KAPAMA GÖZLERİNİ
Bulunduğum yörüngede
değişmeyen rutinime es vermeden dönüp dönüyorum. Dünya derler bana. Devasa
ağzından durmaksızın alevler savuran güneşe akşamın menevişlemesinde en
güzelinden, dostça bir selam çakıyorum.
“Eyvallahlar olsun beyim.
Bugün de ısıtıverdiniz baldırlarımı, bombeli kalçalarımı, sırtımı ve kafamın
çıkık ardını. Sadece ısıtmakla da kalmadınız hani, aydınlatıverdiniz aynı
zamanda ol bedenimin art yanını. Sağ olun, her daim de var olun. Bitmez
tükenmez iyilikleriniz başım gözüm üstüne. Gadanızı alayım. Yolunuza baş koyayım.
Nasıl da ipil ipil gündüz eylediniz her yanımı. Büyüklük sizden.
Unutmayacağınızı adım gibi biliyorum. Birazdan ısıtma ve aydınlatma sırasının
yüzüm, gözüm, kalbim, bacaklarım ve ayaklarıma geldiğini.”
İnsanoğlu pür telaş.
Hırslı. Ödemli egosu kabarık. Doymak nedir bilmiyor. Obur. Açgözlü. Hilekâr. Ben
merkezli. Kör ve kibir. Dudak uçuklatacak kadar tumturaklı, ne denli çok ucube
kişilikler.
Oysa gezinir bağrımda
usulca börtü böcek, karıncalar, bok böcekleri, altın yeleli atlar ve yorgun eşekler.
Pır pır arılar, sinekler, kelebekler, uğur böcekleri ve bir cümle kuşlar
uçuşurlar deniz mavisi-ak bulutlu semalarımda barış, huzur ve sükûnet içinde.
Berrak sularımı süsleyen
bin bir türlü balıklar. Yosunlar, yengeçler, kurbağalar, denizatları, ahtapotlar,
karidesler, midyeler ve istiridyeler.
Ve toplaşmışlar kıçımın
üzerine insanoğullarının benzeşleri. Barut kokularını geniş burun deliklerinden
kocaman göbeklerindeki ciğerlerine doğru soluyup; tanklar, tüfekler, bombalar,
raketler, füzeler ve fabrikalarında vardiyalarla bilumum ölüm makinaları
üretenler. Birer dipsiz kuyu oldular, rant uğruna haklayıp al kanlarına girmek
için birbirilerinin. Gariban yoksullar alıyor, acının pastasından büyük
paylarını. Velhasıl; ölen de, sürülen de, aç-susuz her türlü işkenceye maruz
kalan da onlar.
Höpürtülerle
içilmelerinin ardından köpüklü ve pelteli kahvelerin gizemli falı. Göz göze
bakışmalar, edilen birden çok bir çift tatlı kelam. Büyük bir kuşun kanadında
gelen ve belli ki, taşımakta zorlanılıyor büyük kısmet. Bir veya iki zamana
kadar çıkılacağı alenen görünen uzun ince yollar. Kalbin ferahlığı ve benzeri
avuntular.
Annesine ciyak ciyak
seslenen küçük kız Hülya. Komşu oğlunun elini sıkıca tutan komşu kızı Berivan.
Fırlamak üzere olan kalbini bastıran komşu oğlu Rüşen. Fırından yeni çıkan mis
kokulu sıcak ekmeğin ucunu koparıp ağzına atan Zeliha. Bebeğini sevgi ile ak
sütlü tombul memesinden emziren Eleni Anne. Musmutlu Yorgo Bebek. Bahçesine yeni bir zerdali fidanı diken Ahmet
Baba. Otobüse yetişmek için koşan Thomas. Terasta soğuk ve köpüklü birasını
yudumlayan Niko. Full libidoları ile sevişirlerken garip sesler çıkaran Topal
Hüsso ile Döndü. Fabrikada öğle paydosunda kahve yudumlayan Maria. Üsküdar’da
mis kokulu çiçekler satan al fistanlı Roman Zarife. Çalışmayan arabasını
ittirmek için güçlü kuvvetli bir iki kişi arayan Bakkal Musa. Kocasına
ilgisizliğinden dolayı serzenişte bulunan Neriman. ‘Nasırının acısını çeken
Süleyman Efendi.’ Ayrılık acısına dayanamayan ve hıçkırıklara boğulan bir anne!
Sokakta mendil ve kendi yaralarına saramadığı yara bantlarını satan altı
yaşında lüle saçlı Müjgan. Çatal iğne ile omuzuna iliştirilen nazarlığını
boyalı elleri ile okşayan on birinde ayakkabı boyacısı Çakır Hüseyin. Mim
konulmayan beylik tiratlar, değişmeyen hamaset edebiyatı, lafügüzaf, boş
vaatler. Doludizgin husumet ve huşunet. Tufeyli kodamanlar. Çetrefil bir yaşam
örgüsü!
‘Hoş gelip sefalar
getiren Arif’ in yeğeni.’ Adiloş Bebe yani. Neresi olduğu pek de malumu
olunmayan ‘Cibali’de sarılan cıgara.’ Ve derken ‘Gurbetin veya sılanın ne yana
düştüğünü ustasına soran ve hasretin hep kendisine düşmesinden yakınan’ güzel
şairin ansızın ölümü. ‘Zülfi yâre beklenen değmenin’ olmamasının verdiği
dayanılmaz burukluk. Sükûnete bürünme. Yüreklerde debelenme. Onlarca yeni fay
hattı. Çok istedikleri halde, parasızlıktan düdük çalamayan çocuklar.
Sarı çiçekli başlarını
güneşe dönen ‘ismine münhasır’ günebakanlar. Boyun eğen laleler. Renk renk
menekşeler. Narin yapraklarının koparılmasından korkan sarı-beyaz papatyalar.
Yerlerde yığınla kozalak. İrili ufaklı yemyeşil ağaçlar. Buğulu toprak. İpek
iplikler ören ipek böcekleri. Asmanın dallarında bal tadında kehribar üzümler.
Az ileride iştah kabartan incirler. Elde edilen boy boy ibrişimler. Petekleri
balları ile dolduran işçi arılar. Konvoy halinde karıncalar. Ben misali selama
duran tarla faresi. Keyfince salına salına toprağı adımlayan kaplumbağa.
Çalılıklar arasında seyri sefer eyleyen sincap. Ağaca gagası ile darbeler
indiren ağaçkakan. Aslandan arta kalan leşe yumulan tüyleri dökük bir çakal.
Çıngar çıkaran patlak gözlü kurbağa. Tanrıya yakın bir yerlerde, oldukça
yükseklerde av peşinde süzülen kara bir kartal. İstemsizce yere düşen yaprak.
Kara taşın altında yüreğinde serçe ürpertisi ile saklanan ıpıslak solucan.
Çınar ağacının budaklı dalında düş kuran baykuş. Gagasında bebek taşımadığından
hayal kırıklığı yaratan leylek.
Çölde Leyla’sını arayan
Mecnun. Şirin’in aşkı uğruna dağı delen Ferhat. Yavuklusu Zin’i almak için
canhıraş satranç taşlarını ileri geri ittiren ve müstakbel kayınbabasını
yenmeye çalışan Mem. Rahat durmayan Beko’nun hinliği. Hamlet’in amcası
Cladius’un Hamlet’in annesi Gertrude ile evlenmek için, babası Danimarka
kralını ihanetle öldürmesi. Capuletler ve Montague aileleri arasında kavga.
Romeo ve Juliet’in aşkı. Biliyorsunuzdur elbette, yanıtı beklenen sorular.
Mecnun ıssız çölde
Leyla’yı buldu mu?
Ferhat sevdiği Şirin’in
aşkına dağı deldi mi?
Hamlet amcasından öcünü
alabildi mi?
Mem yavuklusu Zin’i almak
için Zin’in babasını satrançta yendi mi?
Kavuşsalar da gelişen
olumsuzluklara dayanma gücü bulamadığından kendisini zehirleyen Romeo ve
sevgilisinin hançeri ile intihar eden Juliet. Yaşanan hazin son. Barışamayan
Capulet ve Montague aileleri.
İnsanoğlundan gayri,
doğada olmayan telaş. Karınca yolunda, bok böceği işinde gücünde, cırcır böceği
eğlence partilerinde, kelebek dalda, arı çiçekte ve vaziyet berkemal.
Ben dünya. Savaşlar
çıkartıyorlar, kaslı kıçım üzerinde bağdaş kuranlar. Dört bir yanda barut
kokuları, tank, tüfek, bomba ve uçak sesleri. “Gayrık yeter.” desem de,
çıkardıkları gürültü ve patırtıdan işitenim yok. Baldırlarımda aç, perişan ve
çoğunluğu yanık tenli zavallı insanım.
Yüreğimin üzerinde sanat
ve beynimin üzerinde toplanmış bilim adamları. “O güzel atlarına binip
gitmelerinin öncesinde, iyi insanlar” tarafından yazılan şiirler, öyküler ve
romanlar. Ruhların gıdası notalara düşülen melodiler. Figaro’nun düğününde
zılgıt atıp “Ki zawa…? Ki zawa? - Kim damat..? Kim damat?” diye bağıran,
halaylar çeken Kürtler.
Okunan sevda şiirleri.
‘Sevdiğim
Söylüyor
Bensiz olamayacağını
Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme
bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur
damlasından
Sanki beni ezecekmiş
gibi. B. Brecht’
Ve daha niceleri. Vermek
gerekirse bir örnek.
‘Ben Senden Önce Ölmek
İsterim…
Sonra, sende ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız.
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki
birbirimize
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek. N.
Hikmet’
Ola ki, olmaya görsün
yiğidin bir sevdiceği. ‘Mühür gözlüsü olur, sakınılır-kıskanılır yerdeki
karıncadan, giyilen urbalardan, hem oğlundan hem de kızından.’
Beynimde insanlığın
hizmetinde binlerce ilim-irfan adamı hummalı bir çalışma içinde.
“Ne güzel, ne güzel. Size
bu yaraşır, hep böyle olun, canlıların hizmetinde olun.” derim. Sevgiyle uzun
uzun sıvazlarım başlarını.
Uçuşurcasına koştura
koştura sek sek, ip atlama, saklambaç ve uzuneşek oynarlar bağrımda çocuklar.
Kötülükten, savaştan, tanktan tüfekten, ırkçılıktan, paylaşamamaktan bihaber.
Tutamam kendimi, buseler kondururum onların derin gamzelerine. Ağızlarında renk
cümbüşü lolipoplar.
Kirleniyor mavi göğüm.
Karalara bürünüyor. Dengem alt üst ediliyor. Doymak nedir bilmiyor insanoğlu
görünümlüler. Yüzlerce metreler boyu fabrika bacaları, sularıma karışan
kimyasal atıklar, zehirler. Dereler, nehirler ve denizlerimde ölen allı pullu
balıklar. Sorsa da şair;
‘Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.’ Hiçbiri
olmaz oysa! Ve ben küskün şaşa kalırım.
İki kadeh rakı alır, “Ne
olacak ben dünyanın hali?” derim. Of ulan offf… Of ki ne of. İçimizi kavun
acısı bir hüzün dalgası yalasa da; yine de ‘kararmasın ensemiz.’ Bedbahtlığa
zerre kadar yer olmasın sakın. Aydınlatacaktır ensemizi güneş.
‘Yitirmiş tılsımını ilk
sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen
akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara,
dalıp gidene,
Seni anlatabilsem
seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür
adıdır.
Üşüyorum, kapama
gözlerini... A. Arif’
Amsterdam, 2 Aralık 2018