20 Temmuz 2018 Cuma

BİR BARDAK ÇAY







BİR BARDAK ÇAY

Amsterdam. Venedik ve Paris’ten sonra dünyanın başka bir aşk şehri. Avrupa’nın ise adeta küçük New York’u. Belki de yaşadığımız ve “kelebek ömrü” diye adlandıracağımız, yaşam acemisi biz insanlara tabiatın sunduğu bu kısa zaman dilimi kaşla göz arasında, istemimiz dışında apansız sonlanmadan önce görmemiz gereken on şehirden biri. Kanalları, köprüleri, meydanları, oldukça eskilere dayanan muhteşem tarihi dokusu, özgün mimarisi, yel değirmenleri, laleleri ve insanının mütevaziliği ile aynı zamanda, her yıl milyonlarca ziyaretçiyi ağırlayan yegane bir yerleşim yeri.
Amsterdam'da işler bir İsviçre saati ritmi ile “tıkır tıkır” yürür. Varacağınız yere tam zamanında varır, herhangi bir randevunuzda taraflar dakikası dakikasında sözleştiğiniz yerde gülen yüzleri ve samimiyetleri ile  bitiverirler. A' dan Z’ye her şeyin ahengi insanı hayrete düşürür. Yer yer sokağın kirliliği, hareketliliği, rahatlığı, ulaşım amacı ile pedalları çevrilen yüz binlerce bisikleti, süt dolu memelerini taşımakta zorlanan benekli inekleri, sarı bukleli kızları, dünyanın dört bir yanını yansıtan çok kültürlülüğü ve sokakta karşılaşan herkesin birbirini tanısın tanımasın gülümsemelerle selamlaması; yaşanmışlığı çok bariz bir şekilde hissettirir.
Betimleme ustalarının dahi anlatımındazorlanacağı bu güzelim aşk şehrinde, yoğun geçen çalışma günlerinin ardından, Pazar sabahı Esther daha iyi dinlenme maksatlı inatla yatağında kalmayı sürdürüyor. Uzun heybetli saman sarısı saçları, kafasının altında yassılaşan kuş tüyü yastığa tamamen yayılmış bir halde, biçimli-davetkâr dudaklarında güzel bir gülümsemeyle öğleye kadar uyuyor. En nihayetinde dinlenmiş olduğu kanaatine varıyor ve açık yeşil gözlerini art arda çocuksu kırpıştırmalarla birlikte iyice geriniyor. Evet, deliksiz bir uyku ile kendisine geldi. Rüyasında süt beyazı pamukcuk bulutlarda yürüyor ve sendelemelrle düşmemek için güçlü bir ele sıkıca tutunuyordu. Başka bir eli tutmak ürperti verse de, o an rüyasında da olsa yaşadığı bu güven duygusunun güzelliği kendisini gülümsetmeye yetiyor. İçini anlayamadığı akışkan bir sıcaklık aldı. Şimdi iyi bir sabah kahvaltısını hak ediyordu. Kollarını sıvadı. Kısa bir zaman sonra kahvaltıda yok yoktu. Her şeyi bir çırpıda hazırladı. Güzel havada keyifli bir kahvaltı kendisini bekliyordu.
Duş öncesi altını yaktığı çaydanlıktan bulutlar halinde buharlar yükseldi. Çay ve kahvaltısı kendisini bekliyordu. Her şey leziz. Özellikle kaşarlı sahanda yumurtanın kokusuna ve görünümüne bayıldı. Hazırladıklarını bir bir balkonundaki sehpanın üzerine taşıdı. İştahla yaptığı güzel bir kahvaltının ardından arta kalanları tekrar mutfağa götürdü. Evet, şimdi de bir keyif çayı içebilirdi. Çay dolu bardağı ile balkona geldi, ayaklarını uzattı. 
Boncuk mavisi gökyüzünün tepesinde yer alan güneş balımsı renkte ve sıcaktı. Ağaçların dallarında dinlenen kuşlar yaprakların arasında cıvıltılarla hararetli sohbet ediyorlardı. Sıra ile cıvıldaşsalar da zaman zaman birbirlerinin sözünü de, insanların sık sık yaptığı gibi kesmiyor değillerdi. Ama konuştukları salt sevgi, aşk ve güzellik üzereydi. Erkek serçe arkadaşına onu her daim gözünden dahi sakınacağını, yüreğini dopdolu ve mesut kılan sevgisinin sonsuza kadar olacağını anlatma çabasına girmişti. Bütün bunları duyan karga kendi kendisine gülüyor.
“Serçeler bunu her bahar söylerler. Sen bunları külahıma anlat.” diyor. Ardından yüksek sesle “gaaarkkk” diye bir ses çıkarıp iki sevgiliyi alaya alıyor. Allahtan minik sevgililer kargayı hiç ciddiye almıyorlar. Ama karga gevezeliğe doymuyor. Susmak nedir bilmiyor.
"Bu insanlar da çocuklarını kendi yalanlarına ortak ediyorlar. Onların hayal dünyaları ile oynuyorlar. Yok bebekleri leylekler getiriyorlarmış da, bilmem neler? Leylekler önce kendi yavrularına sahip çıksınlar. Gaarrkkk..." Bir sonraki ağacın bir dalına tüneyen baykuş, kargaya hak verdi.
"Doğruları söylüyor, vallahi. Karganın hakkı var." deyip, düşünmeye kaldığı yerden devam ediyor.
Esther çayından bir yudum almak için eğilmişti ki, kırklı yaşlarda uzun saçlı, iyi görünümlü kumral bir adamın bir şey sormak ister gibi bir duruşla kendisine baktığını fark etti.
“Merhabalar. Bir şey mı soracaktınız?” Adam çekinceli rahatsızlık verdiği hissi ile biraz gerildi. Bunu fark eden Esther devamla;
“Hazır çay var içmek ister misiniz?” Bunu duyan adam rahatlamakla birlikte büyük bir şaşkınlıkla;
“Evet. Tabii ki. Neden olmasın. Çok teşekkür ederim. Ne kadar naziksiniz. Doğrusu hiç beklemiyordum.” deyip atik bir hareketle zemin kattaki balkona sırtındaki çantasını sıkıca tutup atladı.
Esther’in sunduğu çaydan büyük bir rahatlama ile yudumlar alan Eliot adlı adam Fransa’dan geliyordu. Amsterdam’da bir iş bulmuş ve buraya yerleşecekti. Sohbet şerbetli bir hazla devam etti. İçilen çayların ardından muhabbetlerini bira, kırmızı şarap ile sürdürdüler. Akşam oldu. Esther’in bir alt sokaktaki restorandan ısmarladığı pizzaları da zevkle yediler. Ay bir ayna gibi önceleri duvara asılı dururken, görünmeyen eller alıp göğün tavanına astı. Allah’tan tavandaki çiviler daha öncesinden sabit bir yere çakılı olduklarından, çekiç kullanımı olmayınca rahatsız edecek gürültüler de olmadı. Göğün tavanına asılı olan ay milyonlarca yıldız ile kol kola girip alaca karanlığı kurşuni-romantik bir aydınlığa dönüştürdü. Sehpadaki mum alevi coşkuyla sağlı sollu narin hareketlerle bir başına dans ediyordu.
Yemeğin ardından konyak faslı ile devam edildi. Gırla giden sohbete diyecek yoktu. Ester aynı zamanda Fransız edebiyatı hayranı idi. Eliot’un da yakından ilgili olduğunu görünce, bu konuda uzun uzun konuştular. Bu sohbettin hazına doyamadı. J.Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Honere de Balzac, Emile Zola, Marcel Proust, Gustave Flaubert, Victor Hugo ve diğer Fransız edebiyatı değerlerinin ruhlarını şad eylediler.
Esther birden saatine baktı ve vaktin gecenin kırkı olduğunu görünce ne yapacağını şaşırdı. Sonrasında Eliot geldiği zaman bir şey soracağını hatırladı ve bu soruya meydan vermediği için onun bu saatte hala burada olduğunu anladı. Çekinceli bir eda ve merakla sordu.
“Sevgili Eliot, sahi sen bana bir şey soracaktın ama hala sorunun ne olduğunu bilmiyorum.” Eliot’un yüzüne doğru hafiften mahcubiyet veren bir pembelik yürüdü. Kendisini tez elden toparladı. Bu sırada iki tane yıldız art arda kaydı. Esther’in gözleri kayan yıldızları takip ederken, Eliot da sorusunu dile getirdi.
“Şeyy… Ben bu yakınlarda bir otel olup olmadığını soracaktım.”
“Şu anda otelindesin Eliot. Yatak odan da yukarıda. Hadi tanışmamızın şerefine içelim.” İlerleyen gecede kristal kadehlerin çınlaması duyuldu. Ay Dede göz kırpıp kadeh kaldırdı. Yıldızlarla tokuşturduğu bardağından gelen ses uzaklarda kaldı. Esther balkonda iki kıllı erkek kolunun beklemediği bir anda belini sıkıca kavradığını hissetti. Eliot’un erkek nefesi kulağının hemen dibindeydi. Başı döner gibi oldu. Direnmedi. Yüreğini en derinden tatlı-tuhaf ve ürperti veren bir karıncalanma ve nedenini anlayamadığı masum bir telaş aldı. Kendisini durgun-sessiz ve güvenli bir koyun sularına bırakıverdi. Fondaki piyanoda Glen Gold’un sihirli parmakları siyah beyazlı tuşlarda Beethoven'un "Ay Işığı Sonatı'nın" notaları arasında inip kalkıyorlardı.
Balkonun karşısında sokak lambasının direğine tüneyen bir puhu kuşu onları uzun süre sessizce gıpta ile izledi. Kendi yalnızlığı ayyuka çıkınca da, kanatlanıp bir ağacın dalları arasında kayboldu. Parlayan gözlerinı karanlık kapladı. Yüreği daraldı. Hışırdayan yaprakların arasında kabuğuna çekildi. Hayata küstü. Renk cümbüşü tüyleri soldu. Çok yalnızdı.
Çivisi çıkmış dünyada insan ilişkileri bu denli “yağdan kıl çeker gibi” kolay da olabiliyordu. Her erkeğin ve elbette ki, aynı zamanda her kadının zorluklardan arındırılmış ilişki kurma olarak adlandırdıkları korkulu rüyası, böyle de görüle biliniyordu. Üç ayı geçen bir zamandır, çayların sunumunu Eliot yapıyor, bulutlarda gezinen Esther'in düşmemesi için onun elini sımsıkı tutuyordu. Eliot'un ise otel aramak gibi bir derdi de olmadı. Şimdilik sarmaş dolaş hayatlarının aşklarını yaşıyorlar ve tozpembe dünyada birlikte çok mutluydular. Renksizliğin yerini tarifi olmayan "Esther ve Eliot karışımıtrak" bir renklilik aldı. Darısı daha az mutlu ve renksiz olanlara olsun demeyi ve sizlerin de karışımınızdan meydana gelecek güzelim romantizm rengini en kısa zamanda oluşturmanızı, tembihlemeyi de unutmuyorlar. 
Bu şehirde ikamet etmek bir ayrıcalıktır. Çoğu insana göre; Amsterdam, AŞK'ın başkentidir. 


Amsterdam, 20 Temmuz 2018

13 Temmuz 2018 Cuma

KEZBAN IN ROMA






KEZBAN IN ROMA

Çok güzel değildi o. Doğrusu çirkince de sayılırdı, belki. Üstelik de tepeden tırnağa gundi (köylü). Cahil, ama bir o kadar da ukala. Yoksul mu yoksul bir aileden gelen, deyim yerindeyse meteliğe kurşun sıkan bir babanın beş kızından en büyüğü. Tencerenin kaynamadığı iki göz bir damda yaşamını idame eden, kırk haneli İç Anadolu’nun Köstekli Köyündendi Kezban. Ev işlerinde tam gaz koşturmakla geçerdi bütün hayatı. O iki gözlü ev Allah’ın her günü kırk odalı bir ev olur, yirmi kez süpürürdü yek başına fakir hanesini. Yıkaya yıkaya kalayını çıkarırdı mutfağında naçizane mevcut kap kaçağının. Kezban aşağı, yok yok olmadı yukarı gelmesini buyuruyorlardı, çok sevgili anne ve babası. Böyle dönüyor ve böyle de dönecekti devran. Bütün bu işlerin yanı sıra, bir de kaz çobanlığı eklentisi. Geceleri geç vakitler; ölü yorgunluğunda kendini yatağına zor bela atıverirdi Kösteklili Kezban.
Varlıkları pek de belirgin olmayan, ama var olmasına var olan bir anne ve babası. Ebeveynli bir öksüz veya yetimdi Kezban. “Kara bahtım kör talihim” her yönden sırtının kamburuydu çileli hanımefendinin. Keskin bıçaklarla kazıyamaz, Hazreti Ali’nin Zülfikar’ı da olsa elinde kesip atılamayan, yüreğinin ezinci bir lanet kamburdu, Kezban'ın sırtının yüz okkalık kurşun ağırlığındaki dayanılmaz yükü.
Usunun bütün pencere ve kapılarını sonuna kadar açıverdi. Buyur eyledi, havada-karada uçuşan bütün doğru veya yanlış bilgiye, başım gözüm üstüne, ama ille de beynimin içine hoş geldiniz, sefalar getirdiniz dedi. Hiçbir temel atma gereksinimi görmeden; yığdı üst üste nedir ne değildir bilmeden, kulaktan "zeytinyağlı biber" dolma olanca bilgiyi. Gel zaman git zaman; kimilerine göre limonlu, kimilerine göre de sirkeli bilgi turşusu küpü Kezban; bilir oldu, her şeyi.
Ağlarını bir örümcek titizliği ile ilmek ilmek öredururken kader, apansız pek de albenisi olmayan yüzüne gülüverdi gundi bahtsızın. Kız kurusu olmaya ramak kala, bir keriz çıkageldi deniz aşırı. Dünya evine girdi, süt beyazı gelinlikler giydi zati alileri. Bindiği ak bir atla, dört nala çıktığı uzun yolculuğunun ardından, soluğu bir açık hava müzesi Remus ile Romulus’un Roma’sında aldı, bizim Kezban. Sefaletten uzak yeni bir sayfa açıldı. Karada ölüm “gayrık” yoktu. Onlarca kurt Remus ile Romulus’a gösterdiği cömertliği, Kezban’a da fazlasıyla gösterdiler. Kezban'a süt dolu memelerini sundular. Dizginsiz bir hırsla çar çabuk beyaz sayfayı karaladı. Açlığın yerini kısa sürede alabildiğine zıbarırcasına tokluk aldı. İyiden iyiye semiriverdi, bizim gundi Köstekli.
Kezban artık Roma’daydı.
Leonardo da Vinci’nin Monalisa’nın gülümsemesi ona hiç gibi geldi. Dünyanın en güzel gülümseyen kadınına kısa bir süre sonra burun kıvırdı. Tebessüm de neydi. O kahkahalar atıp Roma gök kubbelerini inletti. Kıçı iki beden daha haşmete erse de, nar kırmızısı rujlar ve allıklar sürüp sürüştürdü. Japon yapıştırıcıları ile ok kirpikler takıverdi. Kaşlar kalem eylendi. "Bir elinde cımbız, bir elinde ayna," ama dünya umurunda. Yakından ilgiliydi her olup bitenle kendileri. Saçlar perma ve ondüle. Ojelerin kırmızılığı aratmadı yamuk dudaklarındaki kızıllığı. Ayakkabılar, çantalar marka ve rugan.
Kezban Roma’daydı.
Ayaklarını Ferrariler, Porscheler değil yerden kesmek, adeta uçurdu onu. Allah düz yolların yer aldığı bu yeni şehirde “koş ya kulum” dedi. Taşsız Roma yollarında en küçük bir taş Kezban’ın tekerinin önünde engel oluşturmadı. Tencereler günün her saati kaynadı, pastırmalar, pastalar gitti, kekler, ballı börekler geldi. Yediği önünde yemediği iki beden genişleyen kıçının bir kol boyu ardında.
Kezban Roma’daydı.
Dilini dibine çekme gereğini hiç duymadı. "Hiç leğende yıkanmamış gibi, geniş geniş konuştu" bütün ukalalığı ile yersiz-ileri geri. Taş kalpli oldu, Romalı Kezban. Çakmak taşlarından yangınlar çıkarıp, Nero’dan sonra Roma’yı yaktı gundi Kezban. Eskidi cehaletin, yoksulluğun ve çirkinliğin yüzü, dönüp bir yol gerilere bakıvermedi hazretleri.
Kezban Roma’daydı.
Her sabah uyandığında kraliçe sandı kendisini. Buyurun efendim kırmızı halı bu tarafta matmazel Kezban. Ukalalıkta al mendiller dahilinde halay başını kimseciklere kaptırmadı. Kürkler giyindi, pırlantalar takındı, havyarlar yedi, kuş sütü ile kahvaltılar yaptı. Buzlu-portakal suyu katkılı vodkalar, whiskyler içer ve kendinden her daim geçer oldu, gundi Kezban.
Kezban Roma’daydı.
“Tüü… kakaydı” akrabaları, tezek kokulu ve de çok salaş bir yerdi Köstekli Köyü. Selam dahi verme gereksizliğini bütün benliği ile benimsedi hanımefendileri. Kıytırıktan bir nohut tanesi iken, Köstekli Köyünde kendileri, Roma’da davetlerden davetlere giden kavrulmuş leblebi oldu kraliçeleri. Sürmeli gözleri görmesindi, elinin tersi ile itiverdi ol fakirleri. Aman da ne çok banal ve asaletten yoksun kişiliklerdi köylüleri. Yanında yöresinde sakın ha olmasalardı, çizerlerdi karizmasını, kırmızı halı bu tarafta buyurun majesteleri.
Kezban Roma’daydı.


Amsterdam, 13 Temmuz 2018

8 Temmuz 2018 Pazar

YARIM TÜRKÜ


YARIM TÜRKÜ



Yüreğimiz ağlamaklı mı, ağlamaklı be üstat! Hani “Bozkırın Tezenesi” büyük ozan da çığırır ya; “mezar arasında harman olur mu?” deyi. Olmaz elbette. İşte o mezar yerini kazar gibi, zati alilerinin yoksunu oldukları, bizim yüreğimizde ise tehlikeli ve fazlalık olarak gördükleri, hani insan olmaya dair her şeyi kürek kürek alıp atın diyorlar. Kalmasın sakın ola en ufak zerresi-kırıntısı. İğne ucu kadar da olsa, olmayıversin güzellik mevcudiyetinin en küçük nüvesi. Bir bardaktaki suyu aktarır gibi yüreğini al aşağı edip boşaltmamızı istiyorlar bizden. İnsanlardaki bu cevher, kimilerini neden bu denli korkutup, rahatsız eder ki, diye şaşakalmamak elde değil.
İhaleyi Laz müteahhit aldı ve anında işe koyuldu. İnşaatı hemencecik başlatıyor. Olabildiğince paslı kalın demirlerden sağlı sollu-önlü arkalı bolca atılması isteniyor. Direktifler veriliyor, üstüne de kaymaklı harcı, adamakıllı karılmış bol kepçe betondan dök diyorlar. Tabii önce kürek ve kazmalarla boşaltma işlemi başlıyor. Söküp atıyorlar; yüreklerimizin o nazlı sızısını, kök salan sevdayı, aşkı, sevgiyi, gonca gülleri, tutkuyu, duyguyu, eşit olmayı, yani insan olabilme uğraşısını, umut veren coşkuyu, kuş misali kanat çırpmayı, mehtabı, merhabayı, bulutlarda gezinmeyi, güneşe göz kırpmayı, Tanrıya şarkı söylemeyi, “mehtabım diyerek yüz vurmayı,” karnında kanatları bin bir renkli kelebeklerin uçuşmasını, bir sokak hayvanı için süklüm püklüm ağlamayı, burukluk veren mülteciler dramını, empatiyi, kurt ve kuşla dost olmayı, güzelliği, ipil ipil bir alevle yanan mum ışığını, gülümsemeyi, ağız dolusu gülmeyi, Ahmet Arif  gibi “Uy havar! – Oy sevmişem ben seni, he canım-sen getir üstünü.” diye haykırmayı, kardeşlik ve barış türkülerini.
Lakin onca zorlamaya rağmen, ne kazmaya ne de küreğe tir tir ellerimiz varmasa da, Laz müteahhit tam mesai iş başında. Kazma kürek sesleri birbirine karışıyor. Sen artık sen olma diyorlar anlayacağın. İşte geldik işte usul usul gidiyoruz, hem de bir bilinmezliğe. Seke seke mi geldik bilemem ama hani der ya Can Yücel adlı sakallı deli şair:
“Çatlak yüreğimle türkülü yollara
düştüm ki o kadar olur
seke seke ben geldim
sike sike gidiyorum…” Benim bir günahım yok. Koskoca şair gelişimizi ve gidişimizi böyle betimlemiş. Gördüğünüz üzere salt O’nun sihirli kelimelerinden gayrı lakırdım yoktur benim.
Kelebek ömrü, çileli ömrümüz. Söyleyiver be üstat, nice olur halimiz, ahvalimiz?
“Burda yeşil biber
acı mı, acı.
Acı mı acı
burda türküler.
Bana böylesi gerek,
of, of
böylesi gerek.
Yanıp tutuştum, of, of.
Yanıp tutuştu yürek.”
Kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, ölü sessizliğindeki ıssız gecenin kırkında, en derin karanlığında yüreğimize son demlerde kenetlenen ve dilimize pelesenk yarım kalan bir türkü:
“Kınıfır bed renk olur
Aşka düşen denk olur
İsterem başıya gele
Göresen ne renk olur.”
Söyle be “lal üstat.” Göresem görmesine ve de aslına bakarsanız gördük göreceğimiz kadar da diyebiliriz. Yüzümüzdeki onca kırışıklık ve çizgi iyiden iyiye demini bulmuşken, daha nice renk ola ki? Kaldı mı sence acep olmadığımız renk? Son kez kırk kuruş daha verip; bir daha kırmızı mı olalım yani?
Diğer yandan, ne dersin, sence de göz göre göre yalana mı iter bizi, milyonlarca müridi ile ifade edilen Rumi?
“İllâ birini seveceksen, dışını değil içini seveceksin. Gördüğünü herkes sever ama sen göremediklerini seveceksin. "Sözde" değil "özde" istiyorsan şayet; ten'e değil, can'a değeceksin.
Ve kör gecenin kırkı, havalandırdığım yarım türkü;
”Kınıfır bed renk olurrr....
.........................................."





Amsterdam, 8 Temmuz 2018





22 Haziran 2018 Cuma

PİNTİ CELAL



 PİNTİ CELAL

Şikâyet etmesini gerektirecek en hafif bir pürüz yoktu. Tam tersine vaziyet alabildiğine berkemaldi. Dolayısı ile işleri yolunda gidiyordu. Amsterdam kentinde üç yıl kadar önce açtığı tekstil atölyesi gün geçtikçe daha çok büyüyor ve daha fazla para getirir hale geliyordu. Büyük giyim mağazaları kendileri ile çalışmak için adeta yarış halindeydiler. Bu gelişmelere birebir tanıklık ederken, tıpkı karikatürlerde de çizildiği gibi dolar işaretleri, namı diyar Pinti Celal’in gözlerinde çok belirgin bir halde gözlemleniyordu. Mutluluğundan ol bedeni gözlerine eşlik edip her tarafı gülüyordu. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsı da bir yandan içini kemirmiyor değildi. Ama bu da elbette olacak ve görünen o ki, ereğine tez zamanda kavuşacaktı.
Var olan sermayesine ha gayret deyip, biraz daha katabilmek için canını dişine takıyordu. Masraf olur diye araba almadığı gibi, yine tasarruf amaçlı işine gidip gelirken toplu taşıma araçlarını dahi kullanmayı düşünmüyordu. Bir kendisi vardı, varsın onu da bacakları oradan oraya taşısındı. Yoksa başka ne işe yarayacaklardı. Cimriliği öyle ki, gözlemlenmesi halinde insan havsalasını anında durduracak kadar hastalıklı bir boyuta gelmişti. Bu amansız hastalık bir ahtapot misali Pinti Celal’i hareketsiz bırakıp tamamı ile esareti altına aldı.
Devasa büyüklükteki biriktirme küpünün bir an evvel dolması gerekiyordu. Bunu yapmadan, haliyle yeni küplere geçemezdi. Serveti her geçen gün başını alıp gitmesine rağmen, o bundan kimselere zırnık koklatmadığı gibi, varlığını kendisi de en asgari düzeyde kullanıyordu. Rast geldiği herkese parasızlıktan yakınıyor, iki yakasını bir araya getirmekte oldukça zorlandığını bıkıp usanmadan anlatıyor, fırçası her daim karamsar tablolara imza atıyordu. Masrafa girecek diye memleketinde bir başına bıraktığı hasta annesini bayramda dahi aramıyordu. Yemiyor, içmiyor, giymiyor, yanında çalışan gündelikçi işçilerden dahi çok daha fakir bir yaşantı sürüyordu. La Fontaine’in bir deyimi tam da burada devreye giriyordu. “Parasından en az yararlanan cimrinin kendisidir.”
Yıllarca gece gündüz insanüstü bir azim ve güç ile çalıştı. Lakin ülkede yaşanan ekonomik kriz ve ucuz işgücünden dolayı aynı giyim mağazalarının gelişmekte olan ülkelere yönelmesi ile Pinti Celal de, pek çok işveren gibi bu denli yükselişe geçen işyerinin kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Ama birikimi onu on beş ömrü de olsa hiç çalışmadan krallar gibi yaşatabilirdi. Çünkü küpler tıka basa doluydu. Fakat kral gibi yaşamak isteyen yoktu. Küplerden bir akçenin dahi eksilmesini istemiyordu. Bunu göz önünde bulundurduğundan yaşı gelip geçtiği halde evlenip çoluk çocuğa dahi karışmadı. Işığından hiçbir şey kaybetmeyeceği halde, başka bir mumu titrek alevi ile yakmadı. Kasvetli loş karanlığı yeğledi. Yek başına kalakaldı.
Cimrilik hastalığı arkadaşları arasında sürekli alay konusuydu. Onu tanıyanların hepsi bu olumsuz yönünden dolayı; ona karşı neredeyse nefret edercesine bir yaklaşım içindeydiler. Ama hiç de umursamıyordu. Pinti Celal’i sürekli alaya alan ve Türkiye’de bulunan Süleyman adlı yakın arkadaşı sürekli yaptığı gibi bir kez daha kendisine bir oyun oynadı. Türkiye’de ortak arkadaşları olan Fikri, Süleyman’ı misafir olarak evinde ağırlıyordu. İki kafadar uzun uzadıya Pinti Celal’in kulaklarını çınlattılar. Uzun sohbetlerinin ardından Süleyman oynayacakları oyunu Fikri’ye anlatmaya koyuldu.
         “Bak Fikri, sen Amsterdam’a gittiğin zaman, ilk işin Pinti Celal’i bulmak olsun. Onu görür görmez hemen kendisini bir kenara çek ve anlatacaklarının olduğunu söyle. Tatil için Antalya’ya gittiğini ve burada üç yüz dönümlük bir alana kurulmuş, yedi yüz odalı beş yıldızlı bir tatil köyünde kaldığını abartarak anlatacaksın. Ve sonrasında bu tatil köyü kimin biliyor musun? İnanmayacaksın ama bu muhteşem yer Süleyman’ın ve bir görseydin bizi krallar gibi nasıl da ağırladı, anlatamam. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızdaydı. Çok ama çok mutlu oldum. İnsanın böyle hem varlıklı, hem de iyi bir arkadaşının, dostunun olması ne kadar güzel. Bu kadar parayı nereden bulmuş bilemiyorum ama hayli şanslı bir arkadaş. Allah kendisine ‘yürü ya kulum’ demiş. O da almış ve son hızla yürüyor. Allah daha çok versin. Etrafında geleni gideni eksik olmuyor. Senin yerinde olsam ben de Süleyman’a bir alo der ve bavulumu topladığım gibi Antalya’ya giderim. Süleyman senin de iyi arkadaşın. Seni de krallar gibi karşılayacaktır. Hem sen de biraz dinlenir kendine gelirsin.”
Devresi gün Fikri Amsterdam’a dönmek üzere yola koyuldu. Gelişinin hemen ardından Pinti Celal’i arayıp, bir kafede buluşmak üzere sözleşti. Kahvelerinde kendisinden olacağını belirterek arkadaşını rahatlattı. Bu durumda öyle veya böyle, Pinti Celal gelmemezlik etmeyecekti.
Anlaştıkları saatte ve yerde buluştular. Hal hatır ile ilgili soruların cevapları alındıktan sonra, ince belli genç garsonun masalarına koyduğu kahve fincanlarına uzandılar. Pinti Celal alttan alttan garson kızı süzmeden de edemedi. Gözleri öylesine maviydi ki, sanki gökyüzü içlerine bağdaş kurup oturmuştu. Öylesine derin bir mavilik vardı. Son bir kez daha baktı. Genç kız çoktan başka müşterilerin yanı başında bitivermişti. Fakat Pinti Celal’i yutkunduran hal ve hareketleri de Fikri’nin gözünden kaçmadı.
Kahvelerin tadına diyecek yoktu. Çok az duyulur caz müziğinin ritmik bir parçasını uğultu halinde gelen derin sohbetlerin sesleri bastırıyordu. Fikri’nin sabırsızlıkla beklediği an nihayet geldi. Arkadaşı Süleyman ile konuştuklarını daha da abartılı bir şekilde Pinti Cemal aktardı. Üstelik Rus bayanların da tatil köyünde çokça olduğunun da altını çizerek anlatımına katarak, durumu daha cazip hale getirdi. Yüzü renkten renge girdi. Süleyman’ın bir anda bu denli zengin olmasına şaşakaldı. Hemen Fikri’ye bir dakika geliyorum deyip kafeden çıktı. Fikri onun hemen Süleyman’ı telefon ile arayacağını biliyordu.
“Alo… Süleyman’ım, canım kardeşim. Nasılsın? Görüşemiyoruz be gözüm. Bu kardeşini hiç arayıp sorduğun yok. Umarım iyisindir. İyi haberlerini alıyorum. Biraz önce Fikri ile beraberdik. Senin tatil köyünden bahsetti. Öve öve bitiremedi.”
Buluşma öncesi Fikri hangi saatte buluşacaklarını Süleyman’a bildirdiğinden o sabırsızlıkla telefon etmesini bekliyordu. Süleyman avını kurduğu tuzağa düşürmüştü. Şimdi yapacağı konuşmayı mümkün olduğu kadar uzatıp, onun sabırsızlıkla beklediği tatil köyü konusunu öteleyip telefon masrafı oluyor diye onu huzursuz kılmaktı.
“İyiyim kardeşim. Sen de iyi misin bana diyorsun ama senin de hiç arayıp sorduğun yok. Sen gelip gidenlerle olsun, sanki paralıymış gibi selam dahi göndermiyorsun.”
Konuşmanın uzayacağını fark edip bunu geçiştirmek istese de Süleyman buna müsaade etmedi. Her defasında yeni bir soru ve konu ile telefon görüşmesini uzattıkça uzatıyordu. Pinti Celal yerinde duramıyor, sadede gelmek için kıvranıp duruyordu. Sonunda Süleyman’ın konuşmasını kesip can alıcı sorusunu patlattı.
“Yahu kardeşim nereden buldun sen o kadar parayı? Nasıl oldu da Allah sana bu denli yolunu açtı?”
Süleyman ağına avını düşürmüştü. Onunla artık kedinin fare ile oynadığı gibi tadını çıkara çıkara oynayabilirdi.
“Celalim, ramazan ayında hiç Taksim meydanına gittin mi? Gittiysen eğer kurulan iftar çadırlarının önündeki yemek kuyruklarını mutlaka görmüşsündür. Diyelim üç bin kişilik bir kuyruk ama bu en sondakilere yemek sırası gelip gelmeyeceği belli değildir. Gelse dahi bu kadar kalabalığa ancak birer kepçe yemek düşer. Ama ben ne yapıyorum biliyor musun? Ben Allah’tan dilekte bulunurken, dua ederken ona Kürtçe yalvarıyorum. Türkçe dua eden milyonlarca insan var. Ama Kürtçe öyle değil. Kürtlerin dahi çok büyük bir bölümü Türkçe dua ediyor. Oysa Kürtçe dua eden insan sayısı öylesine az ki, dolayısı ile Taksim meydanında dağıtılan iftar yemeği gibi, size bir kepçe ya düşüyor ya da düşmüyor. Benim avantajım Kürtçe biliyor olmam. Ben senin yerinde olsam bir an evvel Kürtçe öğrenir ve Allah’a olan yakarışlarımı bu az kullanılan dilde yaparım. Böylelikle senin de tabağına bir bile olacağı meçhul olan kepçe yerine, tabağın dolup taşar. Kürtçe öğrenmek için tez elden kolları sıvamaktan başka çıkar yolun yok senin. Hadi sağlıcakla kal. Kendine iyi bak. İyi haberlerini bekliyorum, canım kardeşim benim. Öptüm.”
Pinti Celal’in kafası durmuş, adeta afallamıştı. Yarım saat sonra kendisini Kürtçe öğrenmek arzusu ile yakın arkadaşı Remo’nun kapı zilini alacaklı gibi çalar buldu. Nefes nefese buyur edildiği arkadaşının evinden içeri daldı. Pinti Celal telaşlı, Remo ise kaygılıydı. Akşam olmak üzere olduğu için Tanrı’nın eli ışığı söndürmek üzere güneşin düğmesine uzandı. Köpüklü kahveleri bu kez sunan pos bıyıklı kaba saba Remo idi.

Amsterdam, 22 Haziran 2018




18 Haziran 2018 Pazartesi

BİTLİS 10 KİLOMETRE








BİTLİS 10 KİLOMETRE

Bitlis! Adını Makedonyalı Büyük İskender’in bir komutanı olan Bedlis’ten alan, pek çok medeniyetin beşiği muhteşem bir şehir. Atalarım kuşaklar boyu bu büyülü topraklarda eşsiz bir ağız tadıyla, kardeşçe, barış ve huzur içinde mutlu bir yaşam sürmüşler. Benim bütün çocukluğum ışıltılı bir su damlası güzelliğindeki anneannem Lusıntak’ın Bitlis şehrindeki yaşantılarına dair bitmek tükenmek bilmeyen masalımsı anıları dinlemekle geçti. Onun o muhteşem büyülü anlatımıyla; yüzlerce yıl ezan sesleri kilise çanlarına büyük bir ahenkle katılıp hoş bir seda halinde, bu kadim toprakların semalarında sevgililer gibi buluşuyorlarmış. Bin bir rengi ile var olan kültürlerin; Türk, Kürt, Ermeni, Arap ve diğer kimliklerin şemsiyesi altında buluştuğu, kaynaştığı, göz kamaştırdığı harikulade bir mozaik. Alabildiğine geniş bir hoşgörünün, güzelliğin, tevazünün, insana dair üst değerlerin yer bulduğu, sapasağlam ayakta durduğu bir birliktelik.
Oysa ben sürgündeki uzak diyarlarda doğdum. Bu güzelliğe bir saniye olsun tanıklık etmedim. Yine de çok uzun bir zamanımı bu topraklarda geçirmişim gibi bir duyguyla yıllardır buraların özlemi içindeyim. Merak edip görmek, tatmak, dokunmak ve duymak istediğim o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bu diyarda uçuşan kuşların gagalarının rengi, kanatları, ağaçların dalları, verdikleri lezzetli meyveleri, çağlayan dereleri, gürül gürül akan ırmakları, göğünün mavisi, çiçeklerin renkleri, yaydıkları mis kokular, çimleri, otları, dağları, tepeleri, insanların giyimleri, birbirlerinin gözlerinin içine duruşları, konuşmaları, yemeleri, içmeleri, sevdaları, hal ve hareketleri, dahası aklınıza gelebilecek her şeyi merak eder olmuştum. Ben onlara ne denli yakın veya uzaktım? Toprak beni adeta çağırıyordu. Buradaki baba evinde yaşlılığımı geçirip bu görmediğim, dokunmadığım, öpemediğim halde vurgunu olduğum topraklara gömülmek ve karışıp kaybolmak istiyordum. Bundan daha da büyük bir emelim yoktu. Hissiyatı büyük özlem yoğunluğumda, anneannemin anlatımlarının elbette payı çok büyük. Rüyalarımda her daim buralardaydım. Bitlis’te doğmamış olsam da annem, babam ve bütün atalarım burada dünyaya merhaba demişler ve kalplerinin büyük bir mutlulukla attığı bu toprakları yurtları haline getirmişler. Kalbim “bum bum” hep buralarda atıyor. Yaşıma başıma bakmadan, kolumdan tuttuğu gibi, söylemesi abes; dünyaca ünlü bir yazar olduğum halde, yine de albenisini anlatmakta hayli zorlandığım bu güzelim baba diyarına beni koştura koştura getirdi.
20. yüzyıla kadar bu topraklarda yaşayan atalarım, gelinen bu zaman biriminde gidişatın eskisi gibi seyretmediğini fark ederler. Fötr şapkasının hemen altından bir şelale misali inen aksakallarını, titreyen ellerinin tedirginliği ile sıvazlayan büyükbabam Minas, anneannem Lusıntak’a çocukları alıp Amerika’ya göç etmelerini sağlık verir. Adım adım yaklaşmakta olan tehlikeyi gören ve kısa zamanda toparlanan ailenin bireyleri uzun bir yolculuğun ardından Kaliforniya Eyaletine bağlı Frosna kasabasına yerleşirler. Ben 1908 yılında Fronsa’da dünyaya geldim. Ailemin Amerika’ya yerleşimi sırasında kendilerine çok yardımcı olan William adlı bir doktorun adını vermişler bana. Dolayısı ile adım Willim Soroyan. Bana koca bıyıklı Ermeni Yazar diyenler de var. Yazmak benim için yaşamakla eş anlamlı. Yazmadan yaşayamam, aksi öldüm demektir. Kitaplarımla birçok ödül aldım. En önemlisi Pulitzer ve sinemaya uyarlanan kitabımla Oskar ödülleri oldu. Bitlis’i konu alan pek çok çalışmam da oldu. Anneannemin bu yöreye ait olan dillerden Türkçe, Kürtçe ve Ermenice için güzel belirlemeleri vardı. Türkçe müzik, Kürtçe kalbin, yani aşkın ve Ermenice ise acının dilidir derdi. Bu iki dil yatağını bulup bir şarap ırmağı misali akadururken, oysa Ermenice ölümü, acıyı tatmış bir dil olarak yatağında acı ve nefret yükü ile akar.
1964 yılında ilk kez rüyalarımın şehri Bitlis’e geldim. Burada dostlarım Yaşar Kemal, Ara Güler, Bedros Zoryan ve hemşehrim Fikret Otyam bana eşlik ettiler. Ev sahipliğinin güzelliği ile yüreğim kafesinden fırlayacak gibiydi. Korku ile ürperen bir tavşan misali kalbim mutluluktan, gördüğüm yakınlıktan tir tir titriyordu. En güzeli de kendi insanlarımın arasındaydım.
Atalarımın izlerine rastlamak için dağ tepe demeden dolandım durdum.  Gördüğüm her insana, hayvana, ağaca, toprağa “ahpariğim - kıymetli ağabeyim, büyüğüm, sevgilim” diye sarıldım, hasretlik giderdim. Şaşkınlık içinde oradan oraya saklambaç oynayan çocuklar misali koşturdum. Görenler telaşıma bir anlam veremediler. Ama öylesine mutluydum ki, inanamazsınız. Ardından büyük bir burukluk yaşadım. Anneannemin bir masal gibi anlattığı insanlarımdan eser yoktu. Tek bir Ermeni’nin izine rastlayamadım. Kimsecikler yoktu. Kuşlar misali kanat çırpıp uzaklaşmışlardı. Anlatılan büyük çanlı kiliseler, kesme taşlı evler hatta ve hatta mezarlıkların yerinde yeller esiyordu. Allahtan babamın evi olduğunu tahmin ettiğim yıkık duvarların izine rastladığımda, dizlerimin üzerine çöküp elime gelen taşı toprağı yüzüme götürerek gözyaşlarımla buluşturdum. Ağladım… Ağladım. İçimdeki zehri attım. Bitlis'in meşhur deyiminde ifade edildiği gibi mi oldu acaba? "Ayağıma yer edem, gör sana ne edem." Kim bilir, belki de öyledir. Hiçbir öfkem, kinim yoktu. İnsanlar çok güzeldi ve ben onları çok seviyordum.
Tek bir Ermeni, kilisesi veya mezarlığı yoktu. “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.” Gel dediniz, ben de geldim. Lakin hiçbir şey kalmamış ki. Ermeniler yok olmuş, mezarlıklar ve kiliseler ise yerle bir edilmişlerdi. Beni bu yerle bir edilişi göstermeye mi çağırdınız?
Hüzün devasaydı. Yine de bakmayın siz bana, ne olur. Pek çok hayal kırıklığı yaşasam da rüyalarımın maviliği Van Gölü’nün suyunu kana kana içtim. Ne kadar da inanılmaz bir güzellikte. Çok kısa bir zaman sonra sanki bütün hayatım buralarda geçmiş ve bundan öncesi de yoktu fikri, bir anda olanca ağırlığı ile üzerime çöreklendi. Dağlar, tepeler, dereler, çiçekler, kuşlar ve bir bütün halinde tasavvur ettiğimden çok daha güzeldi. Anneannemin sık sık anlattığı Sapkor çeşmesinin suyundan içtim, saatlerce burada dolandım durdum. Yine anneannemin sözünü ettiği kıpkırmızı gülyaz (kiraz) ve sulu şılorlardan (erik) doyasıya yedim. Atalarımın izlerini sürdüm. Çeşme hala eskisi gibi kaynağından döne dolaşa getirdiği su ile akmaya devam ediyordu. Alttan, üstten yandan, sağdan ve soldan defalarca baktım. Her taşını bir bir beynimin kıvrımlı kanallarına kazıdım. Çeşmenin etrafında çocuklar gibi koştum. Beni görenler şaşakaldılar. Her taşı bir bir sevgili misali bağrıma bastırarak kucakladım, toprağı tekrar tekrar öptüm. İnsanlarıma sarıldım. Mutlu, huzur dolu ve gönlüm krallığını yaşıyordu. İçimde kinin ve öfkenin kırıntısı dahi yoktu. Her zamanki gibi kalbim her şeye ve herkese karşı olan sevgimle dolup taşıyordu. Yüreğimin tatlı yükü ağırdı. İnsan olarak kalabilmeyi becerdim.
“Toprağından dönmemecesine ayrıldı babam
efsanelerin beslediği o gökyüzünden uzak
ölüp gitti ama ardında beni, küçük hayaletini
bıraktı yas tutsun diye; soğuk, sislere gömülü,
yağmurların yıkadığı o gölün, tüm ölümlü acıların,
toplandığı o havuzun kıyısında ağıtını yakıp ağlasın diye.”
Bitlis’i gördüğüm zaman, insanlara şöyle seslendim:
“Şurada biraz oturup Bitlis’te olduğumu anlamak istiyorum. Bu benim için çok önemlidir. Bir Bitlisliden, Bitlislilere selam… Bir Amerikalıyım ama bir Bitlisli olduğumu hiçbir zaman unutmadım. Şayet bir söz söylemek gerekirse şöyle diyeceğim; Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler… Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu tarif etmem imkânsızdır. Benim Bitlis’e yetişmem bir mucizedir, inanın… Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum. Buraya gelmeyi hep arzu ederdim. Nihayet ulaştım… Tek bir endişem vardı, acaba Bitlis, düşündüğüm gibi değil mi? Şu an nasıl memnunum, anlatamam. Endişelerim gitti. Evime geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum… Artık yerime oturacağım, bana izin verin.”
Artık iyiden iyiye yaşlandım. Kendi ölümümü görüp tanıklık edemeyeceğim için bilemeyeceğim. Nerede ve nasıl ölürüm. Memleketlim şair Orhan Veli’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi, benim bu dünyadan elimi ve eteğimi topraklarıma doyamadığım ömrümün sonlanışını da “edebiyat tarihçileri-meraklıları araştırsın.” Olmaz mı? Ahpariglerim, araştırmak için kollarınızı sıvadınız mı? Yes man. OK! Thank you. See you later.


Amsterdam, 17 Haziran 2018


2 Haziran 2018 Cumartesi

TÜYLER





TÜYLER



"EĞER
..........................................................................
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla, 
Öylesine delice bakmasalardı eğer. 

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de 
Kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer. 

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin, 
Son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer. 

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman, 
Meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.


C. Yücel"



Meltem Hanım uzun zamandır vakit ayırıp ağız tadıyla bir film izleyememişti. Çok istediği halde yoğunluktan bu isteğini bunca süre ihmal etmiş olmanın huzursuzluğu ile kıvranadururken, en nihayetinde beklediği o anı yakaladı. Salon masasındaki muma bir kızıl alev iliştirerek başladı işe. Kadehini “rengi fena kırmızı şarabın” buketini loş ışıklı oturma odasına buram buram saçarak doldurdu. Eşi Melih Bey iş toplantısından dolayı eve geç vakit gelecekti. Bir kase mısırı "patır patır" patlatıp koltuğuna kuruldu.
Patrick Shanley’nin yönetmenlğini yaptığı “Şüphe” adlı filmin baş oyuncularından gizemli yüzüne hayran olduğu Marly Streep ve aynı zamanda Philip Seymour Hoffman yer almaktaydı. Bugüne değin Marly Streep'in pek çok filmini seyretmişti. Her filmin ayrı bir tadı vardı. Benim Afrikam, Jullia & Jullia, Saatler, Hayat savunmaya değer, Yasak ilişki, Sophi’nin seçimi, Tersyüz ve diğerleri. Marly Streep bu filmde de sanatının ustalığını hakkıyla ortaya koyuyordu. Hayran kalmamak elde değildi.
Film kareleri Meltem Hanımın boncuk mavisi gözlerinin önünde hızla art arda ilerleyedururken, sahnelerin birinde; yaşlı bir rahip kilisesinde ayin veriyordu. Balık istifi dolu kilisede, düzgün giyimli insanlar can kulağı ile rahibi dinliyorlardı. Rahip ilginç temalı ayininde bir o kadar ilginç olan bir hikâye anlatıyordu. Hikâyenin konusu insanların yüreklerini adeta cam kırıkları ile doldurup yaralayan, yok yere karalayan yersiz dedikodularla ilgiliydi.
Yaşlı rahip Pazar ayininde ibretlik hikâyesinin anlatımını aynen şöyle sürdürüyor.
‘Kadının biri aslında çok da iyi tanımadığı bir kadın hakkında olmadık dedikodular yapmış. Fakat dedikodu yaptığı günün gecesinde kâbus gibi bir rüya görür. Başının tam üstünde bir el görür. Bu kocaman el dedikodu yapan kadını gösteriyormuş. Kadın gördüğü rüyanın etkisi ile büyük bir suçluluk duygusuna kapılmış.
Uyanır uyanmaz günah çıkartmak üzere evinin yakınındaki kilisede soluğu almış. Kilisenin yaşlı rahibine gördüğü rüyayı bir bir anlatmış. Yaşlı Rahibe medet umarcasına sormuş.
"Söyleyin ne olur, dedikodu yapmak günah mı? Beni gösteren o kocaman el, acaba Tanrı’nın eli miydi? Özür dilemem gerekiyor mu? Günah işledim mi?"
Yaşlı rahip usulca kadına dönmüş.
"Cahil kadın. Sen ne yaptığının farkında değil misin? Bir insanı yok yere nasıl böyle karalayabilirsin? İnsanlar onun hakkında yersiz yere neler düşünür ve bu insan bütün bu olup bitenden nasıl etkilenir göremiyor musun? Bu yaptığından bana kalırsa çok utanmalısın."
Kadın rahibe üzüntülü gözlerle bakıp, affedilmesini dilemiş. Lakin rahip aman dilememiş.
"Bu iş o kadar da basit değil. Senden istediğim önce evine gitmendir. Evinde bulunan yastıklardan birini al ve evinin çatı katına çık. Bir bıçak yardımı ile yastığı kes ve sonrasında da tekrar bana gel."
Kadın denileni aynen yapmış. Büyük bir şaşkınlıkla soluğu yaşlı rahibin yanında almış.
Rahip;
"Dediklerimi aynen yaptın mı?" diye sormuş.
"Evet, aynen dediğiniz gibi yaptım."
"Peki, ne oldu? Ne gördün?"
"Şey… Sadece tüyler."
"Hımm… Tüyler..." diye alaylı yinelemiş rahip.
"Gözünün alabildiğine her yere tüyler uçuştu." diye konuşmasını sürdürmüş günahkâr kadın.
Rahip;
"Şimdi tekrar eve gitmeni ve esen rüzgârla birlikte uçuşan bütün tüyleri, senden tek tek toplamanı istiyorum."
"Ama benden imkânı olmayan bir şey istiyorsunuz. Rüzgâr savurduğu gibi bütün tüyleri alıp dünyanın dört bir yanına götürdü. Hepsi kayboldu."
Rahip bunun üzerine kadına yeniden dönüp;
"İşte tam da demek istediğim bu. Dedikodu da aynen bu uçuşan tüyler gibidir."
Rahibin hikâyesi burada son buldu. Ardından Marly Streep bütün gizemli güzelliği ile film karelerinde yer alarak devam etti.
Meltem Hanım filmin sonunda, Marly Streep’e ve Oscar koleksiyoncusu bu muhteşem kadının oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldı. Çok etkilenmiş olacak ki, o gece garip bir rüya gördü. Rüyasında büyük bir asansörün jet hızıyla İstanbul’da bir gökdelenin kırkıncı katının çatı bölümüne çıktı. En hafif bir yükseltide canını alacakmış gibi, adeta bir yumruk olup boğazını tıkayan yükseklik fobisinden, her nasıl olduysa eser yoktu. Korkusuzluğuna en çok da kendisi şaşakaldı. Bu kocaman bir ilkti.
Rüyasında sırtında kocaman bir torba vardı, Meltem Hanım'ın. İstediği yüksekliğe geldiği zaman torbanın ağzını usulca açtı. Torba milyonlarca küçük kâğıt kırpıntıları ile tıka basa doluydu. Kâğıtların üzerinde sağlık, huzur, barış, sevgi, şefkat, kardeşlik, insanlık, vicdan, adalet, hukuk, güzellik, hoşgörü, eşitlik ve insanlığın her geçen daha çok ardında bıraktığı değerler binlerce kez büyük harflerle yazılıydı. Torbanın içindekileri usulca binadan aşağı doğru savurdu. İnsan olmanın gerekliliklerinin yazıldığı kâğıtlar, rahibin sözünü ettiği tüyler misali bütün dünyanın en ücra köşelerine doğru birer kuş olup uçuştular.
Sabah güneşinin bakir ışıkları ile uykusu hafifledi. Burnuna kahve kokuları geliyordu. Elinde kahve fincanı ile bekleyen eşi Melih Bey, uykusunda gülümsemelerle mutluluk saçan Meltem Hanımın uyanmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Melih Beyin tatlı öpücüğünü hazzı yerini acımtırak kahveye bıraktı. Arka fonda klasik müziğin sihirli melodileri bu huzur dolu birlikteliğini bütünlüyordu!



Amsterdam, 02 Haziran 2018






26 Mayıs 2018 Cumartesi

SU VER LEYLA






SU VER LEYLA

Kitlendim. Hem de yüksek burçlu fethedilmez kale kapıları gibi kitlendim. Şifremi kaybettim. Hiçbir sisteme giremiyorum. Yapılması zaruri olan güncellemeler de bir o kadar büyük bir öneme haiz olduğu halde, şifresizlikle bunu yapmak da ``hak getire." Elimden bir şey gelmiyor. Biçare kalakaldım. Oysa nasıl da özene bezene süt beyazı bir A4 kâğıdına altın yaldızlı kalemle, büyük puntolarla, hem de kalın harflerle bastıra bastıra yazmıştım. Unutmayayım diye, hemencecik yan duvardaki kırmızı kadifeli panoya da raptiyeledim. Hay Allah, bir anlık aymazlığıma gelmiş olmalı ki; kapı ve pencereyi aynı anda açık bırakınca meydana gelen cereyandan oluşan sert esinti altın yaldızlı şifremi kaptığı gibi alıp uçurdu. Yakında bulunan maviş denize düşürdü.
Adamlarıma anında emirler yağdırdım. Keskin komutlarım üzerine dalgıçlar derin sularda kulaç üstüne kulaç attı. Sonunda şifremin bulunduğu kâğıt bulunup getirildi. Fakat ıslanan kâğıttaki şifremden eser yoktu. Silinip gitmişti. Bedenim kitlendi. Kollarıma, ayaklarıma, boynuma binlerce kelepçe takıldı. Gelinen noktada; bütün uğraşıma rağmen bu prangalardan bir tanesini dahi çözemedim. Kendimi, tıpkı cüceler ülkesinde esir düşen Jonathan Swıft’in kahramanı Guliver gibi hissediyorum. Aman Tanrım, şifrem olmayınca üst üste kenetlenmedik yerim kalmadı. Parmağımı dahi milim kımıldatamıyorum. Tamamen devre dışı kaldım.
Sil baştan kendimi “resetlemem” de mümkün değil. Şifrem olmadan bunu da yapamıyorum. Uçtu gitti. Mavi sulara düştü. Oldukça karmaşık bir şifre tasarlamıştım oysa. Dost-düşman kimseler bilmesin, görmesin deyi. Hani "top secret" devlet sırrı cinsinden. Kimileri bedenimin, kişiliğimin yeniden eski fabrika ayarlarıma dönmem için ne çok da girişimde bulundu. Allah’tan meyillerinde tam başarılı olamadılar. O fabrika ayarları ki, hepten gözyaşı, kan revan. Yürek acısı, inim inim inleten yaralardı. Alınan kelleler, boğazlanan kardeşler, oğullar, babalar ve en yakın akrabalar. Bir anlık hırsla başları gövdelerinden koparılan binlerce beden. Dini yaymak adına yapıldığı söylenen; istilalar, yağmalamalar, acıma duygusundan alabildiğine yoksun ganimet paylaşımları ve talanlar.
Fabrika ayarlarının çok daha uzağına, güzelliğe, çağdaşlığa, demokratikliğe, insan haklarına, barışa, kardeşliğe ve insani değerlere daha çok ulaşmaya çalıştıysam da, bugüne değin hep kör-topal, tökezlemelerle istenilen yere bütün çabalarıma rağmen varamadım. Kimi zaman zapturaptla-postallarla, kimi zaman ırkçı ulusalcı zihniyetlerle ve din kisvesi altında yaşatılan örümcek ağlarının tamamen sarıp sarmaladığı kafa yapıları ile "sözüm ona varıldığı söylenen" yolun hiç de alınmadığına şahit oldum. Dünyada belki de en çok sorulan soru bencileyin hakkında oldu. Ağlar mısın, güler misin? “Ne olacak bu memleketin hali?” Özellikle de yudumlanan aslan sütlerinin ardından ve “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” şarkısının hemen akabinde.
Bedenim üzerinde bin bir sıkıntıyla yaşama reva görülen halkın tayın ettiği kelli felli muavinler her daim ileri doğru manevramı sağlayacak viteslerimi devre dışı bıraktılar. Oraya buraya toslatılıp, geri manevrada seyir etmemi sağlık verdiler. Affınıza sığınarak, tam da halk deyimi ile “Götün götün gel.” dediler. Farlarımı kırdılar. İleride ne olup bittiğinden beni bihaber kıldılar. Karanlıktan göz gözü görmeyen Ortadoğu bataklığına kımıltısız-devinimsiz kalacak halde park ettirdiler.
Bilmem, beni bu çıkmazdan-dışlanmaktan kurtaracak, şifremi kıracak demokrasiye, hukuka, bilime, sanata, bütün canlıların ve hatta bitkilerin haklarına saygılı yiğit bir “hacker” bulunur mu? Sil baştan çağdaş dünyanın gidişatına bendeniz de usul usul ayak uydurabilir miyim? "Gayrık yeter!" Onlarca yıldır; uçsuz bucaksız bir çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir canlı gibiyim. “Su ver Leyla.” diye çığlıklar atasım var. Susadım. Güzelliklere susadım. 
“Komşu komşu hu. Oğlun geldi mi? Geldi. Ne getirdi? İncik boncuk. Kime kime? Sana bana. Başka kime? Kara kediye? Kara kedi nerde? Ağaca çıktı. Ağaç nerde? Balta kesti. Balta nerde? Suya düştü. Su nerde? İnek İçti. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağ nerde? Yandı bitti kül oldu…”
Komşu komşu huuu..... Şifrem nerde? Suya düştü. Su nerde? Öküz içti!


Amsterdam, 26 Mayıs 2018



15 Mayıs 2018 Salı

ARMAĞAN








ARMAĞAN

SOBE

Söyle á mutluluk,
Abidin' in dahi çizemediği,
Keskin bıçak sırtında raks eden,
Tutarsız,
Elde, avuçta tutulamayan,
Binnaz mutluluk.
Saklambaç mı oynuyoruz seninle.
Bağırıyorum öyle ise,
Çıktığı kadar avazım;
‘Elmaaa... Elmaaa...'
Yeter, yeter artık,
Çık ortaya,
Ortaya çık.
Sobe! 


          Yorgun kambur sırtları güvenle birbirine yaslı tepelere yerleşik gecekondu mahallesindeki kırmızı kiremitli binlerce evi, ağaçları, saksılardaki bin bir renkli çiçekleri, taşı, toprağı, kaldırımı, yeni yapılan asfalt yolu, akşamın menevişliğinde ipil ipil yanan sokak lambalarını mehtabın tumturaklı kurşuni şavkı sardı. Peşi sıra, bir salyangoz misali kabuğunu ardında bırakıp, altı yüz dişi gözükecek şekilde tatlı bir esneme ile aheste aheste çıkagelen gün, görünen o ki, pek çok bakir sergüzeşte gebeydi.   
          Kuşluk vaktiydi. Hercai rüzgâr; serde var olagelen hoyratlığını fütursuzca sürdüreyim derken, hangi yönden eseceğini hepten unutuverdi. Yaşadığı büyük şaşkınlıkla elleri ve ayakları acemice birbirine dolandı. Lakin bir süre sonra, iş işten geçmeden ahengini bulmakta da gecikmedi. Sarsılmaz-kararlı hâkimiyetini yeniden ele aldı. Yüksek taş avlularla çevrili bahçelerdeki kavak, zerdali, dut, iğde, erik, ceviz, nar ve elma ağaçlarının dallarını alabildiğine sarmalayan, yeşilin çeşitli tonlarındaki parlak yaprakları ile birlikte dans etsinler deyi, kaytan bıyıklarının altından tatlı gülümsemelerle gerdan kırdı. Nezaketle diz çöküp el uzattı. Kıvrak dansa, bütün tabiatı davet etti. Rüzgârın dört bir koldan ihtimamla oluşturduğu muhteşem senfoni orkestrasının icra ettiği müzikten uğultu halinde gelen melodinin eşliğinde göz kamaştıran, debdebeli bir vals başladı. Gecekondu mahallesinde yaşayan bütün canlıların kulaklarına düdük, panflüt, piyano, saksafon, gitar, çello, keman, vurmalı çalgılar ve bilumum müzik aletinin sihirli sesleri doluştu. Guk Guk Baykuş tünediği zerdali ağacının dalına pençesini daha sıkı geçirip tutunmaya devam etti. Pamuk Kirpi meşin bir top gibi yuvarlanıp yuvasından içeri aktı. Rüzgâr ulumaya devam ediyordu.
          Tepelere serpiştirilmiş bu evlerden yeşile boyalı olanların birinde; yetmişli yaşları ardında bırakmaya ramak kalan bir kadın, ürkek bir kuş misali sığındığı pencerenin ardında dışarıda olup biteni izlemeye koyuldu. Düşünceleri her ne kadar alabildiğine darmadağın olsa da, tez elden kendisini toparladı. Şenay Hanım doğanın baş döndüren koşturmasına bütün benliği ile pür dikkat kesildi. Penceresinin ardından geniş boşluğa her şeyi alaya alırcasına gülümsedi. Kuş kanatlarından farksız kalp çırpıntılarını derin nefes alıp-vermelerle dindirdi. Yüreğini derinlemesine çimdikleyen acılar sığ bir su misali duruldu. Gamı bir çırpıda olmasa da def eyledi. Bir kirpi misali savunma içgüdüsü ile toparlanmaktan vazgeçti. Kuğu boynu dikeldi. Kalaylı iki tas dolusu balı andıran buğulu-derin gözleri iyice belerdi. Bir ara elleri isyan edercesine düzeltmek umuduyla kar beyazı yüzünde yer alan acımasız çizgilerde bir müddet gezindi. Bunun beyhude bir çabalama olduğunu anladığından, ellerini yorgun dizleri ile buluşturdu. 
          Art arda irili ufaklı bin bir boğumla bir top pıtrağa dönüşen ağaç dallarının, zümrüt yeşili yapraklarla olan raksına bayıldı. Dallar ve yapraklar öylesine muhteşem bir uyum ve ahenk içindeydiler ki, şaşakalmaktan kendisini alıkoyamadı. Pek çok sayıdaki narin dal ve yeşilin her tonunu özünde barındıran yapraklar nasıl da birbirlerine dokunmadan bir aşağı bir yukarı doğru hareket halindeydiler. Rüzgâr; katıksız bir yalnızlık içindeki kendisine ve Tanrıya ıslık eşliğinde şen şakrak şarkılar söylüyordu. Yarı yarıya açtığı pencereden doluşan esinti ak buklelerini savurdu. Yaşlı bedenini şerbetli bir ürpermedir aldı. Tüyleri diken diken oldu. Yuvarlak çehresi pul pul pembeleşti. Islak kirpikleri kaşlarına değdi. Sızlayan derin yaralarına boncuk gözyaşlarını merhem olsun diye sürdü. Yumuk elleri önceleri pır pır titredi, sonrasında duruldu.
Rüzgâr yoruldu. Şenay Hanım ardına yumulduğu penceresini biraz daha araladı. Yağmur çiseliyordu. İçeri doluşan yağmur taneleri ile buğulanan toprağın mis kokusu genzine doluşuyordu. Hafiften ıslansa da o aldırmıyordu. Bugün doğum günü. Böylelikle geçen zamana kocaman bir çentik daha atmıştı. Şenay Hanım üç oğlu ve onlardan dokuz torun sahibi bir nine olarak, her an buharlaşıp uçacak, bir yonca yaprağına konan çiy tanesi gibi yapayalnızdı. Hüznü boğazında düğümleniyordu. Bir armağanmış gibi onun doğum gününde ölen ve mavi göğünde artık güneş olmayan, hayatındaki tek eşsiz dayanağı kocası on yıldır yoktu. Son yudumunu aldığı çay bardağını sehpaya usulca koydu. Bal gözlerini kapadı. Koltuğuna iyice yaslandı. Akşam karalığının sönük rengi sokakta yer yer biriken yağmur sularına indi. Yeşile boyalı duvar boyunca ekili süsenler durulmayı unuttular. Bin bir nazla salınmaya devam ettiler. Çakır gözlü hayat arkadaşını dehşetli özlemişti.

Amsterdam, 15 Mayıs 2018























6 Nisan 2018 Cuma

GURK... GURK

















GURK… GURK

Temmuz ayının o sıcak günü. Öyle ki, safran sarısı yapış yapış, yakıcı bir sıcak. Gök; okyanuslar derinliğinde, geniş ve cam mavisi. Yer yer sonradan tahta bir merdivene çıkılarak göğe iliştirilmiş gibi duran bulutlar, serilen kar beyazı çarşafları andırsa da, yoğun değiller. Güneş bütün şekersi hali ile tombik yanaklarından bal ve şerbetler akıta akıta gülümsüyor. Kova dolusu sütten fırlamışçasına,  beyazlığa bürülü bir güvercin havalanıyor. Karar değiştirmiş olmalı ki, maviş gökyüzünden kopa gelen Ak Güvercin, yeryüzüne doğru apansız pike bir dalış yaptı. Sözüm ona kendince; “Umurum değil.” sıcağın sarılığı dercesine aşağılara daldı. Ak kanatları bir anda alabildiğine safran sarısına bulandı. Birden ağırlaştı, açlık ve yorgunluktan bitap düştü. Ankara'dan Kaman'a doğru giden köy yolunun yanı başındaki, Kör Zewe’nin evinin çatısına kondu, Safran Güvercin. Etrafına bakınıverdi iyice. Düşündü. Heyhat... para etmemişti kanatlarının aklığı. Getirememişti insanlığa zaten; ekmek su kadar gerekli barışı. Belki… Belki safranlığı getirirdi. O an ışık ışık gözlerini usulca kıstı. Baktı uzun uzun uzaklara, pek bir hareketliliğin gözlenmediği Camili Köyü’nden içeri derinlere. Boşluğa gülümsedi adeta.
          Hasat zamanı da olsa şaşırtıcı bir dinginlik hakimdi. Getirisi yoktu artık hasadın. Pür telaş değildi, o yüzden köylüler. Kamyonlar ve biçerdöverler evlerin önlerinde. Yeşil, sarı ve bordo boyalı evlerin aralarında dolanan kasketli adamlar ve gölgede oynayan birkaç çocuk vardı. Az sayıda öbek öbek zerdali, iğde ve dut ağaçları ilişti parlak gözlerine.
“Gurk… Gurk…” dedi önce. Kör Zewe, ad değiştiren Safran Güvercin içsin ve yesin diye, bir tas su ve bir avuç darı koydu balkonun bir kıyıcığına. Ardından, gören tek gözüyle hayranlıkla misafirinin kanatlarına baktı. Çok güzeldi doğrusu. Görülmemişti, hiç böylesi. Misafir gagasını yere ‘tak tak’ vurdu. İndiriverdi darıları iştahla bir bir boş kursağına. Doydu. Bir ‘ooh…’ çekti. Sonrasında, daldırdı nazlı gagacığını küçük emaya tasa. Yudum yudum ıslattı gırtlağından içerisini. Kaldırıp başını her defasında, baktı boncuk mavisi göğe. Haylazlığı tuttu, kendisini alıkoyamadı, kanadıyla işmar etti, göz kırptı Tanrı’ya.
Burnunun dibinde bir karınca bitiverdi aniden. Kursağı darı dolu Safran Güvercine doğru seğirtti başını.
“Merhaba sana loo…  Güvercin kardeş. Hoş gelmişsen, sefaları başım gözüm üstüne getirmişsen, ahan da buralara. Nasılsen kurban. İyi misen? Bilirem sen buralı değilsen. Sen Türkçe de bilmirsen. Bir hefte öncesine kadar ben de bilmezdim Türkçe. Övünmek gibi olmasın yani. Ama şimdi her derdimi anletırım. Çok şükür. Artık minnet etmem ona-buna. Kendim anletırım, döndüğünce dilim, neyse ahvalim.” Bu sırada üzerlerinden mavi kanatlı bir kelebek uçuştu. Sırtı siyah benekli bir uğur böceği yanı başlarına kondu. Derin sohbete merakla kulak misafiri oldu. Biraz sonra da, 'kabak tadında' bulmuş olacak ki, havalanıverdi yan taraftaki salkım söğüdün binlerce dalından gözüne kestirdiği birisine kondu.
“Gurk… Guurk… Gurk. “ diye kelam etti, Safran Güvercin.
“Dedim ya bilmezsin canım benim. Kör Zewe Ebem öğretti, bana da bu dili, hem de bir hafta gibi bir zamanda. Gelecek hafta da Kürtçe dersimiz var, kısmetse. Kalıcıysan buralarda buyur sen de gel. Her dil bir karıncaysa, senin durumunde de bir güvercin degil mi? Kanatlarının rengi böyle olan, senin gibi bir güvercin hiç görmemişem ömrü hayatımda. Ama çok da hoş bir renk. Eee… Loo…  Biraz da sen anlatsan.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Anlamışım. Gurk gurk da gurk… Gurk. Varsın olsun loo. Senin canın sağ olsun. Sohbetine de doyum olmuyor hani. Ha, unutmadan sorayım. Loo… Barış ne zaman? Eli varmaz mı, sağır kulağına. Yeter değil mi artık. Çok üzülüyor Kör Zewe Ebem. Döver dizlerini al kanları akıtılınca insanların. Her ölümle birlikte ağlarız insanlar için. Yalnız insanlar için değil. Sırtında binlerce iğne ile dolanan kirpinin bir dikenin incinmesine, dalı kırılan zerdali ağacına, ayağı topallayan karıncaya, ateşin üzerine dökülen suya dahi acır benim Kör Zewe Ebem. Ee… De hadi loo, anlat sen de biraz.”
“Gurk… Guurk… Gurk.” Utandı Safran Güvercin.
“Anladım. Sen de acıyorsun. Gönlün razı değil. Barış yanlısısın loo… Bilmir miyem sanırsın. Sen çok yaşa, sen var ol emi! Seviyem ben vallah seni.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Her şeyin… Vallahi de billahi de her şeyin bir canı var. Yani paralamam kimseleri ve hiçbir şeyi. ‘Canı cehenneme' demem asla. Tam tersine ‘Canı uğurlar olsun cennete derim, her şeyin ve herkesin.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“İyi, ‘güzel ve doğru’ olan insanların ataları ne der bilir misin?”
“Guuurk…”
“Balam, taşa dokunacaksan elin sıcak mı diye yüreğinin üstüne koy, taşın da canı var.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Gurk gurk ya, gurk gurk. Dedim ya lo… sana canı var aha bu toprağın, taşın, ağacın, böceğin ve doğada bulunan her bir şeyin. Bunu sakın unutmayasın. Unutursan yemin billah küserim. Kirvem, sen de gel Kürtçe kursuna olmaz mı? Tam gelecek hafta. Ben tanıştığımıza memnun olmuşum. Şu karşıdaki taşın altı bizim yuvamız. Bize de bekleriz, düşerse yolun günlerden bir gün. Çok konuştum, vallah başın ağrıttım senin. Kusura kalma. Hadi kal sağlıcakla. Alayım izninle bir tane darıcığımı. Varayım, bakayım benim çocuklar ne ederler? Karanlık bastırmadan gideyim. Kocam da hasretle gözler yolumu, ben ince belli, edalı, işveli, narin karıcığının. Kendine iyi bak! Selamlarımı söyle bütün tanıdıklarına.”
“Gurk… Guuuuurrkkkk… Gurk… Gurk.” etti, ardından mutluca havalandı Safran Güvercin. Göğün derinliklerinde, alaca karanlığın serinliği ile birlikte pul pul döküldü safranları yeryüzüne. Bir anda sarımtırak oldu evler, toprak, taş, bağ ve bahçeler. Yeniden özüne döndü, oldu eski Ak Güvercin. Meçhul bir yöne doğru, çırptı ak kanatlarını.
Cami minaresinden akşam ezanının yanık sesi yükseldi. Namaza gitmek için acele etmedi kimse. Kör Zewe basma kumaştan sofra bezini özenle yere serdi. Karşılıklı iki yün minderi koydu. Sofrasını donattı. Ayranlar köpük köpüktü. Onulmaz bir yalnızlık, yine yek başlarınaydılar. Kör Zewe geçse artık şu dizlerimin ağrısı diye düşündü, akabinde. Heyder karısının yüzünde acıyı hissetti. İçi de burkulsa, karnı açtı. Ne garip! Bugün kimsecikler buyur etmemişti diyarlarına, Ak Güvercin’den başka.
Kör Zewe Halil İbrahim sofrasına buyur etti, uzun boylu kocasını. Hüznü devam ediyordu Heyder'in.  Kirpiklerini yere düşürdü. Derin ezik bir hazla oturdu, yer sofrasına. Dalarken kaşıklar tarhana çorbasına, dört koldan, beklenmeyen bir hızla göz kamaştıran kırpık yıldızlar doluştu Camili Köyü’nün gökyüzüne. Uzaklarda bir köpek uzun uzun havladı, ses köyü dolandı, sonrasında kesildi. Ürperti veren bir sessizlik belirdi. Ama tarhana çorbası nefisti.

Amsterdam, 6 Nisan 2018

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...