KARGALAR
Bir hafta önce yakaladığı ve evinde misafir ettiği minik
serçelerini, derya maviliğindeki gökyüzünde köpüren bulutlara doğru buruk
duygularla birer buse kondurduktan sonra serbest bıraktı. Özgürlüklerine
kavuşan o dört minik serçe, sevinçle bulutlu mavilikte uzaklaştılar. “Cik”
dediler önlerine yemleri, “cik cik” dediler suları verildi ama kısa süreliğine
de olsa tutsaklık onlara göre değildi. Ev sahipleri garip bir adamdı. Serçeler
neden tutulduklarına anlam veremediler. Ama en nihayetinde yine müptelası
oldukları muhteşem semalardaydılar. Sonsuz genişlikteki gökyüzünü kanatlarının
altına alma sevdası ile yanıp tutuşan serçeler, bu boşlukta her daim
süzülmeliydiler.
Musa maviş gülümseyen gökyüzünde birer siyah noktaya
dönüşen misafirlerinin ardından uzun uzadıya bakakaldı. Onları ne yazık ki, bir
daha göremeyecekti. Gözlerini kırpıştırıp çuval dolusu bıyıkları ve kısa bir
sakalla kaplı tombul yüzünü yere düşürdü. Hüzünlüydü. Yalnızlığını misafiri eylediği başka canlılarla gidermek, ona iyi geliyordu. Ayaklarını sürüye sürüye tekrar evine geldi.
İncitmemeye azami düzeyde dikkat göstererek yakaladığı
hayvanları en fazla bir hafta evinde misafir ediyor ve onları uzun süre
alıkoymaya da gönlü razı gelmiyordu. Ona göre doğa ve dünya sadece insanların
değil, bütün canlılarındı.
Köydeki adı Deli Musa idi. Adı deliye de çıksa, o her
türlü hayvan ile dosttu. İnsanlardan çok hayvanlarla haşir neşirliği ve
yakınlığından dolayı, köylüler tarafından da garipseniyordu. Bırakın deliliği,
tam tersine son derece zeki olduğu gibi on parmağında ondan da fazla hüner
vardı. Garip karşılansa da, kimseler ile dostluk kuramasa da, herkesin evine
tamirlere gidiyor, becerilerini kullanarak her türlü onarımda komşularına
yardım ediyordu.
Bir hayvan oteline çevirdiği evinin her köşesinde, doğada
yakaladığı bir hayvanı kısa süreliğine misafir eden Musa’nın yaşı ellilere
vardığı halde bir başınaydı. Adı deliye çıkınca kimseler de ona kız vermedi.
İki yıl önce çok sevdiği annesinin ölümü ile bir başına kaldı. Zaman zaman
yalnızlıktan bunalsa da dönüşümlü olarak değişen misafiri hayvanlar ile
dostluğu daha baskın geliyordu. Annesinin ölümünden sonra her yemek yediğinde
titrek elleri sadece bir tabak ve bir kaşığa ilişti. Bir ikinci tabağı veya
kaşığı alıp yanında birileri için masaya koyamadı. Can dostu olarak gördüğü
hayvanların evindeki mevcudiyeti, insanları arar olmasını gerekmez hale
getirdi. Onlarla ilişkisinde hiçbir fayda görmediği gibi, çok da gerekli
değildi. İnsanlardan incinmiş ve küskündü.
Güneşli bir sonbahar sabahı. Sıcaklık mevsim
normallerinin üzerinde seyrediyor. Yazdan kalma sıcaklarla canlıların ilikleri
ısınıyor. Musa her zamanki gibi yine şafakla birlikte uyandı. Köyün
derinliklerinde traktörle sebze satan bir seyyar satıcının megafondan ciyak
ciyak sesi geliyor. Komşusu Ramazan traktörüne bağladığı mibzerle gıcırtılı
sesler çıkara çıkara tarlasına doğru yola çıktı. Tohum atılan her tarla umut
demekti. “Yağmur yağar mıydı? Tohumu bire kaç atmak gerekiyordu? Gübre ve mazot
bu yıl da artar mıydı?” Kafasında onlarca soru vardı. Elinden gelen başkaca da
bir iş yoktu. Atadan ve dededen kendisine bu miras kalmıştı. O da bunu
sürdürüyordu.
Ramazan traktörün üstünde sıkıca kavradığı direksiyonu
çeviredururken etrafına bakındı. Evinin avlusunda koşuşturan Musa’ya gözü
ilişince gönülsüzce selam verdi. İçinden komşusuna acıdı. Musa’nın babadan
kalma bir tarlası vardı. Onu da ortak veriyor, kıt kanat geçiniyor ve aldığını
da kurda kuşa yediriyordu. Olacak iş değildi. Hangi akla hizmetti? Bilemiyordu.
Elbette bir bildiği vardı.
Musa da selamını aldığı mahiyetinde kafasına bol gelen
şapkasını eliyle tutup başını salladı. Ramazan’ı çok haz etmese de yine de
komşuluğu iyiydi. Uzaktan uzağa da olsa kendisini kolladığını biliyordu.
Aslında uzaktan anne tarafından da akrabaydılar. Ramazan’ın kız kardeşi
Rukiye’yi anasını yalvar yakar gönlünü edip istemeye gitmişlerdi. Annesi Sarı
Sultan’ı ve Musa’nın kapılarının önünde dikeldiğini gören köy muhtarı Mahmut
ana ve oğula bakıp;
“Ne bekliyorsunuz kapımda?” diye elleri arkasında
kızgınca sordu. Musa’nın annesi bütün cesaretini topladı ve kısık bir sesle meramını
dile getirmeye yeltendi.
“Şeyyy…. Musa Ağam biz hayırlı bir iş için gelmiştik.”
Muhtar Mahmut hakaretler ve usturuplu küfürlerle evine girip kapısını hızla
çarptı. Çok aşağılanmışlardı. Musa ve annesi Sarı Sultan kapalı kapının önünde
adeta birer noktaya dönüştüler. Dilenci muamelesi görmüşlerdi ve bu
yenilir-yutulur türden bir şey değildi. Onurları yerle bir edildi.
İçinde bir mangal gibi bir şeyler alev alev yandı.
O gün bugündür Musa insanlara
doğru açılan bütün kapılarını sıkıca kapattı. Olmadı hepsini kilitledi ve
anahtarlarını da derin kuyuların dibine attı. Bir daha da açmaya yeltenmedi.
Yüreğini taze bir sarmaşık gibi dolamaya başlayan sevdasının köklerini kırptı.
Oysa o Rukiye'yi ne çok sevmişti. Sevdasını yüreğinin olabildiğince derinine
gömdü. Tez elden unutmak için doğadaki diğer canlılar ile sıkı bir dostluğu
seçti. İnsan bildikleri onu insanlardan soğuttu. Böylelikle hayvanlara daha
yakın oldu. İnsanlardan ise kaç yıldır uzaktı? On mu, yirmi üç mü, yoksa yüz
yirmi üç mü? Hesaplayamıyordu!
Tavşanlara, güvercinlere, kekliklere, kedi ve köpek
yavrularının yiyeceklerini ve sularını verdi. Kafeslerini temizledi. Her
hayvanı büyük bir şefkatle sıvazladı, sevdi. Hepsinin tek tek hatırını sordu ve
onlarla konuştu. Kedi ve köpekleri kalıcı misafirlerdi. Bu konuklarını
diğerleri gibi kafeslerde tutmuyordu. Onlar evinin avlusunda diledikleri gibi
dolaşıp, önlerine konulan yiyecekleri yediler. Kafalarına göre takılıp
birbirleri ile oynadılar.
Serçe cıvıltıları olmadan
gözüne uyku girmiyordu. Şimdi başka serçeleri konuk etmenin zamanı gelmişti.
“Kasnak” denilen büyükçe bir buğday eleğini aldı. Metrelerce uzunlukta bir
misina ipini kasnağın kenarındaki delikten geçirip bağladı. Daha sonra cebine doldurduğu
buğday tanelerini avuçlayıp dik durumda bahçesinin içinde oturttuğu kasnağın
önüne serpiştirdi. Bir odun parçasına doladığı misinayı aça aça taş örme
duvarın ardına saklandı.
Serçelerin gelmesini beklemeye koyulduğunda her defasında
olduğu gibi içini büyük bir heyecan kapladı. Kabuğuna sığmakta nasıl da
zorlanıyordu. Aman Tanrım bu ne heyecandı. Yüreği yerinden fırlayacak gibiydi.
Görünürde de serçeler yoktu. Evinin üzerinde bir karga kümesi gürültülerle
süzüldü. Belki de bu kez serçe yerine yeni misafirleri bu sivri gagalı ve
parlak tüylü kuşlar olacaktı. Kargaları daha önceleri de evinde konuk etmişti.
İyi hoştu ama sadece geceleri o bön sesleri uyumasına engel oluyordu. Bir de
etrafı çok kirletiyorlardı. Ama varsın olsundu. Başının üzerinde yerleri vardı.
Misafirperverliğinde kusur etmeyecekti.
Kargalar buğdayın kokusunu almış olmalılar ki, çok
geçmeden ani bir dalışla küme halinde bahçeye kondular. Musa’nın elleri
titriyordu. Misina ipini iyice eline doladı. Kalbinin hızlı atışları ile uygun anı
beklemeye koyuldu. Kargalar buğdayı paylaşamadılar. Aralarında büyük bir kavga
başladı. Musa’nın acele etmesi gerekiyordu. Hızla ipi çekti. Yere düşen
kasnağın altında üç tane karga kendilerini kurtaramadılar. Kanat çırpmaları
nafileydi. Olan oldu ve Musa’nın ağına düşmüşlerdi. Oyunu sezenler anında kaçıp
uzaklaştılar. Dönüp geride kalan arkadaşlarına bir kez olsun bakmadılar.
Vefasızlığın en güzel örneğini gösterdiler. Yükseklerde bed sesleri duyulur
oldu. Belki de birbirlerine düştükleri tuzağı anlatıyorlardı.
Musa kasnağı kapalı bırakıp
bir koşu evine gitti. Daha önce serçeler için ayırdığı kafesi alıp geldi.
Kasnağın kenarını hafifçe kaldırdı ve anı bir hareketle elini daldırdı.
Kargalardan birini yakaladı. Bu sırada bir diğeri Musa’nın eline iyi bir gaga
darbesi indirdi. Elinin acımasına aldırmadı. Yakaladığı kargayı kafese koydu.
Daha sonra da sırası ile diğer iki kargayı kafese yerleştirdi.
Keyfine diyecek yoktu. Kafesi
sallaya sallaya eve yöneldi. Kafesten kargalar bed seslerini yükselttiler. Önlerine
konulan yemle kursaklarının dolması ile silkelenip kendilerine geldiler.
Aralarında Sülün Karga söz aldı.
“Daha ne istiyoruz? Bakar mısınız, adamcağız hemen önümüze
yemimizi ve suyumuzu koydu. Gökte ararken yerde bulduk. Kavga edip birbirimizi
yemeyelim. Bakar mısınız tavşanlar, keklikler ne kadar da hayatlarından memnun
ve keyifleri oldukça yerinde. Efendiliklerine söz yok. Şu güvercinlere bakıp
yaptığımızdan utanmalıyız. Bizde kavga ve gürültü gırla. Daha fazla çıngar
çıkartmadan halimize şükredelim. Bugüne değin hangi insanoğlu önümüze bir avuç
darı serpti. Tanrının bugününe şükredelim. Demek dünyada böylesi iyi insanlar
da var.”
Sülün Karga’nın uzun hitabını
sabırla bekleyen Kırçıl Karga söze devam etti.
“Evet, Sülün’cüğüm yerden göğe
kadar hakkın var. Belli ki iyi bir insana benziyor. Bana kalırsa gıkımızı
çıkarmadan kıçımızın üstüne oturalım. Kavgalarımıza da artık bir son
vermeliyiz. Bundan sonrasında birimiz hepimiz için, gerekirse hepimiz de
birimiz için olmalıyız. Yalnız Mor Karga’nın adamcağızın elini ısırması hiç iyi
olmadı.” Bunu duyan Mor Karga utancından ağzındaki buğday tanesini düşürdü. Süklüm
püklüm tek kelime edemedi.
Kargaların hallerinden bir
hayli memnun olduğunu gören Musa çocukluğunda rahmetli anacığı Sarı Sultan’dan
öğrendiği bir şarkıyı ol iri bedenini sallaya sallaya mırıldandı.
“Karga karga gak dedi.
Çık şu dala bak dedi.
Çıktım baktım o dala.
Şu karga ne budala.
Karga fındık getirdi.
Fare yedi bitirdi.
Onu tuttu bir kedi.
Miyav dedi av dedi.”
Kargalar bir haftalarının
bitiminde salıverildiler. Uzaklarda serçeler gibi kaybolmak için kanat
çırpmadılar. Musa’nın evinin çatısına kondular. Gün ağarmasına kadar evden
tekrar içeri dalmak için kapının açılmasını beklediler. Fakat kapı açılmadı.
Musa tereyağlı bulgur pilavını iştahla kaşıklayadururken kargalar umutsuzca
yeniden gökyüzünün alaca karanlığındaki yerlerini aldılar. Musa yemeğinin
ardından olduğu yerde göz kapaklarının altına zorla yerleşen uykuya yenik
düştü. Sızdı.
Rüyasında Rukiye ile evleniyordu.
Sıra sıra halayların çekildiği, çifte davulun vurulduğu, zurnaların öttürüldüğü
düğününün ardından gerdeğe giriyordu. Rukiye kar beyazı gelinliği içinde
Musa'nın karşısındaydı. Damat yüz gümlüğünü takmak için gelinin duvağını
kaldırdı. Karısının yüzünde büyük bir gülümseme vardı. Elleri ceketinin
cebindeki reşat altınına gitti. Tam bu sırada kavgaya yeniden tutuşan
kargaların bed sesi ürpertilerle uyanmasına sebep oldu. Rukiye görünürde yoktu.
Odaya ağır bir tereyağlı pilav kokusu sinmişti.
Amsterdam, 8 Mart 2019