GÜL YÜZLÜM
"Bir beyaz kağıt gibi ol, ya
da gökyüzünde, semada, arşında üstünde beyaz bir melek gibi ol.
Hiç işlenmemiş bir günah gibi ol
doğmamış bir insan gibi doğ bu acımasız dünyaya,
Doğ ki sen dünya için değil dünya
senin için dönsün.
Söylenmemiş bir yalan gibi ol
düşmesin dilinden dökülmesin kalbine tek bir hece.
Ya ateş kadar kırmızı ol yansın
seninle kalbindeki gök kuşağı
veya bir su ol bırak bulsun kendi
yatağını.
Öyle bir tövbe ol ki mabet diye
kapansın melekler, açılsın arştan gönül kapısı
ve öyle bir sevgi ol ki sevmek
için sevilmeye muhtaç olma.
Bir taş ol ki parmaklıklar kur
içine müebbet ceza ver sevgiline,
Öyle bir göz yaşı ol ki her
damlası can olup cananı bulsun, ona pınar olup onunla boğulsun.
Öyle biri ol ki aşkım kendin
olsun sadece sen.”
Victor Hugo
Anne yüreğimdeki kavurucu acıyı
söküp atmak, boncuk boncuk akan göz yaşlarımı dindirmek, hani Tanrı bin yıllık
bir ömür de bahşetse mümkün değil. Annelerin yüreklerini yakan, derinliklerine
düşen acılar anlatılamaz ki, bu anneler tarafından ancak yaşanır. Acı düştüğü
yeri kor alevleri ile yakıp, yıkar. Yıllar öncesinde, en çok güvendiğim,
meyveye duran, tomurcuklanan körpe dalımı, acımasızca koparıp aldılar benden.
Hayata tutunmam için var olan tek dalım, alıp verdiğim soluğum, damarımda akan
kanım, kana kana içtiğim suyumdu o benim. Nefesimi kestiler. Kahrolasıcalar bin
bir türlü işkenceden geçirdiler yiğidimi. Güzellikten yana atan o asil yüreğini
durdurdular. Onun onurlu duruşundan en küçük bir taviz vermeyeceğini
bildiklerinden, söküp aldılar göğsümden, canımdan canımı.
Oysa ben, acımasızca kırdıkları O
narin dalıma güzellikleri ve her şeyden önce insan olmasını öğretmiştim. O’nun
hamurunu uzun uzadıya sevgi ve aşk ile yoğurmuştum.
Kulağına olan fısıltım; ne yapıp
edip; rüzgârdan daha iyi ıslık çalması idi.
Edindiği mutluluk avuç içi kadar
da olsa, var olan ile mutlu olmasını, “yarinin yanağından başka” ekmeğini ve
her şeyini paylaşmasını, paylaşımın mutluluk olduğunu, insana özgü olduğunu
tembihledim.
Coşkulu çocuk sevincini bir an
olsun yitirmediği, yüreğindeki sevgi, aşk ve güzellikle insanlara baktığı,
hoşgörüyü tek inancı eylediği, kimseleri hor görmediği, her rengi, kültürü,
inancı, dili ırkı dünyamızın vazgeçilemez zenginliği, güzelliği ve eşsiz bir
rengi olarak gördüğü ve bunun direngen savunucusu olduğu için aldılar oğlumu
elimden.
Gaddarlar, onlarca yıldır,
çocuklarımıza şiddetten başka bir miras bırakmadılar. Yaptıkları tek şey
insanlıktan yana olanları boğazlamak, kırıp, dökmek, talan etmek oldu.
Dalında güzel olan çiçeğimdi O.
Aşkı, sevgiyi, saygıyı, güzelliği, mutluluğu, sevinci, rüzgârdan güzel ıslık
çalmasını, insanları ayrım gözetmeksizin güneş misali ısıtmasını,
sarıp-sarmalamasını, yardım etmesini, her insanın onuru karşısında baş eğmesi
gerektiğini öğrettiğim, canımdan canımı kopardılar benden.
Beş yaşında da olsa, bir çocuğu
dahi insan olarak ciddiye almasını sağlık verdiğim oğlumu, bin bir türlü kurdun
kuşun, ağacın, börtü böceğin, renk renk çiçeğin, menekşenin adlarını bir bir
öğrenmesini sıkı sıkı tembihlediğim yavrumu yitirdim.
Yaz ortasında avuçlarıma,
yüreğime lapa lapa kar yağdırıp, körpe tomurcuklu dalımı kopardılar benim.
Hayatı paylaşırken, ne
öğrenecekse, sevdiklerinden öğrenmesini öğütlediğim, ancak okuyarak ruhunu
güzelleştireceğini anlattım ben oğluma.
Gölge görmemek için yüzünü
sürekli güneşe dönen oğlumu aldılar benden.
İyi görünmek yerine, iyi insan
olmasını, her bildiğini söylemek yerine, her söylediğini bilmesini, karanlığa
lanet yağdırması yerine, kendisinin küçük de olsa bir ışık yakmasını istedim
canımdan canıma.
Hiç bir zaman kibirli olmamasını,
kibrin onun bedenine bağlanan bir taş misali, kendisini suların diplerine
götüreceğini, yüzmesine engel olacağı gibi, uçmasının da önüne geçeceğini, o
biçimli kulaklarına küpe eylemiştim yavrucağızımın.
Konficius’un deyiminden yola
çıkarak; planım bir yıllık olmadığı için pirinç ekmedim, on yıllık olmadığı
için ağaç dikmedim, planım yüzyıllık olduğu için, elimden aldıkları, canımdan
içeri oğlumu eğittim.
Düşerken iki şeyi unutmaması
gerektiğini, kimin kendisini ittiğini ve kimin kendisini tutmadığını aklından çıkarmamasını
söyledim O’na ben.
Ah oğul derdim; Olur ya bir gün
sevda başa düştüğünde, karnında kelebekler uçuştuğunda, kalbine yerleşecek
olan, o güzelliği olduğu gibi sev, olmasını istediğin gibi sevme. Seni ne mutlu
edecekse onu yap, başkalarının ne düşündüğünü ne olur dikkate alma. Ve o
menekşe gözlerini kırpıştırıp, büyük bir gülümseme ile onayladı hep.
Ve oğlum; “Sevdiğim şair yirminci
asırlı idi, ama ben yirmi birinci asırlıyım. Ben de asrımla övünüyorum. Ben de
yirmi birinci asırda, son demime kadar, olduğum safta, insanlık, barış ve bütün
güzellikler için bizim tarafta olmak istiyorum, bu benim için hayati öneme
haizdir. Ve bir gün mutlaka müthiş gecelerimizin, şairin Hatçe’sinin (Benim ne
yazık ki, henüz bir Hatçem yok. Ama bir gün olduğunda ilk duyacak olan sensin.)
gözleri gibi güneşli olacağını biliyorum.” derdi.
Gönlünü hoş edecek, gül yüzünü
güldürecek, bir Hatçe’si olmadan, bir anne olarak muradını göremediğim “gül
yüzlümü” koparıp, aldılar yüreğimden.
İnsan hayatında ters giden bir
şeyler varsa, yeniden düşünmesi gerektiğini, yaşamına yeni şeyleri almadan
önce, belki de eski olan bazılarını çıkartıp, yenilere yer ayırması gerektiğini
tekrarladım.
Dost dediğin kişinin; geçmişini
anlayan, geleceğine inanan, şu anki halini kabullenen olduğunu, kendisi
aşağılara doğru çeken dost görünümlülerin üzerine çizgi çekmesini, kendisini
yukarılara doğru taşıyan gerçek dostlarına yüreğinin kapılarını açmasını,
insanın yaşlanmasının yaşça büyümesinin kendiliğinden oluştuğunu, oysa
kişiliğinin büyümesinin kendisinin tercihi-seçeneği olduğunu öğrettim ben
güzeller güzeli oğluma.
Yaslı yüreğimin, bir an evvel
beni oğluma taşımasını istiyorum artık. Ne tutunacak, sarılıp kendimden
geçeceğim, ne de yaralı yüreğimi rahatlatacağım, çiçeğe ve meyveye duracak tek
dalım var benim. Elimi eteğimi çektim dünyadan, elenmesi gereken unumu eledim.
Benim için aşk, sevgi, saygı ve güzellikler bitti bu gezegende. Denizler,
nehirler, göller kurudu, yeryüzü çoraklaştı hepten. Bulutlar çekildi, gökyüzü
ağlamaz oldu. Güneş ve çiçekler soldu. Gökkuşağı renklerini alıp, gökyüzünü
çoktan terk etti. Kuşlar kanat çırpmaz oldu. Rüzgâr ıslık çalmıyor artık.
Tabiat küstü. Bahar gelmiyor. Tırtıllar kelebeğe dönüşmüyor. Arılar petek ve
bal yapmıyor. Sevgililer ele ele tutuşmuyor. Mis gibi kokan, çıtır somun
ekmeklerin ucu koparılıp yenmiyor. Çocukların oyuncakları köşelerinde boynu
bükük kalakaldı. Aşk şarkıları mırıldanmıyor. Ferhat ise dağı delmiyor artık.
Ve gördüğünüz gibi, yüzeyi şeker kaplı bir öykü değil benimki!
Yüreğim sessizce, kimselere
rahatsızlık vermeden alıp gitmeli beni, alıp gitmeli bağrımı cayır cayır yakan
gül yüzlü yavruma. Anne yüreğimdeki o dayanılmaz kavurucu acıyı, çiçeğe ve
meyveye duran, özü aşk, sevgi, kardeşlik ve barış olan, lanetli eller
tarafından hunharca kırılan dalımı, yeniden gövdeme sarıp sarmalayıp,
birleştirerek dindirmeliyim. Sevgi deryasında yeniden kulaç atmalıyım ben.
Amsterdam, 14 Mayıs 2015