8 Kasım 2018 Perşembe

KİRPİ








KİRPİ

"Şurama batan" diyor şair,
"Şurama batana özlem demeselerdi;
bıçak derdim".
                                                                              Cemal Süreya


Herkesten uzaklarda, kır evimdeyim. Açık pencereden, gözlerimin önüne sere serpe cömertçe yayılan büyüleyici doğayı, tepemde renk yelpazesi kanatlarını çırpaduran yüzlerce güzelim kuşu mayışmış bir halde hayranlıkla seyrediyorum. Gözlerimin önünde bir yağlı boya tablosu gibi yayılan muhteşemlik, anlatılamayacak güzellikte. Doğrusu nereden başlayacağımı ben de bilemiyorum. Bu oldukça ağır yükü kaygılarla sırtlanmanın öncesinde, ben kimim sorusunu cevaplayacak olursam; adım Veli. Elli iki yaşındayım. Saçlarıma yeni yeni karlar düşmeye başladı. Kendi halinde bir devlet memuruyum. En güzeli de bir damla su güzelliğinde bir kız ve bir oğul sahibiyim. Her insan gibi ben de bin bir düşünce içindeyim. “Boşa koyup dolmama ve doluya koyup almama” gibi çelişkili durum konusunda ne faydası varsa gecemi gündüzüme ekleyerek mesai yapıyorum. Her ne zaman doğa ile baş başa-kendimle kalsam, boş veya dolu kovaya su aktarmaktan o vakit alabildiğine uzaklaşıyorum. Kaybettiğim beni yeniden ve çarçabuk buluyorum.
Büyleyici bir coşku ile bahara uzanan kıvrım kıvrım bunca ağaç dalı, yaprak, çiçek, börtü böcek, kelebek, arı, solucan, karınca, kurt, kuş ve her türlü nebat nasıl anlatılır ki? Çılgın tabiat ana; evrenin var olduğu ilk gününden bu yana başkaca işi gücü yokmuş gibi, eline aldığı fırça ile belki de “yüz milyon baloncuk” kadar denilecek rutin tekrardan sonra, ağaç yapraklarını ve ol çeşit nebatı, güneşin artık ısıtan ışınları ile birlikte, bir kez daha yeşilin onlarca tonuna boydan boya boyadı. Cümle alem bin bir çeşit kır çiçeğini tohum ekercesine sayısız sayıda eliyle dağlara, kırlara, tepelere ve ovalara cömertçe saçtı. Yapraklar arasında nazlı edalarıyla boy gösteren birbirinden alımlı, güzel ve narin çiçeğe kızıl, sarı pembe, mor, eflatun, beyaz, lacivert ve mavinin göz kamaştıran tonlarını sürdü sürüştürdü. (Turuncuyu unuttum galiba, hatırı kalmasın, o da ihtişamlı çiçek renkleri arasındaydı.)
Gözünüzün alabildiğine görebileceği güzelim geniş coğrafyada yer alan irili ufaklı dağ, taş, dere, tepe, düzlük, nehir boyu ve göl kenarları görücüye çıkan gelin adayları kızlar gibi süslendiler. Sürüp-sürüştürdüler. Bir tek acı kahve sunumları olmadı. Ama kızlarımızı bir çırpıda, bir an evvel kurtulmak istercesine, hem de hiç tereddütsüz verdik gitti. Üstelik damat adaylarının ne iş yaptıklarını, ne kadar maaşlarının olduğunu, iyi ve kötü huylarının araştırmasını dahi yapmadan ve hiç de naz evi olmaya gerek görmeden, "he" dedik. Ardından bütün evrene mis amber kokular yayılır oldu.
Ruhsal gidişat yönünden vaziyet berkemal de olsa, üzerime her daim vahşi bir yaratığın zapt edilmesi için atılan ağlardan aynısının fırlatıldığını hissediyorum. Hareketsiz, işlevsiz, eli kolu bağlı, beyaz teslimiyet bayrağını her daim sallandıran, sevmeyen ve düşünemeyen biri olmamı istiyorlar. Yıllardır oğlum Edip ve kızım Deniz’in büyük aforozu ile bütün hayatımda vazgeçilmezim olan onlardan mahrum kaldım. Beni kendileri ile görüşmemi reddederek cezalandırıyorlar. Yüzlerce kez kapılarını çaldım. Okullarının önünde kolumda sevecekleri hediyeler ve çiçeklerle bekledim. Her defasında içlerinde kaybolmaya hazır olduğum gözlerini benden alabildiğine uzaklaştırdılar. Dışladılar. Kabullenmediler. Düşman bakışlarla benden kaçtılar. Elimde pörsümüş çiçekler ve hediyeler ile kör pişman evime döndüm. Ama ertesi günü olup biteni yaşanmamış gibi unutan ben, yine onların izindeydim.
Arada bir kaçamak yapıp naçizane anlatımımda tekrarlarla doğaya dönme eğilimimim halinde, hoş görün ne olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Hep sorun anlatmayayım.
Kuş cıvıltılarının senfonisi nasıl da beni benden alıyor. Aman Tanrım bu ne ahenk, bu ne coşku? Mest olmamak her insanın harcı değil. Bir an için bu melodiler halindeki ses coşkusu ruhuma, kalbime ve beynime iyi geliyor. Kendimi bırakıyorum hepten. Ben sadece ve sadece bendeyim. Hiçbir şey umurumda değil. Veli’nin dertlerini varsın kendisi düşünsün. Bana ne Veli’den. Hatta ve hatta Ali’den.
Nerede kalmıştık? Evet, tabiat ana. Az ileride zırhına bürünmüş bir kirpi ben misali her ne kadar kuş cıvıltılarına kulak verse de etrafını kollayıp temkinli aheste adımlarla ilerliyor. En hafif bir tehlike anında bütün silahlarına mermileri sürecek. Ama o sadece savunmada kalacak. Başkaca da kimseciklerin tavuğuna kış dediği yok. Benim suçum mu? “Sevmek.” Yıllar süren birlikteliğim süresince sevilmediğim, dışlandığım, ötelendiğim evliliğimde, kazara beni anlayan birisine gönlümü kaptırmam, benim kabahatim. Kendimi onda bulmam. Var olan değerimin ortaya konulup bilinmesi. Başkaca da ömrüm yok ki. Hani bunu böyle ıskaladım, bir dahaki sefere Allah kerim diyemem. Elbette Allah kerim. Ama benim ömrüm hepi topu bir defaya mahsus. Miadı dolmaya görsün. Sonrasında “sen sağ ben selamet.” O nedenle şu üç günlük olduğu söylenegelen dünyada, müsaade buyursunlar, ben de sevgiden payıma düşeni alayım. O bal damlalarını yüreğime akıtayım.
Güneş ağaçların zümrüt yaprakları arasından zorlu damıtımının ardından göz kamaştıran rengarenk hüzmelerini yeryüzüne salıyor. Arılar ve karıncalar birbirleri ile yarışırcasına hummalı bir çalışmanın içindeler. Sarı ve beyaz renklerin hâkim olduğu kanatlını çırpan bir kelebek korkusuzca açık penceremin camına kondu. Uzun uzun dolandı. Bir ara düşecek gibi oldu. Yüreğim ağzıma geldi. Oysa kantları olduğu için düşmesi imkânsızdı. Kim bilir kaç günlük ömrü vardı? Mutlu muydu? Acaba çoluk çocuğu var mıydı?  Merakla seyre daldım.
Aklım bir taraftan da kirpideydi. Ne çabuk da görünmez olmuştu. Eğildim baktım. Emniyetteydi hazretleri. Hatta yanında da var birileri. Güle oynaya, sarmaş-dolaş oynaşıyorlar. Mutluydu yoldaş. Ben de onun adına mutlu oluverdim.
Kızım ve de oğlum; çok özledim sizleri. Yalvar yakar oldum. Elinizi eteğinizi öper oldum. Yapmayın etmeyin. Bitsin bu aforoz. Son bulsun özlemim hasretim. Bendeki de yürek. Daha ne kadar dayanırım ki? Demez mi, memleketlim güzel şair: “Yürek değil çarıkmış bu manda gönünden, teper paralanmaz taşlı yolları.” Yemin billah, dokunun bak “vallahi he mi de billahi”  bendeki de yürek. Manda gönünden çarık değil elbet. Siz dokunmaya görün. Ne kadar da ağlamaklı bu yürek. Çok gitmez, kırar belimi bendeki bu kahreden ağır gam yükü.
Tek geldi, kol kola çift gitti kirpi. Bakakaldım artlarından. Kırk bir buçuk kez maşallah eyledim arkalarından. Tanrı kem gözlerden korusun. Mutluluğun daim olsun kirpi yoldaş.
Güneş karşı tepeliğin ardına çekilmeye başladı. Dört bir yanı kızıllıktır aldı. Yeşil yapraklar, çimenler dallar, turuncunun da arasında olduğu çiçekler ve bütün bitkiler başka bir görünüme dönüştü. Birkaç aya kalmaz dünyanın en kararız ressamı tabiat bütün yaprakların, dalların ve nebatın yeşilliğinden vaz geçer. Güzelce bol berrak bir suda fırçasını yıkar. Bu kez paletine sarı, vişneçürüğü, kahverengi ve birkaç tane soluk rengi de yanına katar. Bahar bitti der, sezonu kapatır, paletindeki bakır tonlu renklere boyar ol bitkileri.
Kirpi sevdiceği ile evine vardı. Şimdilerde çoktan kurmuştur Halil İbrahim sofrasını. Loş mum ışığı ve fonda caz müziği. Ben yek başıma kalakaldım buralarda. Serzeniş değil benimkisi. Gitmek taraftarı da değilim. Ama yorgunum. Usum da alabildiğine karmakarışık.
Haber saldım Edip ile Deniz’e. Umut bu, belki kırarlar kör şeytanın topal bacağını. Dinlerler derim son bir defa yüreklerini. Çıkagelirler bende kaybolmuş olan babaları bana. Acep toplasam mı kır evimde öte ve beriyi? Sarılırlar mı yıllar yılı babalarının bükük boynuna? Salarlar mı, evlat kokusunu ciğerlerimden içeri? Gamımı size de yük eyledim. Sığınacak kimim var ki? Sağ olun, var olun. Dert görmeyin. Kanımca, elleri kulaklarındadır oğul ile kızımın. Toparlayıp ak pak edeyim derme çatma kır evini! Bilmem severler mi, onlar da caz türünden bir müzik? Uzaklardan kulağıma melodiler geliyor. Pek bi imreniverdim kirpiye!

Amsterdam, 8 Kasım 2018

2 Kasım 2018 Cuma

İPEK MENDİL






   İPEK MENDİL

"Aramıza girmiş dağlar, denizler
Gelemem diyorum öf öf, sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun

Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öf, hep sıra sıra
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun."   Ali Kızıltuğ


Çetin koşulları ile insanlığı tir tir titretip üşüten, hasta ve perişan eden soğuk zemheri ayı Bektaşlı Köyünde de evlerin kapı, pencere, delik ve eşiklerini olabildiğince sıkı sıkıya kapattırdı. Hafta boyu lapa lapa uçuşan beyaz kelebekler halinde yağan kar, İç Anadolu’ya gönlünce yayılan bozkırın dört bir yanını kocaman adamların boyu kadar kapladı. Bembeyaz bir boşluk oluştu.
Nuh Peygamber’den de evveli akmaya devam eden ve zemheride de beyazlara bürünmeyi kabullenmeden, Maviliğinden de ödün vermeyen Kızılırmak’ın boyu sıralanan Heciban aşiretinin köyleri, devasa beyaz bir çarşafın altında kayboldular. Taş duvarlı evlerin oyukları kar ile kapandı. Sisli soba bacaları görünmez oldu. Damların üstünü yığınla bir beyazlık kapladı. Bu yüke dayanamayan bazı damlar çöktü. İnsanlar el birliği yapıp, yün eldivenlerin geçirildiği ellerini buharlı hohlamalarla ovmalarının ardından, yıkılan damlarını yeniden onardılar. Komşuları ile evler arasındaki kar kütlelerini kargaların meraklı bön bakışları altında küreklerle küreyip, savaş siperleri benzeri üstü açık, gri gökyüzünün görümünü kapatmayan tüneller kazdılar. Bu oyuklar aracılığı ile iletişimlerini sürdürdüler. Bu geçitlerden gidip gelerek, kimi zaman ödünç üç yumurta, iki kuru soğan, altı yufka ekmek veya karları atmak için kürek istediler.
Günlerdir devam edegelen ayaz kuru ve dondurucuydu. Çıkan kar tipisinin ardından Kesikköprü’den Hirfanlı’ya kadar bozkıra serpişmiş olan bütün köylerin yolları tamamen kapandı. Onlarca köy bir anda ölü sessizliğine büründü. Dünya ile çok da içli dışlı olmadığı bilinen iletişimleri de tamamen ortadan kalktı. Tam anlamı ile “Adana’ya kar yağdı. Kar altında Kürt kaldı.”
Pamuk şekerlerini andıran bulutlar arasındaki uçuşları esnasında, heybetli gagalarını yere paralel gelecek konumda tutan leyleklerin, turnaların ve diğer göçmen kuşlarının uzun soluklu kanat çırpmaları ile daha sıcak ülkelere doğru uzaklaşmalarının üzerinden aylar geçti. Sarı sıcakların ter döktüren hükümranlığını bir kez daha sürdürdüğü, bütün canlıların kemiklerini ısıtan yaz ayları büyüleyici muhteşemliği ile bir kez daha geride kaldı. Köylerde bir kez daha verimli hasatlar kaldırıldı. Harmanlar savruldu. Nişanlı genç kız ve erkeklerin dört gözle bekledikleri gün bu yaz aylarında gelip boy gösterdi ve onlar da mutluluğa adım attılar. Gelinen bu zemheri ayında; pek çok yeni evli gelin karınları burunlarında evlerinin içinde bin bir naz ile dolanırlarken oturdukları pencere kenarında yayılan uçsuz bucaksız beyazlığı dalgın bakışlarla seyre daldılar.
Bektaşlı Köyünden İsmo da böylesine güzel geçen baharla birlikte deliler gibi sevdiği Esme ile nihayet nişanlandı. Muradına erdi. Sevincinden kalbine dur durak olamadı. Yüreği göğüs kafesinin altından bir kuş misali çırpınıyor, uçup gitmek ve adeta onu bir başına bırakmak istiyordu. Çok mutluydu. İnanılmaz bir hızla çarpan yumruğu büyüklüğündeki yüreğine ne denli büyük bir sevdayı sığdırdığına kendisi de şaşa kalıyordu. Öyle ki kimi zaman kendisinin bulutlarda gezindiğini de hissettiği oluyordu. Ona olan sevgisi; bir annenin evladını bağrına basması, bir babanın çocuğunun saçlarını şefkatle okşaması, serçenin yavrularının ağzına yiyecek vermesi, ayçiçeklerinin sarı başlarını usulca güneşe dönmeleri, kelebek misali usulca yârin yanağına konan bir buse, martının özgürce dünyayı çevreleyen mavi çarşafta süzülmesi, mahkûmun korku, kan ve ter içinde kazdığı tünelin sonunda aydınlığı görmesi, itfaiye erinin küçük bir çocuğu yangından son anda kurtarmasının yaşattığı sevinç veya tutturulan piyangoda atılan çığlık gibi bir duyguydu.
Nişanlısını görmeyeli hayli zaman oldu. Esme her haliyle sürekli çakır gözlerinin önünde gidip geliyordu. Onu ne çok göresi gelmişti. Bir an evvel gidip görmeliydi. Çetin geçen hava koşullarını usuna dahi getirmedi. Kendi köyü ile Esme’nin oturduğu Hirfanlı ile arasında en fazla on beş kilometrelik bir mesafe vardı. Üstünü iyi giyinir, kar botlarını da kalın yün çoraplarla ayaklarına geçirirse iki metre boyunda kar da olsa, bana mısın demezdi. Çok geçmez üç dört saat içinde soluğu sevdiğinin yanında alır ve saatler boyu onun ela gözlerinin içlerinde dururdu.
Yola çıkmak üzere tez elden hazırlıklara başladı. Esme için aldığı mavi kır çiçekleri ile bezeli ipek eşarbı avucunda ovuşturdu ve sonrasında uzun uzun kokladı. Büyük bir özenle katlayıp paltosunun iç cebine yerleştirdi. Hediyesini unutmaması lazımdı. Yoksa nişanlısının o güzelim yüzüne nasıl bakar ve onun ela gözlerinin içini nasıl güldürebilirdi. Kar ayakkabıları 'lekanları' yokladı. Bunlar sayesinde ne denli çok olursa olsun kara batmayacaktı. Akşam yemeğinden sonra kimselere görünmeden yola çıkmak niyetindeydi. Görünen o ki; Esme’sine giden çetin yol, ne yazık ki bu sert kış koşullarında kestirmeden değildi.
Acele ile yediği akşam yemeğinin hemen ardından, anne-baba ve kardeşlerine gözükmeksizin eşyalarının bulunduğu tandır damının kapısını sessizce araladı. Her şey tamamdı. Sıkıca giyindi. Lekanlarını köyün çıkışında botlarının altına tutturacaktı.
Yolu uzun ve oldukça zorluydu. Tipi, ayaz veya adam boyu kar umurunda değildi. Esme’ye geleceği günü çok önceden haber salmıştı. O da dört gözle İsmo’nun gelmesini bekliyordu. Esme aslında bu kar kıyamette gelmesinden korkuyordu, ama ona gelmemesi için haber salamadı. Kafasına koyduysa o her koşulda istediğini yapardı. Kendisine koşa koşa gelirdi. Bu yiğit adamı çok seviyor, ürkek bir kuş misali titreyen yüreği onun için atıyordu.
Karlara bata çıka güçlükle yol aldı. Kuyular Köyünü kulaklarında köpek havlamaları ile henüz ardında bırakmıştı ki, kurtlar tarafından yenilen savunmasız zavallı bir eşeğin karların beyazında etrafa serpilen kanları ve geriye kalan iskeleti gözlerine ilişti. Büyük bir ürperti duydu. Garip bir korkuya kapılmaktan kendisini alamadı. Burkulan yüreği ile yoluna yeniden koyuldu. Hirfanlı Köyüne ulaşmasına daha çok yol vardı. Hafif sakallı yüzü kah terliyor kah buza kesiyordu. Yorgunluktan ve soğuktan bitap düşmüştü ki, en nihayetinde Esme’sine kavuşmaya iki yüz metre kadar bir mesafe kaldı. Ay ışığı yerde ve evlerin damına yayılan her kar tanesini adeta birer pırlantaya dönüştürüyordu. Gözleri kamaştı. Kalan son adımlarında yığılıp kalmamak için canını dişine taktı.
Etrafta kimseler yoktu. Esme’nin penceresinden sıcak loş bir ışık süzülüyordu. Evin köpeği Paşa onu kapıda karşıladı. Bir iki kez havlamanın ardından, İsmo’nun yerde buz tutan karların üzerine attığı ekmeği görünce sus pus oldu. İsmo yavaşça loş ışıklı pencereye yöneldi. Donmak üzere olan parmakları ile buğulu camı hafiften tıklattı. Sesi duyan Esme’nin yüreği bir anda yerinden çıkacak gibi oldu. Çabukça camdan nişanlısı İsmo’yu içeri aldı. Bütün yaşamları boyunca böylece birbirlerinden kopmadan sarılıp kalacaklarmışçasına bir duyguya kapıldılar. Esme nişanlısının ne çok üşüdüğünü, donmak üzere olduğunu fark edip yün bir battaniye ile İsmo’yu güzelce sarıp sarmaladı. Ellerindeki yün eldivenleri çıkardı. Donmalarına ramak kalan, hasret kaldığı İsmo’nun ellerini kondurduğu onlarca öpücük ile ısıttı. Tekrar birbirlerine sımsıkı sarıldılar.
Esme’nin babası Mılo’yu uyku tutmadı. Duyduğu baş ağrısı da gittikçe artıyordu. Ne yapacağını şaşırıp kararsızlıkla etrafına bakınırken, karısı Fato’nun çoktan uyuya kaldığını gördü. Bir iki seslense de, o oralı olmadı. Horlamaya devam etti. Mılo uzandığı yataktan usulca kalkıp mutfağa yöneldi. Bu sırada kulağına sesler geldi. Gülüşme seslerinin Esme’nin odasından geldiğini görünce yolunu değiştirdi. Kapıyı hızla açtı. İsmo ile kızı Esme sarmaş dolaştı. Gözlerine inanamadı. Baş ağrısından eser kalmadı. Gece yarısı bin bir küpe bindi. Evin altını üstüne getirdi. O hiddetle sopasını aranadururken, İsmo girdiği pencereden tekrar atlayıp soluğu hızla kaçmakta buldu. Ne yazık ki, eldivenlerini ve atkısını, acele ile sıvışırken Esme’nin yanında bırakmıştı. Son anda akıl edip lekanlarını almayı unutmamıştı. Geldiği onca yolu nasıl dönecekti? Yorgunluktan ve uykusuzluktan ölüyordu. Daha kemikleri dahi ısınmamıştı ki, kayınbabasının gelmesi ile neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Koşa koşa Hirfanlı Köyünün dışına ulaştı. Az ileride kuytuluk bir yerde bir kaya oyuğu gözlerine ilişti. Biraz dinlenmek üzere o yöne doğru yorgun adımlarla yöneldi.
Kayalığın oyuğunda soğuk rüzgârın esintisi çok hissedilmese de, burada da uzun süre hareketsiz kalınmazdı. Donduran bir soğuk vardı. Oturduğu yerde Esme ile birbirlerine sarılmaları gözlerinin önünden art arda film kareleri halinde geçti. Ne kadar da güzeldi. Ela gözleri ile kendisine baygın ve büyük bir hayranlıkla nasıl da bakıyordu. Eldivensiz ellerinde sevdiğinin öpücüklerini aradı. İçini tatlı bir ürperti aldı. Esme’sine eşarbını dahi vermeye fırsat bulamamıştı. Paltosunun cebinden ipek eşarbı çıkardı, sakallarında gezdirip, kokladı. Bu büyüye kendisini öylesine kaptırmıştı ki, çok geçmeden göz kapaklarının altına çöken tatlı ağırlığa direnmeden teslim oldu. Olduğu yerde uyuya kaldı.
Gün her zaman olduğu gibi bütün renkleri ile ışıdı. Güneş ışınları bir prizmadan geçer gibi renklere ayrılıyordu. Kuyular Köyünden Hınto sabah ezanı ile birlikte uyanmış, Hirfanlı Köyüne doğru karlara bata çıka yol alıyordu. Kayalıkların dibinde bir karaltı görür gibi oldu. Merakla oraya doğru koşturdu. İsmo’nun boylu boyunca uzandığını görünce, heyecanla baktı. Onu tanımakta gecikmedi. Bu delikanlının bu saatte, bu halde ne işi vardı buralarda? Hınto bütün bedeninin buza dönüştüğünü fark edince, ne yapacağını şaşırdı. Dizlerine vurup feryat-figan eyledi. Yardım istedi, ama ortada kimseler görünmüyordu. İsmo’nun avucundaki ipek mendil rüzgâra kapılıp karın yüzeyine çıkan bir çalıya takılmıştı. Güneşin ışınları ince dokulu eşarptan geçip mavi kır çiçekleri ile beyaz kar üzerinde usta bir ressamın tablosunu oluşturuyordu.
Kara haber Esme'ye bir anda beynine indirilmiş binlerce şamar etkisi ile ulaştı. Yürekleri dağlayan matemle geçen altı ayın ardından, Esme ve İsmo’nun kardeşi Süleyman kıyılan hoca nikâhı ile dünya evine girdiler. Düğün benzeri herhangi bir kutlama yapılmadı. Bütün ömrü boyunca yüreğinde bir yumruk halini alan sıkıntıyı bir an için atamadı. Dünyası devrildi. Yaşadığı bir nevi gülün cehennemiydi.  Her an durmak nedir bilmeyen göz yaşlarını elinde her zaman sıkıca sakladığı ipek mendille kuruladı. Tek tesellisi sonradan kendisine ulaştırılan bu hatıraydı. Nişanlısının acele ile unuttuğu eldivenlerin ve atkısının kokusu bu hayatta nefes almaya devam etmesini sağladı. Bir yıl sonra dünyaya gelen oğlunun adını İsmo koydu.


Amsterdam, 2 Kasım 2018 

27 Eylül 2018 Perşembe

FATMA’NIN “S” si










FATMA’NIN “S” Sİ

Karmaşa koleksiyonu 90’lı yıllar. Ülkenin dört bir yanında olduğu gibi, vefalı-kadim dostlukları ile bilinen başkent Ankara’da da dağ taş ayrımı gözetmeksizin yaşanan; Tanrıya doğru üst üste yığılı onlarca katla yükselen, bir beton patlaması söz konusuydu. Şehir derme çatma kabuğunu, yumurtadan çıkmak isteyen bir civciv misali zorluyor. İnsanları birbirinden koparan, aynı zamanda da kavuşturan başkentin dışına açılan İstanbul, Eskişehir ve Konya yollarına doğru neredeyse göz açıp kapama hızında devasa binalar inşa ediliyor. Kar beyazı pamuk bulutlar arasından boy gösteren yapılar geçen her gün ile birlikte daha da çoğullaşıyorlar.
Her canlı için kişiye has bir öyküden ibaret olan hayat; her yönü ile tekdüze rutin devamlılığını da olanca hızıyla sürdürmüyor değil elbette. Sokaklarda simitçilerin ciyak ciyak bağrışmaları dur durak bilmeden devam ediyor. İnsanlar itişe kalkışa doluştukları orantısız yüksek kaldırımlı sokaklarda, varmak istedikleri yerlere doğru pür telaş yürüyorlar. Sigara dumanları altında kalan Sakarya birahanelerinde usulca tokuşan buğulu bardaklardan art arda tiz çınlama sesleri yükseliyor. Bıyıkları yeni terleyen gençler, sevgili adayı genç kızların elinden tutmak için fırsat kolluyorlar.
Topal Mahmut lokantada masasına gelen acılı şalgam suyundan bir yudum aldı. Dumanların yükseldiği ekmek arası kokorece özenle isot ve kekik serpti.
Camgöz Şaşı Güvercin üst üste kanat çırpmaları ile Kocatepe Camisinin minaresine her ne hikmetse namaz kıldıracakmış gibi, gereksiz yere Bursalı imam Hüsamettin'den daha önce ulaştı. Hüsamettin Hoca’nın akşam namazı için camiye varmasına daha üç yüz metre kadar bir mesafe gözüküyordu. Yol boyunca, köse kalan usundan; cemaatinin bu akşam kaç kişi olacağını ve en önemlisi de karısı ile gecenin ilerleyen saatlerinde, çocuklar derin uykulara vardıktan sonra; ağız tadı ile halvete girip-giremeyeceğini, badem bıyıklarının altından tatlı tatlı umutlu gülümsemelerle geçirdi.
Yaşlı dilenci Songül onur kırıklığının utancı ile gelip geçenlere titrek elini açtı. Avucunda ağırlığını hissettiren metal para hayal dünyasını uyandırdı. Torunu Mehmet'in elinde yarım somun ekmek belirdi. Avucunu hızla sıkıca kapattı.
Ayakkabı boyacısı on üç yaşındaki Silo, grand tuvalet giyinen Selim Bey’in sağ ayağındaki kundurayı boyadı. Sıranın sol kundurada olduğunu belirtmek için siyah boyalar içindeki parmakları ile ayakkabının altından vurdu. Bugün de okula gitmemişti. Eve ekmek götürmesi gerekiyordu. Selim Bey ani bir refleksle ayağını değiştirdi. Sılo, iyi bir bahşiş bekleyişi içine girdi.
Zafer Çarşısı’nda sahaf Fikri kitapların rutubet kokmaması için dükkânının kapısını ardına kadar açtı. Havalanması için kitap sayfalarını bir bir araladı. Kitap almaya gelen olmadı.
Balgat, Çukurambar, Öveçler, Dikmen, Mamak, Şentepe ve diğer gecekondu mahallelerinde derme çatma taş duvarlarla çevrili mütevazı tek katlı evler toprakla bir ediliyorlar. Yerlerine gürültü ve patırtılarla ürküntü veren, yağmur sonrası çıkan mantarlar misali yerden devasa binalar türüyor.
Ankara’nın bilinen çehresi tam anlamı ile Çarşamba pazarına dönüyor. Binlerce ağaç boğumlu köklerinde yıllar boyu barındırdıkları yaşama tutkusu ile sevgili misali sarıldıkları mis kokulu topraktan, hayat damarlarından koparılıyorlar. Yerlerine derinlemesine kum ve metal karışımı gri betonlar dökülüyor. Çimenler, kuş iğdeleri, ateş dikenleri, dağ muşmulaları, sevgi çiçekleri, ebruli hanımelleri, Anadolu karanfilleri, papatyalar, gelincikler ve yüzlerce çeşit kır çiçeği "döl israfı müteahhitlerin" emirleri ile ağır tonajlı, gürültülü buldozerlerin büyük tekerlekleri altında eziliyorlar. Tavşanlar, tarla fareleri, tilkiler, baykuşlar, kurtlar, keklikler ve akla gelebilecek irili ufaklı her çeşit canlı buğulu gözlerle sıcak yuvalarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Milyonlarca karınca, solucan ve böcek de acımasız bir şekilde aynı akıbete uğruyorlar. Pek çok canlıya yaşam hakkı tanınmıyor. Dünya adeta zehirleniyor.
Şehrin yerleşim alanının dışına taşması, beraberinde bu yeni semtlerde ikamet edenlere de her türlü hizmetin belediye ve aynı zamanda da yeni iş alanları arayışında olan girişimciler tarafından götürülmesini zaruri hale getirdi. Bu girişimcilerden biri de Kör Zewe’nin tatlı gülümsemeli oğlu Kel Mustafa idi. Kel Mustafa, çocuk yaşta traktör ve arabalarla yakından haşir neşir olduğundan,  yaygın dilini bir zahmet uzatıp “mürekkep yalama” işine vakit ayıramadı. O nedenle okuma yazma ile haliyle pek de ilintili olamadı. Gecesini gündüzüne katıp kardeşi Bilo ve Camili Köyü’nden birkaç kişi ile birlikte Ankara’nın Kızılay ve yeni oluşturulan Konutkent semtleri arasında birkaç otobüs ile belediyenin yapmadığı toplu taşıma işini yapmaya koyuldu. Oldukça zor bir iş olsa da, üstesinden gelmeye bütün azmi ile çabaladı.
Konutkent semtinin çiçeği burnunda sakinlerinden kızıl bukleli Filiz Hanım ise en nihayet istediği büyüklükte bir eve taşındı. Mutfağı, banyosu, yatak odaları ve oturma salonu alabildiğine büyüktü. Evini kendi zevkine göre hiçbir masraftan kaçınmadan dayadı-döşedi. Onun felsefesine göre güzel bir ev, mutluluğun yarısı demekti. O güzelim mutfağında üç ay kadar önce evlendiği eşi Burhan Bey ile birlikte, istediği yemekleri hazırlayacak ve arkadaşlarını gönül rahatlığı ile davet edeceklerdi. Artık yavaş yavaş da olsa, uzun bir süredir ara verdiği Kızılay semtindeki işine yeniden başlayabilirdi. İzinli günler çarçabuk geride kaldı. Kel Mustafa’nın şirketinin iki semt arasında servis yaptığını biliyordu. Servis idaresini arayıp sabah ve akşam kalkış saatlerini, aynı zamanda aracın plakasını öğrenmesi iyi olacaktı.
“Alo… Konutkent Taşıma Servisi… Buyurun!”
“İyi günler beyefendi. Adım Filiz Büyükova. Ben Konutkent’e yeni taşındım. İş yerim ise Kızılay semtinde. Çok yerinde ve güzel bir hizmet veriyorsunuz. O nedenle her gün Kızılay’a giderken sizin otobüsünüzü kullanmak istiyorum. Size zahmet, bana önce sabah saat 8.00 sıralarında Kızılay istikametine giden aracınızın plakasını kodlayabilir misiniz?”
Kel Mustafa daha önceleri birkaç arkadaşının aynı şekilde adlarını veya yine araçlarının plakalarını kodladıklarını duymuştu. Bir anda tereddüt etse de kendisini bir gölge misali her daim takip edegelen ve bütün özgüvenini kel kafasının içinde yeniden toparlamasını bildi. Titrek ve ürkek bir sesle Filiz Hanıma bütün kibarlığı ile cevap vermeye çalıştı:
“Filiz Hanım, adım Mustafa. Bizi seçtiğiniz için size çok teşekkür ediyorum . Müsaitseniz size önce sabah saat 8.00' de Konutkent'ten hareket eden aracımızın plakasını kodluyorum. Kalem ve kâğıdınız var mı acaba?
“Evet, Mustafa Bey. Kalem ve kâğıdım var. Buyurun sizi dinliyorum.”
“Efendim… Eee… Önce Fatma’nın S si…” Filiz Hanım doğru mu duyuyorum diye şaşakalsa da, doğru duymuştu.
“Ne dediniz Fatma’nın S’si mi? O nasıl olur? Ha ha! Ha ha ha… hahaha!”
Kel Mustafa, neye uğradığını şaşırdı. Arkadaşları da aşağı yukarı böylesi bir kodlama yapıyorlardı. Filiz Hanım’ın kendisinin herkesin yaptığı kodlamadan oldukça farksız yaptığına neden bu kadar güldüğünü, kendisini alaya aldığını anlayamadı. Acaba nerede ve nasıl bir yanlış yapıyordu? Sesi daha çok titrer hale geldi, sus pus oldu. Kendisini gölge misali takip eden ol özgüveni sıfırlandı. Yoksa "baltayı taşa mı vurmuştu?" Filiz Hanım’ın yükselen kahkahaları kulaklarında çınlasa da en nihayetinde son buldu. Bir insanın bu denli saf ve temiz olması Filiz Hanım’ın çok hoşuna gitti.
Mutlaka büroya gidip kendisini görmeliydi. Hayatı boyunca bu denli bir kodlama duymamıştı. Belli ki, Mustafa Bey okuma ve yazma konusunda pek de iyi değildi. Ama bütün iyi niyeti ile sorulanı cevaplamaya çalışıyordu. Filiz Hanım, kahkahalarını sonlandırıp gülmekten yaşaran gözlerini sol elinin tersi ile sildi.
“Mustafa Bey, sizden özür diliyorum. Kendimi tutamadım. Ama inanın çok hoşsunuz. Bunu bütün kalbim ve benliğimle taahhüt ediyorum. Beni ne kadar çok güldürdünüz. Allah da sizi güldürsün. Acaba birazdan vaktiniz var mı? Büronuz bana çok yakın. Size de uygunsa gelip bir bardak çayınızı içmek istiyorum.”
“Tabi… Filiz Hanım buyurun gelin, başım gözüm üstüne. Ben hemen çaydanlığın altını yakayım. Sizi bekliyorum.”
“Tamam, Mustafa Bey en geç on dakikaya kadar oradayım. Görüşmek üzere.”
“Görüşmek üzere… eee… Filiz Hanım.”
Hava biraz serinceydi. Sonbahar, güneşin çekilmeye başlamasıyla kendisini daha çok hissettiriyordu. Sokaklarda sarı yaprakların şöleni yaşıyordu. Konutkent sakinleri işlerinden evlerine dönmeye başladılar. Filiz Hanım, sırtına bordo renkli püsküllü şalını attı ve kapıyı çekti. Sokak yüksek topuklarından çıkan seslerle yankılandı. Doğrusu şıklığına diyecek yoktu. Sokakta yürüyenler, gözlerinin ucuyla onun bu alımlı haline bakmadan edemediler. Eşi Burhan Bey de iş toplantısından dolayı eve geç geleceğinden, kendisini yemeğe beklemiyordu. Birkaç yüz metre sonra Kel Mustafa’nın bürosunun kapısını usulca açtı. Arkasındaki kırmızı kadife panonun haşmetine ve sert bakan Atatürk tablosuna rağmen Kel Mustafa’nın yüzünde büyük bir mahcubiyet sezilirken, biraz da telaşlıydı. Filiz Hanım’ın çehresinde ise attığı kahkahaların izleri görülüyordu. Kel Mustafa’ya elini uzattı. Farkında olmaksızın kestane gözlerini önüne düşürmüş bir halde Filiz Hanım’ın yumuk elini uzun uzun tuttu. Karşısındaki şık hanımın gözlerinin çağla yeşiline bakamadı.
“Mustafa Bey, beni bugün ne kadar çok güldürdünüz. Siz çok yaşayın emi. Biliyor musunuz? Benim karnım çok acıktı. Az ilerideki kebap salonunda bir şeyler yiyecektim. Dedim ya beni çok güldürdünüz, nasıl desem, kendimi size karşı bunca kahkahadan sonra bir yemek için borçlu hissettim. Ne diyorsunuz o zaman? Geliyorsunuz değil mi? Hem bu arada, aracınızın plakasını da daha almadım.”
“Tamam, Filiz Hanım. Sizi güldürebildiysem ne mutlu bana. Çok iyisiniz. Buyurun hemen gidelim. Memnuniyetle.”
Lokanta penceresinin kenarında menüden yemek çeşitlerine bakmaya koyuldular. Kel Mustafa’nın yazılanları okumakta zorlandığını gören Filiz Hanım, daha fazla uzatmadan karşısında bulunan bu hoş ve naif adama yeniden seslendi:
“Mustafa Bey, ben karışık ızgara alacağım, siz de aynısından ister misiniz? Buranın kebabı güzeldir. İsterseniz birer de ayran alalım.”
“Evet, tabi. Ondan olsun. Beni utandırıyorsunuz. Aslında benim sizi yemeğe davet etmem gerekir.”
"Bu çok da önemli değil. Biz artık dostuz. Bir dahaki sefere de siz ısmarlarsınız. Ne dersiniz?"
Kel Mustafa ve aracın plakasını sormaya çekinen Filiz Hanım, yemeklerini yemeğe koyuldular. Bu sırada kebap salonunun birkaç sokak ilerisinde devam eden inşaatta yorgunluktan bitap düşen işçiler, uzun ve ağır iş günün ardından tozlu tulumlarını çıkardılar. Kararmak üzere olan günde Tanrıya doğru yükselmeye devam eden binaların inşasına kısa bir süreliğine ara verildi. Beton karma makineleri duruldu. Sessizlik hakim oldu. Topal Mahmut, kokoreci beğenmedi. Silo aldığı yirmi lira bahşişi önce cılız suratına sürttü. Sonrasında parayı büyük bir mutlulukla pantolonunun sağ cebine yerleştirdi. Sakarya'daki birahanede karşılıklı bira içen gençlerden Metin, sevgilisi Selma'nın elinden tutmakla kalmadı, kuytuluk bir yerde ilk öpücüğünü de aldı. Karışık ızgaraların tadına diyecek yoktu. Kebabın yanı sıra içtiği köpüklü ayran Kel Mustafa'nın kömür karası bıyıklarında ince beyaz bir çizgi bıraktı. Filiz Hanım, gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Otobüsün plakası 06 FS 685’i defterine kayıt etti. Yüksek kaldırımlı Ankara sokaklarında ise daha az telaşlı insan kaldı. İtişip kalkışma yoktu. Simitçiler sokaklardan evlerine çekildiler.

Ankara, 18 Eylül 2018

20 Temmuz 2018 Cuma

BİR BARDAK ÇAY







BİR BARDAK ÇAY

Amsterdam. Venedik ve Paris’ten sonra dünyanın başka bir aşk şehri. Avrupa’nın ise adeta küçük New York’u. Belki de yaşadığımız ve “kelebek ömrü” diye adlandıracağımız, yaşam acemisi biz insanlara tabiatın sunduğu bu kısa zaman dilimi kaşla göz arasında, istemimiz dışında apansız sonlanmadan önce görmemiz gereken on şehirden biri. Kanalları, köprüleri, meydanları, oldukça eskilere dayanan muhteşem tarihi dokusu, özgün mimarisi, yel değirmenleri, laleleri ve insanının mütevaziliği ile aynı zamanda, her yıl milyonlarca ziyaretçiyi ağırlayan yegane bir yerleşim yeri.
Amsterdam'da işler bir İsviçre saati ritmi ile “tıkır tıkır” yürür. Varacağınız yere tam zamanında varır, herhangi bir randevunuzda taraflar dakikası dakikasında sözleştiğiniz yerde gülen yüzleri ve samimiyetleri ile  bitiverirler. A' dan Z’ye her şeyin ahengi insanı hayrete düşürür. Yer yer sokağın kirliliği, hareketliliği, rahatlığı, ulaşım amacı ile pedalları çevrilen yüz binlerce bisikleti, süt dolu memelerini taşımakta zorlanan benekli inekleri, sarı bukleli kızları, dünyanın dört bir yanını yansıtan çok kültürlülüğü ve sokakta karşılaşan herkesin birbirini tanısın tanımasın gülümsemelerle selamlaması; yaşanmışlığı çok bariz bir şekilde hissettirir.
Betimleme ustalarının dahi anlatımındazorlanacağı bu güzelim aşk şehrinde, yoğun geçen çalışma günlerinin ardından, Pazar sabahı Esther daha iyi dinlenme maksatlı inatla yatağında kalmayı sürdürüyor. Uzun heybetli saman sarısı saçları, kafasının altında yassılaşan kuş tüyü yastığa tamamen yayılmış bir halde, biçimli-davetkâr dudaklarında güzel bir gülümsemeyle öğleye kadar uyuyor. En nihayetinde dinlenmiş olduğu kanaatine varıyor ve açık yeşil gözlerini art arda çocuksu kırpıştırmalarla birlikte iyice geriniyor. Evet, deliksiz bir uyku ile kendisine geldi. Rüyasında süt beyazı pamukcuk bulutlarda yürüyor ve sendelemelrle düşmemek için güçlü bir ele sıkıca tutunuyordu. Başka bir eli tutmak ürperti verse de, o an rüyasında da olsa yaşadığı bu güven duygusunun güzelliği kendisini gülümsetmeye yetiyor. İçini anlayamadığı akışkan bir sıcaklık aldı. Şimdi iyi bir sabah kahvaltısını hak ediyordu. Kollarını sıvadı. Kısa bir zaman sonra kahvaltıda yok yoktu. Her şeyi bir çırpıda hazırladı. Güzel havada keyifli bir kahvaltı kendisini bekliyordu.
Duş öncesi altını yaktığı çaydanlıktan bulutlar halinde buharlar yükseldi. Çay ve kahvaltısı kendisini bekliyordu. Her şey leziz. Özellikle kaşarlı sahanda yumurtanın kokusuna ve görünümüne bayıldı. Hazırladıklarını bir bir balkonundaki sehpanın üzerine taşıdı. İştahla yaptığı güzel bir kahvaltının ardından arta kalanları tekrar mutfağa götürdü. Evet, şimdi de bir keyif çayı içebilirdi. Çay dolu bardağı ile balkona geldi, ayaklarını uzattı. 
Boncuk mavisi gökyüzünün tepesinde yer alan güneş balımsı renkte ve sıcaktı. Ağaçların dallarında dinlenen kuşlar yaprakların arasında cıvıltılarla hararetli sohbet ediyorlardı. Sıra ile cıvıldaşsalar da zaman zaman birbirlerinin sözünü de, insanların sık sık yaptığı gibi kesmiyor değillerdi. Ama konuştukları salt sevgi, aşk ve güzellik üzereydi. Erkek serçe arkadaşına onu her daim gözünden dahi sakınacağını, yüreğini dopdolu ve mesut kılan sevgisinin sonsuza kadar olacağını anlatma çabasına girmişti. Bütün bunları duyan karga kendi kendisine gülüyor.
“Serçeler bunu her bahar söylerler. Sen bunları külahıma anlat.” diyor. Ardından yüksek sesle “gaaarkkk” diye bir ses çıkarıp iki sevgiliyi alaya alıyor. Allahtan minik sevgililer kargayı hiç ciddiye almıyorlar. Ama karga gevezeliğe doymuyor. Susmak nedir bilmiyor.
"Bu insanlar da çocuklarını kendi yalanlarına ortak ediyorlar. Onların hayal dünyaları ile oynuyorlar. Yok bebekleri leylekler getiriyorlarmış da, bilmem neler? Leylekler önce kendi yavrularına sahip çıksınlar. Gaarrkkk..." Bir sonraki ağacın bir dalına tüneyen baykuş, kargaya hak verdi.
"Doğruları söylüyor, vallahi. Karganın hakkı var." deyip, düşünmeye kaldığı yerden devam ediyor.
Esther çayından bir yudum almak için eğilmişti ki, kırklı yaşlarda uzun saçlı, iyi görünümlü kumral bir adamın bir şey sormak ister gibi bir duruşla kendisine baktığını fark etti.
“Merhabalar. Bir şey mı soracaktınız?” Adam çekinceli rahatsızlık verdiği hissi ile biraz gerildi. Bunu fark eden Esther devamla;
“Hazır çay var içmek ister misiniz?” Bunu duyan adam rahatlamakla birlikte büyük bir şaşkınlıkla;
“Evet. Tabii ki. Neden olmasın. Çok teşekkür ederim. Ne kadar naziksiniz. Doğrusu hiç beklemiyordum.” deyip atik bir hareketle zemin kattaki balkona sırtındaki çantasını sıkıca tutup atladı.
Esther’in sunduğu çaydan büyük bir rahatlama ile yudumlar alan Eliot adlı adam Fransa’dan geliyordu. Amsterdam’da bir iş bulmuş ve buraya yerleşecekti. Sohbet şerbetli bir hazla devam etti. İçilen çayların ardından muhabbetlerini bira, kırmızı şarap ile sürdürdüler. Akşam oldu. Esther’in bir alt sokaktaki restorandan ısmarladığı pizzaları da zevkle yediler. Ay bir ayna gibi önceleri duvara asılı dururken, görünmeyen eller alıp göğün tavanına astı. Allah’tan tavandaki çiviler daha öncesinden sabit bir yere çakılı olduklarından, çekiç kullanımı olmayınca rahatsız edecek gürültüler de olmadı. Göğün tavanına asılı olan ay milyonlarca yıldız ile kol kola girip alaca karanlığı kurşuni-romantik bir aydınlığa dönüştürdü. Sehpadaki mum alevi coşkuyla sağlı sollu narin hareketlerle bir başına dans ediyordu.
Yemeğin ardından konyak faslı ile devam edildi. Gırla giden sohbete diyecek yoktu. Ester aynı zamanda Fransız edebiyatı hayranı idi. Eliot’un da yakından ilgili olduğunu görünce, bu konuda uzun uzun konuştular. Bu sohbettin hazına doyamadı. J.Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Honere de Balzac, Emile Zola, Marcel Proust, Gustave Flaubert, Victor Hugo ve diğer Fransız edebiyatı değerlerinin ruhlarını şad eylediler.
Esther birden saatine baktı ve vaktin gecenin kırkı olduğunu görünce ne yapacağını şaşırdı. Sonrasında Eliot geldiği zaman bir şey soracağını hatırladı ve bu soruya meydan vermediği için onun bu saatte hala burada olduğunu anladı. Çekinceli bir eda ve merakla sordu.
“Sevgili Eliot, sahi sen bana bir şey soracaktın ama hala sorunun ne olduğunu bilmiyorum.” Eliot’un yüzüne doğru hafiften mahcubiyet veren bir pembelik yürüdü. Kendisini tez elden toparladı. Bu sırada iki tane yıldız art arda kaydı. Esther’in gözleri kayan yıldızları takip ederken, Eliot da sorusunu dile getirdi.
“Şeyy… Ben bu yakınlarda bir otel olup olmadığını soracaktım.”
“Şu anda otelindesin Eliot. Yatak odan da yukarıda. Hadi tanışmamızın şerefine içelim.” İlerleyen gecede kristal kadehlerin çınlaması duyuldu. Ay Dede göz kırpıp kadeh kaldırdı. Yıldızlarla tokuşturduğu bardağından gelen ses uzaklarda kaldı. Esther balkonda iki kıllı erkek kolunun beklemediği bir anda belini sıkıca kavradığını hissetti. Eliot’un erkek nefesi kulağının hemen dibindeydi. Başı döner gibi oldu. Direnmedi. Yüreğini en derinden tatlı-tuhaf ve ürperti veren bir karıncalanma ve nedenini anlayamadığı masum bir telaş aldı. Kendisini durgun-sessiz ve güvenli bir koyun sularına bırakıverdi. Fondaki piyanoda Glen Gold’un sihirli parmakları siyah beyazlı tuşlarda Beethoven'un "Ay Işığı Sonatı'nın" notaları arasında inip kalkıyorlardı.
Balkonun karşısında sokak lambasının direğine tüneyen bir puhu kuşu onları uzun süre sessizce gıpta ile izledi. Kendi yalnızlığı ayyuka çıkınca da, kanatlanıp bir ağacın dalları arasında kayboldu. Parlayan gözlerinı karanlık kapladı. Yüreği daraldı. Hışırdayan yaprakların arasında kabuğuna çekildi. Hayata küstü. Renk cümbüşü tüyleri soldu. Çok yalnızdı.
Çivisi çıkmış dünyada insan ilişkileri bu denli “yağdan kıl çeker gibi” kolay da olabiliyordu. Her erkeğin ve elbette ki, aynı zamanda her kadının zorluklardan arındırılmış ilişki kurma olarak adlandırdıkları korkulu rüyası, böyle de görüle biliniyordu. Üç ayı geçen bir zamandır, çayların sunumunu Eliot yapıyor, bulutlarda gezinen Esther'in düşmemesi için onun elini sımsıkı tutuyordu. Eliot'un ise otel aramak gibi bir derdi de olmadı. Şimdilik sarmaş dolaş hayatlarının aşklarını yaşıyorlar ve tozpembe dünyada birlikte çok mutluydular. Renksizliğin yerini tarifi olmayan "Esther ve Eliot karışımıtrak" bir renklilik aldı. Darısı daha az mutlu ve renksiz olanlara olsun demeyi ve sizlerin de karışımınızdan meydana gelecek güzelim romantizm rengini en kısa zamanda oluşturmanızı, tembihlemeyi de unutmuyorlar. 
Bu şehirde ikamet etmek bir ayrıcalıktır. Çoğu insana göre; Amsterdam, AŞK'ın başkentidir. 


Amsterdam, 20 Temmuz 2018

13 Temmuz 2018 Cuma

KEZBAN IN ROMA






KEZBAN IN ROMA

Çok güzel değildi o. Doğrusu çirkince de sayılırdı, belki. Üstelik de tepeden tırnağa gundi (köylü). Cahil, ama bir o kadar da ukala. Yoksul mu yoksul bir aileden gelen, deyim yerindeyse meteliğe kurşun sıkan bir babanın beş kızından en büyüğü. Tencerenin kaynamadığı iki göz bir damda yaşamını idame eden, kırk haneli İç Anadolu’nun Köstekli Köyündendi Kezban. Ev işlerinde tam gaz koşturmakla geçerdi bütün hayatı. O iki gözlü ev Allah’ın her günü kırk odalı bir ev olur, yirmi kez süpürürdü yek başına fakir hanesini. Yıkaya yıkaya kalayını çıkarırdı mutfağında naçizane mevcut kap kaçağının. Kezban aşağı, yok yok olmadı yukarı gelmesini buyuruyorlardı, çok sevgili anne ve babası. Böyle dönüyor ve böyle de dönecekti devran. Bütün bu işlerin yanı sıra, bir de kaz çobanlığı eklentisi. Geceleri geç vakitler; ölü yorgunluğunda kendini yatağına zor bela atıverirdi Kösteklili Kezban.
Varlıkları pek de belirgin olmayan, ama var olmasına var olan bir anne ve babası. Ebeveynli bir öksüz veya yetimdi Kezban. “Kara bahtım kör talihim” her yönden sırtının kamburuydu çileli hanımefendinin. Keskin bıçaklarla kazıyamaz, Hazreti Ali’nin Zülfikar’ı da olsa elinde kesip atılamayan, yüreğinin ezinci bir lanet kamburdu, Kezban'ın sırtının yüz okkalık kurşun ağırlığındaki dayanılmaz yükü.
Usunun bütün pencere ve kapılarını sonuna kadar açıverdi. Buyur eyledi, havada-karada uçuşan bütün doğru veya yanlış bilgiye, başım gözüm üstüne, ama ille de beynimin içine hoş geldiniz, sefalar getirdiniz dedi. Hiçbir temel atma gereksinimi görmeden; yığdı üst üste nedir ne değildir bilmeden, kulaktan "zeytinyağlı biber" dolma olanca bilgiyi. Gel zaman git zaman; kimilerine göre limonlu, kimilerine göre de sirkeli bilgi turşusu küpü Kezban; bilir oldu, her şeyi.
Ağlarını bir örümcek titizliği ile ilmek ilmek öredururken kader, apansız pek de albenisi olmayan yüzüne gülüverdi gundi bahtsızın. Kız kurusu olmaya ramak kala, bir keriz çıkageldi deniz aşırı. Dünya evine girdi, süt beyazı gelinlikler giydi zati alileri. Bindiği ak bir atla, dört nala çıktığı uzun yolculuğunun ardından, soluğu bir açık hava müzesi Remus ile Romulus’un Roma’sında aldı, bizim Kezban. Sefaletten uzak yeni bir sayfa açıldı. Karada ölüm “gayrık” yoktu. Onlarca kurt Remus ile Romulus’a gösterdiği cömertliği, Kezban’a da fazlasıyla gösterdiler. Kezban'a süt dolu memelerini sundular. Dizginsiz bir hırsla çar çabuk beyaz sayfayı karaladı. Açlığın yerini kısa sürede alabildiğine zıbarırcasına tokluk aldı. İyiden iyiye semiriverdi, bizim gundi Köstekli.
Kezban artık Roma’daydı.
Leonardo da Vinci’nin Monalisa’nın gülümsemesi ona hiç gibi geldi. Dünyanın en güzel gülümseyen kadınına kısa bir süre sonra burun kıvırdı. Tebessüm de neydi. O kahkahalar atıp Roma gök kubbelerini inletti. Kıçı iki beden daha haşmete erse de, nar kırmızısı rujlar ve allıklar sürüp sürüştürdü. Japon yapıştırıcıları ile ok kirpikler takıverdi. Kaşlar kalem eylendi. "Bir elinde cımbız, bir elinde ayna," ama dünya umurunda. Yakından ilgiliydi her olup bitenle kendileri. Saçlar perma ve ondüle. Ojelerin kırmızılığı aratmadı yamuk dudaklarındaki kızıllığı. Ayakkabılar, çantalar marka ve rugan.
Kezban Roma’daydı.
Ayaklarını Ferrariler, Porscheler değil yerden kesmek, adeta uçurdu onu. Allah düz yolların yer aldığı bu yeni şehirde “koş ya kulum” dedi. Taşsız Roma yollarında en küçük bir taş Kezban’ın tekerinin önünde engel oluşturmadı. Tencereler günün her saati kaynadı, pastırmalar, pastalar gitti, kekler, ballı börekler geldi. Yediği önünde yemediği iki beden genişleyen kıçının bir kol boyu ardında.
Kezban Roma’daydı.
Dilini dibine çekme gereğini hiç duymadı. "Hiç leğende yıkanmamış gibi, geniş geniş konuştu" bütün ukalalığı ile yersiz-ileri geri. Taş kalpli oldu, Romalı Kezban. Çakmak taşlarından yangınlar çıkarıp, Nero’dan sonra Roma’yı yaktı gundi Kezban. Eskidi cehaletin, yoksulluğun ve çirkinliğin yüzü, dönüp bir yol gerilere bakıvermedi hazretleri.
Kezban Roma’daydı.
Her sabah uyandığında kraliçe sandı kendisini. Buyurun efendim kırmızı halı bu tarafta matmazel Kezban. Ukalalıkta al mendiller dahilinde halay başını kimseciklere kaptırmadı. Kürkler giyindi, pırlantalar takındı, havyarlar yedi, kuş sütü ile kahvaltılar yaptı. Buzlu-portakal suyu katkılı vodkalar, whiskyler içer ve kendinden her daim geçer oldu, gundi Kezban.
Kezban Roma’daydı.
“Tüü… kakaydı” akrabaları, tezek kokulu ve de çok salaş bir yerdi Köstekli Köyü. Selam dahi verme gereksizliğini bütün benliği ile benimsedi hanımefendileri. Kıytırıktan bir nohut tanesi iken, Köstekli Köyünde kendileri, Roma’da davetlerden davetlere giden kavrulmuş leblebi oldu kraliçeleri. Sürmeli gözleri görmesindi, elinin tersi ile itiverdi ol fakirleri. Aman da ne çok banal ve asaletten yoksun kişiliklerdi köylüleri. Yanında yöresinde sakın ha olmasalardı, çizerlerdi karizmasını, kırmızı halı bu tarafta buyurun majesteleri.
Kezban Roma’daydı.


Amsterdam, 13 Temmuz 2018

8 Temmuz 2018 Pazar

YARIM TÜRKÜ


YARIM TÜRKÜ



Yüreğimiz ağlamaklı mı, ağlamaklı be üstat! Hani “Bozkırın Tezenesi” büyük ozan da çığırır ya; “mezar arasında harman olur mu?” deyi. Olmaz elbette. İşte o mezar yerini kazar gibi, zati alilerinin yoksunu oldukları, bizim yüreğimizde ise tehlikeli ve fazlalık olarak gördükleri, hani insan olmaya dair her şeyi kürek kürek alıp atın diyorlar. Kalmasın sakın ola en ufak zerresi-kırıntısı. İğne ucu kadar da olsa, olmayıversin güzellik mevcudiyetinin en küçük nüvesi. Bir bardaktaki suyu aktarır gibi yüreğini al aşağı edip boşaltmamızı istiyorlar bizden. İnsanlardaki bu cevher, kimilerini neden bu denli korkutup, rahatsız eder ki, diye şaşakalmamak elde değil.
İhaleyi Laz müteahhit aldı ve anında işe koyuldu. İnşaatı hemencecik başlatıyor. Olabildiğince paslı kalın demirlerden sağlı sollu-önlü arkalı bolca atılması isteniyor. Direktifler veriliyor, üstüne de kaymaklı harcı, adamakıllı karılmış bol kepçe betondan dök diyorlar. Tabii önce kürek ve kazmalarla boşaltma işlemi başlıyor. Söküp atıyorlar; yüreklerimizin o nazlı sızısını, kök salan sevdayı, aşkı, sevgiyi, gonca gülleri, tutkuyu, duyguyu, eşit olmayı, yani insan olabilme uğraşısını, umut veren coşkuyu, kuş misali kanat çırpmayı, mehtabı, merhabayı, bulutlarda gezinmeyi, güneşe göz kırpmayı, Tanrıya şarkı söylemeyi, “mehtabım diyerek yüz vurmayı,” karnında kanatları bin bir renkli kelebeklerin uçuşmasını, bir sokak hayvanı için süklüm püklüm ağlamayı, burukluk veren mülteciler dramını, empatiyi, kurt ve kuşla dost olmayı, güzelliği, ipil ipil bir alevle yanan mum ışığını, gülümsemeyi, ağız dolusu gülmeyi, Ahmet Arif  gibi “Uy havar! – Oy sevmişem ben seni, he canım-sen getir üstünü.” diye haykırmayı, kardeşlik ve barış türkülerini.
Lakin onca zorlamaya rağmen, ne kazmaya ne de küreğe tir tir ellerimiz varmasa da, Laz müteahhit tam mesai iş başında. Kazma kürek sesleri birbirine karışıyor. Sen artık sen olma diyorlar anlayacağın. İşte geldik işte usul usul gidiyoruz, hem de bir bilinmezliğe. Seke seke mi geldik bilemem ama hani der ya Can Yücel adlı sakallı deli şair:
“Çatlak yüreğimle türkülü yollara
düştüm ki o kadar olur
seke seke ben geldim
sike sike gidiyorum…” Benim bir günahım yok. Koskoca şair gelişimizi ve gidişimizi böyle betimlemiş. Gördüğünüz üzere salt O’nun sihirli kelimelerinden gayrı lakırdım yoktur benim.
Kelebek ömrü, çileli ömrümüz. Söyleyiver be üstat, nice olur halimiz, ahvalimiz?
“Burda yeşil biber
acı mı, acı.
Acı mı acı
burda türküler.
Bana böylesi gerek,
of, of
böylesi gerek.
Yanıp tutuştum, of, of.
Yanıp tutuştu yürek.”
Kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, ölü sessizliğindeki ıssız gecenin kırkında, en derin karanlığında yüreğimize son demlerde kenetlenen ve dilimize pelesenk yarım kalan bir türkü:
“Kınıfır bed renk olur
Aşka düşen denk olur
İsterem başıya gele
Göresen ne renk olur.”
Söyle be “lal üstat.” Göresem görmesine ve de aslına bakarsanız gördük göreceğimiz kadar da diyebiliriz. Yüzümüzdeki onca kırışıklık ve çizgi iyiden iyiye demini bulmuşken, daha nice renk ola ki? Kaldı mı sence acep olmadığımız renk? Son kez kırk kuruş daha verip; bir daha kırmızı mı olalım yani?
Diğer yandan, ne dersin, sence de göz göre göre yalana mı iter bizi, milyonlarca müridi ile ifade edilen Rumi?
“İllâ birini seveceksen, dışını değil içini seveceksin. Gördüğünü herkes sever ama sen göremediklerini seveceksin. "Sözde" değil "özde" istiyorsan şayet; ten'e değil, can'a değeceksin.
Ve kör gecenin kırkı, havalandırdığım yarım türkü;
”Kınıfır bed renk olurrr....
.........................................."





Amsterdam, 8 Temmuz 2018





22 Haziran 2018 Cuma

PİNTİ CELAL



 PİNTİ CELAL

Şikâyet etmesini gerektirecek en hafif bir pürüz yoktu. Tam tersine vaziyet alabildiğine berkemaldi. Dolayısı ile işleri yolunda gidiyordu. Amsterdam kentinde üç yıl kadar önce açtığı tekstil atölyesi gün geçtikçe daha çok büyüyor ve daha fazla para getirir hale geliyordu. Büyük giyim mağazaları kendileri ile çalışmak için adeta yarış halindeydiler. Bu gelişmelere birebir tanıklık ederken, tıpkı karikatürlerde de çizildiği gibi dolar işaretleri, namı diyar Pinti Celal’in gözlerinde çok belirgin bir halde gözlemleniyordu. Mutluluğundan ol bedeni gözlerine eşlik edip her tarafı gülüyordu. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsı da bir yandan içini kemirmiyor değildi. Ama bu da elbette olacak ve görünen o ki, ereğine tez zamanda kavuşacaktı.
Var olan sermayesine ha gayret deyip, biraz daha katabilmek için canını dişine takıyordu. Masraf olur diye araba almadığı gibi, yine tasarruf amaçlı işine gidip gelirken toplu taşıma araçlarını dahi kullanmayı düşünmüyordu. Bir kendisi vardı, varsın onu da bacakları oradan oraya taşısındı. Yoksa başka ne işe yarayacaklardı. Cimriliği öyle ki, gözlemlenmesi halinde insan havsalasını anında durduracak kadar hastalıklı bir boyuta gelmişti. Bu amansız hastalık bir ahtapot misali Pinti Celal’i hareketsiz bırakıp tamamı ile esareti altına aldı.
Devasa büyüklükteki biriktirme küpünün bir an evvel dolması gerekiyordu. Bunu yapmadan, haliyle yeni küplere geçemezdi. Serveti her geçen gün başını alıp gitmesine rağmen, o bundan kimselere zırnık koklatmadığı gibi, varlığını kendisi de en asgari düzeyde kullanıyordu. Rast geldiği herkese parasızlıktan yakınıyor, iki yakasını bir araya getirmekte oldukça zorlandığını bıkıp usanmadan anlatıyor, fırçası her daim karamsar tablolara imza atıyordu. Masrafa girecek diye memleketinde bir başına bıraktığı hasta annesini bayramda dahi aramıyordu. Yemiyor, içmiyor, giymiyor, yanında çalışan gündelikçi işçilerden dahi çok daha fakir bir yaşantı sürüyordu. La Fontaine’in bir deyimi tam da burada devreye giriyordu. “Parasından en az yararlanan cimrinin kendisidir.”
Yıllarca gece gündüz insanüstü bir azim ve güç ile çalıştı. Lakin ülkede yaşanan ekonomik kriz ve ucuz işgücünden dolayı aynı giyim mağazalarının gelişmekte olan ülkelere yönelmesi ile Pinti Celal de, pek çok işveren gibi bu denli yükselişe geçen işyerinin kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Ama birikimi onu on beş ömrü de olsa hiç çalışmadan krallar gibi yaşatabilirdi. Çünkü küpler tıka basa doluydu. Fakat kral gibi yaşamak isteyen yoktu. Küplerden bir akçenin dahi eksilmesini istemiyordu. Bunu göz önünde bulundurduğundan yaşı gelip geçtiği halde evlenip çoluk çocuğa dahi karışmadı. Işığından hiçbir şey kaybetmeyeceği halde, başka bir mumu titrek alevi ile yakmadı. Kasvetli loş karanlığı yeğledi. Yek başına kalakaldı.
Cimrilik hastalığı arkadaşları arasında sürekli alay konusuydu. Onu tanıyanların hepsi bu olumsuz yönünden dolayı; ona karşı neredeyse nefret edercesine bir yaklaşım içindeydiler. Ama hiç de umursamıyordu. Pinti Celal’i sürekli alaya alan ve Türkiye’de bulunan Süleyman adlı yakın arkadaşı sürekli yaptığı gibi bir kez daha kendisine bir oyun oynadı. Türkiye’de ortak arkadaşları olan Fikri, Süleyman’ı misafir olarak evinde ağırlıyordu. İki kafadar uzun uzadıya Pinti Celal’in kulaklarını çınlattılar. Uzun sohbetlerinin ardından Süleyman oynayacakları oyunu Fikri’ye anlatmaya koyuldu.
         “Bak Fikri, sen Amsterdam’a gittiğin zaman, ilk işin Pinti Celal’i bulmak olsun. Onu görür görmez hemen kendisini bir kenara çek ve anlatacaklarının olduğunu söyle. Tatil için Antalya’ya gittiğini ve burada üç yüz dönümlük bir alana kurulmuş, yedi yüz odalı beş yıldızlı bir tatil köyünde kaldığını abartarak anlatacaksın. Ve sonrasında bu tatil köyü kimin biliyor musun? İnanmayacaksın ama bu muhteşem yer Süleyman’ın ve bir görseydin bizi krallar gibi nasıl da ağırladı, anlatamam. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızdaydı. Çok ama çok mutlu oldum. İnsanın böyle hem varlıklı, hem de iyi bir arkadaşının, dostunun olması ne kadar güzel. Bu kadar parayı nereden bulmuş bilemiyorum ama hayli şanslı bir arkadaş. Allah kendisine ‘yürü ya kulum’ demiş. O da almış ve son hızla yürüyor. Allah daha çok versin. Etrafında geleni gideni eksik olmuyor. Senin yerinde olsam ben de Süleyman’a bir alo der ve bavulumu topladığım gibi Antalya’ya giderim. Süleyman senin de iyi arkadaşın. Seni de krallar gibi karşılayacaktır. Hem sen de biraz dinlenir kendine gelirsin.”
Devresi gün Fikri Amsterdam’a dönmek üzere yola koyuldu. Gelişinin hemen ardından Pinti Celal’i arayıp, bir kafede buluşmak üzere sözleşti. Kahvelerinde kendisinden olacağını belirterek arkadaşını rahatlattı. Bu durumda öyle veya böyle, Pinti Celal gelmemezlik etmeyecekti.
Anlaştıkları saatte ve yerde buluştular. Hal hatır ile ilgili soruların cevapları alındıktan sonra, ince belli genç garsonun masalarına koyduğu kahve fincanlarına uzandılar. Pinti Celal alttan alttan garson kızı süzmeden de edemedi. Gözleri öylesine maviydi ki, sanki gökyüzü içlerine bağdaş kurup oturmuştu. Öylesine derin bir mavilik vardı. Son bir kez daha baktı. Genç kız çoktan başka müşterilerin yanı başında bitivermişti. Fakat Pinti Celal’i yutkunduran hal ve hareketleri de Fikri’nin gözünden kaçmadı.
Kahvelerin tadına diyecek yoktu. Çok az duyulur caz müziğinin ritmik bir parçasını uğultu halinde gelen derin sohbetlerin sesleri bastırıyordu. Fikri’nin sabırsızlıkla beklediği an nihayet geldi. Arkadaşı Süleyman ile konuştuklarını daha da abartılı bir şekilde Pinti Cemal aktardı. Üstelik Rus bayanların da tatil köyünde çokça olduğunun da altını çizerek anlatımına katarak, durumu daha cazip hale getirdi. Yüzü renkten renge girdi. Süleyman’ın bir anda bu denli zengin olmasına şaşakaldı. Hemen Fikri’ye bir dakika geliyorum deyip kafeden çıktı. Fikri onun hemen Süleyman’ı telefon ile arayacağını biliyordu.
“Alo… Süleyman’ım, canım kardeşim. Nasılsın? Görüşemiyoruz be gözüm. Bu kardeşini hiç arayıp sorduğun yok. Umarım iyisindir. İyi haberlerini alıyorum. Biraz önce Fikri ile beraberdik. Senin tatil köyünden bahsetti. Öve öve bitiremedi.”
Buluşma öncesi Fikri hangi saatte buluşacaklarını Süleyman’a bildirdiğinden o sabırsızlıkla telefon etmesini bekliyordu. Süleyman avını kurduğu tuzağa düşürmüştü. Şimdi yapacağı konuşmayı mümkün olduğu kadar uzatıp, onun sabırsızlıkla beklediği tatil köyü konusunu öteleyip telefon masrafı oluyor diye onu huzursuz kılmaktı.
“İyiyim kardeşim. Sen de iyi misin bana diyorsun ama senin de hiç arayıp sorduğun yok. Sen gelip gidenlerle olsun, sanki paralıymış gibi selam dahi göndermiyorsun.”
Konuşmanın uzayacağını fark edip bunu geçiştirmek istese de Süleyman buna müsaade etmedi. Her defasında yeni bir soru ve konu ile telefon görüşmesini uzattıkça uzatıyordu. Pinti Celal yerinde duramıyor, sadede gelmek için kıvranıp duruyordu. Sonunda Süleyman’ın konuşmasını kesip can alıcı sorusunu patlattı.
“Yahu kardeşim nereden buldun sen o kadar parayı? Nasıl oldu da Allah sana bu denli yolunu açtı?”
Süleyman ağına avını düşürmüştü. Onunla artık kedinin fare ile oynadığı gibi tadını çıkara çıkara oynayabilirdi.
“Celalim, ramazan ayında hiç Taksim meydanına gittin mi? Gittiysen eğer kurulan iftar çadırlarının önündeki yemek kuyruklarını mutlaka görmüşsündür. Diyelim üç bin kişilik bir kuyruk ama bu en sondakilere yemek sırası gelip gelmeyeceği belli değildir. Gelse dahi bu kadar kalabalığa ancak birer kepçe yemek düşer. Ama ben ne yapıyorum biliyor musun? Ben Allah’tan dilekte bulunurken, dua ederken ona Kürtçe yalvarıyorum. Türkçe dua eden milyonlarca insan var. Ama Kürtçe öyle değil. Kürtlerin dahi çok büyük bir bölümü Türkçe dua ediyor. Oysa Kürtçe dua eden insan sayısı öylesine az ki, dolayısı ile Taksim meydanında dağıtılan iftar yemeği gibi, size bir kepçe ya düşüyor ya da düşmüyor. Benim avantajım Kürtçe biliyor olmam. Ben senin yerinde olsam bir an evvel Kürtçe öğrenir ve Allah’a olan yakarışlarımı bu az kullanılan dilde yaparım. Böylelikle senin de tabağına bir bile olacağı meçhul olan kepçe yerine, tabağın dolup taşar. Kürtçe öğrenmek için tez elden kolları sıvamaktan başka çıkar yolun yok senin. Hadi sağlıcakla kal. Kendine iyi bak. İyi haberlerini bekliyorum, canım kardeşim benim. Öptüm.”
Pinti Celal’in kafası durmuş, adeta afallamıştı. Yarım saat sonra kendisini Kürtçe öğrenmek arzusu ile yakın arkadaşı Remo’nun kapı zilini alacaklı gibi çalar buldu. Nefes nefese buyur edildiği arkadaşının evinden içeri daldı. Pinti Celal telaşlı, Remo ise kaygılıydı. Akşam olmak üzere olduğu için Tanrı’nın eli ışığı söndürmek üzere güneşin düğmesine uzandı. Köpüklü kahveleri bu kez sunan pos bıyıklı kaba saba Remo idi.

Amsterdam, 22 Haziran 2018




18 Haziran 2018 Pazartesi

BİTLİS 10 KİLOMETRE








BİTLİS 10 KİLOMETRE

Bitlis! Adını Makedonyalı Büyük İskender’in bir komutanı olan Bedlis’ten alan, pek çok medeniyetin beşiği muhteşem bir şehir. Atalarım kuşaklar boyu bu büyülü topraklarda eşsiz bir ağız tadıyla, kardeşçe, barış ve huzur içinde mutlu bir yaşam sürmüşler. Benim bütün çocukluğum ışıltılı bir su damlası güzelliğindeki anneannem Lusıntak’ın Bitlis şehrindeki yaşantılarına dair bitmek tükenmek bilmeyen masalımsı anıları dinlemekle geçti. Onun o muhteşem büyülü anlatımıyla; yüzlerce yıl ezan sesleri kilise çanlarına büyük bir ahenkle katılıp hoş bir seda halinde, bu kadim toprakların semalarında sevgililer gibi buluşuyorlarmış. Bin bir rengi ile var olan kültürlerin; Türk, Kürt, Ermeni, Arap ve diğer kimliklerin şemsiyesi altında buluştuğu, kaynaştığı, göz kamaştırdığı harikulade bir mozaik. Alabildiğine geniş bir hoşgörünün, güzelliğin, tevazünün, insana dair üst değerlerin yer bulduğu, sapasağlam ayakta durduğu bir birliktelik.
Oysa ben sürgündeki uzak diyarlarda doğdum. Bu güzelliğe bir saniye olsun tanıklık etmedim. Yine de çok uzun bir zamanımı bu topraklarda geçirmişim gibi bir duyguyla yıllardır buraların özlemi içindeyim. Merak edip görmek, tatmak, dokunmak ve duymak istediğim o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bu diyarda uçuşan kuşların gagalarının rengi, kanatları, ağaçların dalları, verdikleri lezzetli meyveleri, çağlayan dereleri, gürül gürül akan ırmakları, göğünün mavisi, çiçeklerin renkleri, yaydıkları mis kokular, çimleri, otları, dağları, tepeleri, insanların giyimleri, birbirlerinin gözlerinin içine duruşları, konuşmaları, yemeleri, içmeleri, sevdaları, hal ve hareketleri, dahası aklınıza gelebilecek her şeyi merak eder olmuştum. Ben onlara ne denli yakın veya uzaktım? Toprak beni adeta çağırıyordu. Buradaki baba evinde yaşlılığımı geçirip bu görmediğim, dokunmadığım, öpemediğim halde vurgunu olduğum topraklara gömülmek ve karışıp kaybolmak istiyordum. Bundan daha da büyük bir emelim yoktu. Hissiyatı büyük özlem yoğunluğumda, anneannemin anlatımlarının elbette payı çok büyük. Rüyalarımda her daim buralardaydım. Bitlis’te doğmamış olsam da annem, babam ve bütün atalarım burada dünyaya merhaba demişler ve kalplerinin büyük bir mutlulukla attığı bu toprakları yurtları haline getirmişler. Kalbim “bum bum” hep buralarda atıyor. Yaşıma başıma bakmadan, kolumdan tuttuğu gibi, söylemesi abes; dünyaca ünlü bir yazar olduğum halde, yine de albenisini anlatmakta hayli zorlandığım bu güzelim baba diyarına beni koştura koştura getirdi.
20. yüzyıla kadar bu topraklarda yaşayan atalarım, gelinen bu zaman biriminde gidişatın eskisi gibi seyretmediğini fark ederler. Fötr şapkasının hemen altından bir şelale misali inen aksakallarını, titreyen ellerinin tedirginliği ile sıvazlayan büyükbabam Minas, anneannem Lusıntak’a çocukları alıp Amerika’ya göç etmelerini sağlık verir. Adım adım yaklaşmakta olan tehlikeyi gören ve kısa zamanda toparlanan ailenin bireyleri uzun bir yolculuğun ardından Kaliforniya Eyaletine bağlı Frosna kasabasına yerleşirler. Ben 1908 yılında Fronsa’da dünyaya geldim. Ailemin Amerika’ya yerleşimi sırasında kendilerine çok yardımcı olan William adlı bir doktorun adını vermişler bana. Dolayısı ile adım Willim Soroyan. Bana koca bıyıklı Ermeni Yazar diyenler de var. Yazmak benim için yaşamakla eş anlamlı. Yazmadan yaşayamam, aksi öldüm demektir. Kitaplarımla birçok ödül aldım. En önemlisi Pulitzer ve sinemaya uyarlanan kitabımla Oskar ödülleri oldu. Bitlis’i konu alan pek çok çalışmam da oldu. Anneannemin bu yöreye ait olan dillerden Türkçe, Kürtçe ve Ermenice için güzel belirlemeleri vardı. Türkçe müzik, Kürtçe kalbin, yani aşkın ve Ermenice ise acının dilidir derdi. Bu iki dil yatağını bulup bir şarap ırmağı misali akadururken, oysa Ermenice ölümü, acıyı tatmış bir dil olarak yatağında acı ve nefret yükü ile akar.
1964 yılında ilk kez rüyalarımın şehri Bitlis’e geldim. Burada dostlarım Yaşar Kemal, Ara Güler, Bedros Zoryan ve hemşehrim Fikret Otyam bana eşlik ettiler. Ev sahipliğinin güzelliği ile yüreğim kafesinden fırlayacak gibiydi. Korku ile ürperen bir tavşan misali kalbim mutluluktan, gördüğüm yakınlıktan tir tir titriyordu. En güzeli de kendi insanlarımın arasındaydım.
Atalarımın izlerine rastlamak için dağ tepe demeden dolandım durdum.  Gördüğüm her insana, hayvana, ağaca, toprağa “ahpariğim - kıymetli ağabeyim, büyüğüm, sevgilim” diye sarıldım, hasretlik giderdim. Şaşkınlık içinde oradan oraya saklambaç oynayan çocuklar misali koşturdum. Görenler telaşıma bir anlam veremediler. Ama öylesine mutluydum ki, inanamazsınız. Ardından büyük bir burukluk yaşadım. Anneannemin bir masal gibi anlattığı insanlarımdan eser yoktu. Tek bir Ermeni’nin izine rastlayamadım. Kimsecikler yoktu. Kuşlar misali kanat çırpıp uzaklaşmışlardı. Anlatılan büyük çanlı kiliseler, kesme taşlı evler hatta ve hatta mezarlıkların yerinde yeller esiyordu. Allahtan babamın evi olduğunu tahmin ettiğim yıkık duvarların izine rastladığımda, dizlerimin üzerine çöküp elime gelen taşı toprağı yüzüme götürerek gözyaşlarımla buluşturdum. Ağladım… Ağladım. İçimdeki zehri attım. Bitlis'in meşhur deyiminde ifade edildiği gibi mi oldu acaba? "Ayağıma yer edem, gör sana ne edem." Kim bilir, belki de öyledir. Hiçbir öfkem, kinim yoktu. İnsanlar çok güzeldi ve ben onları çok seviyordum.
Tek bir Ermeni, kilisesi veya mezarlığı yoktu. “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.” Gel dediniz, ben de geldim. Lakin hiçbir şey kalmamış ki. Ermeniler yok olmuş, mezarlıklar ve kiliseler ise yerle bir edilmişlerdi. Beni bu yerle bir edilişi göstermeye mi çağırdınız?
Hüzün devasaydı. Yine de bakmayın siz bana, ne olur. Pek çok hayal kırıklığı yaşasam da rüyalarımın maviliği Van Gölü’nün suyunu kana kana içtim. Ne kadar da inanılmaz bir güzellikte. Çok kısa bir zaman sonra sanki bütün hayatım buralarda geçmiş ve bundan öncesi de yoktu fikri, bir anda olanca ağırlığı ile üzerime çöreklendi. Dağlar, tepeler, dereler, çiçekler, kuşlar ve bir bütün halinde tasavvur ettiğimden çok daha güzeldi. Anneannemin sık sık anlattığı Sapkor çeşmesinin suyundan içtim, saatlerce burada dolandım durdum. Yine anneannemin sözünü ettiği kıpkırmızı gülyaz (kiraz) ve sulu şılorlardan (erik) doyasıya yedim. Atalarımın izlerini sürdüm. Çeşme hala eskisi gibi kaynağından döne dolaşa getirdiği su ile akmaya devam ediyordu. Alttan, üstten yandan, sağdan ve soldan defalarca baktım. Her taşını bir bir beynimin kıvrımlı kanallarına kazıdım. Çeşmenin etrafında çocuklar gibi koştum. Beni görenler şaşakaldılar. Her taşı bir bir sevgili misali bağrıma bastırarak kucakladım, toprağı tekrar tekrar öptüm. İnsanlarıma sarıldım. Mutlu, huzur dolu ve gönlüm krallığını yaşıyordu. İçimde kinin ve öfkenin kırıntısı dahi yoktu. Her zamanki gibi kalbim her şeye ve herkese karşı olan sevgimle dolup taşıyordu. Yüreğimin tatlı yükü ağırdı. İnsan olarak kalabilmeyi becerdim.
“Toprağından dönmemecesine ayrıldı babam
efsanelerin beslediği o gökyüzünden uzak
ölüp gitti ama ardında beni, küçük hayaletini
bıraktı yas tutsun diye; soğuk, sislere gömülü,
yağmurların yıkadığı o gölün, tüm ölümlü acıların,
toplandığı o havuzun kıyısında ağıtını yakıp ağlasın diye.”
Bitlis’i gördüğüm zaman, insanlara şöyle seslendim:
“Şurada biraz oturup Bitlis’te olduğumu anlamak istiyorum. Bu benim için çok önemlidir. Bir Bitlisliden, Bitlislilere selam… Bir Amerikalıyım ama bir Bitlisli olduğumu hiçbir zaman unutmadım. Şayet bir söz söylemek gerekirse şöyle diyeceğim; Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler… Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu tarif etmem imkânsızdır. Benim Bitlis’e yetişmem bir mucizedir, inanın… Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum. Buraya gelmeyi hep arzu ederdim. Nihayet ulaştım… Tek bir endişem vardı, acaba Bitlis, düşündüğüm gibi değil mi? Şu an nasıl memnunum, anlatamam. Endişelerim gitti. Evime geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum… Artık yerime oturacağım, bana izin verin.”
Artık iyiden iyiye yaşlandım. Kendi ölümümü görüp tanıklık edemeyeceğim için bilemeyeceğim. Nerede ve nasıl ölürüm. Memleketlim şair Orhan Veli’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi, benim bu dünyadan elimi ve eteğimi topraklarıma doyamadığım ömrümün sonlanışını da “edebiyat tarihçileri-meraklıları araştırsın.” Olmaz mı? Ahpariglerim, araştırmak için kollarınızı sıvadınız mı? Yes man. OK! Thank you. See you later.


Amsterdam, 17 Haziran 2018


KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...