7 Mart 2016 Pazartesi

KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ



 KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ

Yüksek yer anlamına gelen ve ismi ile de müsemma olup, konumu gereği bir hayli yukarılarda olan Bala, her bahtı karanın yüreğine çöken, o istenmeyen kasvetli karanlığı aklamak gayesi ile görmek istediği, Başkent Ankara’nın bir ilçesidir. Devlet sarsılmaz varlığını göstermek gayesi ile bu küçük ilçeye de elbette bir karakol, askerlik şubesi ve hapishane hizmetini çok şükür esirgememiştir. Bala’ya bağlı kardeş Türk köylerinden sonra, bir arada bulunan Kürt köyleri de Kızılırmak’a paralel bir şekilde, İç Anadolu bozkırında bir Oltu taşı tespihin taneleri gibi art arda ilçe topraklarında sıralanırlar. Bu tespihin bir telkari ustasının ince gümüş işçiliği ile süslenmiş olan imamesi, büyüklüğü gereği ile Kesikköprü beldesidir. Köyler arasında büyük benzerlikler olsa da, yine de her yerleşim birimi kendince farklılıklar ve şirinlikler sergilerler. Küçük Camili de yer yer ağaçların bulunduğu bu köylerden biridir. Yaklaşık yüz haneli köy; kuruluş esnasında sanki korkulu bir durumdan kaçarcasına, önceleri küçük bir vadiyi andıran bir alana konumlandılar. Yerleşim olarak ilk bakışta insana köylülerin bir şeylerden saklanma ihtiyacı duyduğu gibi bir hissi verse de, daha sonraları yüreklerden duyulan korkunun silinmesi ile daha yukarılara, Ankara yolunun yükseltisine çıkarak, alanlarını bu zuladan fazla taşmayacak şekilde iç içe geçmiş evlerin yapımı ile sürdürdüler.
Küçük Camili eşrafından Sılo, hanımı Ayşe ve oğlu Hüseyin şafak sökmeden uyandılar. On dokuz yaşlarındaki kızları Hediye ve on yedisinde çiçeği burnunda delikanlıları İhsan’ı uyandırmadılar. Köyde büyük bir sessizlik hakimdi. Bir kaç evden sarı ışıklar süzülüyordu. Demek ki bu saatte başka uyananlar da olmuştu. Ankara’ya giden köy minibüsü neredeyse böyle gece yarıları yola çıkıyordu. Kuyular’dan başlayıp, Kesikköprü’ye kadar olan bütün köylerden yolcuları toplayıp, bir kısmını Bala da bırakıyor, kalan yolcular ile de Ankara’ya doğru yola devam ediyordu. Silo’nun gözü gelecek olan minibüsteydi. Çok geçmeden köy ilkokulunun yanında bir ışık belirdi ve kıvrımlı yolda minibüsün parlak farlarından yayılan göz alıcı ışık bütün köyün üzerinden geçip, yaladı. Silo aniden telaşlandı. Çantalarını bir araya getirip, hanımı Ayşe’ye ve oğlu Hüseyin’e seslendi.
“Hadi çabuk olun. Dolmuş geldi. Acele edin, yoksa bizi bırakıp giderler.” Hüseyin askerden yeni gelmişti. Baba ve annesinde bir telaş olsa da, O’nun yüreğinin atışları çok daha farklıydı. Hayırlı bir iş için Ankara’ya gidiyorlardı. Gece hiç uyumamış saçlarına jöle sürmüş ve bir güzel taramıştı. Sakallarını kesmiş ve inceden bıraktığı bıyığına dokunmamıştı. Avuç dolusu kolonyalar dökünüp, babasının yanına geldi. Sabahın bu erken vaktinde gelen bu kolonya kokusu başını döndürse de, oğlunun böyle üstünü başını düzeltmesi, bakımlı olması ve özellikle de artık evlenme yaşına gelip, çok önceleri Ankara’ya taşınan akrabalarının kızı Selma’ya gönlünü kaptırmış olmasından da oldukça memnundu. Aslında O da düz siyah saçlarını arkaya doğru iyice tarasa ve Ayhan Işık bıyıklarını biraz daha inceltse iyi olacaktı. Ama artık bu işlem için çok geçti. Allahtan Ayşe güzel giyinmiş, uzun kıvırcık saçlarını güllü bir eşarpla örtmüş, gür kaşlarındaki fazlalıkları cımbız ile  almıştı.
Oğlunun evlilik yolundaki seçimi doğrusu çok yerinde idi. Selma’nın babası da hem akrabası hem de arkadaşı idi. Bir kaç gün önce Ankara’ya giden bir akrabası Hamit ile haber gönderip, hayırlı bir mesele için gelip, misafir olacaklarını bildirmişlerdi. Minibüsün orta koltuğunda üç kişilik yere, cam tarafına Ayşe, ortaya Hüseyin ve kenara da Sılo oturup, sanki oğullarını koruma altına aldılar. Aracın tekerleği yerdeki bir çukura girdi, hafif bir sarsıntıdan sonra yola koyuldu ve ışıklar bir kez daha Küçük Camili Köyü’nün irili ufaklı evlerini taradı. Köyün dört bir yanını köpek havlamaları ve öten horozların sesleri sarmıştı. Güneşin doğmasına daha zaman olmasına rağmen, yolculuğa çıktıkları bu yaz gecesi de bir kaç haftadır devam eden bunaltıcı sıcaklardan nasibini almıştı. Köy imamı İbrahim hoca sabahın köründe uyanmak zorunda olduğu bu işini aslında pek de sevmiyordu. Karısı şişko Emine ve iki kızı ne güzel mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı. Evinden çıkıp sabah ezanını okumak üzere ayağını sürüyerek yürürken, minibüsün içindeki yolculara baktı. Kel kafasındaki külahını hareket ettirip, minibüs yolcularına yine isteksizce selam verdi. Minibüsteki erkekler de bir ağızdan mırıldandılar;
“Ve aleyküm selam.”
Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra, Bala’da inmesi gereken yolcular indiler. Boşalan yerler tekrar doldu ve Ankara’ya doğru yolculuk devam etti. Ankara’ya geldiklerinde güneş iyice yükseldiğinden, sıcak daha bir baskın hale geldi ve sabahın alaca karanlığı yerini berrak bir aydınlığa bıraktı. Minibüs hayırlı işin sahiplerini garajlara yakın bir yerde bıraktı. Anne,baba ve oğul ilk iş olarak bir pastahaneye daldılar. Bir masaya ailece oturup, ısmarladıkları su böreği, simit ve çayla kahvaltı yaptılar. Ardından Hüseyin tezgahtara kendilerine bir kutu çikolata hazırlamasını söyledi. Tezgahtar bir operatör titizliği ile çekiştire çekiştire plastik eldivenler giyip, işe koyuldu. Kutunun içine sanki çikolata değil de beşibirlik altınları diziyor havasında idi. Kırık çikolatalardan birisini Hüseyin’e verip, taze olduklarını damat adayına tescilletti. Çikolata paketi oldukça ihtişamlı gözüküyordu. Kız tarafı akrabaları da olsa, bırakacakları ilk intiba önemli idi. Sonuçta onlar da bilinen “naz tarafı” idiler.
Caddeden geçmekte olan bir taksiyi çevirip, bin bir telaş içinde bindiler. Sılo ön tarafa, Hüseyin ve annesi de arka koltuğa oturdular. Sılo şoföre dönüp;
“Kardeşim biz Keçiören Gazino durağına gitmek istiyoruz. Sana zahmet en kısa yoldan bizi oraya götür müsün?.” Şoför “emriniz olur amca bey” mahiyetinde saygı ile kafasını eğdi ve sarı kırmızılı tespihini geçirdiği vites koluna dokunup arabayı büyük bir heyecanın yaşanacağı, mutluluk menziline doğru yola çıktı. Arabada müzik olarak arka fonda  Şarkıcı Ümit Besen;
“Nikahına beni çağır sevdiğim, istersen şahidin olurum senin.” diye yalvarırcasına şarkı söylüyordu.
Aynı romantiklikte insanın içini bayıltan bir kaç şarkının ardından, kız evinin bulunduğu apartmanın ikinci katında kendilerini buldular. Zili damat adayının annesi Ayşe çaldı. Bu arada Hüseyin bir yandan elindeki çikolata kutusunun üzerindeki süsleri düzeltirken, diğer yandan da bir davulu aratmayan hızla çarpan kalbine derin nefes alıp vererek söz geçirmeye çalışıyordu. Kapıyı gelin adayı Selma’nın annesi Sultan açtı.
“Aaa… Buyurun, biz de sizi bekliyorduk. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.” Beklenen misafirler Selma’nın babası Fevzi tarafından da buyur edildikten sonra, misafirler devam edegelen heyecanlarını biraz daha arttırarak gösterilen yerlere oturdular. Selma diğer odada gelen misafirlerin telaş ve heyecanını aratmayacak duygular içinde hazırlanıyordu. Ev sahibi Fevzi’nin hal ve hatır sorularından sonra, Selma’nin da gelmesi için beklemeye koyuldular. Bu arada Fevzi ve hanımı Sultan sanki Hüseyin’i ilk defa görüyorlarmış gibi baştan ayağa süzmeye başladılar. Hüseyin’in kalbinin atışları biraz olsun dinmiş olsa da, Selma’nin oturma odasına girmesi ile çarpıntıları yeniden ayyuka çıkıp, tavan yaptı. Yerinden hafifçe kalkıp, titreyen eli ile aynı durumda olan Selma’nın elini sıktı.
Selma’nın getirdiği kahveler içildikten sonra, kız isteme faslı da tatlıya bağlandı ve Sılo cebinden çıkardığı nişan yüzüklerini dualar eşliğinde, mutlulukları gözlerinden okunan gençlerin parmaklarına taktı. Bir yıllık nişanlılığın ardından, Küçük Camili Köyünde yapılan üç gün  ve üç gece süren düğünün ardından Selma ve Hüseyin de dünya evine girdiler.
Selma gelin olarak Ankara’dan Küçük Camili Köyüne geldi. Köy hayatına uyum sağlaması uzun sürmedi. Kaynanası Ayşe ve kayınbabası Sılo ile birlikte oturuyorlardı. Selma’nın da köydeki diğer gelinler gibi çalışkanlığını ve hamaratlığını göstermesi gerekiyordu. Bu konuda elinden geldiğince evin içinde koşturuyordu. Evliliğinin üzerinden bir hafta geçmişti ki, her zamanki gibi erkenden kalktı. Bütün ev halkına kahvaltı hazırlamadan önce tandır damını ve evin avlusunun içini süpürmek için yörede “çalgı” denilen, kırlardan toplanan bir ottan yapılan süpürgeyi eline alıp, işe koyuldu. Dışarıda çok güzel bir hava hakimdi. Evin çatı kiremitlerinin arasına yuva yapan serçeler yavrularına buldukları yiyeceklerin sunumunu yapıyorlar ve serçe yavruları da sevinç çığlıkları atarcasına ötüyorlardı. Serçe cıvıltıları Selma Geline bir melodi gibi geldi. Eğildiği yerden doğrulup, bu seslere bir müddet kulak kabarttı. Sonra kaldığı yerden işine koyuldu. Önce karanlık tandır damından başladı. Kıyıda köşede her tarafta öbekler halinde buğday serpişmişti. Selma kendi kendisine kaynanası Ayşe’nin ve görümcesi Hediye’nin temizlik yönünden pek de titiz olmadıklarını düşündü. Serpişmiş olan buğdayları ve diğer kalıntıları süpürüp avlunun bir köşesinde topladı. Tozu dumana katarak bütün avluyu süpürdü. Bu arada kaynanası Ayşe sabah mahmurluğu ile uykulu gözler ile gelinin ne denli  çalışkan olduğunu aklından geçiriyordu. Evet helal süt emmişti, oğluna ve ailelerine layık bir gelindi. İlk intibası seçimleri isabetli ve çok kıt olan notu da Selma Gelin için tamdı. Çevresindeki komşulara ve gelip giden akrabalarına gelinini anlata anlata bitiremiyordu. Görgü, beceri, saygı ve sevgi gibi bir insanda olması gereken olanca meziyet gelininde toplanmıştı. Çiçeği burnunda gelinin üzerine yoktu. O her yönden bir numara idi.
Bütün ev halkı uyandıktan sonra yine evin gelininin hazırladığı kahvaltı sofrasına geçtiler. Sılo sofradan kalkıp evinin arkasındaki traktöre binip, tarlasına doğru gitmek için ayağa kalktı. Selma hemen sofradan kalkıp, kayınbabasının ayakkabılarını bulup, getirdi. Kunduralarının basık olan arka kısımlarını düzeltti. Sılo ayakkabılarını giyerken yan gözlerle çayını yudumlamaya devam eden hanımına göz ucu ile bakıp, göz kırptı. O da gelinlerine olan notunun tam olduğuna dair mesajını büyük bir memnuniyet ifadesi dahilinde sofradakilere sezdirmeden iletti.
Sılo evin arkasına geldiği zaman bir köşede komşularının bütün tavuk, horoz ve kazlarının bir köşede buğday yediklerini ve kavgaya tutuştuklarını görünce şaşırıp kaldı. Nereden gelmişti bu buğday ve bu kadar hayvanın evinin avlusunda ne işi vardı. Anlam veremedi, acelesi olduğu için traktörüne binip gitti. Tarladaki işi tahmin ettiğinden daha çabuk bitti ve tekrar eve geldi. Traktörünü aynı yere koyacaktı ki, biraz önce görmüş olduğu, kendisinin ve komşuların hayvanlarının gagaları açık, yere uzandığını görünce gözlerine inanamadı. Ne olmuştu bu kadar hayvana? Hemen hanımına seslendi ve acele gelmesini söyledi. Ayşe de gelince, O da şaşıp kaldı. Çok geçmeden toprak arasına karışmış olan buğday tanelerini görünce olup biteni anlamakta gecikmedi. Ellerini dizlerine vurarak;
“Eyvah… Eyvah Selma tandır damına attığım fare zehrini de süpürmüş. İnsan bilmez mi o buğdayların zehirli olduğunu. Ne yapacağız biz şimdi, komşulara ne diyeceğiz? Bu nasıl bir bela?” diyerek bütün komşuları başına topladı. Her gelen kendisine ait olan kazlarını ve tavuklarını cansız yatar halde görünce Silo ve Ayşe’nin gözlerine “ne yaptınız siz bunlara” der gibi ters ters bakarken, kayınbaba ve kaynana da yeni gelinleri Selma’nın yüzüne aynı terslik ile baktılar. Selma Gelin ne yapacağını şaşırdı. Bütün komşulardan, kaynanasından ve kayınbabasından yalvaran gözlerle özür diledi. Eşi Hüseyin olup biteni görünce O da eşi adına herkese dönüp;
“Komşular, Selma buğdayın zehirli olduğunu bilmemiş. Kusuruna bakmayın. Ama zararınız ne ise karşılarız. Ne olur bu olayı tatlıya bağlayalım.” diye bir açıklamada bulundu. Komşular yeni gelinin tecrübesizliğine verip, zararlarının da karşılanacağının verdiği rahatlık ile hayvanlarını geride bırakıp, evlerinin yolunu tuttular.
Komşuların dağılmasının ardından Hüseyin ve Selma köyün dışında kazdıkları bir çukura ayaklarından tutup, ters tuttukları tavuk, horoz ve kazları bu çukura atıp, üzerini toprakla kapladılar. Küçük vadide yer alan bütün evlerde gündem, Sılo’nun yeni gelinin icraatı idi. Onca kanatlı hayvanın katliamından sonra Küçük Camili Köyü’nün Ezo Gelini’ne verilen bütün puanlar, bir çırpıda geri alındı. Köylülerin notu da artık, ne yazıktır ki, kocaman bir sıfırdı.



Amsterdam, 7 Mart 2016

28 Şubat 2016 Pazar

THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF





http://unutulmazfilmler.co/the-first-grader-birinci-sinif.html#izle

FİLM 24 - THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF

 

 

Kimani Maruge. O da kim diye soracaksınız. Bir süre öncesine kadar, bana da böylesi bir soru yöneltilseydi, aynı tepkiyi verirdim. Ama artık değil. Çünkü Maruge ile en nihayetinde tanışma şerefine nail oldum. Maruge Kenyalı özgürlük savaşçısı bir ihtiyar. Hem de dün akşamdan itibaren bizimle birlikte yaşıyor. O bembeyaz inci dişleri ile gülümseyen dünya tatlısı ihtiyar, mütevazi evimizin her köşesinde dans ediyor.

Maruge’nin elinde bir mektup. Bu mühürlü evrakın resmi bir kurumdan geldiği belli. Lakin Maruge ne yazık ki, okuyup yazamıyor. Dişleri gibi beyaz olan kağıt parçasında ne yazılı olduğunu da bir o kadar çok merak ediyor.

Yıl 2002. Kenya hükümeti ülkedeki bütün vatandaşlarına parasız eğitim hakkını tanıyor. Maruge 84 yaşında. Üzerinde adının yazılı olduğu zarfın içindeki mektubu okuyamıyor. Madem eğitim hakkı verilmiş, o halde ben de bulunduğum dağ köyündeki ilkokula gider yazılır ve öğrenirim diyor. Öyle de yapıyor. Mektuba uzun uzadıya bakıyor. Aklına gençlik yılları geliyor. İngiliz sömürgecilerinin kendilerine yaptığı işkenceler gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Maruge ser veriyor ama sır vermiyor. Günlerce işkencelere maruz kalıyor. Ama ağzından tek kelime alamıyorlar. Hayatı esir kamplarında geçiyor. Okuyup yazmayı öğrenemiyor. Ama kendisinin bedeni ile yaptığı dansı, güneş ışınları onun ıpışıl beyninde yapıyorlar.

Bir de güzeller güzeli karısı var, ince belli, güzel bakışlı. Maruge gibi aynı incilerin devamı olan dişleri ile kar beyazı gülümsüyor. Maruge’nin elinden tutup, sevişmek için mısır tarlalarının arasına çekiyor. Maruge yüzünde kocaman bir gülümseme ile dans ederek karısının ardında adam boyundaki mısır tarlasında kayboluyor. Ve Maruge’nin karısı hala gülümsüyor.

Mısır tarlalarında sevişmelerinin ardından çikolata renginde iki tane çocuğu oluyor Maruge’nin. Bir özgürlük savaşçısı Maruge. Çikolata çocukları büyüyüp, yürümeye başlıyorlar. Özgürlük savaşı çocukları ile arasına uzunca bir zaman koymuştur. Çocukları gözünde tütüyor. Bir eylem için başka bir bölgeye intikal ederken, istilacı düşmanları İngilizlere yakalanıyor Maruge.

Elinde mektup. Maruge okuyamıyor. Yakalandığı gün geliyor gözlerinin önüne. Düşmanları onu konuşturamayacaklarını biliyorlar. Karısını ve çocuklarını alıp, getiriyorlar. Maruge’nin konuşmaması halinde çocuklarını ve karısını öldüreceklerini söylüyorlar. Güzel gülüşlü özgürlük savaşçısı direniyor, dünyanın en ketum insanına dönüşüyor. Gözlerinin önünde önce karısına ve sonrasında küçük çikolata çocuklarının kafasına dayadıkları silahlardan sesler yükseliyor. Cansız bedenleri kesilen ağaç dalları gibi yere düşüyor her üçünün de.

Bir deja vu yaşıyormuş gibi bir hisse kapılmadan edemiyor insan. Maruge elindeki mektubu incelerken inci dişli karısının ve çikolata çocuklarının katledilişlerini anımsarken, filmi izleyen duyarlı insanların da gözlerinin önüne son arzusu, oğlu Hüseyin’in idamının kendisinden sonra yapılmasını isteyen, bu isteği dahi kabul edilmeyen Seyit Rıza ve Şeyh Said’in katledilmeleri geliyor. Yıllar sonrasında ise ataları Şeyh Said ve Seyit Rıza gibi idam sehpasına dimdik yürüyen Türkiye halklarının yiğit evlatları Deniz, Yusuf, Mahir, Hüseyin ve daha onlarca özgürlük savaşçısının katledilişleri gözlerinin önünde belirirken, gözlerden boncuk boncuk yaşlar dökülüyor.

Güzel gülümsemeli kadın ve çikolata çocuklarının al kanları, “beyaz adam” dedikleri barbarların istilası altındaki ülkesinin topraklarına karışıyor.

Maruge okuma yazma öğrenmek için 84 yaşında köyünün ilkokuluna gidiyor. Jane öğretmen ile konuşuyor. Bayan öğretmen Jane Obinchu önceleri, bu yaşta kendisinin küçük çocuklar ile aynı okula gelmesinin uygun olmadığını, yetkililerin de buna izin vermeyeceklerini söylese de, Jane Maruge’nin ısrarlarına dayanamaz ve kabul etmek zorunda kalır.

Maruge kendisinin diktiği okul üniforması ile altı-yedi çocuğun oturduğu bir okul sırasında oturur. Çok çalışkan bir öğrencidir. İlk önce küçük “a” harfinin yazılısını öğrenir, Harfin yazılışı “bir yuvarlak-bir de çubuktur.” Sınıfta beş rakamını her zaman ters yazan Kamau adlı bir iğrenci vardır. Jane öğretmen bütün çabasına rağmen Kamau’nun yaptığı bu yanlışın önüne geçemez. Bunun üzerine devreye 5 rakamını yazmasını yeni öğrenen Maruge girer. Maruge Kamau’ya aynen şu taktiği verir.

“Bak Kamau. Uzun boyunlu bir adam ve koca bir göbek. Ve bu adamda bir iş var” deyip 5-rakamının üst çizgisini de çizip, Kamau’ya uygulamalı öğretir.

Elbette filmi izlemeyenler de Justin Chadwick’in yönetmenliğini yaptığı “The First Grader – Birinci Sınıf” adlı bu filmi izleyeceklerdir. O nedenle filmi daha fazla anlatmanın gereği var mı? Bu durumda insan bilinen bir fıkranın dimağından geçmesinin önüne geçemiyor. Müsaadenizle.

Kasabanın birinde polisiye filmlerini çok seven bir adam vardır. Kasabanın sinemasına yeni bir polisiye filminin gelmesini dört gözle bekler. Günlerden bir gün çok sevilen bir polisiye filminin afişleri kasaba sinemasının panolarında yerini alır. Ve kasabalı adam ilk gösterim için günün erken saatlerinde gelip, biletini alır. Fakat sinema salonu ana baba günüdür. Karanlıkta boş bir yer bulamayan bizim polisiye filmsever adamımız, el yordamı ile teşrifatçıyı bulup çağırır ve kulağına eğilir;

“Evlat ben polisiye film hastasıyım, ne olur, ne yap yap bana ön sıralardan bir yer bul.” der. Müşterinin yağlı olduğu kanısına varan teşrifatçı çocuk, elinden geleni yapar ve ön sıralardan bir yere adamcağızı oturtup, elini açarak bahşişini bekler. Adam uzun araştırmalar sonucunda cebinden parayı çıkartıp, teşrifatçının eline tutuşturur. Verdiği para bahşiş olarak çok gülünç bir miktardır. Çocuk bir avucundaki yirmi beş kuruşa bir de adamın gözlerine elindeki el lambasını tutarak bakar. Akabinde adamın kulağına eğilip;

“Abi sana bir şey diyeyim mi? Abi katil şoför” der ve film kopar. Daha fazla bir anlatımla izlemeyenler için filmi koparmanın gereği yok. Filmleri günümüzde dahi kırpılmaktan kurtaran olmadı. Sansür dizboyu. Günümüz dünyasında ellerini kollarını sallayarak dolaşan katillerin kimler olduğunu birilerinin kulağımıza fısıldamasına gerek yok. Katiller malum. Sinema salonlarının karanlığını aratmayan dünyanın karanlığı.

Ve inci dişli, güzel gülümsemeli Maruge’nin karısı elinden tutup, mısır tarlalarının içine doğru çekiştiriyor. Ve evimizin her tarafında Maruge’nin güzel ve büyük gülümsemesi. Babasından öğüt olduğunu söylüyor;

“Kulaklarıma topraklar doluncaya kadar öğreneceğim.” Maruge kendi dilinde “UHURU” - yani özgürlüğün yolunu bizlere de gösteriyor.

Maruge’ ye bir çay ikram edelim mi? Biz de hiç değilse misafirperverliğimizi göstersek iyi olur. İyi seyirler!

 

 


Amsterdam, 27 Şubat 2016


6 Şubat 2016 Cumartesi

YALNIZLIĞIN SENFONİSİ




YALNIZLIĞIN SENFONİSİ

“Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum
Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum.”
                                   Sezen Aksu
Yapayalnızdı O. Her yönü inişli çıkışlı altmışlı yaşları aşan, hercai ömrünü; art arda ve üst üste düşen domino taşları gibi çarçabuk devirdi. İnce sızılar halindeki acıları ile yek başına kalakaldı. Yalnızdı O. Bütün yaşamı boyunca, arayıp durduğu bulamadığı ruh ikizi idi. Bir gün olsun, apansız yükselen pırpır bir kalp çarpıntısı ile fellik fellik aradığım “işte bu O” diyemedi. Hayatında ürperti veren, tüylerini şaha kaldıran ölü sessizliği, boşluk ve acımtırak burukluk her anında beraberinde oldu. Umut ibresi bulunduğu yerde hafif bir titreşim gösterip, harekete geçmedi. Kıtlık yıllarının ambarları gibi bomboş olan kalbi, bilmediği avuçların içinde ezilip sıkıldıkça sıkıldı. Anlatılamaz katran karası bir duygu idi bu. Yalnızdı O.
Son çare belki de tılsım tutar deyip, kendisine ait insan boyundaki, metrelerce uzunluktaki uçsuz bucaksız ağlama duvarlarının diplerinde, olmadı olabildiğince yüksek olan tepelere çıkıp, çocuklar gibi gözlerini yummasının ardından, avazı çıktığı kadar “elma… elma…” diye bağırdığı da oldu. Ama her ne hikmet ise, bir yerlerden çıkıp gelen, diyarına uğrak veren, sorup sual eyleyen, istemlerine uygun birileri olmadı. Nafile. “Armut” demekten her daim kaçındığı halde, aradığı bulunmaz insan, zulasının derin dehlizlerinde bugüne değin kalmayı yeğledi. Yalnızlık koynundan çıkmazı, kapısından eksilmezi oldu O’nun. Sevdiği bir cana hasretini, eğilip kulağına fısıldayacağı birileri yoktu ve yalnızlığı pamuk yumağı bulutlarda idi . Kim bilir, kıyametini getirecek olan, O’nun bu hercümerç yalnızlık duyguları idi.
Her nereden duydu ise, idolü olan, belki de şimdi adını telaffuz etmek istemediği yazarlardan birinin söyledikleri, var olan aklını yıllar yılı başından alıverdi. Ne demişti, ah demez mi olaydı dersiniz, ama arayışının şiarı ve aynı zamanda mihenk taşı oluverdi bu deyiş.
“Dünyanın en harikulade varlığı, güzel göğüslü zeki bir kadındır.” deyip, büyük konuşmuştu, adını sanını hatırlamadığı kişi.
Bir bedende aradığı her iki olmasa olmaz kıstası, bir arada bulamadı. Birisini bulsa diğerinden eser yoktu. Olmadı. Yolunun kesiştiği kadınlar; O’na göre ya güzel bir et yığını veya zeki, kurnaz ve kafasında kırk tilkinin cirit attığı birileri olmaktan daha ileri gitmedi. Aradaki orantı uçurumlardan farksızdı. Hayatını dilediği gibi biri ile doyasıya paylaşıp, yaşam oburu olamadı. “Armudun sapı, üzümün çöpü” deyip, “ince eleyip sık dokurken” sonunda gelip, çakılı kaldığı noktada yapayalnız kalmaya mahkum oldu O. Böyle olunca da, her geçen gün yeni bir yaprağını gövdesinden düşürüp, eksildikçe eksildi.
Mahalle bakkalı Mıçı Dayı’dan aldığı yumurtalar dahi çift sarılıydı, Mıçı Dayı da yalnızdı. Ama sattığı yumurtaların sarıları kol kola girip, yalnız olmadıklarını suratına haykırıyorlardı. Burnuna buram buram kokan yumurtalar, tereyağında kızarınca daha fazla dayanamadı. Ve çavdarlı ekmeğinden bir parça koparıp, çatalına batırdı, sonrasında kayısı kıvamındaki çifte sarılara tek tek bandırdı, damaklarında hissettiği lezzet harikaydı. Bu tat sarıların birlikteliğinden mi geliyordu, diye düşünmeden edemedi. O yalnız, mahalle bakkalı Mıçı Dayı, güneş, yıldızlar, dağlar, Ağrı dağının yamacında tırmanmaya çalışan yaşlı kaplumbağa, mavi bir çizgi halindeki okyanuslar, Kaf dağının ardındaki prenses, “yalnızlığı insanlarla dolu” olan Kafka ve bulutların ardındaki mekanında, gizli-saklının kâr etmediği, herşeyi bilen, gören, duyan Tanrı yalnız.
Beyninde saplantı haline gelen bu kriterler olmasaydı, bu girdabın uzağında kalacağı için belki de oldukça kasvetli olan yalnızlığı, bu denli katmerli olmayacaktı. Görünen o ki, bir laz türküsünde dile getirildiği gibi;
“Bu dünyada fayda yok öteki de şüpheli.” Şu an hala bulunduğu diyarda aradığını bulamayacak gibi. Olur ya bir yanlışlık eseri, dosyasında bir karışıklık olur da, cennete yolu düşse, orada da kendisine sunulacağı vaat edilen kırk huride arayıp, bulamayınca, Tanrıya elinin tersi ile gerisin geri gönderecek miydi?
Oysa aradığını bulsaydı, hani zekasının doğrultusunda, estiğin son kertesinde, güzel göğüsleri ile ceylanlar misali seken bir kadını olsaydı, cenneti dünya denilen bu gezegende, şimdi ve peşin yaşayacaktı. Kendisini salt kendisi ile paylaşmayacaktı. Ufuklara doğru derinlemesine dalıp gitmeyecekti. Hayatı sürekli kopuşlardan ibaret olmayacaktı. Umutsuzluk, değersizlik, anlamsızlık ve boşluk duygularına zerre kadar yer olmayacaktı. Ama şimdilik O yapayalnız ve bu dünyadan hala fayda yok, bir diğeri de şüpheliydi. Ve;
"Sen açık renkli Acem halısısın, yalnızlık ise çıkmayan Bordeaux şarabının lekesi. Yalnızlığın Fransa'dan taşınmış, yaranın acısı Ortadoğu'dan gelmiştir. Kadınsız erkekler için, dünya çok geniş, keskin ve ağır bir karışımdır, tıpkı ayın arka yüzü gibi."  der, Haruki Murakami.

Amsterdam, 6 Şubat 2016




1 Şubat 2016 Pazartesi

CAMİLİ’Lİ NERON



CAMİLİ’Lİ NERON

Altmışlı yılların sonu, çiftçiliğin  altın yılları idi. İç Anadolu’ya yüzlerce yıl önce öbekler halinde serpiştirilmiş Kürt köylerinde de artık kara sabandan makineli ziraata geçişin de zamanıdır. Çorak toprakla örtülü evinin önüne bir traktör çeken her Camili’li, makineli çiftçiliği yapamayanların tarlalarını ortak almak için kolları sıvıyorlardı. İki yüz haneli Camili Köyü’nde yörede o zamanlar “çap” da denilen tarla tapularını bir araya getiren her çiftçi, Tarım Kredi Kooperatifinden kredi ile bir traktör alabiliyordu.
Camili Köyünün yüksekçe bir yerine çıkıp yavaşça kafanızı sağdan sola ve tekrar aynı hızda soldan sağa doğru çevirdiğinizde, pek çok evin önünde sahibinin medarı iftarı, emir ve komuta hazır “gavur” icadı traktörleri görebilirdiniz. Her renk ve modelden traktörler, İç Anadolu bozkırında boylu boyunca uzanan binlerce dönümlük tarlanın, bir çırpıda altını üstüne getirip toprağın “ooh be” deyip, nefes almasını, Dünyanın olanca düzlükleri ve yükseltileri kırışıklıklarla dolu yaşlı kabuğunun yenilenmesini sağlayan birer canavardı.
Heyderi Hecike ömrü hayatında hiç köpek sahibi olmadığı için komşusu Memed, kendisine saldırının olmayacağı ihtimali ile yerden taş toplama tedarikine girme gereğini görmedi. Elini kolunu sallaya sallaya evin avlusundan usulca girdi. Yaz mevsiminin son demleri de olsa, hava hatırı sayılır derecede sıcaktı. Ev sahibi Heyder ve karısı Kör Zewe yine her zamanki gibi balkonda oturuyorlardı. (Daha önceki öykülerden de anımsayacağınız gibi, Heyder’in karısının bir gözü görmediğinden, Camili’ler bir gözü kör demek yerine, her iki gözünü de devre dışı bırakıp, kendisine kısaca Kör Zewe diyorlardı.) Kör Zewe komşuları Memed’in sekiz köşe kasketini biraz daha yukarı doğru kaldırarak geldiğini görünce, yükü ağır olan kısa bacaklarına bütün bedenini yükleyip, saygı göstermek mahiyetinde ayağa kalktı. Memed hafiften elini kaldırıp, “selamun aleyküm” derken Heyder kör Zewe’ye kıyasla daha da hafif olan vücudu ile fazla bir zorlanmaya mahal vermeden, O da gelen misafiri karşılamak babında ayağa kalktı. Memed komşusu Heyder ile tokalaştıktan sonra Kör Zewe’nin oturma odasından, bir koşuda diyemeceğimiz bir hızda getirdiği güllü desenlerin art arda sıralandığı yün mindere bağdaş kurup, oturdu.
Memed tavşan kanı üçüncü bardak çayına iki kesme şekeri atıp, kaşığın sesi uzaklardan duyulacak şekilde karıştırdı. Büyük bir zevkle bu bardaktan da, ince dudaklarını ileri doğru gerdirerek ilk yudumunu höpürdederek aldı. Sağ eli ile altına topladığı sağ ayağını yavaşça çekip, kurtardı. Artık asıl meseleye gelebilirdi. Heyder’in gözlerine bakıp;
“Heyder biliyorsun yıllardır komşuyuz seninle. Düşündüm taşındım tarlalarımı başkasına ortak vereceğime sana vereyim diyorum. Komşuluk gereği yüz yüze bakıyoruz. Bildiğim kadar ile senin diğer ortakların da senden oldukça memnunlar. Ekim ve biçim işini zamanında ve yerinde yapıyorsun. El kazanacağına, var hayrını gör kısmetse ikimiz de kazanalım. Çoluk çocuğumuzun nafakasını çıkaralım, diyorum. Sen ne diyorsun?”
Heyder komşusu olduğu için Memed’i iyi tanıyordu. Gözlerini Memed’in ince zayıf bedeninde baştan aşağıya, kendisini ilk defa görüyormuş gibi gezdirdi. Kendi halinde de olsa, sadece biraz sinirli, ileri geri küfürler savurmaktan başka kimseye zararı olmayan biri olduğunu çok iyi biliyordu. Kendisine teklifin gelmesi ile her ne kadar sevinse de, bu asabilik konusu kafasına takıldı. Memed’in içtiği sigara dumanının ardında kalan zayıf, çökük suratında yer alan feri kaçık gözlerinin içine bakıp;
“Memed sağ olasın. Bu teklifi elbette başkasına yapmayıp, bana gelmiş olmana çok sevindim. Senin tarlalarını seve seve ortak alırım. Lakin en hafif bir aksilikte kızıp, küplere bineceksen, bu işin taraftarı olmadığımı da bilmeni isterim. Benim çekindiğim tek nokta bu. Yoksa seni bir komşu olarak çok severim de, sayarım da. Söylememe gerek yok, bunu sen de biliyorsun. Tabi ki komşuyuz ve senin tarlalarını da kendi arazimi nasıl ekip, biçiyorsam, öyle aynı şekilde yapacağımdan şüphen olmasın. Elimden geleni yapacağım. Hiç bir masraftan çekinmeyeceğim. Gerisi Allah’a kalmış. Umarım birbirimize karşı mahcup olmayız.”
“Yok yahu ne kızması, ne küplere binmesi. Öyle bir şey olmaz. Ben sana güveniyorum, sen de bana güven. Kızma konusunu da kafana takma. O bende gelip geçici. Bazen heyheylerimin gelmesinin önüne geçemiyorum, o kadar. Senden şüphem olsa, zaten böylesi bir teklifle sana gelmem. Bak kapısının önünde traktörü olan, ortakçılık yapmak isteyen bir yığın insan var. Sen de biliyorsun. Ancak ben en uygun seni gördüm, hani sen de istersen, iyi olur diye düşünüyorum.” Çok geçmeden iki komşu köy ortasındaki camiden yükselen ezan sesi yankılanırken anlaşıp, tokalaştılar. Olup bitene kulak misafiri olan Kör Zewe anlaşmadan pek hoşnutluk duymasa da bir şey söyleme gereğini duymadı.
Diğer bütün ortaklıklar gibi bu yeni oluşum da, Camili Köyü’nde misafir odalarında, cami avlusunda ve evlerin duvar diplerindeki gölgeliklerde bir araya gelip, sohbet eden köy erkekleri tarafından kulaktan kulağa aktarıldı. Sohbetlerinde köylüler bu yeni, “çiçeği burnunda” ortaklığı, Demirel hükümetinin tarım politikalarını, buğday taban fiyatını ve günlük politik gelişmeleri dilleri döndüğünce anlatmaya çalışıyorlardı. Onların gözünde sembolik fötr şapkası ile Demirel sürekli aksamalara uğrayan gidişatı yoluna koyacak, Allah tarafından gönderilmiş kelli-felli yeni bir kahramandı.
Heyderi Hecike yeni ortağı Memed’e söz verdiği gibi tarlaları zamanında sürüp, ekti. Kış bütün uğultuları ile gelip çattı. Kusursuz melodilerle ıslıklar çalan sonbahar rüzgarları, kurak ve ağaçsız Camili Köyü’nde sararan yaprakları dallarından koparmayıp, bir yerden diğer bir tarafa savurmadı. Kış mevsimi uçsuz bucaksız tarlaları ve Camili Köyünü kar beyazı çarşaflara bir kez daha bürüdü. Memed yeni ortağının evine sık sık oturmaya gidip gelirken, eriyen karlardan sonra çamur deryasına dönen patika yollarda lastik ayakkabılarını bulduğu küçük bir tahta parçası ile silip, Heyderi Hecike’ye selam verip, mümkün olduğu kadar gürül gürül yanan sobanın yanı başında yer almaya çalışarak, Kör Zewe tarafından sunulacak nar kırmızısı çayını beklemeye koyuluyordu.
Kış mevsimi bir kez daha sırasını savıp, yerini bozkırda dahi bir başka olan, gelin güzelliğindeki bahara bıraktı. Bahar beraberinde insanın içini hoş eden bir sıcaklığı, sakal tıraşları uzamış olan Camili’li erkeklerin ve genelde armut görünümlü kadınların suratlarına büyük bir gülümsemenin konmasına neden oldu. Bu tatlı gülümsemenin konmadığı tek çehre, çukur avurtlu Memed’in suratıydı. Evet bahar her ne kadar güzel ve sıcak olsa, çiçek ve böceğin yanı sıra ekinlerin yeşerip, büyümesi ve verimli bir hasat için gerekli olan yağmurun da olması gerekiyordu. Memed’in huzuru hiç yerinde değildi. Kah kendi evinde, kah sık sık uğradığı ortağı Heyder’in evinde ellerini kıçının üst tarafında birleştirip, oltu taşı tespihini şaklatarak volta atıyor ve sürekli küfürler savuruyordu. Yağmurun yağmamasından dolayı kahrediyor, karşılaştığı herkesi bu uğursuzluğun potansiyel elebaşı ve başlıca sebebi olarak görüyordu.
Geçen her yağmursuz gün Memed’in daha da çileden çıkmasına ortam sağladığı gibi, O’nun artık her şeye ve herkese küfretmesine bahane oluyordu. Verimli bir hasat alamayacağı, bütün emeklerinin boşa olduğunu yinelerken bağırıp, çağırıyordu. Günler haftaları arka fonda Memed’in küfür ve  bağrışları ile kovalayıp geçerken, yaz mevsimi de bunaltıcı sıcaklığı ile hepten sökün etti. Bundan sonra yağmur yağsa da bunun ekinlere bir faydası olmayacaktı. Elbette Memed’in haricindeki diğer Camili’li çiftçiler de bu gidişattan endişe duyuyorlardı. Önlerindeki kış açlığı getirecek, harman sonrası borçlarının ödenmesine dair verdikleri sözlerini yerine getiremeyecekler, kızları ve oğullarına düğünler yapamayacaklar, ailelerinin üst başları yenilenmeyecek ve bütün hayalleri suya düşecekti.
Ekinler oldukça cılızdı. Boyları iki karışı geçmediği gibi ekin kelleleri yarı yarıya boştu ve biçilse dahi elde edilecek hasat masrafını karşılamayacak cinstendi. Allah’ın takdiri böyleydi, yapılacak bir şey yoktu. Demek ki kullarına bu yıl da bunu reva görmüştü.
Heyderi Hecike’nin uyku ile bir sorunu olmadığı halde her nedense o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar sağa sola döndü ama gür kirpiklerinin ardından uykuyu bütün çabalamalarına rağmen buyur edemedi. Olmadı erkenden yorganı üzerinden atıp, kalktı. Güneş yeni bir güne göz kırpıyordu. Sabah serinliği hakim olsa da çok geçmeden bozkırın bağrına sarı bir sıcak gelip oturacaktı. Dünya yeni bir güne başlıyordu. Kümeslerde tavuklar ve horozlar tüylerinin üzerinde toz toprak varmışçasına silkinip, tünedikleri yerlerden kanat çırpıp kalktılar. Tavuklar etrafı kolaçan ederken horozlar ilk ötüşleri için büyük bir gururla kafalarını iyice havaya kaldırıp ötmeye başlarken, aynı anda köy camisinin minaresinin merdivenlerindeki karanlıkta ellerinin yordamı ile tırmanan hoca da, ezan için elini kulağına götürüp, avazı çıktığı kadar yüksek bir ses ve melodik bir tonlama ile ezan okudu. Dış kapının anahtarını çevirip, yeni bir güne merhaba diyen Heyder, avlu kapısından hiddetle Memed’in geldiğini gördü. Yine nedensiz yere  bağırıp çağırıyordu.
“Yok Heyder yok. Hani elinden geleni yapacaktın, iyi bir hasat elde edecektik. A…. koduğumun yağmuru bir damla dahi yağmadı.” Cebinden bir kutu kibriti çıkartıp;
“Yok a…. koduğumun yağmuru da yağmadı. Ben de gidip o ekini yakmaz mıyım. Yağmadı kardeşim yağmadı. Bir damla dahi yağmadı. Bütün uğursuzluk gelip beni buldu. Yakacağım o ekinleri. Ne hayri var yansın daha iyi. Yağmadı. Bir damla dahi yağmadı.” Heyder duydukları karşısında şaşırmış gibi gürünse de Memed bu canlı performansla Camili açık hava tiyatrosundaki oyununu günlerdir sergiliyordu. O’nu teselli etmeye çalıştı.
“Memed yapma etme, yaptığın ayıp. Biz elimizden geleni yaptık. Gerisi Allah’a kalmış bir şey. O’na şart koşamayız. Yalnızca bizim ekinlerimiz bu durumda değil. Yağmur diğer ekinlere de yağmadı. Yapma etme, şu kibriti de cebine koy. Gel bir bardak çay içelim.”
“Yok Heyder yok. Göreceksin, bak ne yapıyorum. Çayını falan da içmiyorum. Git çayını kendin iç. Yağmıyor, yok yağmıyor. A…. koduğum bir damla dahi yağmıyor.”
Memed’i ikna edemeyen Heyder, karısı Kör Zewe’yi uyandırıp, kahvaltı hazırlamasını söyledi. Kör Zewe yatağında bir iki gerinmenin ardından emrin büyük yerden geldiğinin farkındalığı ile uyandı, çaydanlığın altını yakıp, çay kaynattı. Yer sofrasına yumurtalar kızartıp, bir tabak yoğurt ve zeytinler koydu. Çocukları ile siyah desnlerle süslü basma sofra örtüsünü dizlerinin üzerine çeken Heyder iştahla yumurtanın kayısı sarısına bandırdığı ekmeği ağzına yeni götürmüştü ki, köy içinde bağrışmaların geldiğini duydu.
“Yangın…. Yangın…” diye bağırıyorlardı. Kahvaltısından kalkan Heyder, köyün ilerisinde tarlalardan büyük bir dumanın yükseldiğini gördü, üzüntü ile kafası uzun süre yere eğik kalakaldı. Kör Zewe de kahvaltı sofrasından kalkıp, kocasının yanına geldi. Çocuklar sofradaki kızarmış yumurtaları ve zeytinleri büyük bir iştahla midelerine indirdiler. Uzaklarda yoğun bir duman bulutu göklerde tırmanmaya devam ediyordu.
“Yağmadı, bir damla dahi yağmadı.”

Amsterdam, 1 Şubat 2016





18 Ocak 2016 Pazartesi

BULGUR PİLAVI






BULGUR PİLAVI

Yaşadığımız gezegenin şekli, mah cemali ve de şemalı hakkında, uzun bir zaman öncesine kadar bir hayli yanılgılar yaşandı. Yapılagelen uzun araştırmaların ardından Dünyanın en nihayetinde, çocukların sokaklarda, ardında belirli kurallar dahilinde kan ter içinde koşuşturdukları meşin top misali yuvarlak olduğunda karar kılındı. Bilindiği üzere, bilimden zerre kadar nasiplenmeyi haram sayan gerici, karanlık ve yobaz kişilikler, bilim adamlarının bu oldukça uzun ve yorucu çalışmalarının sonucunda, vardıkları tespitlerin her zaman karşısında yer aldılar. İnsanlık üzerinde yaşamlarını idame ettikleri bu gezegene, bizim diyarımızda Dünya adını verseler de, serpiştirildikleri diğer yerlerde, söz konusu aynı yuvarlağı kastederek kendi dillerine uygun, birbirlerinden farklı isimlendirdiler. Bu gezegenin gerçekten yuvarlak olup olmadığını bir de çok uzaklardan kuş bakışı bakıp, görmek isteyen, teknik olarak ileri, varsıl ülkelerin bilim adamları, kar beyazı garip elbiseler giyip, diğer komşu gezegenlere doğru çeşitli seyahatler düzenlediler.
Aya ve diğer gezegenlere giden astronot ve kozmonotlar, bu zorlu yolculuğa daha çıkmadan önce, bir yol uğrak verdikleri Büyük Camili Köyü’nde, tereyağlı bulgur pilavının çok güzel yapıldığı duyumunu almışlardı. Gidecekleri uzak diyarlarda, duyacakları açlık hissini göz önünde bulundurduklarından, kendilerini tok tutacak farklı bir tad için her defasında bu uzun, hızlı ve boşluğa doğru olan belirsizliğin diz boyu olduğu yolculuğa çıkmadan önce, yollarını bu köye düşürdüler. Buradaki köylü Kürt kadınlarını bir araya toplayıp, onlardan meşhur bulgur pilavının en güzel nasıl pişirileceği konusunda uzun uzadıya tarifler aldılar. Camili’li kadınlar ise görmeye pek alışık olmadıkları bu sevimli, sarışın, uzun boylu, genç, yeşil veya mavi gözlü adamları doğrusu çok sevdiler. Kendi oğullarına sarılır gibi onları kucaklayıp, bağırlarına bastılar. Ellerini tombul göbeklerinde kenetleyip, kısa boyları ile kafalarını yukarılara doğru kaldırıp, bu yeşil veya mavi gözlerle buluştular. Horozlar ve kazlar kesip, misafirlerini en iyi şekilde ağırladılar. Kimileri kızlarını dahi verip, kendilerine damat etmek istedilerse de, bu istemleri ne yazıktır ki, sevimli de olsalar, bu misafirleri tarafından kabul görmedi. Camili’li kadınlar yüreklerinde duydukları acımtırak burukluğa rağmen, damat adaylıklarını kabul etmeyen bu uzun yolun yolcularına, çarşaf gibi açtıkları taze yufka ekmekten, tereyağı ve bulgurdan yolluk olarak koydular. Artlarından kovalar dolusu su döküp, ellerini açıp bildikleri bütün duaları mırıldandılar. Elbette ekmek, tereyağı ve de bulgura karşılık verilen parayı da almayıp, İç Anadolu’nun bozkırında kendilerince temsil etmeye çalıştıkları Kürt kadınlarının, gönüllerinin hoşluğunu, bolluğunu, misafirperverliklerini ve asaletlerini de ortaya koymaktan geri kalmadılar.
Malum yolculuğun ardından, geldikleri gezegenin geniş teras katına çıkıldıktan sonra, büyük bir açlık hissi duyan astronot ve de kozmonotlar, Camili Köyü’nde gördükleri gibi bir yer sofra kurup, bağdaş kurup oturdular. Aldıkları tarife göre pişirdikleri bulgur pilavını, serdikleri yufka ekmeğin üzerine özenle döktüler. Soğanlarını yumruklayıp, burcu burcu kokan yemeklerine kopardıkları ekmeklerini bandırdılar. Bulundukları gezegenin terasından baktıklarında, bir kez daha çok ileride bir yerlerde beliren, zorluklar ile dolu uzun bir yolculuğun akabinde geldikleri gezegenlerinin, gerçekten yuvarlak olduğuna kendi gözleri ile tanık oldular. Soğanların cücükleri üzerinde kavga etmek istemeyen astronot ve kozmonotlar her biri kendisi için birer soğan yumruklayıp, pilavlarını büyük bir iştah ile yediler. Ardından da nar kırmızısı çaylarını yudumlayıp, dinlenmeye geçtiler.
Evet, görünen o ki, söylenildiği gibi Dünya yuvarlaktı. Bu kürenin üzerinde başka benzeri bir yuvarlağı, meşin topunu koşturan çocukların yanı sıra, binlerce yıldır birbirlerinin köklerini kazımak isteyen, ileri yaştakiler de her daim var olageldi. Camili’li Kürt kadınlarının da yer aldığı, yaşadığımız gezegen üzerinde bulunanlar, sürekli ellerine birer tebeşir alıp, sek sek oynayacaklarmış gibi yer yüzünde çizikler oluşturup, çoğu zaman kargacık burgacık olan bu alanları, olanca zorbalıklarını hoyratça ortaya koyup, kendi parselleri, kendi ülkeleri olarak ilan ettiler. Kendilerinin şeytan dairelerini oluşturdular. Aralarındaki ayrışmayı daha da ileri götürmek gayesi ile dillerini, kültürlerini, ruh hallerini, inançlarını, giyimlerini, gelenek ve göreneklerini dahi farklı kıldılar. İnsanlar insanlardan korunmak amacı ile aralarına kendi boylarını aşan duvarlar, setler, yüksek burçlu kaleler inşa edip, mayınlı araziler oluşturdular. Daha sonraları da, tebeşirler ile çizdikleri alanlarına, kimi zaman dinlerini daha geniş bir coğrafyaya yaymak adı altında, kimi zaman da var olan topraklarına yenilerini katmak, diğer yerlerdeki yeraltı ve yer üstü zenginliklerinden faydalanmak istediler. Daha da ileri giderek başka insanları köleleştirip, kendi çıkarları uğruna çalıştırdılar. İstila ettikleri ülkelerin insanlarını günümüzde de vuku bulan büyük vahşetlerle kellelerini, çoğu zaman dini söylem içerikli barbar bağrışlarla bedenlerinden kopardılar. Yüzlerce yıl önceleri yapılanlar, ne yazık ki gelinen bu zaman biriminde yeniden ve daha da canice yapılır oldu. Birileri de kendi çıkarları doğrultusunda bu akıl almaz vahşetleri yapan canavarları besleyip, yön verir oldular.
Astronotlar ve kozmonotlar uzaktan seyreyledikleri, geldikleri yuvarlakta gayri insaniliğin artık diz boyunu çoktan aşıp, boğazlarına değin yükseldiğini ve de neredeyse insanlığı boğacağını gözlemlediklerinden, onların bilim aydınlığı ile dolu, ıpışıl yürekleri üzüntüye gark oldu. Sonrasında, o insanı yelkenlerini indiren derin hüzünlerini bir tarafa bırakıp, kendilerine büyük bir misafirperverlik gösteren, yolluk olarak azıklar koyan ve yollarını dört gözle bekleyen, kısa boylu, tombul, saf ve doğal Camili'li kadınların gözleri değil ama yürekleri ile göreceklerini bildiklerinden, yan yana dizilip, yüzlerinde büyük gülümsemeler ile el salladılar. Yuvarlak olduğu kanıtlanan yer kürenin, Dünya diye adlandırılan kısmında yer alan Camili’li kadınlar da eşarplarını hafif aralayıp, yüzlerini boncuk mavisi gökyüzüne dönerek, bütün sevgileri ile el salladılar. Dünya, yüzeyinde şu anlık var olmaya devam edene onca olumsuzluğa karşın, kendi ritminde beklenen güzelliklere gebe,  dönmeye devam ediyor, Camili Köyü’nde çocuklar harman yerinde, kan ter içinde topun peşinde koşturuyorlar. Maçın skorunu merak ediyorsanız, şimdilik 2-2 devam ediyor.




Amsterdam, 18 Ocak 2016   

11 Ocak 2016 Pazartesi

BEMAL


BEMAL

“Kızmadım hiç elma kurduna,
çünkü bıçağı saplayıp,
giren bendim.
O’nun yurduna.”
                      Sunay Akın


Gün bir kez daha ışıl ışıl aydınlandı. Güneş olanca renklerini her daim yaptığı gibi ihmale mahal vermeden bir çırpıda alabildiğine geniş, alacalı bulacalı değişken kabuklu yeryüzüne serpti. Ama havada yine de bir sabah serinliği vardı. Süleyman kırmızı benekli çefyesini doladığı boynundan usulca çıkardı. Çarşıdaki dükkanları tek tek dolaşıp, satmak üzere aldığı malzemeyi bizzat kendisi seçti. Çarşıda bir dükkanın önüne yığdığı alış verişini Sarı Kız olarak adlandırdığı katırının sırtına yükleyip, özenle üst üste attığı kementlerle sıkı sıkıya bağladı. Yol arkadaşları ile çok zaman kaybetmek istemediklerinden, on köylüsü ile oluşturduğu ekip ile dönüş yoluna çıktılar. Her köylüsünün yükü ucuz buldukları, geldikleri sınırın diğer tarafında, kendi topraklarında satabileceklerine inandıkları çeşitli ürünlerden oluşuyordu. Ürünlerin arasında, kaçak çay, tütün, kol saatlerinden tutun da, yükte hafif, pahada ağır ev eşyalarına kadar farklı gereksinimler vardı. Süleyman’ın köylüleri Bayram, Kasım, Memo, Faruk, Kado, Reşo, Beyro ve diğer arkadaşları bu işi yıllardır yaptıklarından, sermayeleri daha çoktu. Onlar en az dört veya beş katır ile ekipte yer alıyorlardı. Süleyman böylelikle güvendiği, can ciğer olduğu, daha çok sayıda katırı olan arkadaşlarına da yardımcı oluyordu.
Süleyman’nın kaçağa çıkışının üçüncü seferi idi. Fazla bir sermayesi yoktu, ancak çok sevdiği katırı Sarı Kız’a yükleyecek kadar satın alabildi. Bu yükün getirisi elbette fazla olmayacaktı, ama yapacak başka da bir iş yoktu. Evde O’nun yolunu dört gözle, yürekleri ağızlarında bekleyen, aynı zamanda muhtar dayısı Selman’ın kızı, mil yeşili gözlü eşi Güle, kıvırcık saçları kısacık kesilmiş üç yaşındaki kızı Zeliha ve altısından gün alan kepçe kulak oğlu Bawer vardı.
Süleyman’ı bir tek Güle, Zeliha ve Bawer beklemiyordu. Şarjörleri yağlı kurşunlarla dolu, mayınlar misali kayalıkların arkasına saklı, jandarmalar da bekliyordu.
Dönüş yolu, geldikleri gibi oldukça zorlu olacaktı. Bir tarafta jandarma ve diğer tarafta dört bir yana serpiştirilmiş olan, can alan, kafa, kol ve bacak koparıp kurbanlarını ömürleri boyunca sakat bırakan acımasız, ne zaman ve nerede patlayıp, yaşamlarını idame ettirmek için çırpınan, canları büyük bir patlama ile havaya uçuran, üstü örtülü hain bir gizlilikle saklı mayınlar.
Bemal Köyü, garip bir isim de olsa, Kürtçe “evsiz köy” anlamına geliyor. Öyle ki Tanrının bir penaltı atışında, var olan bütün gücü ile sınır çizgisi Zap Suyu yamacına kadar tekmelediği, yirmi beş haneli bir köy. Altmış yaşlarında burma bıyıkları kırlaşmış olan Bemal Köyü muhtarı Selman Dayı da dahil bütün köylülerin tek gelirleri kaçakçılık.
Yaşlı kaplumbağa dağı bütün azmi ve sabrı ile aşsa da, Bemal Köyü de barışın uzağında yer alan bir coğrafyada yer alan kuşun uçmadığı, kervanların geçmediği, ıssız köylerden biri.
Süleyman da Bemal Köyünden. Başka gayesi yok, tek isteği ailesine ulaşmak. Güle’sine aldığı güllü fistanı giydirip, mil yeşili gözlerinin içine bakarak, yanağındaki beni okşayıp, diğer kolu ile de O’nun ince beline dolanmak. Zeliha’ya aldığı sarı saçlı oyuncak bebeğini kucağına vermek, Bawer’e aldığı ve O’nun çok sevdiği itfaiye arabası ile birlikte oynamak tek isteği. 
Sarı Kız ağır yükünün altında iki büklüm zorlansa da, yer yer meşeliklerle kaplı tepeleri ardında bırakıyor. Süleyman’ın arkadaşları sınıra yaklaştıklarından etrafı kolaçan ediyorlar. Jandarmalar, mayınlar gibi saklandıkları yalçın kayalıkların ardında. Titrek parmakları tetiklerde.
Kızgın ve inatçı deve, hörgüçlerini sallaya sallaya hendeği atladı. Bemal Köyü ise yine barışın uzağında kaldı. Semalarında pır pır edip, beyaz güvercinler kanat çırpmadı.
Çok geçmeden kayalıkların ardından saklı hain tüfekler peş peşe patladı. Dağ, taş kurşun sesleri ile inledi. Süleyman "ooy anam" diye inledi. Kızıl kanı bir papatya öbeğinin beyaz yapraklarını al renge boyadı. Güle’nin apansız başı döndü, elindeki tahta kaşık yere düştü. Bemal Köyü Sülaymansız, burma bıyıklı muhtar Selman Dayı damatsız, Güle ersiz, Zeliha ve Bawer babasız, yetim kaldılar.
Meşe ağaçları diplerine derin gölgelerini saldılar. Bemal Köylüleri barışın, kardeşliğin, insanca yaşamın ve huzurun hayli uzağında kaldılar.
Süleyman’ın yanı sıra aynı çatışmada Memo da öldü. O’nun kanları da meşe ağaçlarının serpiştiği kurak topraklara oluk oluk aktı. Güle kocası Süleyman’ın hediye olarak aldığı güllü fistanı giymedi. Onun yerine hep karalar bağladı. Zeliha babasının yadigarı bebeğinin saman sarısı saçlarını okşayıp, annesinin iki dişi kırık tarağı ile uzun uzun taradı. Bawer rüyalarında dahi itfaiye arabasının ardında koşturdu.
Benekli tavşan yuvarlanıp düşmeden Bemal Köyü’nün tepesinden aşağılara indi. Ama güvercin ve zeytin dalları hiç bir zaman Bemal köyü coğrafyasında yer bulmadı.
Binlerce köy barınak sağlıyor bahanesi ile ateşe verilip, bir bir yakıldı. Milyonlarca insan göçe zorlandı. Bemal Köyü’nde Bawer’in evi de yakıldı. Bawer’in yanan evinden düşen molozlar, itfaiye arabasının üzerine düştüler. Uzun uzadıya siren sesleri geldiyse de, Bawer itfaiye arabası ile evinin ve yüreğinin derinliklerindeki kor alevli yangını söndüremedi.
“Beriwan hangi köy senindi,
Şimdi hangi duman senin?”
                   Murathan Mungan
Aslan ile ceylan, kurt ile kuzu, mırmır kedi ile fındık faresi amansız savaşlarını sonlandırıp, barıştılar. Bemal Köyü ve coğrafyasında yer alan milyonlarca insana barışı çok gördüler. Harlanan kaç newroz ateşi etrafında dans edilip, halaylar çekildikten sonra söndü. İstanbul’da, Bemal Köyü’nden Süleyman’ın kepçe kulak oğlu Bawer binlerce susamlı simidi; çatışma, infaz, köy yakmaları, işkence ve insan ölümleri haberlerinin büyük puntolar ile yer aldığı gazete parçalarına sarıp, sattı. Doğa kendisini yüzlerce defa yeniledi. Ayılar inlerinde defalarca kış uykusuna varıp, ardından her bahar uyanıp, hayata yeniden başladılar. Badem ağaçları zor bela fırtınaları atlattılar. Kızıl bereket narları onlarca kez çatladı. Cevizler patır patır yer çekimine karşı koyamadan, toprakla buluştular. Güle, Zeliha ve Bawer barış ortamından yoksun kalakaldılar. Ölenler ile öldürenlerin kardeş olduğu bu diyarda, barış kanadı yaralı bir beyaz güvercin olmaktan kurtulamadı.

Amsterdam, 12 Ocak 2016





28 Aralık 2015 Pazartesi

ATEŞ



ATEŞ

"Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için
Acı veriyor
Sadece acı."


Bejan Matur


Hızla geçip giden onlarca bin yıla karşın, Dünyalıların “kelebek ömrü” yaşamlarında; insanlık kavramı bütün zorlamalara karşın keşfedilemeyenlerden olmaktan kurtulamadı. İnsan diye adlandırılan çeşitli renk, ırk, inanç, kültürel ve etnik farklılığı barındıran beşerin; kıyısından, köşesinden, yüreğinden, elinden, beyninden ve de şiş göbeklerinden, bu ulvi kavram adına bir şeyler her daim eksik kalakaldı, bu anlamda bir çentik atılamadı. Gelinen noktada, ateş yeniden mi bulunmalı acaba diye, düşünmeden edemiyor insan. Bir de yeniden, sil baştan yeni ak sakallı peygamberler buyur edip gelecekse; bu kez sakallı olmayan, tıraşlarını güzelce olmuş, mis amber kokularını sürmüş, saçlarını taramış, erkek olmaları da şart değil hani, tercihen alımlı, güzel Tanrıça Afrodit gibi bayanlar olmalı belki de. Tekerlekler menzile tam gaz dönedururken, içinde insani yaptırımların bulunduğu, yeni altın varaklı kalın kitaplar da inmeli mi dersiniz? En son bin beş yüz yıl kadar önce gelip, insanlara Arap çöllerinden işmar eden peygambere kadar, gelenlerin bugüne değin anlatımlarının ve sağlık verdiklerinin, görünen o ki pek de faydası olmamış gibi. Gösterilen yolda, bir arpa boyu gidilmediği de görülmeli artık. O nedenledir ki, şimdilerde çok yeni ve oldukça farklı şeyler söylemenin zamanıdır. Kızıl ateşin aydınlığının ve sıcaklığının biteviye sönmemesi için, avurtlarımızı zurna veya saksafon çalanlar gibi şişirip şişirip, kuvvetlice üflemeli, şavkı gözlerimizi kırpıştıran o muhteşem kızıl güzelliğin kuş misali elimizden kaçıp, gitmesine mahal verilmeden, kor alevler yeni kuru odunlar ile beslenmeli.

Olur ya, gelmelerine gereksinim duyulursa, yeni gelen peygamberler çok farklı nutuklar atmalı. Mesela Tanrının hiç te anlatıldığı gibi cehenneminin olmadığını. O nedenle kimselerin kara katran kuyularına atılmayacağını. Kazanlarda tamtamlar çalıp, kimselerin yanmayacağını, insan bedenlerinin soslanıp, mangal partilerine malzeme olmayacağını anlatmalılar, Kim ne yaparsa yapsın, ne günah işlerse işlesin, salt yaşamı ve yaptıkları doğrultusunda insanlık, onur ve haysiyet çıtasının kertesini, kendi başının dikliği için, daha yukarılara kaldıracağını söylemeli belki de. Korku ile sevginin bir arada olamayacağı belirtilmeli. Tanrının yamyam olmadığının altı çizilmeli. Cehennem diye bir kavramın olmadığı, Tanrının, insanlığın yaşadığı bu gezegenin ilk önce cennete çevrilmesini istediği, doğanın korunması, dünya güzelliklerinin gelecek kuşaklara miras olarak bırakılıp, har vurup harman savrulmaması gerektiği, rant uğruna her şeyin mübah görülmemesi insanlığa ince ince anlatılarak iletilmeli elbette.
Ateş yeniden bulunmalı. Bulunan ateş harlanmalı. Var olan bütün ışıklar yakılmalı. Güneş bütün renkleri ile doğmalı. Kör karanlık aydınlatılmalı. Büyük insanlığın, büyüklerinin baş danışmanlığına belki de “Küçük Prens” mi getirilmeli. İnsanlığa “görmenin göz ile değil, bunun bir yürek işi” olduğu kavratılmalı.
Mesela Nazım yeniden sevda ve aşk şiirleri yazmalı. “Salkım söğütler ağlayıp, karalar bağlamamalı” gayrık. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi birlikte-kardeşçesine yasanmalı. Bursa’da havlucu Recep’e, Karabük’teki fabrikada tesviyeci Hasan’a, fakir köylü Hatçe Kadına, ırgat Süleyman’a, sana, bana, düşünen insana ve de vatana kimseler düşman” olmamalı, “dolaşbilmeli, hem de elini kolunu sallaya sallaya, bu memlekette ve de tüm dünyada, en şanlı elbisesi ile, yani işçi tulumu ile hürriyet.”
İnce Memet atını incitmeden mahmuzlayıp, yalnızca Çukurova'yı, Anavarza’yı değil, dünyayı, dört nala bir baştan bir başa koşturmalı. Abdi Ağalar kovulmalı dünyamızdan. Memed’ler ince veya kalın olsunlar fark etmez, tarlalarını sürüp, Hatçe’lerini atlarının terkilerine alıp, rahvan yürümeliler. Şair Hasan Hüseyin’in de dizelerinde haykırdığı gibi; Hatçe’ler “çok şükür çok şükür büyüseler de, hem Hatiş olmalılar, hem de istiyorlarsa komünist bile olabilmeliler,” özgür ve hür bir dünyada. Dört bir yanda beyaz güvercinler uçuşmalı.
Güney Yılmaz’lar ki; “kendisinden başka herkesin üzüntüsünü, üzüntüsü, acılarını acıları yapmışlar.” O nedenle hayat kendilerine mutlu olma şansını çok görmemeli. İnsanlığın, “dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığı birisinin gözyaşına içi parçalanabilmeli.” Belki de kediler için ağlandığı, kuşların yası tutulduğu” zaman insan da olunur, insanlık da yeniden keşfedilir.
Ateş yeniden bulunmalı. Tekerlekler hızla dönmeye devam etmeli. Hamingway’in eseri (silahlara veda), insanlar gerçekten de insan ise, film olarak kalmamalı, silahlara gerçekten veda edebilmeli. Aram Tigran’ın dediği gibi tank, tüfek ve toplardan cümbüş yapılmalı. Veysel’in gözleri iyileştirilip, “yürüdüğü ince ve uzun yolu,” asfaltlanıp genişletilmeli belki de. “Sadık yari kara toprağa” bakan gözlerle kavuşmalı Şatıroğlu Veysel. Gönlü alınıp, özür dilenip, küsüp gitmesine müsaade edilmemeli Ertaş Neşet. “mezar arasında harmanın olmayacağı” sözüne kulak verilmeli. “İki büyük nimet olan, anaların ve yarların” kıymeti bilinmeli, her ikisinden de vaz geçilmemeli.
Dostoyevski’nin insancıkları, fakir memur Makar Devushkin, sevdiği uzak akrabası Varvara Alekseyevna’ya sevda mektupları yazmaya devam etmeli. Aşkları dallanıp budaklanmalı ve meyvelerini vermeli. Bu ölümsüz sevgi, salt mektuplaşma düzeyinde kalmamalı. Makar sevdiceği Varvara’nın yumuk ellerini tutup, gözlerinin içine bakarak aşkını, “meleğim, anacağım, Varvara’m” diyerek açıklayabilmeli. Bu kor alevlerle yanan sevda da finalini yaşayabilmeli.
Keza Ahmet Arif; Leyla Erbil’e “Oy sevmişem ben seni” diye, haykırırken; yazıktır, günahtır, şair yüreği platonik bir aşka gark olmamalı. Leyla’sı da aynı tonda ve sevecenlikte avazı çıktığı kadar haykırıp, “ben de seni seviyorum, lo lo  Kürt uşağı” diyebilmeli. Ahmet Arif’in o nadide duygu yüklü yüreğine dokunabilmeli, bazı şeyler yarım kalmamalı.
Mem û Zin, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun sevdalarını doyasıya yaşamalı. Aşkları için zindanlarda ölmelerine, dağları delmelerine, ne de mecnun olup, çöllerde kaybolmalarına gerek olmamalı.
Ateş yeniden bulunmalı. Dönen tekerlekler, dünya çocuklarını alıp, Güney Afrika’ya götürmeli. Şen şakrak çocuklar, dans ederek, dedeleri Madiba’nın ellerini öpmeliler. Apartheidlerin köküne kibrit suları dökülmeli. “O güzel insanların, o güzel atlara binip gitmelerine” bir daha asla müsaade edilmemeli artık. İnsanlığı keşfeden bu güzel insanların mirası olan insanlık bir tarafa atılmamalı. Bu güzelim, kır çiçeklerinin buram buram koktuğu, ferah, aydınlık yolda kendine yakışır değerlere, kendini keşfetmeye doğru, peygamberlere gereksinim duymadan ilerlemeli insanlık.

Ateş yeniden bulunmalı. Hızla dönen tekerlekler, insanlığı daha iyi insanlar olmaya doğru taşımalı. Bu newroz ateşi dünyayı ipil ipil aydınlatmalı, kızıl alevler insanların yüreklerini ısıtıp, güzelliklere doğru akıp, gitmelerine teşvik etmeli. 
Sonuç olarak, pek de pembemsi olmayan kan revan içindeki hazin tabloya rağmen, yine de bir türkü mırıldanmakta fayda var gibi.
"Ah bir ataş ver cigaramı yakayım.
Sen salın gel ben boyuna bakayım."




Amsterdam, 28 aralık 2015

16 Aralık 2015 Çarşamba

MIRMIR IN HOLLAND

MIRMIR IN HOLLAND

Bin bir türlülüğünün yanı sıra, bir o kadar da ihtişamlı rengi barındıran lalelerin, kanalların ve yel değirmenlerinin ülkesi Hollanda’da yaz mevsimi yok denecek kadar az sürüyor. Temmuz ayının ortaları olmasına rağmen, sıcak ve ışıl ışıl bir güneşin hakim olduğu gün yüzünü bu yıl da görmedik. Yaz aylarında böyle olduğu halde, kış mevsiminde de sabahın olmadığı da başka bir gerçek. Bugün Temmuz ayındaki o sıcak ve pırıltılı ender günlerden biri. O nedenle günü bir kuş misali elimden kaçırmaya hiç niyetim yok. Kahvemi aldım ve yirmi metre kareden oluşan bahçeme gelip, emektar hasır sandalyeme kendimi attım. Çok önemli değil elbette, nasıl desem, kahvemi nasıl içtiğimi merak ettiğinizi sanmıyorum, ama belki de bilmek istersiniz diye, kulağınıza fısıldayayım mı? Sade. Kahvemi merak etmiyor olabilirsiniz, ama beni yavaş yavaş merak ettiğinizi sezinliyor gibiyim. Kimim, erkek miyim, kadın mı, kaç yaşındayım, adım ne ve takip edegelen sorular. Belki de “Hayır canım, nereden çıkardınız, ne diye merak edeyim.” de diyebilirsiniz. Hakkınız var.
Bahçem rengarenk ve yemyeşil. Kutu gibi olsa da, var olan alanın uygun yerlerine kuytu ve köşelere olabildiğince çok birbirlerini etkilemeyecek, bir renk harmonisi ve ahengi oluşturacak şekilde çiçekler ektim. Çiçekleri de merak ettiniz değil mi? Evet, şimdi çiçekleri fısıldama sırası. Malumunuz Hollanda’da olduğumu ilk başlarda söyledim. Laleler ilk akla gelenler tabi. Yüzlerce lale, ben pek çoğunun adını öğrenemedim. Bakın burada kapı yanındaki sol köşeden itibaren pembe ve kırmızı olanları var. En sevdiğim lale türü ise papağan dedikleri tür. Diğer adı ile “parrot” lalesi. Değişik renk ve şekillerde. Çiçeği tırtıllı, tam açılmamış ama büyük bir yumru gibi, dolu dolu. Bahçemdekilerin rengi pembe. Papağan lalesinin yanı sıra benim favori lalem, endemik süs bitkilerinden olan Hakkari’nin başı karlı ve bulutlu dağlarında yetişen “ters lale”. Ne yazık ki, bahçemde bunlardan yok. Onları yetiştirmek diğerlerine göre zor olsa gerek. İsimleri genelde latince ama size burada bulunan bir iki tane de kırmızı lalemi tanıtayım. Bakın gördünüz mü bu “Brunello”. Kıpkırmızı değil mi? Bence laleden çok bir gülü daha çok andırıyor. Ve bu da “cefè noir,” yani benim siyah kahvem. Ne güzel değil mi? Gelin gelin sizi ilginç bir lale ile daha tanıştırayım.
Ukalalık gibi algılamayın lütfen. Niyetim salt bu güzellikleri, bu gökkuşağını andıran renk şölenini sizinle paylaşmak. Şimdi sıra sarı kızlarımda. Siyah kahve lalesinin yanındaki sarışın da, bir papağan cinsi. Adı Hamilton. Çiçek yaprakları ne kadar da dikenli dikenli. Dokunun dokunun korkmayın, elinize batmazlar, sadece oldukça sivri tırtıllılar. Ama nasıl da güzel ve sarılar değil mi? Bu sarışın da mı kim? Bunun adı Texas Flame, yani Texas alevi. Sarı gibi görünse de, saçlarına yer yer kırmızı röfleler attırmış gibi değil mi?
Lale bölümümüz bitti. Bundan sonrası hem renk hem de çiçek türü olarak karışık. "cemali güzeller" ile başlayalım mı?. Gördüğünüz gibi sarı, mavi, beyaz bütün renklerden varlar ve iç içeler. Ya bu mor mor "hanım düğmelerine" ne demeli. Nasıl da alımlılar değil mi? Hanımlardan bahsetmişken, bunlar da “hanım sallandı” çiçekleri. Renklerindeki canlılığı görüyor musunuz. Bu güzellik anlatılamaz ki. Gel gelelim “mümüdük” çiçeğine. Aman Tanrım nasıl da mor mor ve salkım salkımlar. Şaşırıp hayran kalmamak elde değil. Baş döndürücü kokuları ile yaseminler, ballı babalar. "Fare kulakları" çiçekleri, masmavi ve dimdik. Daha sonra "ak yıldızlar, çan çiçekleri," ah güzelim "süsenler", muhteşem "peygamber çiçekleri," kar misali bembeyaz dökülen "çoban yastıkları." Bakın bu "kır sümbülünü" mutlaka görmeli ve koklamalısınız. Safir taşı gibi, derin mi derin bir mavilik, okyanusa dalar gibi bir şey. Kırların sümbülü olur da, koca dağların sümbülü olmaz mı? İşte bunlarda başlarında ihtişamlı taçları ile kraliçeleri andıran, "dağ sümbülleri." Pembiş "sütleğenler."  "Hanım elleri;" bembeyaz, narin, ince, estetik, hoşlar ve insanın içini bu kadar çarçabuk ısıtmasını kim öğretti bunlara? "Newroz" çiçekleri. Bunların çizimini tanrı mutlaka ressam Van Gogh’a yaptırmıştır. Yapraklarına serpişen sarıya bakarsanız siz de bana katılırsınız. Nasıl sizce de değil mi? Yine sarı sarı "karahindibalar." Minik minik beyaz "müge" çiçekleri. "Aslan ağzı" çiçeklerine ne dersiniz. Krem rengini andırsalar da, daha çok açık sarı değil mi? Ve son olarak da benim canım “unutmabeni” çiçeklerim. Maviliklerinde pek iddialı olmasalar da, güzellikleri unutulacak gibi değil.
Umarım sizi sıkmamışımdır. Size bir kahve dahi sunmadım. Çiçeklere daldık gitti, yani güzelliklere. Kusuruma bakmayın ne olur. Ne kadar kötü bir ev sahibiyim. Buyurun şöyle oturun, yordum sizi. Biraz önce unutmabeni çiçeklerini gösterirken, kendimi tanıtmayı unuttuğumu hatırladım. Ben Sude hanımın kedisi “Mırmır”. Yalanlarıma aldanmayın. Öyle sade kahveler falan da içtiğim yok. Sude hanım çok içiyor, ben de O’na özeniyorum. Hatta bir keresinde Sude Hanım mutfağa gitmişti ve fincanın dibinde çok az kahve kalmıştı. Güzel sahibem bu kadar çok sevdiğine göre ben de şuracıkta tadına bakayım dedim. Bakmaz olaydım, kahvenin berbatlığına mı yanarsınız, Sude Hanıma yakalanmama mı. Sude Hanımdan ne kadar çok memnunum bilemezsiniz. O kadar hanım hanımcık ki. Kahve içmeme kızıp, terlik falan da atmadı tabi. Sadece garipsedi ve şaşkınlıkla baktı. Telaşlandım, fincanı devirdim. Kalan kahve olduğu gibi kar beyazı tüylerime döküldü. Tüylerimden söz açmışken, kendimi çok beğenirim. Güzelliğim Allah vergisi. Gözlerimin güzelliği dünyanın dört bir yanında konuşulur. Çünkü ben bir Van kedisiyim. Vaktimin çoğunu ya bahçedeki çiçeklerin arasında, ya da cımbızım olmasa da aynanın karşısında geçiririm. Pembe, uzun, ince dilimi çıkarır, bütün tüylerimi tek tek tarayıp, temizlerim. Sude hanım gibi gözlerime sürme çekmeme gerek yok. Güzellikleri malumunuz. Bu konuda mütevazi olmamı beklemezseniz sevinirim. Sude Hanım gözlerine sürmeler çekse de, O’nun da gözleri oldukça güzel. Masmavi derin denizler gibi. Baktığınız zaman bu deryalara, eğer yüzme bilmiyorsanız daha fazla bakamazsınız. Boğulacağınız hissi çok geçmeden gelir sizi bulur. Ardından kendinizi mahcup bir eda ile yere bakar bulursunuz.
Yıllarca önce Türkiye’den buralara kaçmak zorunda kalmış. Şimdilerde altmışlı yaşlar da. Dedim ya hala çok ama çok güzel, "cami de mihrap da yerinde duruyor," hem de dimdik. Hiç bir deprem çatlak dahi oluşturmamış. Ülkesinde gazetecilik yapıyormuş. Bana anlattığı kadarı ile; bir eylül günü asker postallarının sesi ülkenin dört bir yanında duyulur olmuş. Ardından tank sesleri ve her yeri ölüm kusan silahların gölgeleri kaplamış, bütün ülke topraklarında bir şiddet sarmalı hakim olmuş. Sude Hanım şanslıymış bir yolunu bulup, bu laleler, kanallar ve yel değirmenleri ülkesine gelmiş. O barbarca işkencelere maruz kalmamış. Beni beş yıl önce bir arkadaşı ile daha ben yavru iken getirtti. Hayal meyal hatırlıyorum. Uçak denen o devasa kuşlardan birine bindiğimizi ve midemin berbat bir halde bulandığını hatırlıyorum. Ben bildim bileli her gün ve her an yazıyor. Bu yüreğini yıldızlara asmış olan kadın, bütün gün ne yazar ben de bilmiyorum. Yazdıklarından bazılarını bir gün olsun bana okumadı, fikrimi sormadı. Oysa beni ne kadar da çok sever. Yazarken çoğu zaman beni alıp, masasına bilgisayarının yanı başına oturtur. Gözlerime bakarak yazmaya başlar, tabi ben de baygın baygın O‘nun gözlerine.
Size bahçede bir sürü birbirinden alımlı ve mis kokulu çiçek gösterdim, sizleri onlarla tanıştırdım. Ama asıl çiçeğim ile henüz tanıştırmadım. Evet benim en güzel çiçeğim. Bakın dış kapıyı açıyor ve içeri giriyor.
Mırmır… Neredesin kızım? Ben geldim.”
Miyav… miyav.” Evet bu gelen Sude Hanım. Çok güzel değil mi? Anlatımımın ne kadar da eksik kaldığını gördünüz mü? Size bir sır da vereyim mi? Galiba son zamanlarda sevdiği bir adam da var. Kıskansam da, O'nun hayatta daha da mutlu olmasını istediğim kadar, hiç bir şeyi istemiyorum. Sude Hanım mutluluğu hak ediyor, çok mutlu olsun. Lalelerin arasında, kanal boylarında, yel değirmenlerinin etrafında, sevdiğinin kolunda ve tabi ben de kucağında olayım ve sülün gibi dolanan çok mutlu bir kadın olsun.
Tüylerimi okşar mısınız? Korkmayın, tırmalamam. O kadar da vahşi değilimdir, Övünmek gibi olmasın, Van'liyim dedim ya. Sizi öpebilir miyim?





Amsterdam, 16 Aralık 2015 




KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...