KİM O?
Hafifçe kıstığı kestane rengi gözleri ile dışarıya doğru baktı. Kırmızı
tonların hâkim olduğu mobilyalar ile kaplı oturma salonundan yüzünü hangi yöne
çevirdiyse bütün pencerelerin insanın içini kasvetli kılan demir parmaklıklarla
kaplı olduğunu bir kez daha gördü. Sadece kendi evi değil, Anadolu'nun en ücra köylerinde dahi alt katlarda yer alan evler aynı durumdaydı. Öyle ki, bu konutlar
bu denli korunaklı görünümleri ile adeta birer cezaevini andırıyorlardı. İnsanların içine işleyen korkunun büyüklüğü ve zerre kadar güvenin olmayışı içler acısıydı. Güvensizlik beraberinde mutsuzluğu getiriyordu.
Sormayın! Halime Hanımın yaşı başını aldı yürüdü. Kocası İbrahim Bey de öyle. Seksen yaşını geride bıraktılar. Yaşanmışlıklarla dopdolu yan yan iki güzel ömür. Gözlerinin feri kaçmış gibi olsa da, cıvıltısında pek de eksilme yok. Zaman yıl yıl yüzünde silinemeyen
derin birer çizgi olup kazındı. Her çizgide yüzlerce
yaşanmışlık, acı ve tatlı anı olanca sırrı ile saklıydı. Kimi zamanlar aynada
çehresini uzun uzadıya inceler ve her çizgiyi barındırdığı hatıraları ile yâd eder,
gözleri buğulanır ve bir duygu seline kapılıp hızla sular seller halinde bir
yerlere akardı. Kocası, çocukları ve torunları ile iyi bir aile oluşturmuşlar
ve çok da mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. Zorluklar olmadı değil. Ama
elbirliği ile her türlü badireyi bertaraf edip üstesinden gelmişlerdi.
Kadın da
olsa, Diyarbakırlı olmasının getirisi olacak, o sözünü hiç kimselerden esirgemez,
hak ediyorsa karşısındakine ağız dolusu küfürler savurmaktan zerre kadar
çekinmezdi. Boşuna dememişlerdi: "Diyarbakırlı ayakkabısının bağı ile bile kavga eder." Halime Hanım ağzını açmaya görsün, onu tanıyanlar ve özellikle apartmandaki kadınlar
hemen kızarıp bozaran yüzlerini, ne yapacaklarını şaşırmış bir halde utançlarından önlerine indirirlerdi.
O ise gayet normal bir halde sansürsüz küfürlerini büyük bir zevk ve rahatlama
ile bağıra çağıra savurmaya devam etmekten geri kalmazdı. Bu Kürt Hemşire Halime Hanımdı ve
ne yapsa yeriydi. O kadar!
Zaman ne kadar da çabuk
geçmişti. Sayısız sayıda anıyı, güzelliği, mutluluğu, üzüntüyü ve kahkahayı
nasıl da bu çarçabuk geçen bir ömre sığdırmışlardı. İyi ki onunla evlenmişti. Ne kadar da büyük bir güzelliğe birlikte imza atmışlardı. Abartısız birbirlerini bir güne bir gün üzmediler. Sonsuz bir sevgi ve kusursuz bir saygı birlikteliklerinde her daim oldu. İbrahim Bey sadece ara sıra karısının küfürlerinden dolayı kızarıp bozarıyor, ama ardından da " İyi ettin Halime, o deyyus bunu hak etti. Ağzına sağlık," diyerek onaylamaktan da kendini alıkoyamıyordu. Bütün ömürleri boyunca bir
başlarına birbirlerine dayanarak ayakta kalmaya çalıştılar. Zerdali çiçekleri güzelliğindeki nice baharı geride bıraktılar. Bundan sonrasında da hiçbir
baharın gelmeyeceğini biliyorlardı elbette. Önemli olan son güne kadar kendi ayaklarının
üzerinde güçlükle de olsa durabilmek ve hiç kimseye muhtaç olmadan geriye kalan
yaşamlarını sürdürmekti.
Bir zamanlar kömür karası olan lüle saçları şimdilerde kar yüklüydü. Yine de bugüne de şükürdü. Hem kendisinin hem de
kocasının aklı ve bilinci yerindeydi. Sevgileri daimdi. Tabiat ana kucağını
onlara yeteri kadar açmıştı. Her türlü olanaktan yararlanmasını ve dünyada olup biteni yakından takip edip yüreklerini insani güzelliklerle
doldurmasını ne de güzel bilmişlerdi. Arkadaşları ve dostları arasındaki yerleri ise saygın bir yerdeydi.
Halime Hanım ve İbrahim
Bey yaklaşık elli yıl kadar önce memleketleri Diyarbakır’dan Ankara’ya göç
ettiler. Karı koca aynı muayenede doktor ve hemşire olarak birlikte çalıştılar.
Ankara’ya yerleşip çok mutlu bir evliliğin yanı sıra muayenelerinde yıllarca
mesai arkadaşlığı yaptılar. Emekliliklerinin keyfini sürdürmeye çalışıyorlar
ve bundan sonrasında Doktor İbrahim Bey’in alnındaki teri silmeye, kendisine
makas veya neşter uzatmasına gerek kalmıyordu.
Güzeller güzeli bir
kızları ve oğlan sahibi oldular. Onların da evlenmelerinin ardından kızları
Safiye’den bir kız ile erkek ve oğulları Vedat’tan da yine aynı şekilde
bir kız ve oğlan torunları oldu. Yaşamlarının bundan sonrasını torunlarına
adadılar, onları büyüttüler, sevdiler, bağırlarına bastırdılar ve onların da
dünya insanlığına faydalı birer insan olmaları yönünde olabildiğince çaba harcadılar.
Alt katlarda yer alan bu
evlere uçan kuşun dahi kazara girmemesi için bütün tedbirler alınmıştı. Kuşlar
giremezse de kapı zillerinde saka veya bülbül kuşu sesleri olarak evlerin içine
sızıyor, kapı dışında yer alan düğmeye birilerinin dokunması halinde, kapılarında bir ziyaretçinin
olduğunun haberini bu sistem veriyordu. Pencereler olabildiğince kalın demir
parmaklıkları, dışa açılan ve kalınlıkları, çelik katmanları ile kapılar da
istenmeyen durumlara karşı büyük engeller oluşturuyor.
Halime Hanıma bir
misafiri, torunları veya çocukları gelmeye görsün, boyundan daha da yükseklerde
olan kapı dürbününe ayak parmaklarının üzerinde yükselip, vaziyetin
berkemal olduğundan emin olmasının ardından dört ayrı kilidi art arda
gürültülerle açmak zorundaydı. Daha da emin olmak için, olmadı;
“Kim ooo?” diye kapının
dışına seslenmek zorundaydı. Gelenin “kilimci” olmama ihtimalinin yüksek olmasından
dolayı, bu ölümcül sorunun tekrar tekrar sorulması ve limanın güvenliği
açısından, somut bir yanıtın alınması zorunluydu. Bütün bu önlemlerin yanı sıra
her ev aynı zamanda alarm sistemleri ile kale gibi korunmak zorundaydı. Halime
Hanım ve İbrahim Bey de aynı önlemi yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğu
söylenen bir ülkede alanlar arasındaydı. Alarmın yatmadan önce mutlaka devreye
konulması gerekiyordu ki, bu görev değişmeksizin İbrahim Beye aitti.
Binaların daha yukarılara doğru olan pencerelerde bu demir parmaklıklara gerek yoktu. Lakin onların da çatıdan
gelen ve balkonlara yakın olan yağmur oluklarının olduğu kısımlar jiletli teller
ve sivri demir kazıklarla çevrili olması gereklidir. Herkes düşmandır. Bu yüksek burçlu kalelere kimselerin asla girmemesi gerekir. Buna yeltenenlerin elleri ve bedenleri
bu jilet tellerle kesilmelidir. Bu da yeterli gelmese sivri demir kazıklara
oturma tehlikesi ile karşı karşıya gelmeliler. Her ev adeta Suriye, Irak, İran
veya Yunanistan sınırları misali tamamıyla korunaklı olmalıdır.
Halime Hanımların yan
dairedeki komşuları Çorumlu Sema Hanım ve Hakkârili Mehmet Beydi. Bütün alınan
önlemlerin yanı sıra Sema Hanımın çok daha farklı bir önlem alması gerekiyordu. Hakkârili
kocası Mehmet Bey doğduğu coğrafyanın hassasiyetinden dolayı ne yazık ki, potansiyel
bir tehlike oluşturuyordu. Oysa kendisi için her yer Paris’ti. Çünkü Çorumlu olmak ayrıcalıktı, avantajlıydı. Lakin kocası için durum
yanlış algılardan dolayı farklıydı. Bir yerde o konumu gereği bu ülkenin
zencisiydi. Kocasının dünyalar güzeli yüreğini ve hümanist bir insan olarak
çıtasının yüksekliğini kimselere kanıtlayamazdı. Bu tehlikenin de
savuşturulması için Sema hanımın balkonunda bir de ay yıldızlı al bir bayrak
sallandırması gerekiyordu. Bu adeta uçaksavar görevi görüyor ve yaşadıkları ortamı,
biraz olsun her ihtimalde baş gösterecek olan tehlikeyi veya önyargıyı savuşturuyor, sütliman kılıyordu.
Sema Hanımın ellili
yaşlardaki ve hala ilk tanıdığı gün gibi âşık olduğu, sevdiği ve “onsuz asla olamam”
dediği kocası Mehmet Bey de (diğer adıyla Memo) dünyaya gelecek başka bir yer bulamamış da, Allah’ın
usulca okşadığı, dağları karlı Hakkâri’de doğmuştu. Sanki başka bir yerde doğmasının köküne
kıran girmişti.
Halime Hanım ve İbrahim
Bey komşuları Mehmet Bey ile aynı konumda oldukları halde, onlar ilerlemiş olan
yaşları ile böylesi bir tehlike konusunda kafa yormuyorlardı. Bu yaştan sonra kendileri
konusunda ne gibi bir önyargı veya algı olabilirdi ki? Olsa da umurunda değildi. Hele Halime Hanım için "vız gelir tırıs giderdi," Böyle
düşünenin de varsın canı cehennemde olsundu.
Üst
katlarda yer alan komşuları Kayseri, Antalya, Sivas ve Trabzon’dan
geldiklerinden onların herhangi bir bayrak asmalarına gerek yoktu, ama onların da
dört kilitli, dürbünlü çelik kapılar ve alarm sistemleri yine de olmak zorundaydı.
Yaşam, her geçen gün istenmeyen
misafirlerden birisi ile sürpriz yaparcasına çelik kapılara dayanıyordu. Bunun
için hangi katta oturduğunuz önemli değildi. Fakir veya zenginliğiniz, Hakkârili
veya İstanbul doğumlu olmanız da kar etmiyordu. Hastalık olarak adlandırılan, er veya geç mutlak surette ziyarete gelen bu istenmeyen misafirler, her geçen
gün yeni isimler ve değişimlerle kapılarda zombi çehreleri ile beliriyorlardı.
Günlerden Pazar olmasına
rağmen halime Hanım her zaman olduğu gibi güne göz kamaştıran ışıl ışıl ışıkların
düşmesi ile uyandı. Kocası ile içtikleri sade kahvelerin ardından kahvaltı
yaptılar. Kahvaltı bitmiş ve koltuğuna yerleşip okumak üzere yeni aldığı
kitabına uzandı. Güzel bir gündü. İbrahim Beyin bir makalesi tıp araştırmaları yapan bir dergide yayınlanmıştı. Onu dergideki bu makaleyi kahvaltı sonrası keyifle okuyor görünce, o da mutlu oldu. Saka kuşu ötüşü ile apansız, kapı zili çaldı. Sabah sabah
gelen de kim diye kendi kendisine söylendi. Ayağında terliklerini zemine sürüye
sürüye ile kapıya yöneldi. Ayak parmaklarının üzerinde her daim yaptığı gibi
kapı dürbününe doğru yükseldi. Kapının ardında kimseleri göremedi. Yüksek bir ses
ve telaşla;
“Kim ooo?...” diye
bağırdı. Kapının ardından hinlikle dolu ince, tiz bir ses yükseldi.
“Korona.” Halime Hanım
bunun da şakası olur mu diye şaşkınlıkla, açtı ağzını yumdu gözünü.
“Hassiktir lannn… Bas arabanı. Başka kapıya dahi demiyorum. Keşmeroğlu
keşmer. Benamus. Defol git. İşim gücüm var benim.” diye kalayı bastı ve çelik kapının
dört kilidini açmadan, gelip tekrar yerine oturdu. Çok geçmeden kitabının
sayfaları arasında kayboldu. Diğer bir sayfayı çeviriyordu ki, kocasının sevgi
ve şefkatle elini tuttuğunu hisseti. Kitabi yan tarafa koyduktan sonra başını
kocasının göğsüne gömdü. Demir parmaklıklarla kapalı hapishanenin dışında lapa
lapa kar yağıyordu.
Amsterdam, 13 Mart 2020