BOZKIRIN FIRÇASI
"Bugün dünyayı istediğin bir renge boya
Rengârenk batan günü al karşına
Bir renk de kendinden kat
Çocuklar gibi saf, temiz ve berrak
Kapat gözlerini bir hikâye yarat
Vazgeçme hissedilir biraz da sıcaklığını kat
Kalbindeki elleri bırakma sıkıca tut
Çünkü varlıktır sevgiye en güzel kanıt
……………………………………………”
Can Yücel
Tanrı; doğup büyüdüğüm ve hala yaşamakta
olduğum o uçsuz bucaksız İç Anadolu bozkırını, nedendir bilinmez sadece bir kaç
renge boyamakla yetinmiş. Alaycı bir edayla, hem de dudak bükerek: “buyurun
size iki, olmadı üç renk yeter de artar” der gibi olan hali hep gözlerimin
önündedir. Oysa realite, dünyada var olan onca renkten tek bir tanesinden vazgeçmenin,
hayattan biraz daha kopmakla eş anlamlı olduğudur.
Beyaz rengin hayatımızda yokluğu saf ve
temizliği, aynı şekilde siyah güç, tutku ve matemi, mavi sonsuzluğun ve
özgürlüğün, kırmızı aşkın, canlılığın ve dinamizmin, mor asaletin, lüksün ve
itibarın, yeşil doğanın ve huzurun, gri mütevaziliğin ve dengenin,
pembenin olmayışı da neşenin yaşamımızda yer almaması gibidir.
Renklerin yelpazesini andıran yerleşim
yerlerinden birinden hızla gelip, bozkırdaki bu renk yoksulluğunda gözlerinizi
kırpıştırarak açtığınız zaman, insanın içini burkan, şaşılası bir ürküntü ile
kendinize gelirsiniz.
Hayata gözlerimi açtığım bozkır dizayn
edilirken, Tanrının paletinde sadece alabildiğine düzlükler halinde yer alan
toprağı boyamak için bir yığın kahve rengi, Sivas ilinden başlayıp,
İç Anadolu’yu bir yılan kıvrımı ile Kızılırmak’ın dolanmasına yetecek kadar bir
mavi ve çok az miktarda, orada burada kazara yer alan ağacı
resmetmek için soluk bir yeşil boya vardı.
Ülkemizin en güzel renklerinden saygın
biri olmayı başarıp, ölümsüzleşen şair Can Yücel’in de dediği gibi, ben de
kendi dünyamı hep istediğim renge boyamak isteğini, sımsıcak yüreğimi hiç bir
zaman terk etmesini arzulamadığım, hizmetinde kusur eylemediğim bir misafir
olarak gördüm.
Dünyaya geldiğim bir İç Anadolu köyü olan
Küçük Camili İlkokulunda daha yedi-sekiz yaşlarında olduğum sıralarda dahi
renklerin tarifi mumkün olmayan albenisinin arayışı içindeydim. Baharın gelmesi
ile birlikte, öğretmenimiz bütün sınıfı alıp, kırlara götürür ve bulunduğumuz
yerin resmini yapmamızı isterdi. Gözlerimizin önünde uzayıp giden manzara ne
yazık ki, çok az renge sahipti. O nedenle çoğu zaman çocukluğumun
hayallerini kurarak, zümrüt yeşili ağaçlar serpiştirirken resimlerimi hercai
menekşeler, laleler, sümbüller, papatyalar, güller, coşku ile çağlayan
akarsular ve benzeri doğa yansımaları ile süslerdim.
Daha sonraları ortaokul ve lise
yıllarımda da resim yaparken sloganım yine, “dünyayı hep istediğim renge
boyamak” oldu. Bu sıralarda yaptığım pek çok resim okul panolarında yerlerini
alırken, benim duyduğum mutluluk da en güzel haliyle gelip, kendisini çocuksu
yüzümde ve gözlerimde sergileniyordu.
Aynı şekilde matematik dersinde de,
mütevaziliğimi ikircikliğe kapılmanın önüne geçemeden, bir tarafa bırakmaya
çalışarak, çok başarılı olduğumu söyleyebilirim. Benim gözümde
matematik ikinci bir Tanrı gücündeydi. Yürümemiz, konuşmamız, yememiz, içmemiz,
dinlediğimiz müziğin, söylediğimiz yürek titreten aşk şarkılarının, telefonun,
televizyonun, radyonun, iki bardak dolusu un-yarım kilo şeker-bir litre sütün karışımı ile
yapılan kek, uzay ve akla gelebilecek her şeyin dayanağı matematikti.
Uzun uzadıya sürdürdüğüm çalışma hayatımın
sonrasında, şimdilerde tadını çıkarmaya çalıştığım emekliliğimi sürdürdüğüm
bugünde dahi, içimde bir ukde olarak kalmayı başaran matematik veya resim
öğretmeni olma arzusundan uzaklaşamadım. Demem o ki, bazan dalıp gitmelerime,
hafif de olsa hüzünlenmelerime şahit olunuyorsa, sevdiğim bu iki dersin
öğretmenliğini yapamadığım için bir yerde hala içimde koruduğum keşkelerin dayatması,
o an bu ukdenin yüreğimi yine acımasızca yoklaması ile karşı karşıya olduğum
bir an yaşadığımdandır.
Resim yapma arzumdan dolayı, her ne
kadar güzel sanatlar fakültesinde okumak istedimse de, o yıllar üniversitelerde
bu bölüm sadece İstanbul’da olduğundan dolayı, koşulların yetersiz oluşundan,
Ankara’da Endüstriyel Sanatlar Yüksek Öğretmen Okulunda (şimdiki Gazi
Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi) eğitimimi tamamlamak zorunda kaldım.
Daha sonraları Maliye Bakanlığında çeşitli görevlerde bulundum.
Resim yapmaya lise eğitimim sonrasında ara
verdim. Uzun zaman resim yapma arzum olan o bukleli saçlı, al yanaklı, çakır
gözlü sevgilim ile buluşamadım, yumuş ellerinden tutamadım. Bin dokuz yüz
seksenli yıllarda Maliye Bakanlığını temsilen Kültür Bakanlığındaki
görevim sırasında, Kültür Bakanlığında, saygın insan, tanınmış bir yazar olan,
dostluğunu kazandığım bir müsteşar bana bir ricada bulundu. Bir sahil
kasabasında Kültür Bakanlığındaki müdürlere bir haftalık maliye konusunda
seminer vermek istediklerini ve bunu benim yapıp yapamayacağımı sordu. Bu
çok değerli müsteşarın ricasını yoğun olmama rağmen kabul ettim. Seminer
sonrası, akşam üzeri bu güzelim kasabada gezintiye çıktım. Etrafı ilgi ile
izlerken, yoğun miktarda bulunan turistlerin çeşitli dillerdeki uğultuları da
kulaklarımdaydı. Bir ara, başında buruşuk siyah bir bere, ağzında piposu ve çok da uzun olmayan kır sakallı bir ressamın muhteşem güzellikte genç bir turist kızın portresini
yapıyor görünce durdum ve pür dikkat izlemeye başladım.
Her şey iyi güzeldi de ressam bu güzel
turist kızın kulağını bütün uğraşısına rağmen çizemiyor, çizdikleri de portrede
çok eğreti duruyordu. Daha fazla dayanamadım ve portresi yapılan turistin de
Türkçe anlamadığından emin olduğumdan, ressama kulağı dediğim şekilde çizmesi
halinde sorunun ortadan kalkacağını söyledim. Bunu söylememle birlikte ressam
küplere bindi.
“Sen ne demeye benim işime karışıyorsun?
Bilip bilmeden bana akıl verme, aklını kendine sakla. Git buradan, rahat
bırak beni.” diye bağırıp beni kovsa da, ben gitmemekte direndim ve
söylediklerimi tekrarlamaya devam ettim. Daha sonra dayanamadım ve gönlünü
almak için “öğretmen olmadığım halde”, resim öğretmeni olduğumu söyleyip, bu
sinir küpü adamı yumuşattım. Ardından dediğim tekniği kullanınca resimdeki
büyük kusur da ortadan kalkmış oldu. Güzel turist kızın yüzüne büyük
bir gülümseme geldi ve daha da güzelleşti. Böylelikle ben de kendi
çapımda turizm sektörüne küçük bir katkıda bulunmuş oldum.
Seminerin ardından tekrar Ankara’da iş
başı yaptım. İş ve beraberinde tatil imkanı bende taze kan görevi gördü.
Kendimi daha dinç ve enerjik hissediyordum. Hayranı olduğum renkler yıllar
sonra tekrar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Tekniğini çok
bilmesem de, o zamanlar beş yaşındaki kızım Duygu ve yedi yaşındaki kızım
Çağıl’ın kuru pastel boyalar ile portrelerini yaparak, yukarıda sözünü
uzun uzadıya ettiğim sevgilim (resim yapma arzum) ile barışıp, ellerini yeniden
avuçlarımın içinde buldum. Bu kavuşmaya sözünü ettiğim değerli müsteşar dostum
vesile olmuştu. O nedenle bütün yüreğimle kendisine teşekkür ettim. Bundan
sonrasında dur durak bilmeden paletime koyduğum bütün renkleri tuvalimle üst
üste fırça darbeleri ile buluşturdum. Bir yıl sonra bir
sergi açacak kadar resim çalışmam oldu ve ben hayli mutluydum.
Kısa bir süre sonra çalışmalarımı gören,
Hollanda’da organizatörlük yapan bir akrabam Hollanda’da sergi açmamı teklif
edince, önce Hollanda’da Nijmegen ve Utrecht şehirlerinde
iki ayrı sergim oldu. Akabinde Belçika’nın Gent, Ankara’da beş ve Kıbrıs’ta da
iki sergi açtım.
Güzel sanatlarda bu işin okulunu
okuyamamış, öğretmenliğini yapamamıştım ama zamanla deneme yanılma yöntemi ile
dünyayı kendi renklerime boyayıp, yüreğimin yükünü hafiflettim.
Renkler kol kola girip dans ederlerken,
yaşadığım bozkırı yaşanır hale getiriyor. Dünya tarifsiz güzel. Ve şairin
dediği gibi “hayat her şeye rağmen güzel.” Diyeceğim o ki; Dünyanızı her
zaman renkli kılmanız, samur fırçanızı elinizden düşürmemeniz ve
üzerinde yaşamınızı sürdürdüğünüz gezegeni, bozkır da olsa, daha da mutlu olmak
için elinizden geldiğince ve olabildiğince çok renge boyamanız dileği ile…
Amsterdam, 22 Nisan 2015
Not; Küçük Camili Köyünden çok
değerli-sevgili ağabeyim Hatip Konukçu uzun bir zaman önce profesyonel ressamlığa doğru giden ince uzun yolunun
öyküsünü anlatmıştı. Ben de bir şeyler yazmak için konu arayışı
içindeyken, çok zamandır işlemek istediğim bu tatlı sohbeti, Hatip ağabeyimden
müsaade alarak yazmaya çalıştım. Yaşar Kemal Neşet Ertaş’ı “Bozkırın Tezenesi”
olarak adlandırıyordu. Biz İç Anadolu’ların gözünde ise Hatip Ağabey de
“Bozkırın Fırçası” gibidir. Dolayısı ile Hatip ağabeyin dilinden, benim
kırık uçlu kalemimden, bir Küçük Camili öyküsü. Sürçü lisan
ettiysem af ola!