizliğini korumaya devam eder. Kişisel acılarınız da yüreğinizdeki ağırlığından hiç bir hafifleme yoluna gitmeden olduğu yerde kalakalırlar, a be canımın yongası Mirim.

Yeşilçam filmlerinde yer alan, dramatik vurulma anını perdeye yansıtma esnasında atılan meşhur nida olan; “yandım anaaammm” yerine tam da bir halk deyişiyle “Lan gardaş bu nasıl yara?” sualini kendi kendinize iniltili bir halde sorar bulursunuz kendinizi, á benim Mirim.

Çünkü siz de sırtınızdan hançerlenmişsinizdir, hem de en yakınınız olduğu yanılgısına kapıldığınız tarafından. Bilirsiniz, Mirim. 

Hayıflanırsınız, kahredersiniz. İnsanınızın eğitim seviyesinin daha çok yükselmesini, güzelliğin, barışın, kardeşliğin, demokrasinin, hak, hukuk, adaletin, insan haklarının ve medeniyetin yaşamınızı idame ettiğiniz topraklarınızda bağdaş kurup rahat oturmasını istersiniz, Mirim.

Anadolu’nun bütün dilleri bir halk türküsünde harmanlansın isterdiniz, Mirim.
Lakin olmaz, canına kurban olduğum Mirim!

Halbuki; çok şey değildir istediğiniz, ki arzuladıklarınız salt insanlarınız içindir. Coğrafyanızda daha çok sanat, müzik, edebiyat, kitap, resim, tiyatro, sinema, opera, bale ve sanatın bütün dalları salkım saçak olsun, insanlar bu güzelliklerden doyasıya faydalansın, kendilerini donatsınlar istersiniz. Bilirim, Mirim.

Devinim halindeki insanınızın tıka basa doluştuğu lokomotifin yönünü her geçen gün güneşe-aydınlığa doğru çevirmesini istersiniz. Bilirim, Mirim.

Ama örümcek kafalı bir demir yolu makasçısı hızlı gidişatı bir hamlede kör karanlıklara doğru yönlendirir mi, yönlendirir, Mirim.

Yaşamınızı sürdürdüğünüz zaman zarfında çeşitli yaralar bir bir sökün eder ve peşinizi gölge misali bırakmazlar. “Ensenizin kararmasını” bırakın bir tarafa, kararan yüreğinizdir. Bilirsiniz, Mirim.

Bütün bu olup bitene karşın, kötü söylemeye varmaz diliniz. Küfür bazında bir isim konduramazsınız, ama olmaz ki, böyle de olunmaz ki derim. Size “siktir çekenlere” adeta “suç benim, günah benim” deyip, sil baştan gönül alır, boyun bükersiniz, Mirim.

Sonunda tıpkı türküde dillendirildiği gibi; siktir çekilir, çeker gidersiniz. Ayrık otu olur, kökünüzden koparılıp yabana atılırsınız. Ve sonrasında fitiliniz söner, bu film de burada biter, Mirim!

Amsterdam, 10 Aralık 2017

12 Ekim 2017 Perşembe

KÜREK MAHKÛMU♂




KÜREK MAHKÛMU♂ 
           Güzeldi o♀. Çok güzel. 
        O♂ olanca benliğiyle öylesine ölesiye vurgundu ki ona♀, şaşar kalır ve ardından siz de aynı şaşılası derecede ona♀ vurulurdunuz. Onun♀ o kısacık, dalgalı, kömür karası saçları ve süzüm süzüm iri kestane gözlerinin tarifsiz güzelliği, inanılır gibi değildi. Dünyaya böylesine farklı olan muhteşem bir güzellik, bugüne değin ayak basmadığı gibi, bundan sonrasında da benzeri bir olasılığı asla olmayacaktı. Kaçamak türden her işveli bakışı; zirveleri karlarla kaplı sarp dağları deliyor, öncesinde Afrika ormanlarında ve çöllerinde dolanıyor, bir çırpıda dünyanın dört bir yanında seyr-i sefer eyliyordu. Bu can alıcı bakışların ardından öyle bir an geliyordu ki; bir anda munis buselerinizi, onun♀ kirpiklerine tek tek kondurmamak için kendi kendinize debelenip duruyor olurdunuz. Hayalle düş arası okşama çabası içinde olduğunuz bakışları gelip; sizin ikircikli ürkek bakışlarınıza kenetleniyordu. Onunla♀ bir tek mevsim yaşanırdı, o da bahardı. 
        Güzeldi O♀. Çok güzel.        
        Onu♂ için bir dua niteliğinde olan sevgilinin, o bahar gülümsemesi; yaşadığımız gezegenin dört bir yanında bütün insanlar ve diğer canlılar tarafından bir anda fark edilip görülebiliyordu. Gamzelerindeki o anlatımı mümkün olmayan tatlı çukurluklara, insanlar parmaklarının ucuyla dokunabilmek için benliklerinden, varlıklarından ve dünyalarından göz açıp kapayıncaya değin vazgeçebilirlerdi. 
        Güzeldi o♀. Çok güzel.    
        Onun♀ tek bir kelime olsun telaffuz etmek üzere biçimli kor dudaklarının her aralanmasında, kar beyazı küçük bir inci gerdanlığı andıran dişlerinin arasından süzülen kadife yumuşaklığındaki sözcükler; şerbet ve bal damlaları olup bulunduğu ortama kır çiçekli hoş kokulu bir hava olup yayılıyordu. Cennet diye tasavvur edilen yer, o an bu dehşetli tadıyla sözcüklerin duyulduğu mekândı. Tarifsiz güzellikte bir hoşluk ve alabildiğine bir büyülenmeyle derdest edilip esir kılınıyordunuz. Ve esaretin tadına doyum olmuyordu. 
        Güzeldi o♀. Çok güzel. 
        Ellerinize, kollarınıza bir daha asla açılmamak üzere üst üste kelepçeler ve paslı prangalar varsın vurulsundu. Özgürlük denilen ve bu durumda gölgede kalan değer biçilemeyen muhteşemlik varsın olmasındı. Ömür boyu kürek mahkûmu olunmalı, onu♀ esaretinde yelkenler fora edilmeliydi. Zümrüt yeşillikler arasındaki bu kuytuluklardaki huzur koyunda; yüreğinizde kımıl kımıl pırpırlar, karnınızda rengârenk kelebekler uçuşsun, başınız sermest olsun, ciğerlerinize çekeceğiniz mis rayiha ile bütün yaşamınız boyunca burada demir atmış olarak, mutlu ve mesut yaşayayım derdiniz. Asude bir yaşantıya doğru kulaç atarsınız! 
        Güzeldi o♀. Çok güzel.    
        Belalı başınızda taşıdığınız kor alevli harelerle; ona♀ hitaben ağzınızdan çıkacak olan bir “merhaba” sözcüğü dahi bir başka olmalı. İçinde bulunduğunuz serçe ürpertisiyle, yüreğinizin en derininden, olabildiğince diplerinden süzüm süzüm süzülmeli, bin bir imbikten geçirilerek bin bir defa damıtılmalı, şeker ve bal katımıyla iletilmeli ona♀. Başkaca da olasılığı yoktu bunun. Kızgın bir yağ misali damla damla eriyerek, şaşkınlıklar içinde kaybettiğiniz kendinizi, tekrar bulmak maksatlı katılmalıydınız ona♀. Zemheride kalmışçasına bir tir tir titremeyle, onun♀ gül dudaklarının arasından çıkacak bir sözcüğü beklemeye koyulmalısınız. Şehrinizin tam orta yerinde, köşelerden birinde sımsıkı ve sımsıcak olanca gücünüzle sarılmalısınız karınca belinden onun♀.
        Güzeldi o♀. Çok güzel.      
  Dünyanın binlerce ton yakut, zümrüt, elmas, pırlanta ve diğer değerli taşları bir köşeciğe üst üste istiflense; onun♀ gözlerindeki bir anlık parıltının yanında oldukça sönük kalırdı. 
        Güller, sümbüller, laleler, menekşeler, papatyalar, çiğdemler, yaseminler, leylaklar, karanfiller ve orkideler onun♀ karşısında el pençe, tozpembe mahcuptular. 
        Şiirler, öyküler, romanlar onun♀ için kaleme alınmalıydı. Şarkılar, türküler, konçertolar ve melodiler onun♀ anlatmalıydı. Davullar, kemanlar, sazlar, utlar, tamburlar, çellolar, arplar ona♀ olan sevdayı dile getirmeliydi. 
        Güzeldi o♀. Çok güzel. 
        Var olan ömrünüz bu güzelliğe bakmakla geçsindi. Dünyayı içten üstünüze sürgüleyip, salt ona♀ baktığınız zaman boyunca edineceğiniz kucaklar dolusu sevapla, Tanrının en sevilen kulu olur, cennetteki yerinizi kolaylıkla garantileyebilirdiniz. 
        Her an kolunuzu o kuğu boynuna dolamak, mümkün olduğu kadar hep yanında-yöresine olmak, gözlerinin derinliklerinde kaybolmak ve o baştan çıkaran sıcaklığını kendi sıcaklığınıza katmak isterdiniz. Var olan onca derdinize – sıkıntınıza devaydı o♀. Tasalarınızın yok oluşuydu O♀. 
        Güzeldi o♀. Çok güzel.      
        Bir ömür boyu yüzü yüzünüzde, gözleri gözlerinizde, nefesi kulağınızın dibinde, sizinle haşır neşir bir halde başı göğsünüzde kalakalsın isterdiniz, lakin kalmazdı. Gözlerinde çekincelerle yüreğinizi kucaklayacak bir hoşluk arardınız. Gözlerini hışımla çevirirdi. Gözlerinin derinliklerinde var gücünüzle kürek çekmek isterdiniz belki de, kürekleriniz kırılırdı. Olduğunuz yerde, dalgaların, fırtınaların arasında kalakalırdınız. 
        Güzeldi o♀. Çok güzel.        
        Onunla♀ su ve toprağın birbirlerine olan yakınlığı kadar yakın olmak istersiniz. Ama payınıza O♀ şiirsel güzelliğe hayli mesafeli düşmek düşer. Yüreğinizde devasa bir burukluk dallanıp budaklanır, inim inim barındırdığınız kırık fay hatları apansız yeniden harekete geçerler. Sevmek ki elbette bir insanın ulaşabileceği en üst merhale, oysa böylesi bir yükseltide de, onun♀ olabildiğince uzağında onsuz♂, hem de biçare kalakalırsınız. Kalbinizi yalayıp geçen, titreten bir hüzün dalgasıyla yek başınıza dolanır, durursunuz. 
        Güzeldi o♀. Çok güzel. 

Amsterdam, 12 Ekim 2017  

  



          

31 Ağustos 2017 Perşembe

KUYRUK



KUYRUK

          Uzun zamandır, uzaktan uzağa, bin bir ihtimamla kollayıp kolaçan ettiğim, rüyalarımdaki ulaşılmaz av nihayet ağzımda. Avımı keskin dişlerimin arasında olabildiğince sıkı tutuyorum. Çok geçmeden ailecek oldukça leziz bir ziyafet çekeceğiz. Şükürler olsun, Tanrı bugün de yüzümü güldürdü. Yıldızlar gibi parlayan gözlerimi mutlulukla kırpıştırdı. Hakkım olan avı; her zamanki gücüm, zekam ve atikliğimle almasını bildim. İştahım adeta bir tavus kuşu gibi kabardı. Ağzımdan salyalar akıyor. İnce, uzun ve biçimli çenemin arasında Camili Köyü’nden Kör Zewe'nin üzerine titrediği, çok kıymetli Mor İbik horozu var. Çok geçmeden, taş çatlasın yirmi dakika sonra Mor İbik'le; değil zil, tam anlamıyla kilise çanları çalan karnımı doyuracağım.
          Mor İbik can havliyle, af edersiniz; kıçını yırtarcasına beyhude “imdat... imdaaat...” diye bas bas bağırıyor. Ortalığı yok yere velveleye veriyor. Kendileri şunu bilmeli ki, benden kurtuluşu yok. Böyle bağıracağını bilsem tek hamlede mor ibikli kafasından yakalardım. Böylelikle “gıkı” dahi çıkmazdı. Bu bana ders olsun. Böylesi cazgır bir horozla ömrü hayatımda ilk defa karşılaşıyorum. Aman Allahım Kör Zewe’nin Mor İbik horozunun canı ne kadar da tatlı. Anlaşılan biraz fazla şımartılmış. Canının tatlılığı zat-ı alilerinin ibiğinin morluğundan mı, geliyor acaba?
          O da ne? Yirmi metre kadar ileride Kör Zewe'nin kocasını görüyorum. Camili Köyünde kimilerinin de Çıtak dediği Heyderi Hecike tüfeğini bana doğrultuyor. Sakınımlı adımlarla, gözlerini belerterek benden yana ilerliyor. Hemen kümes duvarının dibinde soluğu aldım. Heyderi Hecike 'gez-göz ve silme arpacıktan' deyip nişan alana kadar postu deldirmekten kendimi zor bela kurtardım. Korkudan yüreğim ağzıma geldi. Nefes alıp veremiyorum. Dört ayağım birden adeta kötürüm oluverdi. Ama Mor İbik'i de dişlerimin arasında sıkıca tutmaya devam ediyorum. Kendimi bir an önce toparlamam gerekiyor. Bütün gücümü ayaklarıma salıp, her halinden keskin bir avcı olduğu belli olan Heyderi Hecike'nin menzilinden çıkmalıyım. Duvarın dibinden çıkmadığımı görünce nişan almayı bıraktı. Av tüfeğini yavaşça yanına saldı. Kaçmanın tam da anı. Pire gibi bir çırpıda ileri doğru sıçradım. Benim duvar dibinden çıkmamla birlikte, Kör Zewe'nin kocası da tüfeği yeniden bana doğrulttu. Bir el ateş etti. Ama hayli uzaklaştım ve O'nun atış menzilinden çıktım. Mor İbiğin de sesi kesilmişti. Muhtemelen o panikle dişlerimi iyice geçirmiş olacağım ki, o da can vermiş olmalı.
          Hızla yuvama doğru koşturuyorum. Evimiz hayli uzaklarda. Camili Köyü'nün dışında, Qolit Tepesi'nin kuytuluk bir yamacında. Bir civa damlası misali yolumda akıp koşturadururken, ansızın kuyruk kısmımda bir yanma hissettim. Ardımda aynı zamanda bir hafiflik de vardı. Dönüp bakmaya korksam da, merakla baktım. Kuyruğumun yerinde yeller esiyordu. Görünen o ki, Heyderi Hecike'nin av tüfeğinden seken saçmalar kuyruğumu koparmıştı. Bir an durakaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Kuyruksuz bir tilki herkes için alay konusu olmak demekti. Bu halimle karım Maviş'in karşısına nasıl çıkacaktım. Qolit Tepesi'nin maskarası olacak, bütün hayvanlar hep bir ağızdan halime güleceklerdi. Anlaşılan yaranın sıcaklığından, saçmaların değme anını hissedemedim.
          Nihayet yuvama yaklaştım. Kimseciklere görünmemeye çalışıyorum. Kendimden utanıyordum. Karizmam bir gölge misali yerlerde sürünüyordu. Nice kadının hayallerini süsleyen o güzelim kuyruğum Camili Köyü’nde O Kör Zewe'nin kümesinde kalmıştı.
Kuşluk vaktiydi. Yuvamın kapısına gelince ağrı dayanılmaz hale geldi. Kuyruğumu dik tutmalıydım, ama olmayan kuyruk da dik tutulamazdı ki. Kapıda beni karım Maviş, kızlarım Döne, Yeter ve Bese karşıladılar. Ağzımda Mor İbik'i görünce aynı anda arka ayaklarının üzerinde dikeldiler. Ön ayakları ile beni alkış yağmuruna tuttular. Ben çan çalan karnımı unutmuştum. Kuyruğumun yokluğunu göstermemeye çalıştım. Maaile sofraya oturduk. Yüzüme zoraki büyük bir gülümseme oturtmak zorunda kaldım. Kızlarım ve karımın sofradan aç kalkmamaları için dişimi olabildiğince sıkıyorum. Ağzımda bir iki lokmayı yuvarlayıp durdum. İçimde buruk bir mutluluk var. Bir kez daha ailemin karnını doyurmuş olmanın gururu yaşıyorum. Onları şimdiye kadar olduğu gibi kimselere muhtaç bırakmadım, diyerek kendi kendimi avutuyorum. Ama bu defa avlanma bana oldukça pahalıya mal oldu. Deyim yerindeyse, 'ava giderken avlandım.' Ailecek karnımız doydu. Geriye sadece Mor İbik'in gök kuşağı renklerindeki parlak tüyleri kaldı.
          Kuyruk acım yüzüme yansımış olmalı ki, karım Maviş korkuyla yüzüme baktı. Olup biteni anlatmak zorunda kaldım. Kızlarım kuyruksuzluğuma bakıp feryatlarla ağladılar. Çok geçmeden başımdan geçenler bütün Qolit Tepesi diyarındaki hayvan dostlarımız tarafından kulaktan kulağa yayılmayla duyuldu. İlk önce hem kapı komşumuz hem de kadim dostlarımız olan kirpi ailesi Mujik, karısı Tujik çocukları Jüjican, İpek, Zarife ve Kadife geldiler. Tujik çocuklarıyla kır çiçeği toplamışlar. Kocaman birbirinden güzel çiçeklerle bezeli bir buket getirdiler. Üzüntülerini dile getirdiler. Mujik şifalı otlardan yaptığı ve beraberinde getirdiği bir merhemi kopan kuyruğumun yarasına özenle sürdü. Acım biraz olsun dindi. Çaylarımızı yudumladık. Mujik ve Tujik'in gösterdiği yakınlık beni hayli mutlu kıldı. Öyle ki kopan kuyruğumu dahi bir an için unuttum. Müteşekkirdim. Duyduğum minnettarlıkla aniden içimden onlara sarılmak geldi. Hiç beklemedikleri bir anda kollarımın arasında bu değerli dostlarımı sıkı sıkı sarmaladım. Aman Allahım, bu nasıl bir acı? Bütün bedenime yayından kurtulan binlerce ok aynı zamanda saplandılar. Kuyruğumun acısı bunun yanında hiç bir şey değildi. Oysa beni bu konuda daha önce defalarca uyarmışlardı. Kirpilerle dostluk oldukça riskliydi. Acıdan kıvrandım. Tujik nasıl da mahcup olmuştu. Üzüntü ile:
          “Kahrolası dikenlerimiz diyeceğim ama, Allah bizi de böyle yaratmış. Böyle dersem isyan etmiş olurum. Allah’ın gücüne gider. Ne olur Cingöz kardeş kusurumuza bakma. Böyle olacağını bilsek uzak dururduk. Biliyorum canın çok yanmıştır. Her ne kadar ‘gül’ olmasak da, bu durumda şöyle desek yeridir. Kirpiyle dost olan, dikenlerine de katlanmak zorunda kalır.” Bir kez daha dişimi sıkıp acımı saklamak zorundaydım.
          “Ah Tujikciğim, sevgili dostum, üzülme geçti. Evet çok acıdı ama geçti. Ben duygusallığımdan, sürekli sevdiklerime dokunmak isteyen biriyim. İçime güzellikler salan herkese, dayanamayıp hemen sarılıyorum. İyi ki varsınız. Dost olarak verdiğiniz inanılmaz desteğiniz için de ne kadar çok teşekkür etsem azdır. Sizlerle dost olmak bizleri her daim onure etmiştir. Bunu bilesiniz.
          Mujik çay sonrası içtiği beş kadeh rakının ardından çakır keyif oldu. Bu kez de O bana sarılmak istediyse de, kendisinden can havliyle beş adım uzaklaştım. Tujik kocasını zor bela yatıştırabildi.   
          “Sarılacağım da sarılacağım” diye tutturdu.
          Zaman hayli ilerledi. Mujik, Tujik ve çocuklarını evlerine uğurladık. Çok mahcuptular. Kapıdan uzaktan uzağa onlarca öpücük yolladılar. Çocukları ne kadar da hoştular. Vakur birer kişilikleri olan Mujik ile Tujik'i her zaman takdir etmişimdir. Bu güzelim çocuklara iyi bir aile terbiyesi vermişlerdi. Saygıda kusursuzdular. İşin doğrusu ben ve karım Maviş de bu konuda elimizden geleni yaptık, yapıyoruz. Bunun övgüsünü ben yaparsam, elbette ki kimselerin katında yakışık almaz.
          Hala bütün bedenimde acı hissediyordum. O gece güzelce dinlendim. Bundan sonrasında kuyruksuz bir tilkiydim. Her şey olabilirdi, ama kuyruksuz bir tilki olmak, tabiatın kanununa aykırıydı. Geldiğim noktayı tasavvur bile edemiyordum. Bu yeri kapatılamayacak olan eksiklikliğin vermiş olduğu rahatsızlıktan dolayı en büyük desteği canımın içi, bir su damlası güzelliğindeki Maviş'imden alacaktım. Beynimin bütün kıvrımlarında; 'kuyruksuzluğun o dayanılmaz hafifliği' vardı. Gökyüzündeki güneşim olan karım Maviş, gece boyunca beni teselli etti. Nasıl da onca sevgisini dilinden kalbime yağ eyleyip, kaydırmayı ustalıkla biliyordu. Hatta biraz olsun, olup biteni unutmak için güzelce seviştik. Karım benim. Nasıl da her şeyi yerinde ve zamanında düşünürdü. Kuyruksuzluğa rağmen hayat güzeldi. Mavişim ile daha bir güzeldi.
          Heyderi Hecike av tüfeğini sırtlayıp evine döndü. Kör Zewe'nin dolaba sürekli koy-çıkar yaptığı serpme kahvaltıyla karnını güzelce doyurdu. Sonrasında balkonda ayaklarının dibine büyükçe bir bez serdi. Av tüfeğini parçalara ayırdı. Her parçayı güzelce silip yağladı. Heyderi Hecike'yi av tüfeğini yağlarken gören kör Zewe, kocasına alaylı bir edayla yanaştı.
              “Bak hele bak. Sanki büyük bir iş yapmış da, bir tilkiyi dahi on metreden vuramayan keskin nişancı tüfeğini yağlıyor.”
          Heyderi Hecike tüfeğinden birbirine karışarak yükselen yağ ve barut kokularını bir müddet ciğerlerine çekti. Bir taraftan da sinirlerine hakim olmaya çalıştı. Hiç istifini bozmadan arkasına sakladığı Cingöz Tilki'nin alımlı kuyruğunu havaya kaldırdı.
               “Peki buna ne dersin Zewe Hanım. Eğer vurmadıysam bu nedir söyler misin?” Kör Zewe burnundan solumaya devam etti.
               “İyi Heyder Bey tamam. Haklısın. O kör olası tilkinin kuyruğu burada. Peki benim Mor İbik horozum nerede? Söyleyeyim mi? Nerede olacak, kuyruksuz tilkinin kursağında. Ne yapayım bu kuyruğu? Harman yerinde anıran boz eşeğe ikinci bir kuyruk olarak takamam ya!”
          Karı kocanın tartışması köy muhtarı Molla'nın evlerine uğrak vermesiyle son buldu. Molla sunulan nar kırmızısı çaydan bir yudum aldı ve Heyderi Hecike'nin gözlerinin içine baktı.
             “Heyder dün ikindi vakti sizin evin bu tarafında bir tüfek sesi duydum. Hayır ola bir şey mi oldu?” Bu sorunun ardından, Heyderi Hecike ve Kör Zewe'nin serin gölgeli balkonunda büyük bir maceranın sohbeti başladı. Cingöz Tilki'nin kuyruğu elden ele dolaştı. Camililer Cingöz Tilki’nin kuyruğunu görmek üzere Heyderi Hecike’nin evine akın ettiler. Olan Kör Zewe’ye oldu. Kuyruk turizminde her gelen meraklıya çay sunmak zorunda kaldı. Mor İbik'in ise sesi artık duyulmuyordu.


Amsterdam, 31 Ağustos 2017




KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...