22 Nisan 2015 Çarşamba

BOZKIRIN FIRÇASI



BOZKIRIN FIRÇASI

"Bugün dünyayı istediğin bir renge boya
Rengârenk batan günü al karşına
Bir renk de kendinden kat
Çocuklar gibi saf, temiz ve berrak
Kapat gözlerini bir hikâye yarat
Vazgeçme hissedilir biraz da sıcaklığını kat
Kalbindeki elleri bırakma sıkıca tut
Çünkü varlıktır sevgiye en güzel kanıt
……………………………………………”
Can Yücel 

Tanrı; doğup büyüdüğüm ve hala yaşamakta olduğum o uçsuz bucaksız İç Anadolu bozkırını, nedendir bilinmez sadece bir kaç renge boyamakla yetinmiş. Alaycı bir edayla, hem de dudak bükerek: “buyurun size iki, olmadı üç renk yeter de artar” der gibi olan hali hep gözlerimin önündedir. Oysa realite, dünyada var olan onca renkten tek bir tanesinden vazgeçmenin, hayattan biraz daha kopmakla eş anlamlı olduğudur.
Beyaz rengin hayatımızda yokluğu saf ve temizliği, aynı şekilde siyah güç, tutku ve matemi, mavi sonsuzluğun ve özgürlüğün, kırmızı aşkın, canlılığın ve dinamizmin, mor asaletin, lüksün ve itibarın, yeşil doğanın ve huzurun, gri mütevaziliğin ve dengenin, pembenin olmayışı da neşenin yaşamımızda yer almaması gibidir.
Renklerin yelpazesini andıran yerleşim yerlerinden birinden hızla gelip, bozkırdaki bu renk yoksulluğunda gözlerinizi kırpıştırarak açtığınız zaman, insanın içini burkan, şaşılası bir ürküntü ile kendinize gelirsiniz.
Hayata gözlerimi açtığım bozkır dizayn edilirken, Tanrının paletinde sadece alabildiğine düzlükler halinde yer alan toprağı boyamak için bir yığın kahve rengi, Sivas ilinden başlayıp, İç Anadolu’yu bir yılan kıvrımı ile Kızılırmak’ın dolanmasına yetecek kadar bir mavi ve çok az miktarda, orada burada kazara yer alan ağacı resmetmek için soluk bir yeşil boya vardı.
Ülkemizin en güzel renklerinden saygın biri olmayı başarıp, ölümsüzleşen şair Can Yücel’in de dediği gibi, ben de kendi dünyamı hep istediğim renge boyamak isteğini, sımsıcak yüreğimi hiç bir zaman terk etmesini arzulamadığım, hizmetinde kusur eylemediğim bir misafir olarak gördüm.
Dünyaya geldiğim bir İç Anadolu köyü olan Küçük Camili İlkokulunda daha yedi-sekiz yaşlarında olduğum sıralarda dahi renklerin tarifi mumkün olmayan albenisinin arayışı içindeydim. Baharın gelmesi ile birlikte, öğretmenimiz bütün sınıfı alıp, kırlara götürür ve bulunduğumuz yerin resmini yapmamızı isterdi. Gözlerimizin önünde uzayıp giden manzara ne yazık ki, çok az renge sahipti. O nedenle çoğu zaman çocukluğumun hayallerini kurarak, zümrüt yeşili ağaçlar serpiştirirken resimlerimi hercai menekşeler, laleler, sümbüller, papatyalar, güller, coşku ile çağlayan akarsular ve benzeri doğa yansımaları ile süslerdim.
Daha sonraları ortaokul ve lise yıllarımda da resim yaparken sloganım yine, “dünyayı hep istediğim renge boyamak” oldu. Bu sıralarda yaptığım pek çok resim okul panolarında yerlerini alırken, benim duyduğum mutluluk da en güzel haliyle gelip, kendisini çocuksu yüzümde ve gözlerimde sergileniyordu.
Aynı şekilde matematik dersinde de, mütevaziliğimi ikircikliğe kapılmanın önüne geçemeden, bir tarafa bırakmaya çalışarak, çok başarılı olduğumu söyleyebilirim. Benim gözümde matematik ikinci bir Tanrı gücündeydi. Yürümemiz, konuşmamız, yememiz, içmemiz, dinlediğimiz müziğin, söylediğimiz yürek titreten aşk şarkılarının, telefonun, televizyonun, radyonun, iki bardak dolusu un-yarım kilo şeker-bir litre sütün karışımı ile yapılan kek, uzay ve akla gelebilecek her şeyin dayanağı matematikti.
Uzun uzadıya sürdürdüğüm çalışma hayatımın sonrasında, şimdilerde tadını çıkarmaya çalıştığım emekliliğimi sürdürdüğüm bugünde dahi, içimde bir ukde olarak kalmayı başaran matematik veya resim öğretmeni olma arzusundan uzaklaşamadım. Demem o ki, bazan dalıp gitmelerime, hafif de olsa hüzünlenmelerime şahit olunuyorsa, sevdiğim bu iki dersin öğretmenliğini yapamadığım için bir yerde hala içimde koruduğum keşkelerin dayatması, o an bu ukdenin yüreğimi yine acımasızca yoklaması ile karşı karşıya olduğum bir an yaşadığımdandır.
Resim yapma arzumdan dolayı, her ne kadar güzel sanatlar fakültesinde okumak istedimse de, o yıllar üniversitelerde bu bölüm sadece İstanbul’da olduğundan dolayı, koşulların yetersiz oluşundan, Ankara’da Endüstriyel Sanatlar Yüksek Öğretmen Okulunda (şimdiki Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi) eğitimimi tamamlamak zorunda kaldım. Daha sonraları Maliye Bakanlığında çeşitli görevlerde bulundum.
Resim yapmaya lise eğitimim sonrasında ara verdim. Uzun zaman resim yapma arzum olan o bukleli saçlı, al yanaklı, çakır gözlü sevgilim ile buluşamadım, yumuş ellerinden tutamadım. Bin dokuz yüz seksenli yıllarda Maliye Bakanlığını temsilen Kültür Bakanlığındaki görevim sırasında, Kültür Bakanlığında, saygın insan, tanınmış bir yazar olan, dostluğunu kazandığım bir müsteşar bana bir ricada bulundu. Bir sahil kasabasında Kültür Bakanlığındaki müdürlere bir haftalık maliye konusunda seminer vermek istediklerini ve bunu benim yapıp yapamayacağımı sordu. Bu çok değerli müsteşarın ricasını yoğun olmama rağmen kabul ettim. Seminer sonrası, akşam üzeri bu güzelim kasabada gezintiye çıktım. Etrafı ilgi ile izlerken, yoğun miktarda bulunan turistlerin çeşitli dillerdeki uğultuları da kulaklarımdaydı. Bir ara, başında buruşuk siyah bir bere, ağzında piposu ve çok da uzun olmayan kır sakallı bir ressamın muhteşem güzellikte genç bir turist kızın portresini yapıyor görünce durdum ve pür dikkat izlemeye başladım.
Her şey iyi güzeldi de ressam bu güzel turist kızın kulağını bütün uğraşısına rağmen çizemiyor, çizdikleri de portrede çok eğreti duruyordu. Daha fazla dayanamadım ve portresi yapılan turistin de Türkçe anlamadığından emin olduğumdan, ressama kulağı dediğim şekilde çizmesi halinde sorunun ortadan kalkacağını söyledim. Bunu söylememle birlikte ressam küplere bindi.
“Sen ne demeye benim işime karışıyorsun? Bilip bilmeden bana akıl verme, aklını kendine sakla. Git buradan, rahat bırak beni.” diye bağırıp beni kovsa da, ben gitmemekte direndim ve söylediklerimi tekrarlamaya devam ettim. Daha sonra dayanamadım ve gönlünü almak için “öğretmen olmadığım halde”, resim öğretmeni olduğumu söyleyip, bu sinir küpü adamı yumuşattım. Ardından dediğim tekniği kullanınca resimdeki büyük kusur da ortadan kalkmış oldu. Güzel turist kızın yüzüne büyük bir gülümseme geldi ve daha da güzelleşti. Böylelikle ben de kendi çapımda turizm sektörüne küçük bir katkıda bulunmuş oldum.
Seminerin ardından tekrar Ankara’da iş başı yaptım. İş ve beraberinde tatil imkanı bende taze kan görevi gördü. Kendimi daha dinç ve enerjik hissediyordum. Hayranı olduğum renkler yıllar sonra tekrar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Tekniğini çok bilmesem de, o zamanlar beş yaşındaki kızım Duygu ve yedi yaşındaki kızım Çağıl’ın kuru pastel boyalar ile portrelerini yaparak, yukarıda sözünü uzun uzadıya ettiğim sevgilim (resim yapma arzum) ile barışıp, ellerini yeniden avuçlarımın içinde buldum. Bu kavuşmaya sözünü ettiğim değerli müsteşar dostum vesile olmuştu. O nedenle bütün yüreğimle kendisine teşekkür ettim. Bundan sonrasında dur durak bilmeden paletime koyduğum bütün renkleri tuvalimle üst üste fırça darbeleri ile buluşturdum. Bir yıl sonra bir sergi açacak kadar resim çalışmam oldu ve ben hayli mutluydum.
Kısa bir süre sonra çalışmalarımı gören, Hollanda’da organizatörlük yapan bir akrabam Hollanda’da sergi açmamı teklif edince, önce Hollanda’da Nijmegen ve Utrecht şehirlerinde iki ayrı sergim oldu. Akabinde Belçika’nın Gent, Ankara’da beş ve Kıbrıs’ta da iki sergi açtım.
Güzel sanatlarda bu işin okulunu okuyamamış, öğretmenliğini yapamamıştım ama zamanla deneme yanılma yöntemi ile dünyayı kendi renklerime boyayıp, yüreğimin yükünü hafiflettim.
Renkler kol kola girip dans ederlerken, yaşadığım bozkırı yaşanır hale getiriyor. Dünya tarifsiz güzel. Ve şairin dediği gibi “hayat her şeye rağmen güzel.” Diyeceğim o ki; Dünyanızı her zaman renkli kılmanız, samur fırçanızı elinizden düşürmemeniz ve üzerinde yaşamınızı sürdürdüğünüz gezegeni, bozkır da olsa, daha da mutlu olmak için elinizden geldiğince ve olabildiğince çok renge boyamanız dileği ile…

Amsterdam, 22 Nisan 2015

Not; Küçük Camili Köyünden çok değerli-sevgili ağabeyim Hatip Konukçu uzun bir zaman önce profesyonel ressamlığa doğru giden ince uzun yolunun öyküsünü anlatmıştı. Ben de bir şeyler yazmak için konu arayışı içindeyken, çok zamandır işlemek istediğim bu tatlı sohbeti, Hatip ağabeyimden müsaade alarak yazmaya çalıştım. Yaşar Kemal Neşet Ertaş’ı “Bozkırın Tezenesi” olarak adlandırıyordu. Biz İç Anadolu’ların gözünde ise Hatip Ağabey de “Bozkırın Fırçası” gibidir. Dolayısı ile Hatip ağabeyin dilinden, benim kırık uçlu kalemimden, bir Küçük Camili öyküsü. Sürçü lisan ettiysem af ola!


  

10 Nisan 2015 Cuma

GRAMOFON






GRAMOFON

Günümüzde ne yazık ki, evlerimizdeki yerinden elini eteğini çekip, artık yok olan gramofonun o estetik, muhteşem güzelliğini, belki de bir o kadar güzellikte olan yaşamlarında bu aletin sahibi olanlar, “eskiler” de diyebileceğimiz ileri yaşlara varan şahsiyetler bilirler. Eskiden evlerimizin başköşelerinde (televizyonlarımızın şimdiki yerinde), yer alan vazgeçilmez plak çalar aletlerinin üzerinde, bir köpeğin de resmedildiği ve “Sahibinin Sesi” olarak geçen ünlü bir marka vardı. Şirket “Sahibinin Sesi” adı altında hayli kaliteli gramofonlar ürettiği gibi, pek çok tanınmış müzisyenin değerli çalışmalarını da LP’ler halinde müzikseverlerle buluşturup, bu başarılı çalışmalara imza attılar. Plaklarda veya gramofonlarda resmedilen köpeği ve Sahibinin Sesi ibaresini görenler bunun bir marka olduğunu haliyle ilk etapta anlayamayıp, akabinde akıllarına muzipliklerin gelmesine de engel olamıyorlardı.
Malumunuz her hayvan zamanla sahibine benziyor. Aradan geçen yıllar beraberinde “sarı öküzü”, sahibi “Sarıların Mahmut’u” hal, hareket ve görünüm itibari ile birbirlerini andırır hale getiriyor. Bu zamanla yaşanan göz aşinalığının bir getirisi midir, yoksa burada “körle yatan şaşı mı kalkıyor” deyimi mi devreye giriyor, pek anlaşılır gibi değil.
Her insan hayatının bir öykü olduğu söylenir. Bu savdan yola çıkarak, benim hayatım da bir nebze öyledir diye düşünüyorum. Benim ve köpeğimin öyküsüne geçmeden, arzu ederseniz öncelikle Sahibinin Sesi markasının nasıl oluştuğunu bildiğim kadarı ile anlatayım. Bu arada benim adım Cemo ve köpeğimin adı ise Şero. Şero Kürtçede aslan anlamına gelir. Ama Allah’ı var, benim Şero’mun da aslandan geri kalır bir tarafı yok. Tanrı, Şero ve bendeniz Cemo’nun birlikte yaşamını İç Anadolu’da bir Kürt yerleşim yeri olan Kesikköprü beldesinde uygun görmüş ve ikimizi buraya fırlatıp, “Ne haliniz varsa gidip-görün demiş”. Lafı fazla uzatmadan Sahibin Sesi markasının öyküsüne gelecek olursak.
1800 lü yılların son dönemlerinde, kendi çapında ünlü bir ressam olan Francis sıradan bir yaşam sürdürüp, kırların, tepelerin, kandırabilirse kadınların yarı çıplak resimlerini yapıp, hayatını idame etmeye çalışan biri idi. Hiç beklemediği bir anda ağabeyi Mark’ın ani ölümü ile O’nun çok sevdiği terrier cinsi köpeği Nipper ve ağabeyinin sesinin kayıt edildiği bir kaç tane silindirik disk ve yine silindir bir fonograf da kendisine miras kalır. Ağabeyinin anısına bu diskleri ara sıra gramofonda köpeği Nipper’e dinletip, nostalji yaşatmak isteyen Francis sesin her duyumunda bir şey fark eder. Ağabeyi Mark’ın sesinin odada yankılanması ile beraber, Nipper gidip gramofonun içinde sahibini arar. Bu hazin tablo karşısında çok duygulanan Francis bunun üzerine bir gramofon ve bunun yanında sahibinin sesini dinleyip, O’nu arayan köpeğini tuvaline yansıtır. Daha sonra bunu bir gramofon şirketine satar ve böylelikle “Sahibinin sesi” markası da bu görüntü ile acımasız dünya pazarındaki yerini alır. Bu öyküde haliyle ben de köpeğim Şero ile olan yaşantımızı buldum. Gramofonun öyküsünü de anlattığıma göre, asıl benim ve sevgili köpeğim Şero’nun ilginizi çekeceğini umduğum öyküsünü anlatmaya başlayabilirim, müsaadenizle.
Kesikköprü köy irisi bir belde. Çevre köylere kıyasla yeşillikler içinde. Bu güzelim yerleşim yeri, kendisine özgü kırmızı topraklı tepeleri ile ayrıcalıklığını ortaya koyar. İçinden kıvrımlar halinde geçen Kızılırmak da beldeye ayrıca bir güzellik katar. Kızılırmak adeta beldemizin boynuna takılan değer biçilemeyen güzellikte, göz kamaştıran boncuk mavisi safir bir gerdanlık gibidir. Bu safir gerdanlığın etrafına evler irili ufaklı serpiştirilmiş pırlantalar misali yer alırlar. Baraj gölü, beldemize çevre halkı ve Ankaralılar için, imkânları ile bozkırda eşsiz bir sahil kasabası konumunu sunar. Yılda bir kaç mahsulün alındığı o uçsuz bucaksız verimli topraklar, bu beldede oturanların en önemli gelir kaynağıdır, her ne kadar payımıza, kırışık iki yakamızı bir araya getirecek kadar düşmese de!
Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de insanlar ikiye ayrılırlar. Ben oldukça fakir olan tarafta yer aldığımdan, haliyle sevgili Şero da fakir bir köpek. Şanslı bir hayvan olsaydı, zaten benim köpeğim olmazdı. Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi Şero da konumumuza bakmadan, köyümüzde en varsıl aile olan Hüsso’nun köpeği Sülün’e âşık oldu. O nedenle mecnun bir halde sürekli Hüsso’nun kapısının önünde dolanıp duruyor. Sülün de O’na karşı bir şeyler hissediyor olsa gerek ki, bizim Şero’yu görmeye görsün, her türlü kuyruk sallamalar, dil çıkarmalar, baygın bakışlarının en alasına ve kafasını hızla sallayıp, zarif kulaklarını yanaklarına patırtı sesleri çıkararak vurmasına tanıklık edebilirsiniz. Doğrusu Şero’nun kendi sınıfından bir köpeğe âşık olmasını çok isterdim. “Davul dengi dengine” diye boş konuşmamış, çok bilen atalarımız. Koca göbekli Hüsso ve o kaknem, iri burunlu benekli karısı Zeliş, Şero’yu görmeye görsünler, ilk yaptıkları O’nu ellerine ne geçirirlerse (süpürge, terlik, taş, ayakkabı ve kinlerini kusturacak her şey) fırlatıp, bahçelerinden kovmak oluyor. Belli ki Şero’nun Sülün ile arkadaşlık etmesine pek razı değiller. Kendisine fırlatılan her nesnenin, Şero’nun çevik hareketler ile ıskalatmasının ardından, o ilk etapta yüksek avlu duvarını atlayıp, gidermiş gibi yapsa da ortalık yatıştığı zaman, gururu kırılsa da çok geçmeden soluğu Sülün’un yanında alıyor. Sevgilisini koklayıp, uzun dili ile tüylerini yalıyor.
Zoruma giden Şero’nun yemeğe de kalacak kadar yüzsüzleşmesi. Hem de yalnız başına değil. Mahallenin bütün yoksul köpeklerini alıp, Hüsso’nun büyük kızı Süheyla’nın yemek artıklarını çöpe atmasını bekliyorlar. Çoğu zaman o saatte Hüsso’nun evine doğru gitmesini engellemeye çalışsam da, buna mani olamıyorum. Bir yandan da yaşanan bu büyük aşka saygım var, vicdan azabı da duymuyor değilim. Ama Şero’nun sahibi veya bir yakını olarak benim de onurum kırılmıyor değil elbette.
Sülün sahibinin o denli zenginliğine ve sonradan görmeliğine karşın, bir o kadar asil ve kibar bir köpekti. Hayvan da olsa bu denli iyi olması başımın üzerinde yer almaması anlamına gelmez. Lakin bu aşkın sonu yok gibime geliyor. Masallardaki gibi, “onlar muradına ve bizler de kerevetine çıkar mıyız?” bilinmez. Ama böylesi bir ayrılığın Şero’ya büyük bir acı vereceğinden eminim.
Bugün Ankara’dan misafir olarak akrabalarımız geldi. Benim gözümde dünyalar güzeli, dünyaya açılan tek penceremin tatlı esen rüzgârı, kendisine karşı hep mahcup olduğum, yakamdan düşmeyen fakirliğimden dolayı rahat ettirip, gün yüzü gösteremediğim karım Dilan hazırlıklar için mutfakta hummalı bir uğraş içinde. Karımın kan ter içindeki halini görüp, kendi kendime Tanrının bir kez olsun bizim de sırtımıza usulca üflememesine şaşıp kalmaktan, başka bir şey yapamıyorum.
Avluda köşeye sıkıştırdığım bizim İbiş horozu yakalayıp, kaşla göz arasında kestim. Bütün bu olup bitene, yine göbekli Hüsso tarafından kovulan Şero da şaşkınlık ile bakıyordu. Evet, evde ziyafet vardı. Şero’nun aklından bir şeylerin geçtiğini şaşılar gibi göz bebeklerini döndürmesinden anladım.
Misafirlerimizle Allah ne verdiyse (bize pek bir şey verdiği yok, lafın gelişi) yedik içtik. Doydular mı diye yüzlerine baktım, ama bir şey anlayamadım. Fakat gördüğüm kadarı ile sofrada kemik namına hiç bir şey görünmüyordu. Bizim çocuklar kemikleri dahi un ufak ettiler. Cama doğru uzanıp, baktığımda aklıma gelenin başıma geldiğini anında gördüm. Evet, Şero Bey şürekâsını toplayıp, kapının önünde hazır kıta, sofradan artanların karım Dilan tarafından atılmasını sabırsızlık ile bekliyorlardı. Sanıyorum sürekli Hüsso’nun evine dadanmak onun da ağrına gitmiş olacak ki, bu defa da Şero arkadaşlarını yemeğe davet etmişti. Sülün de Şero’yu kırmamak adına bu nazik davetini kabul edip, gelmiş ve diğer köpeklerin ardında duruyordu. Şero en arkada utangaç bir eda ile bekleyeduran Sülün’ü burnu ile itekleyip, utanacak bir şeyin olmadığını, kulağına fısıldıyor, sevdiceğinin gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu.
Derken beklenen an geldi. Bütün bu olup bitenden bihaber olan Dilan özenle topladığı sofra bezini toplayıp, balkondan aşağı doğru döktü. Üç beş kıytırık kemiğin yere dökülüşünü seyrederken, Şero adına içim burkuldu. Köpekler sofra artıklarının dökülüşü anında, aynı zamanda kafalarını yukarı doğru kaldırdılar. Şero çok mahcup oldu. Sülün hemen Şero’nun yanına gelip, onu teselli ettiyse de, Şero’nun hali hal değildi. Dökülen bir kaç kemiği de Bodur Kasım’in köpeği Dino hiç bir şeye aldırmadan yedi. Şero kuyruğunu iyice arka ayaklarının arasına sıkıştırıp, bizim evi terk edip, hep birlikte Hüsso'nun evinin yolunu tuttular. Sülün Hüsso’ya aldırmamasını, kendi evinin onun da evi olduğunu anlatsa da, Şero’nun yüreği çok buruktu ve zor teselli oluyordu. An; yer yarılsa da o da yerin altına girse anıydı. Çünkü en iyi kendimden biliyorum, yoksulluğun utancı dağlar kadar büyüktü.
Evde misafirleri unuttum ve çok derinlere dalıp, gittim. Dilan’ın bir kaç kez;
“Cemo Can çayını al. Misafirlerimiz var, niye öyle derinlere daldın. Neyin var? Misafirlerimize ayıp oluyor. Kendini unuttun hepten.” deyince ansızın irkilip, kendime geldim. Çay nar kırmızısı idi. Misafirler ise nar kırmızısı çaya değil, şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Kendimi toparlamam güç oldu. İçimdeki acıyı kimselere anlatamazdım. Dünyada her şeyi paylaştığım Dilan’a dahi anlatamazdım. Kim bilir Şero şu anda arkadaşlarına ve özellikle de Sülün’e karşı ne denli mahcup ve zor durumdaydı. Ne çok sahibi ile benzeşip, ne kadar çok “sahibinin sesi” olmak zorunda kalıyordu. Eve gelir gelmez yapacağım ilk iş onun o güzelim, biçimli kafasını ellerimin arasına alıp, yanaklarından bir güzel öpmek olacak.
Karanlık iyiden iyiye bastırdı. Ay bütün ihtişamı ile bir ayna gibi Kesikköprü’nün semalarında süzülüp, safir gerdanlığı ve etrafındaki pırlantaları ışıl ışıl parlatıyor. Gökyüzü sonsuz sayıda birbirinden parlak yıldız ile bezeli. Misafirler de yavaş yavaş yatmaya giderler. Kendi kendimle kalmaya çok ihtiyacım var. Kulağım dışarıda. Ve pür dikkat “dört kulakla” beklediğim beni mutluluktan uçuran, “ha duyuldu, ha duyulacak” derken, gelen hüzünlü havlama sesleri. Karanlıkta parlayan iri boncuklar ise Şero’mun buğulu gözleri.

Amsterdam, 10 Nisan 2015
  


4 Nisan 2015 Cumartesi

ÇOCUK



ÇOCUK

Henüz çocuktum, ufacık tefecik, hem de çokça çocuk bir çocuktum ben.
O minik çocuk yüreğinde, ezici yükü; “ah canım” duygu olan, hassas bir çocuktum ben.
Her beşer gibi, kalbine korku salındığı zaman ürperen, tir tir titreyip korkan, dokunsanız hıçkırıklar ile hüngür hüngür ağlayan, dipsiz kuyular derinliğinde hüzünlenen, güzelliklerin en minnacık kırıntısında dahi ağız dolusu kocaman kocaman gülmesini bilen,  gök kubbede yankılanan kahkahalar atan, “değmeyin keyfine” diyeceğiniz türden mutlu ve aman Allahım ne çok çocuk bir çocuktum ben.
Pür telaş ayakları birbirine dolanan, koşturduğu saklambaç oyununda sürekli tökezleyip "sobelenen", gizlendiği yerde kaybolan, belli ki zavallı çokça çocuk bir çocuktum ben.
Ağaç yoksunu İç Anadolu bozkırında, dünyaya aşık, gölgesi, güvenilir bir dala bağlı salıncağı olmayan, maviş gökyüzüne ayaklarını olabildiğince salamayan, çokça çocuk bir çocuktum ben.
Kendisine yeterli gelecek güneş misali sımsıcak olan sevginin arayışında, kestane rengi gözlerinde sevginin taşımı ile dünyaya bakan ufak tefek bir insandım ben.
Sır perdeleri ile sımsıkı kapalı, iri memeli “Fahriye Ablaları” olan, platonik aşklarının mağrur sahipliğinde, acımtırak “baklasını dilinin altında hayli iyi saklayan” sır küpü-ketum, aman Allahım ne denli utangaç, çokça çocuk bir çocuktum ben. 
Rengi, dili, kimliği, halkının binlerce yıla dayanan Mezopotamya kültürü kabul görmeyen, üstelik hor görülen, hassas yüreğine korkular serpiştirilen, anadilini konuşamayan savunmasız Kürt bir çocuktum ben.
Hiçbir oyuncağı, kalbinin derinliklerindeki tatlı esintili rüzgarlarda süzülmesine bıraktığı, kuyruğu rengarenk bir uçurtması, sarı, mavi veya kırmızı bir boncuk misketi olmayan bir miniktim ben.
A at, C ceviz, E elma, F fındık ve M masası, yalnızca yırtık alfabe kitabında olan, çokça çocuk bir çocuktum ben.
Beyaz, kırmızı, mavi, yeşil ve sarı renkli bayramlık elbisesi, pırıl pırıl parlayan cilalı bağcıklı bir çift kundurası, elinde çilekli dondurması, horoz şekeri, kaşık kaşık muhallebisi, parça parça çikolatası, uçarcasına bineceği bisikleti olmayan çokça çocuk bir çocuktum ben.
Ellerinden tutacağı, tertemiz giyimli dedesi ve ninesi olmayan, mutlu gözlerle bir çocuk parkına gidemeyen çokça çocuk bir çocuktum ben.
Kömür karası karanlık gecelerin kollarına kendini bırakmak üzere, başını yastığa koyduğu zaman, korku dolu rüyalarla kaplı derin uykulara dalmadan önce, ne “vak vak ördek”, ne de “cuf cuf tren”  hikayelerinin, anne veya babası tarafından uyku öncesi yüksek sesle okunmadığı, gökten üç elmanın kazara bir tanesinin dahi düşmediği, inli-cinli, perili, canavarlı, cadılı ve devli, ama sonunda mutlaka “muradına erilmiş” olan masalların anlatılmadığı, bir türlü “kerevete  çıkıp” bağdaş kurup, oturamayan küçücük bir bireydim ben.
Belki de çoğu zaman; yüreğinde kıpır kıpır büyük umutlar tomurcuklandıran, olmadı “suyun akıp yolunu bulmasını” bekleyen, belki de kendince kaderci bir çocuktum ben.
Şimdilerde bahtına düşen ömür payını, olabildiğince büyük güçlükler ile hazin çocukluğunun çok ilerisine taşımış, yarım asrı çoktan devirmiş, yaşı kabarık sayılı, ama yüreği tek rakamlı yaşlarda kalan, hala büyümek nedir bilmeyen bir çocuk muyum, ben?
Çoğu giden, azı kalan ömrün bundan sonrasında “Beni kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz, beni bensiz, beni sensiz bırakanlar” ne olur olmayıversin. Belki de her şeye karşın, büyük bir çocuk kalmakta direnen, uslanmak nedir bilmeyen biri miyim ben?
Büyüme küçülmeyi getirmesin, insani güzellikler ile bezeli çocukluğu gerilerde kalsa da, yaşının büyüklüğünde de; yüreğinde kine, nefrete, ırkçılığa, savaşa, adaletsizliğe, renkler arasında ayrımcılığa, korkuya, şiddetin her türüne yer vermeyen, hor görmeyen-görülmeyen, açlığın, eğitimsizliğin olmadığı, çocuk yürekli bir çocuk kalmayı yeğleyen, yetişkin kirliliğinin olabildiğince uzağında emekleyen bir bebek kalmak isteyen biri miyim ben?
Sevgiye bin bir den de fazla kapısı, penceresi sonuna kadar açık, kocaman yürekli, çocuk bir yetişkin olmak isterim ben.
Ve o kocaman güzelim çocuk yürek, dünya yuvarlağının her santimetre karesinde, artık barışın hakim olmasından başkaca ne der? Ağız dolusu, her şeyden önce salt sevgi, der!



Amsterdam, 4 Nisan 2015


26 Mart 2015 Perşembe

CİN


CİN

“Benimle gelme kıçım, kokuyorsun…”
Batman yöresinde, halk arasında kendisini çok beğenen, bir nevi megalomanlar için söylenegelen bir söz. Bu sözün, onlarca yıldır var olan yasaklılığını, henüz yeni gerilerde bırakan Kürtçe dilindeki vurgusu, elbette ki, daha çok “yuvarlanan bir taş olup, gediğine oturuyor”. Her taş yerinde ağır olduğu gibi, sözcükler de, doğup, kök saldıkları dillerde ve kültürlerde bir o kadar yerinde ağır oluyorlar. Kimi zaman başka dillerde kabak tadı verdiği de olur. Bu bütün dünya dilleri için böyledir, bilinen o ki sözcüklerin başka dillerde aynı tadı vermediğidir. Ama yine de, insanlığa verilmek-ulaştırılmak istenen mesajlar, imgeler, melodiler, anlatımlar, şiirler, roman ve öyküler başka dillere de aktarılıp, yereli aşıp, dünya yüzeyinde paylaşılmalı, belli coğrafyalara hapsedilmemelidir. Dünya Shakespeare, Dostoyevsky, Gogol, Tolstoy. Marques, Nazım, Ahmet Arif, Yaşar Kemal, Victor Hugo, Balzak, Stendal ve diğer binlerce değerin ufuklarının genişliğini doyasıya kucaklamalı ve bihaber olup, bu nahoş fakirliği yaşamamalı.
Aylar önce bir aile dostumuzdan bu sözü ilk duyduğum zaman, önce epeyce gülümsedim, güldüm ve akabinde üzerinde uzun uzun düşündüm. Evet, söz her ne kadar o bulutlarda gezinen narsizmin dozunu aşanlara yönelik, ironi mahiyetinde söylense de, başka alanlarda da pekala kullanılabilir ve yerinde bir kullanımla o taş yine yuvarlanıp, gediğine oturur.
Teşbihte hata olmayacağı her zaman dile getirilir. Ülkemizde de güzelim insanımıza kene misali yapışmış, adeta insanımızın kokan kıçı durumunda olan, atsan atılamayan, satsan satılamayan, “dur ve olduğun yerde kal, benimle gelme” diyemediğiniz gerici, ırkçı, şoven, milliyetçi, “tek tekçi” ve faşizan yapılanmalar, her daim hatırı sayılır bir oranda var oldu. Milyonlarca insan beyninde yer alan “faşinismus” hastalığının etkisi ile başka ufukları aralamadan, insani, aydınlık, güneşli ve güzelim düşüncelere kendisini daha da “kemikleşerek” tamamı ile kapatıyor. Karamsarlığa yer yok. Elbette ki, bu ülke de gebe olduğu aydınlık yarınları, sancılarını çeke çeke doğuracaktır. Satsan satılmaz derken, insanın aklına hemen etrafımızda onca gerici yönetimleri olan ülkenin mevcudiyeti takılıyor. Yapışık hale gelmiş, hiç te sevgili olmayan katran karası gericiliğimizi, milliyetçiliğimizi, ırkçı ve faşizan yapılanmalarımızı, bu oldukça olumsuz oluşumları veya diğer adı ile kokan kıçımızı, “yahu… Sevgili İran, Arabistan, Libya, Yemen ve diğer gerici yönetimlerin bulunduğu ülkelerin yöneticileri, bu bizdeki kokan kıçı artık istemiyoruz, size daha çok lazım deyip, satamıyorsunuz.” Kıç yine bize yapışık kalmaya devam ediyor ve de çok kötü kokuyor. Bu ülke insanının bu konuda artık bir şeyler yapmasının zamanı elbette geldi ve geçiyor da. İnsanımız bu kıllı kıçı kesip atamadığına göre, hiç değilse bu kokulardan arınması, temizlenmesi gerekmiyor mu? Bu berbat kokudan kurtulmanın, aydınlık yarınlara erişmenin tek yolu da, her olumsuzluğun panzehri yediden “seksene” köklü bir eğitimden geçtiğidir.
Bu güzelim insanlar, insan midesini bulandıran iğrenç kokuları kendilerine daha fazla reva görmemeli. İnsanımızın kaderi kokuşmuşluklar, kokarcalar, küfler ve irinler olmamalı. Medeniyetler beşiği Anadolu’nun, Mezapotamya’nın kadim halklarının payına düşen, aydınlık, insani bir yaşam, hoşgörü, eşitlik, kardeşlik, renklerin güzelim harmonisi, adalet, kardeşlik, barış ve güzellikler olmalı.  
Bu nedenle şişeden bir cin çıksa ve “ey Türkiye halkları, benden üç şey dileyin, ne dilerseniz dileyin”, dese; Türkiye halklarının atıp, satamadıkları kıçlarından yükselen kokuların bertaraf edilmesi için, gayrık kokulara yeter diyen insanımızın; “eğitim-eğitim-eğitim” diye bağırması gerekiyor.
Evet; taşıdığımız kıç kokuyorsa, “Benimle gelme kıçım, kokuyorsun” diye de söylemeli, bağırılmalı ve kovulmalı. Hele de  bulunduğumuz seçim arefesinde.

Amsterdam, 26 mart 2015


 

21 Mart 2015 Cumartesi

NEWROZ

NEWROZ

Yaşar Kemal; kendisinin deyimi ile “O güzel insan, güzel bir ata binip, gideli” üç hafta gibi bir zaman oldu. Ardından O’nu bir sevgili misali sevenler çok göz yaşı döktü, çok şeyler yazıldı, çizildi ve de söylendi. Ne kadar göz yaşı dökülürse dökülsün, ne kadar yazılır ve çok söylenirse de bunun yine de eksik kalacağı muhakkaktır. Bütün söylenenler, yazılanlar, çizilenler ve kalplerden dökülen boncuk göz yaşları elbette çok güzeldi. Ozanlığı yazılı olarak yapan bu dünyanın en büyük yazarı ve yine oldukça aydınlık bir dünyaya sahip olan, “uzun ince bir yolu” yüreği ile görerek ilerleyen, yıllarca önce kaybettiğimiz büyük ozan Aşık Veysel arasında geçen, espri mahiyetinde “alıntı” anı ile bu ki güzel insanın ardından biraz da gülümsemeye var mısınız?
Yaşar Kemal ve Aşık Veysel hasretlik gidermek gayesi ile 70’li yallarda İstanbul'da buluşurlar. Hoş-beşin uzun uzadıya tatlı sohbetin ardından Yaşar Kemal her ne kadar Aşık Veysel’in gözleri görmese de, O’nun gönül gözlerinin çok iyi gördüğünü bildiğinden, dert etmeden Aşık Veysel’i koluna takıp, Beşiktaş'ta yürümeye çıkarlar. Aksilik bu ya aniden bardaktan boşalırcasına bir yağmur başlar. İki büyük ozan ne yapalım şaşkınlığı ile çare raralarken. Yasar Kemal Aşık Veysel’in kolundan çekiştirip, kadim dostu Şemsi Yastıman’ın saz dükkanına götürür. Sırılsıklam iki dostunu hiç beklemediği bir anda karşısında bulan ve yine yıllarca önce dünyamızdan ayrılan Şemsi Yastıman iki dostun haline kahkahalarla güler. Neye uğradığını anlamayan iki ozan, çok bozulurlar ve buna bir anlam veremezler. Devreye Yaşar Kemal girer ve o meşhur küfürleri ile Şemsi Yastıman’ı bir güzel kalaylar.
“Ne oldu oğlum niye gülüyorsun?” diye sorar.
Şemsi Yastıman daha fazla dayanamaz ve katıla katıla gülmeye devam ederken, espriyi patlatır.
"Hey Ya rabbim! İki insan yaratmışsın, bir tek göz vermişsin.” der.
Bunun üzerine Yaşar Kemal her zamanki dobralığıyla:
"Çok konuşma Allah'ın Türkmeni. Senden halı minder istemiyoz. Ver şurdan iki tahta sandalye de oturalım" der.
Gülümsemeniz bol ve her daim bol olsun.
NEWROZUNUZ KUTLU OLSUN! – NEWROZA WE PIROZ BE!

15 Mart 2015 Pazar

EMMİOĞLU


EMMİOĞLU

Yıllardır ayrı düştüğü köyü Gökgöz’e, gerine gerine yaptığı anlatımı esnasında; bu sıralarda baharın aheste aheste gelmek üzere olduğunu anımsatırken, henüz yeni başlamış olduğu konuşmasını da iştahla sürdürmeyi ihmal etmedi. Devamla;
“Benim hikayem politik değil be abim, tam tersine erotik.” deyip, bizim kendisinden neleri dinleyeceğimize de hazırlıklı kıldı. Her şeyi ve herkesi çok özlediği her halinden belli oluyordu. Pek çok köylüsü gibi O da kendisine, köylülerinin yoğun olarak yaşadığı yazı-tura çekmek türünden sunulan üç ülke Hollanda, Avusturya veya Danimarka seçeneğinden birini seçmek zorunda kaldı. O’nun kısmetine yel değirmenleri, peyniri, kanalları, lalesi, inekleri, saman sarısı bukleli kızlarının güzelliği ve daha pek çok özelliği ile ünlenen Hollanda düştü. Görücü usulu evlendiği köylüsü Fatik ile kurduğu yuvanın ardından, bu birleşimin ürünü olan kızları Rukiye de hayatlarına katılınca, yokluk bu yeni evli çifti daha zorlar oldu.
Çok geçmeden O da çözümü o zamanlar furya halinde olan yurt dışına gitmeyi seçti. Biraz borç, biraz da kıyıda köşede birikmiş olan parası ve düğününde gelen altınlarını da bozdurup edindiği kapital ile pasaport çıkartıp, kaçak yoldan kendisini Hollanda’ya götürecek olan şebekenin parasını tedarik etti.
En kısa zamanda hazırlıklarımı tamamlayıp, yola çıktım. Taze bir evliliğimizin olduğu karıma ve yeni doğmuş bebeğime doyamamış bir halde, annemi, babamı, kardeşlerimi, bütün akrabalarımı ve arkadaşlarımı geride bırakmak zorunda kaldım. Karımın teninin kokusunu, O’na dokunuşumu, gözlerinin derinine bakmayı ve kıpır kıpır hareketleri ile gülümseyen minik kızımı çok özleyecektim.
Geldiğimin ilk yıllarında akla hayale gelmeyen güçlükler ile karşılaştım. Allah’tan başımızda bir çatı olayını, dört arkadaşım ile bir evi paylaşarak hallettim. Hepimiz aynı durumda idik, hepimiz hemşehri, eşlerini memlekette bırakmış ve burada kalma müsaademiz yoktu. Memlekette bazı zamanlar badana, boya, fayans ve ufak tefek marangozluk işleri yapıyordum. Uzun bir süre işsiz dolandıktan sonra, burada da bu tür işler yapmaya başladım. Çok olmasa da günlük ekmeğimi, kiramı ve çocuklarıma göndermek için para biriktirebiliyordum. Unutmadan onu da anlatayım, asil adım Veli olduğu halde ben çalışırken hep Ferdi Tayfur’dan “emmioğlu” adlı parçayı söylediğim için, lakabım Emmioğlu oldu. Kimse gerçek ismimi bilmiyordu. Bu adla adlandırılıyor ve boya badana işlerinde Emmioğlu Usta olarak nam salıyordum. Emmioğlu ismi ile insanlar beni kendilerine de yakın gibi hissediyordu. Yani bu isim benim açımdan biraz da avantajlıydı, karşıdakine de sanki güven veriyor gibiydi, ki benim buna çok ihtiyacım vardı. İs yaparken güven vermek elbetteki, çok önemli idi.
Buraya geleli 6 yıl kadar bir zaman süresi göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçti. Her şeye katlanıldığı halde, evli de olsan yalnızlık çekilir gibi değildi. Hollanda’lı kadınlar anlatılamayacak güzellikte, her yönü ile bir içim su gibi idiler. Fakat bizim onlar ile bir araya gelmemizi bir yana bırakın, bir selamlarını dahi alamıyorduk. Yabancılara karşı olan anti-patileri çok fazla idi. Dedim ya insanlık hali, bunda utanılacak, saklanacak bir şey yok. Eşim uzaklarda ve ben illegal olduğumdan dolayı gidip gelemiyordum. Gitmeye kalksam bir daha gelemezdim. Anlayacağınız eşim orada ve ben burada idim. Soruyorsunuz ama, aynı arayışı eşim Türkiye’de yapmaya kalksa, elbette bunu kabullenemem ve o evlilik biterdi. Kötü şeyler olurdu, o kadar da mezhebimiz geniş değil tabi. Erkekkiğin durumu, kadının durumuna benzemez.
Bir yıl önce bir bayan telefonla aradı. Maraş’lı olduğunu, yeni bir eve taşındığını, telefonumu bir tanıdıktan aldığını söyledi ve kendisi ile randevu yaptık. İlk defa bir kadın müşterim arıyordu. O nedenle kalbim atmaya başladı. Telefonda eşim ve annemin haricinde, başka bir kadının sesini duymaya alışık değildim. Çok heyecanlandım, telefondaki sesi de çok samimi idi ve rahat bir insan olduğu belli oluyordu. Ertesi günü saat on iki sıralarında buluşmak üzere sözleştik.
Çok uzun bir zamandır bir kadın ile bir araya gelmemiştim. Aslına bakarsanız Türkiye’de de değişen bir şey yoktu. Tanıdığım, bir araya geldiğim, dokunduğum tek kadın kendi eşim oldu. Buluşma günü en yeni ve temiz elbiselerimi giydim. Ev arkadaşım Süslü Yakup’un banyo dolabındaki parfümünden her tarafıma sıktım. Allahtan Yakup evde değildi, yoksa, hır gır çıkarırdı. Pinti herifin tekiydi. Güzelce traş oldum, kulak kıllarımı Yakup’un cımbızı ile aldım. Evet John Travolta hayatının yegane buluşmasına hazırdı. Evdeki bütün aynalarda gömlek yakamı çekiştirerek, kendimden emin bir eda ile saçlarıma da hafif bir dokunuşta bulunup, uzun uzadıya hayranlık içinde kendime baktım. Bayanın adı Selvi idi. Şimdi beklesin ve kollasındı kendisini Selvi, Emmioğlu geliyor Emmioğlu.
Selvi’nin kapısındaydım. Kalbim göğsümü yarıp, beni terk etmek üzereydi. Derin bir nefes alıp, kapıyı tıklattım. Derken çok geçmeden kapı açıldı. Kapıda adıyla, sanıyla gerçek bir selvi vardı.
“Memnun oldum Selvi Hanım, ben de Veli.” Selvi’nin sıcacık eli benim nasırlı ellerimde tokalaşırken koridora açılan yan bir odadan,”anneee” diye beş yaşlarında, annesinin kömür karası saçlarını andıran kıvırcık bir erkek çocuk annesine doğru, ayaklarını yere sürte sürte geldi. Benim elimden kayıp giden Selvi’nin ipek elini o kavradı.
“Aa… Veli Bey bu da, oğlum Erol.”
“Öyle mi, merhaba Erol.” deyiverdim. Kocasının olup, olmadığını öğrenmem için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı, bütün hinliğimle;
“Bu yakışıklı delikanlının babası nerede?” deyip, Erol’un kıvır kıvır orman halindeki saçlarını okşayıp, bir yandan da kalbimi avuçlarımın arasında tutmaya devam ederek, Selvi’nin vereceği ölümcül değerdeki cevaba kulak verdim.
“Erol’un babası ile ayrıyız.” deyince, avuçlarımdaki yüreğimde büyük bir rahatlama oldu. Özenle yüreğimi tekrar yerine koydum.
Selvi evini gezdirirken yapılacak işleri sıralıyor, nasıl istediğini, hangi renkte olması gerektiğini tatlı tatlı anlatadururken, bende beynimde uğultular ve çakan şimşeklere aldırmadan, cep defterime kargacık burgacık el yazımla not tutuyor, bir yandan da metre ile Selvi’nin gösterdiği yerleri rulo metremle ölçüp, bir bir defterime yazdım. Ölçmek maksadı ile yere eğildiğimde Selvi mini sayılabilecek uzunluktaki eteğinden yere doğru uzanan sütun bacakları ile hemen yanı başımdaydı. Aşağıdan yukarı doğru baktığımda, gözlerimi kamaştıran güzellik beni benden almaya yetti. O kadar kendimden geçtim ki, bakışlarımla kendimi ele verdim. Ben, surat yapıp belki de beni kovmasını bekliyordum ki, Selvi gülümsüyordu. Kahve içimi eşliğinde mutfakta oturup, fiyat konuştuk. Selvi bacak bacak üstüne atmıştı ve ben hala bende değildim. O da bunun farkındaydı ve kanımca kedinin fare ile oynadığı gibi benimle oynuyordu. Bu eve yeni taşındığını, yapılması gereken çok iş olduğunu, ne zaman isterse gelip yapabileceğimi söyledi. Baktığımda iki aylık bir iş vardı. O’nu art arda onaylayarak, çıkardığım “hı…hıı…” sesleri ile her dediğini kabul ettim. Bir ara sesi ciddileşti.
“Peki Veli Bey. Ha öncelikle size sadece Veli desem olur değil mi. Siz de bana Selvi deyin. Kabul mü?” Benim ağzımdan uğultu halinde yine bir “hıı” çıktı.
“Okey. Anlaştık o zaman. Veli bütün bu işler için sana borcum ne kadar olacak, acaba?” Hiç beklemediğim bir anda gelmişti bu soru. Kendimi yeniden bir toparlama hareketine koyuldum ve ardından kafamdan bir takım hesaplar yapar havasında, belli bir rakam oluşturmaya çalıştım.
“Selvi, senin hatırına iki bin beş yüz olur dedim.” Selvi kahve rengi gözlerini yakınlaştırıp;
“Veli… Benim hem o kadar param yok, hem de aklımdan geçen sekiz yüz en fazla dokuz yüz civarıydı.” Ben ne diyeceğimi bulup buluşturmak için sözcük avına çıkmıştım ki; ağzımda kontrolümün dışında bir “hıı…” sesi daha çıktı. Bu sözcüğü duyan Selvi oğlu Erol’ün bakışları altında her iki elimi sıkı sıkı tuttu. Çok cılız bir tüyün hafifliğinde kendimi bulutlarda buldum. Damarlarımdan bütün kanım çekildi, kalbim ise duracak gibiydi.
“Tamam o zaman dokuz yüze anlaştık.” deyince, kalbimin durmamasını kollayarak, boynumu büktüm. Aradaki fark çok fazla idi. Ama teslim bayrağını bir güzel çitileyip, bütün kar beyazlığı ile göklere salmıştım. Selvi’min canı sağ olsundu, yapılacak bir şey yoktu.
Ertesi gün erkenden gelip, işe başlamak üzere ayrılırken, elimi uzun uzadıya tuttu. Çok mutluydum. Parayı her zaman kazanırdım. Ama Selvi’yi kazanmak her babayiğidin harcı değildi. Ve ben ilk adımımı beklentimin çok üstünde çok iyi atmıştım.
Sabah gün ışımak üzere iken, ağaçlara konan kuşların cıvıltıları ile güzel güne başladım. Ev arkadaşlarım daha uyanmamışlardı. Yakup’un parfümünü belki bugün de kullanabilirdim, ama daha çok kullanırsam farkına varırdı. Selvi’ye saat on sıralarında gedecektim. Mis gibi kokan eriyen tereyağına iki adet yumurta kırdım, üzerine de bolca pul biberi serpiştirdim. Büyük bir iştahla yumurtanın sarısına bandıra bandıra, iştahla yedim. Gözlerimin önünde hep Selvi vardı ve ben sırılsıklam aşıktım.
Çantamı sırtlayıp, yüreğimi kontrol altında tutmaya çalışarak, bindiğim tramwaydan dışarıyı seyrederek, Selvi’min evine doğru demir tekerleklerin raylar üzerinde çıkardığı seslere kulak vererek geldim. Selvi kapıyı gülümseyerek açtı. Erol ortalarda gözükmüyordu. Erol’u Selvi’min annesi almıştı, Selvi’mle baş başaydım. Selvi’min ikram ettiği kahveyi acele ile selvi boylumu seyrederek yudumladım. O’nun da beni süzdüğü gözümden kaçmadı. Çok cilveli olduğu her halinden belli oluyordu. Selvi’m bir arkadaşına gideceğini söyleyip, beni işimle baş başa bırakıp gitti. Akşama doğru ben çıkmadan gelecekti. İşime koyuldum, akşam olmak üzereyken kapı zili çaldı, benim kalbimi tutarak beklediğim kapının önünde bu kez Selvi’m vardı ve kapıyı açan bendim. Hızlı adımlarla içeri daldı. Tamir ettiğim mutfak tavanını gösterdim. Aromalı kahve gözlerini tavana doğru kaldırırken, sağ elini omuzuma koydu. Çok beğendiğini, iyi iş çıkardığımı söyledi. Elini koyduğu omuzumun ısındığını hissettim. Ben de karşı atakta bulunmak istedimse de buna cesaret edemedim. Gün ola devran döneydi. Biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Meyvaların daha bir olgunlaşması gerekiyordu.
Günlerce Selvi’min evine gelip gittim. Bu gelip gidişler esnasında çok pahalı da olsa üç tane parfüm alıp, kullanmıştım. Selvi ile hayli samimi olmuştuk. Bazı zamanlar akşam yemeğine dahi kalıyordum. Sigara içerken ağızlarımızdan çıkan dumanlar birbirine karışıyordu. Memleketimde bıraktığım karım aklıma bile gelmiyordu. Kendisine telefon dahi etmiyordum. Kim bilir ne kadar merak ediyordu. Varsın etsindi, umurumda dahi değildi. Selvi’ye dehşetli çarpılmıştım. Bütün cabama rağmen istenilen yakınlaşma bir türlü gerçekleşmiyordu. Ellerimi o güzelim bedeninin hemen hemen her yanına değdiriyor, ama şimdiye kadar daha bir öpücük dahi alamamıştım. Kibarca ellerimi alıp üzerinden çekiyordu. Boğazımdaki düğüm gidip, geliyor ve her defasında içimde biriktirdiğim arzularım kursağımda kalıyordu.
İşim bitmişti. Son günümdü. Bir daha kendisini görür müydüm bilemiyordum. Her gece rüyalarıma giriyordu. O’nun için cayır cayır yanıp bitmiştim. Oysa O beni sürekli oyalıyor ve başından savıyordu. Son günüm olduğunu O da biliyordu. İşim tamamen bitmişti. Sağ olsun çayın yanına su böreği yapmıştı. Su böreğini çok sevdiğimi biliyordu.
Daha fazla dayanamadım, iyice yanaştım kendisine sarıldım. Beni zorla iteledi. Gece gördüğüm rüyamı bütün detayı ile anlattım. Kendisini ne kadar arzuladığımı defalarca söyledim. Aniden sözü başka bir konuya getirdi.
“Sana ne kadar para verecektim?” diye sordu. Hiç beklemediğim bir soru idi, şimdi bunun zamanı mıydı.
“Dokuz yüz.” Kelimeleri ağzımdan çıktı.
“İyi öyleyse. Rüyanda zaten bana yapmadığını bırakmamışsın. Günlerdir bu böyle sürüp gittiğine göre, benden alacağını çoktan almışsın. Alacak ve vereceğimiz yok o halde, ödeşmiş bulunuyoruz, bu durumda.” Başımda aşağı kelimenin tam anlamı ile kaynar sular döküldü. İtiraz ettimse de beni kendisine saldırdı diye herkese söyleyeceğini söyleyince, nasıl bir oyunla karşı karşıya kaldığımı gecikmeli de olsa anladım. Malzememi toplayıp, pisi pisine evimin yolunu tuttum. Direnmem halinde beni polise şikayet edecek ve ben soluğu köyümde alacaktım. Kendi hayatımı riske atamazdım. Kısa bir süre içinde hükümet biz illegaller affedip, konumumuzu yasallaştıracağına dair kuvvetli bir söylenti vardı. İçimi kemirip, beni kahreden, onca giderilmemiş arzuya mı yansaydım, yoksa alamadığım parama mı, bilemiyordum? İyisi mi, ramazan ayında da olsak, oruç tutmadığım için, bütün olup bitenin üzerine kana kana soğuk bir su içebilirdim.
Selvi’yi unutmam kolay olmadı. Aylarca yüreğimde kanayan ve çok acı duyduğum bir yara gibiydi. Bu arada Hollanda’da yasal kalma statüsü almak en büyük tesellim oldu. Fakat kendimi çok iyi hissetmiyordum. Omiriliğimde sorun olduğunu söylediler. Hastahanede ameliyat oldum. Oysa ben bir an önce evraklarımı hazırlayıp, karımı ve kızımı buraya aldırmalıydım. Yalnızlık canıma tak etmişti. Fakat doktor çok iyi şeyler söylemiyordu. Ameliyatın başarılı geçtiğin, ama büyük ihtimalle erkekliğimi yitirebileceğimi söyledi. Bundan daha kötü bir haber olamazdı. Moralim dibe vurdu ve orada günlerce kaldı. Evlenmiş ve evliliğimi yaşamadan yıllarca karımdan ayrı kalıp, evliliğimi yaşayamamıştım. Bundan daha berbat, daha felaket bir durum olamazdı. Bu durumda belki de karıma telefon edip, gelmemelerini söylemem gerekiyordu. Yine de bir kaç gün beklemem de fayda vardı.
Hasta yatağımda kıpırdamadan duruyordum. Ameliyat ağrılarımı ağrı kesicilerle dindiriyorlardı. Duş alamadığım için her gün bir hasta bakıcı gelip, sabunlu bezlerle bütün bedenimi siliyorlardı. Akşam yemeğinden sonra odama çok güzel bir hasta bakıcının geldiğini gördüm. Göğüs düğmelerinden bir açıktı ve bu dikkatimden kaçmadı. Vücudumu temizleyeceğini söyleyince çok sevindim. Kendimi bu güzelliğe seve seve emanet edebilirdim. Anadan üryandım. Güzeller güzeli hasta bakıcım Hollanda peyniri misali sap sarı olan buklelerini siyah bir lastikle bağlayıp, kafamdan başlayarak beni temizlemeye başladı. Dokunuşları içimde kıpırtılara neden oluyordu. Tam aşağılara doğru indiğinde dolu dolu-dipdiri göğüsleri gözümün önündeydi ve bu muhteşem dimdik sarkıntılar inanılır gibi değildi. Tam merkezi bölgemi temizlerken, benim kuş sağ yana yatık olduğu halde, hasta bakıcının sarkan diklikleri ile yarışırcasına, kanat çırpıp, kendisini sol tarafa attı ve sonrasında kanat çırpmayı bırakıp, hazır kıta ortada olduğu yerde, hazır ola geçti. Bunu fark eden hasta bakıcım kikirdeyerek perdeyi çekip, kahkahalarla odayı terk etti. Ve ben oldukça mutluydum. Karada ölüm yoktu. Hemen telefona sarıldım, karımı arayıp. evraklarını en kısa zamanda hazırlaması için kesin  talimatımı, sert ve ciddi bir ses tonu ile verdim.
Dilimde yine her zamanki şarkım vardı.
“Ben de bu dağların nesine geldim
Meleşir kuzular sesine geldim
Bir garip ölmüşte yasına geldim
Geldim emmoğlu

Gözleri simsiyahtı emmoğlu
Ben de ona tutulmuştum yanmıştım
Kanatlı kapının demir sürgüsü
Belik belik saçlarının örgüsü
Sazına vuran eline kurban
Allah'ına kurban emmoğlu
………………………………”
Ameliyat umurumda değildi, Tek olumsuzluk, Selvi hala içimde ince bir sızıydı.

Amsterdam, 15 Mart 2014








  

5 Mart 2015 Perşembe

OĞLUM-KIZIM-SEVGİLİM-ANNEM-BABAM


OĞLUM-KIZIM-SEVGİLİM-ANNEM-BABAM

Ah bizim diyar. Çorak, bozkır ve kurak olmaktan ileri gidemeyen, kimselerin bi yol kutsal kıçını kaldırıp, zahmet eyleyip, toprağı yarım metre kazıp, bir dal dikmediği, sürgünler diyarı. İç Anadolu bozkırının kalbinde yer alan, yüzyıllık yalnızlığını küskün yaşayan Camili Köyü. Dağında, taşında, suların çağıldamadığı kuru derelerinde, irili ufaklı tepelerinde, apansız çıkan serin bir rüzgarla dallarındaki ağaç yapraklarının hışır hışır kıpırdamadığı bir diyar. Kuşların cıvıldadığı ağaçlar ve yeşillikler olmadığı gibi; evlerinin önünde, arkasında, yanında, yöresinde, bahçelerinde de ne yazık ki, aynı hüsranın dayatıldığı bir diyar. Yeşil yoksulluğundan rahatsızlık duymayan, ağaç gölgesinin tadından kendisini yoksun bırakan, bıyıklı, kirli sakallı, dişlerinin bakımsızlığı ve sekiz köşeli kasketlerinin altına sığınıp, adeta saklanmaya çalışan köylülerim.
Nasıl oluyor bilemiyorum ama, galiba ben bir arada kaldığım, büyüdüğüm, komşularım, arkadaşlarım ve akrabalarım olan bütün köylülerimden altmış beşlere dayanan yaşımla biraz ayrışıyorum. Kelimenin tam anlamı ile bir doğa aşığıyım. Köylülerim yeşile öcü misali ne kadar uzak duruyorlarsa, ben bir o kadar yakın ve iç içeyim. Aksi halde boğulacakmışım hissine kapılıyorum. Bu nedenle komşularıma çok zaruri olmadıkça gitmiyorum, gitmek zorunda kaldığımda da bir el uzanıp beni boğuyormuş gibi düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.
Serçeler, güvercin, "yare haber eden" turnalar, kınalı keklikler, sığırcık, leylek, kartal, atmaca, kerkenez, puhu, baykuş, ishak kuşu, kırlangıç, kelaynak, kumru, yaban kazı ve diğer kuşlar İç Anadolu coğrafyasında yer alan Camili Köyünün boncuk mavisi berrak semalarında kanat çırpıp süzülürlerken, bir tek benim bahçem ve evimin etrafındaki zümrüt ağaçlarımı görürler, dinlenmek ve yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla usulca konup, dostlarım ve misafirim olurlar. Havalar soğumaya yüz tuttuğu zaman, daha sıcak ülkelere doğru, kanat sallayıp, göçe geçen bütün kuş kervanları bende konaklayıp, soluklanırlar. Herhangi acil bir işim olmadığı zaman, bütün gün bahçeme çıkar, şimdilerde torunlarım koşturadururken, ben kıyıya, köşeye, özellikle ağaçların altına birer kap su ve buğday koyarak, misafirlerime kendimce bir Halil İbrahim sofrası sunuyorum.
Bahçeme konup göçen her kuşla birlikte yüreğim kabarır, güm güm atışları ile göğsüme sığmaz olur, mutluluğum yüzüme vurur, eline çok istediği bir oyuncak tutuşturulmuş çocuk gibi sevinirim. Onların ürküp kaçmamaları için, eşimi, çocuklarımı ve torunlarımı bahçeden uzaklaştırıyorum. Konuğum her kuşun kanatlarına, tüylerindeki büyüleyici renklere, gagalarına, ayaklarına, nereden gelip, nereden gitmekte olduklarını anlamaya çalışıp, göz bebeklerimi büyüterek hayranlıkla seyre dalıyorum. Gagalarını su kabına daldırıp, güzelim kafalarını havaya kaldırdıkları anda, tesadüfen göz göze geldiğimizde kalbim duracakmış gibi oluyor.
Baharın gelmesi ile birlikte zaman buldukça kırlara çıkar, etrafı kolaçan eder, ağaç olmasa da, bitki örtüsü bakımından çok da yoksul olmayan coğrafyamızda dolanır dururum.
Gözünüzün alabildiğine dört bir yan binlerce dönümlük buğday, arpa, yulaf, çavdar, mısır, kavun-karpuz bostanları ve şeker pancarı tarlaları ile örtülüdür. Ben bu tarlaların arasına girer, ekinlerin içinde ve özellikle tarlaların sınır aralıklarında, nadasa bırakılan tarlalarda yüzlerce çiçek ve bitki çeşidine hayranlıkla uzun uzun bakar, onları okşar ve sohbet ederim. Bozkır örtüsünün arasında rengarenk çiçekler boy gösterir, bir o kadar güzel kanatlı kelebek çiçekten çiçeğe konarken, ben onların peşi sıra giderim. Onlarca kez zıpladığı halde, yakalanamayan çekirgeler, ormanda daldan dala sıçrayan maymunlar misali ekin başaklarına, dallarına ve yapraklarına atlayıp dururlar. Karıncalar çok disiplinli, askeri sıralamalar ile toprağa düşen ekin tanelerini bin bir telaşla yüklenip, yuvalarına doğru yola koyulurlarken, doğanın muhteşem ahengine bakmaya doyum olmaz.  
Karşıdan geri manevra ile büyük bir topu yuvarlayan bok böceğinin yükü ağırdır. Kafası yere gelecek şekilde, arka ayaklarının yardımı ile bu büyükçe kara böceğin nereye gittiği, rotası belirsiz gibidir. Ani kaymalarla hareket eden, Ege’de uğurcuk olarak da bilinen küçük kertenkeleler, tavşanlar, yılanlar, solucanlar, yuvalarında dimdik duran tarla fareleri, köstebekler, asırlık kaplumbağalar, örümcekler, eşek arıları, cırcır böcekleri, peygamber develeri, pır pır uçuşan benekli uğur böcekleri ve diğer canlılar bu can alıcı güzellikteki bitkilerin arasında hayatlarını sürdürürler. Bu bitkileri saymakla başa çıkamazsınız. Yukarıda saydığım canlılar renkleri, şekilleri, kokuları, görünümleri ile birbirlerini kıskandıracak güzellikteki çiçeklerin arasında gezinip, dururlar. Bunlardan pek çoğu endemik olmakla birlikte, çan çiçeklerinin çeşitleri, fulya, gece sefası, gelincik, kardelen, lavanta, nergis, şakayık, taflan, deve dikeni, peygamber çiçeği ailesinden yanardöner, sevgi, eber sarısı, irisgillerden-dantelli çiğdem, ateş dikeni, papatya, civan perçemi, kaya gülü, tavşancıl otu, baldırgan, kamşam, öğrek otu, emzik otu, yalancı havacıva, ballıbabagiller gibi yüzlerce çiçek çeşidi saymakla bitmez. Yaprakları, dalları, çiçekleri, renkleri ile gökkuşağını kıskandıran ve daha kendisine has farklılıkları ile yeryüzünü bir gelin misali süsleyen binlerce bitki çeşidi. Dizlerimin üzerinde çökerek her çiçeğe incitmeden eğilir, o mis kokusunu içime çekerken, gözlerim bu alımlı renklerin cazibesi ile kırpışırlar. Bütün bu narin bitkilerin yüreğimde çiçek açtıklarına tanık olurum. Beynimin, kalbimin, daha doğrusu bütün bedenimi bir huzurun kapladığını, karnımda bir karıncalanma olduğunu, dünyaya yeniden geldiğim hissine kapılırım. Doğa sevgisi beraberinde insan sevgisini getirirken, yine insan hayata daha bir sıkı mı sarılıyor, ilerleyen yaşa rağmen hayat taze yeşil bir yaprağa mı dönüşüyor, diye şaşakalırım. Dünya güzelliğini başıma düşen ama acıtmayan küçük bir taş gibi dayatıp, kabul ettirir. Bozkırdaki bu inanılmaz güzelliklerden, eksikliklerim tamamlanmış ve ben zaten çoktan sermest olmuşumdur.
Bütün bu doğa güzelliklerinin içinde dolandıktan sonra, yorgun argın, ama kabarık bir yürekle evime dönüp, bahçemde yeni çiçekler yetiştirmek üzere yeni hayallere kapılırım. Günün yeniden ışıması ile birlikte uyanır, acele ile bahçeme gider, gelecek olan kanatlı misafirlerimi beklerim. Bu arada fırsat bulursam, Camili’deki bütün evlere tek tek bakar, yeşilliklerin yokluğundan dolayı bakışlarımı olabildiğince çar çabuk gurur duyduğum zümrüt bahçeme çeviririm. Ardından kimi oğlum, kimi kızım, kimi sevgilim, annem veya babam olan; iğdem, narım, zerdalim, kara dutum, cevizim, bademim, kirazım, elmam, eriğim, meşem, salkım söğüdüm, asmam, çam ve kavak ağacımın hatırını sorar, sevgiyle dokunur, teker teker kendileri ile sohbet ederim. Doğa insanı kendisi ile barışık kılıyor, sevgisi insanı daha bir insani kılıyor olmalı. Yeryüzü, gökyüzü ve denizlerin altı inanılmaz dünyalar. Her işin başı sevgidir deyip, mutlu olur ve yıllarca önce oğlumun altını çize çize okuduğu Kızılderili Reisin, Amerika başkanına yazdığı mektubun satırlarını bir kez daha, oğlumun o titrek sesinden duyar gibi olurum.
“Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
………………………………………………………………………….
Çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Dereler ve nehirlerden akan, parıldayan sular, sadece su değil atalarımızın kanlarıdır. Eğer size toprak satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlamalısınız ve çocuklarınıza da onun kutsal olduğunu öğretmelisiniz. Göllerin berrak suyundaki her hayali yansıma, halkımın yaşamından anılar ve olaylar anlatır. Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir, susuzluğumuzu giderirler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler.
……………………………………………………………………………”
Kızılderililerden öğreneceğimiz çok şey var. Öğreneceklerimiz bizi daha da insani kılacaktır. Böylelikle kendimize dar gelmek diye bir sorunumuz olmayacak. Doğaya ölümsüzlüğünü reva görürsek, O`nun bir parçası olarak, insanlık için de ölümsüzlüğün yolu açılmış olur. Yeşile, börtü böceğe, kurda kuşa bin kez merhaba!

Amsterdam, 4 Mart 2015


  

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...