BAĞ BOZUMU ZAMANI
“Duygulandırmayan
kişi yavandır.” Kant
Zaman diye adlandırılan,
insan ömrünü durmaksızın törpülediğine aşikar olduğumuz kavramdan irice sayıla bilinecek bir dilim,
ol umursamazlığı ile ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir
halinde. Bu dilim; kan kırmızısı şerbetli bir Diyaribekir karpuzunun bir
parçası olsaydı, belki de iştahla yenirdi. Böylelikle istemimiz dışında
sular-seller misali durmaksızın akaduran zamanı gönlümüzce durdururduk. Ama
değil.
Zaman böylesi bir durumda
hareket halinde iken, afili güneş ise sanki böbürlenecek bir maharetmiş gibi,
her gün küsmeyi kendisine alışkanlık haline getirdi. Akabinde ardına bakmadan
bir başına küskün uzaklaştı. Bu karpuz diliminde-pardon zaman diliminde
sararan, kimileri ise kızıllaşan ağaç yapraklarının tamamıyla kapladığı kaldırımlara,
küskünlüğünden olsa gerek, huzmelerini
daha eğik konumda salmaya koyuldu. Mevsim gereği hava artık çok da sıcak değil.
Hatta bazı aralar üşüme hissi; bütün bedeninizi kaplayan cildinizin kapılarını
açmak üzere ürpertilerle alabildiğine zorluyor. Hal böyle olunca da insanlara;
zeytinyağı ile yapılacak sarmalık bir lahana misali kat kat giyinmek kalıyor.
Yeryüzünde yaşamlarını
idame ettiren insanlar ve irili ufaklı bütün diğer canlılar kendilerine biçilen
özgün rollerle günlük uğraşılar içindeydiler. Öykümüzün kahramanı, tıp
fakültesinde genç bir öğrenci olan İclal'in ne yaptığına göz atacak olursak,
onun bütün gün amfide ders dinlemekten bitap düştüğünü görürüz. Sürekli ders
notları aldı. Masaya dayadığı sol dirseği ile çenesini sıkıca desteklediğinden,
nar kırmızısı ojeli tırnakları ipeksi yanağında derince izler bıraktı.
Çantasını ve kitaplarını ders bitiminin hemen ardından, bir çırpıda topladı ve
kendisini adeta can havliyle fakültenin dışına attı. Küskün güneş misali o da
ardına bakmadan, olabildiğince hızlı adımlarla kaldırımda çıkardığı senkronize
topuk sesleri dahilinde kalabalık Ankara sokaklarında kayboldu. Bu güzel ve
alımlı genç kızı gören çiçeği burnunda delikanlılar ona uzun süre hayranlıkla
bakmaktan kendilerini alamadılar. Gençler göz hapsine aldıkları ve her adımında
uzaklaşan kadının silueti silinip görünmez hale gelince, bakışlarını buruk
duygularla yere indirdiler.
Ankara Zafer Çarşısına
her ne zaman gitse kendisinde anlayamadığı bir rahatlama hissediyordu. Belki de
kitaplar ona iyi geliyordu. Bu yer altındaki izbe, büyük kısmı kitapçı
dükkânlarından oluşan çarşı, onun için tam bir rüyalar âlemiydi. Buraya ayak
bastığı anda kendisini adeta büyülenmiş hissediyor, "Evet, İclal in
wonderland – İclal harikalar diyarında.” diye de mırıldanmayı eksik etmiyordu.
Kitaplardan yükselen ve genzini yakan o müthiş tozlu koku, onu esrik etmeye
yetiyordu. Bu nedenle müptelası olduğu bu çarşıya, bir an evvel ayak
basmalıydı. Böylelikle yorucu günün ardından kendisine en kısa zamanda
gelebilecekti.
Kitapçı dükkânları
arasında mekik dokudu. Yeni çıkan kitapları koklamalarla ve büyük bir merakla
maviş gözlerini daha büyük açıp incelemeye koyuldu. Kısa kısa yeni yayınlanan
şiirlere göz gezdirdi. Dudak bükümleri ile gözlerinde gülümsemeler belirdi.
Sevgili misali sırtlarını ve kapaklarını özenle okşadığı kitapları bulundukları
yere usulca incitmeden koydu. Kimseler görmese sevdiği kitapları tek tek
öpecekti. Çok beğendiği yeni üç şiir derlemesini satın aldı. Dünyalar onun
oldu, günü mutlulukla taçlandı. Başının esrikliği daha bir artı.
Beko da aynı duygularla
soluğu sıklıkla Zafer Çarşısında alanlardandı. Yıllar önce memleketi Silvan’dan
bavulunu sırtladığı gibi eğitimi için başkent Ankara’ya gelmişti. Dağlar
ardında kalan müthiş özlem duyduğu memleketine bir hayli uzak düşen bozkır
ortasındaki Ankara, onun için yeni bir dünya ve yeni arkadaşlıklar demekti. İlk
yıllarda uyum sağlamakta bocalasa da, çok geçmeden ayak uydurmasını bildi. Pek
çok içten dostluklar edindi. Zorluklarla da olsa Ankara Hukuk Fakültesinden
mezun oldu. Şimdilerde bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak
çalışıyordu. Bu iş yorucu da olsa, her şeye rağmen memnundu. O da iş sonrası
kendisini Zafer Çarşısına atıp, İclal gibi aynı sarhoşluğu yaşamak
isteyenlerdendi.
Çarşının dışında rüzgâr
uğultular halinde kimseleri dinlemeden, şişkin avurtları ile durmaksızın
üfleyip hazan mevsiminin kaldırımlara renk cümbüşü halinde serpiştirdiği ağaç
yapraklarını, kararsızlık karmaşası içinde değişik yönlere doğru savuruyor.
Dükkân ve mağaza sahipleri içeri adımını atan her müşteri ile umuda
kapılıyorlar. Lokantalardan taşan yoğun kebap, lahmacun ve pide kokuları
sokaktan geçenlerin açlık hissini ayyuka çıkarmaya yetiyor. Ne yazık ki; İclal
gibilerin sayısı çok değil. Az okunuyor ve çok kitap satılmıyor.
İclal son zamanlarda
uğrak yerlerinden biri haline getirdiği ve çayını çok beğendiği, çarşının bir
kıyıcığında yer alan, sarıya boyalı duvara asılı tabelasında “Doğu Çayevi”
yazan küçük mekâna doğru ilerledi. Kitaplarla haşir neşirliğinin ardından sıcak
bir çay yudumlamak, çoğu zaman bedeninden uzaklarda olan onu derdest edip kendisine
getiriyordu.
Çay evinin önüne oturmak
için sandalye yerine yerden çok yüksek olmayan kürsüler yer alıyordu. İclal
biraz çekinceli de olsa artık çay ocağının sahibini de tanıdığından rahatlayıp
bir kürsüye oturdu. Çay ocağının sahibi Beko’nun hemşerisi yaşlı Hikmet Amca
güzelliği dikkatleri çeken genç kız İclal’i görünce bıyıklarının altından
gülümsedi. Kısa bir zamandır mekânına takılan İclal’in çayını nasıl içtiğini biliyordu
artık. Çok geçmeden açık ve tek şekerli çayı İclal’e sundu.
Hikmet Amca az ileride
dikeldi. Bu güzeller güzeli genç kızın çayından ilk yudumunu almasını bekledi.
Sonrasında ellerini namaz kılar gibi hafif çıkık göbeğinin altında mahcupça
kavuşturdu. Yüzünde her daim muhafaza ettiği doğallığın eşliğinde gülümseyerek
baktı.
“Nasılsın kızım? İyi
misin? Derslerin nasıl gidiyor? Bildiğim kadarı ile okul bitiyor artık değil
mi? diye İclal’i Kürt aksanının ağır bastığı çatal sesi ile soru yağmuruna
tuttu.
“Çok teşekkür ederim
Hikmet Amcacığım, iyiyim. Evet, kısmetse bu yıl mezun oluyorum. Uzun bir
süreçti. Ama emeğime değdi sanıyorum. Ondan sonra iş aramam gerekiyor. Herhalde
ilk önce hastanelerden birinde stajyer doktor olarak başlarım.”
“Maşallah. Ne güzel
kızım, ne güzel. Umarım her şey dilediğin gibi olur. Başarıların daim olsun.” Bu sırada Beko da
çay ocağına doğru geldi. Hikmet Amca dikeldiği yerden Beko’nun geldiğini
görünce İclal ile girdiği sohbeti özür dileyerek yarıda bıraktı.
“Ooo… Beko hoş geldin
yeğenim. Buyur geç otur. Ne iyi ettin de geldin. Bak, biz de İclal kızımla
laflıyorduk. Hayırlısı ile o da bu yıl tıp fakültesinden mezun olacak.
İstersiniz sizleri tanıştırayım. İclal kızım bu avukat Bekir Bey. Aynı
memleketliyiz. Silvan'dan yani. Bekir bu hanım kızımız da İclal.”
Beko tanıştırıldığı ve
ürpertilerle elini sıktığı İclal’in eşsiz güzelliği karşısında şaşakaldı.
"Bir gelin gibi kızardı." Hiç beklemediği, bu tesadüfi tanışma
fırsatını yakaladığından dolayı Beko’nun yüreğine doğru art arda sıcak mutluluk
katreleri aktı. Titrek bir sesle;
“Çok memnun oldum.” deyip
ütülü pantolonunun dizlerini çekiştirip İclal’in karşısına oturdu. İclal’in göz
kamaştıran cazibesi karşısında bir an lal olan Beko kısa sürede kendisini
toparladı. İclal de ilk defa gördüğü bir Galler Prensini andıran bu filinta gibi
yağız delikanlıdan kendisini alamadı. Gözleri; tanıştırıldığı gencin ağzına
neredeyse doluşan kömür karası bıyıklarına takılı kaldı. Bu arada Hikmet Amca
merakla bakan gözlerini kırpıştırmalarla Beko’nun demli ve şekersiz çayını
verdi. Rahatsız etmemek adına tezgâhının ardına geçti. Biriken çay bardaklarını
köpüklü sıcak sularla yıkadı.
Beko utangaç bir tavırla
süzdüğü İclal’in elindeki şiir kitaplarını görünce, lal olmaktan sıyrıldı.
“Ne güzel. Ahmet Arif,
Edip Cansever ve Nazım. Tesadüf bu ya benim de çok sevdiğim ve pek çok
şiirlerini ezbere okuduğum büyük şairler. Doğrusu çok güzel bir seçim.”
“Öyle mi? Demek siz de
şiir seviyorsunuz ve üstelik ezbere de okuyorsunuz. Ne güzel, ben de çok
sevdiğim halde hiçbir şiiri aklımda tutamıyorum. Acaba rica etsem, bana
şuracıkta sevdiğiniz bir şiiri benim için okur musunuz?”
Beko oturduğu yerde
İclal’in aldığı kitaplardaki şairlerden üst üste birer kısa şiir okudu. İclal
daha önce defalarca okuduğu bu şiirleri, inanılmaz güzellikte, duygu yüklü ve
vurguların yerli yerinde yapıldığı bir sesten dinleyince sermest oldu. Başı
hızla döndü. Yüzündeki gamzelerin çukurlukları derinleşti. Gözlerinden mavilik
bal olup etrafa saçıldı. Beko’nun karşısında oturan eşsiz bir dünya güzeli
oluverdi. Teşekkür mahiyetinde Beko’nun omuzuna dokundu.
“Ağzınıza, yüreğinize
sağlık. Ne çok etkilendim bilemezsiniz. Ses tonunuz ve şiirlerin güzelliği beni
alıp götürdü. Okuduğunuz şiirlere değer kattınız. Müthiş etkilendim. En kısa
zamanda başka şiirleri de sizden dinlemek isterim." Şiir temalı bu kısa
tanışmanın ardından, birbirlerinden ve Hikmet Amcadan aynı anda hatır isteyip
ayrıldılar.
Beko ertesi gün büyük bir
sabırsızlık ve umutla aynı saatte çay ocağına koşturdu. Dışarıda düne kıyasla
daha dingin bir hava vardı. Kızılay semtinde her zamanki gibi yoğun bir
kalabalık, yüreğinde kıpırtılar olan genç bir avukatı da kucaklayıp içine almış
bir halde koşturuyordu.
Beko uzaktan Hikmet
Amcayı gördü. Saygıyla el salladı. Çaycı Hikmet Amca genç delikanlının hangi
duyguları taşıdığını anlamakta gecikmedi. Yine bütün tatlılığı ile gülümsedi.
İclal henüz görünürlerde yoktu. Beko oturduğu kürsüde etrafına bakınadururken
çok geçmeden başka bir kalabalık, benzeri heyecan veren güzelim duyguları
yüreğinde sımsıkı taşıyan İclal’i küçük bir dalga halinde önüne katıp Doğu
Çayevine getirdi.
“İnanmıyorum. Bekir Bey
ne tesadüf, siz de mi buradasınız. Ben Hikmet Amcanın çayını çok seviyorum. Bu
arada dün okuduğunuz şiirler hala kulaklarımda çınlıyor. Ne iyi ettiniz de
geldiniz. Sizi gördüğüme çok sevindim. Yoksa kim bilir sizi bir daha ne zaman
görebilirdim. Hay aksilik telefon numaranızı da almamıştım.”
“Ben de sizi gördüğüme
inanın çok sevindim. Sizi tekrar görmek çok güzel. Sizi tanıma fırsatını
yakaladığımdan dolayı ki, bunu sevgili Hikmet Amcaya borçluyum, kendimi çok
şanslı ve mutlu hissediyorum. Hoş geldiniz. Neler yaptınız bakalım,
görüşmeyeli? Aldığınız şiir kitaplarına göz gezdirebildiniz mi? Ne dersiniz? O
halde bir çay alırsınız değil mi?” Kısa aralıklarla cevabı alınan soruların
ardından samimi, sıcak, hoş ve derin bir sohbet başladı. Yüz yıldır
tanışıyorlarmış gibi yüreklerinde tatlı karıncalanmalarla birbirlerinin gözlerinin
derinliklerine daldılar.
Bütün hafta boyunca aynı
mekâna yüreklerinde kanat çırpan kelebeklerle gidip gelen taze sevdalılar, son
gelişlerinde Doğu Çayevinden ayrılmalarının ardından, Hikmet Amcanın görüş
alanından çıkar çıkmaz, büyülü kitap kokularını içlerine çeke çeke Zafer
Çarşısından el ele çıktılar. Kuş misali cıvıltılar çıkarıp, uçuşuyorlardı.
Zaman diye adlandırılan
kavramdan, kan kırmızısı şerbetli Diyaribekir karpuzu olmasa da, öykünün
başındaki iriliği biraz daha küçülen dilim, umursamazlığından ödün zerre kadar
vermeden ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir halinde
olmayı sürdürdü. Sararıp solan yaprakların büyük bir kısmı çöpçüler tarafından
süpürüldü. Süpürgeden el çabukluğu ile sıvışmasını bilenlerin hali de pek hal
değildi. Yönünü şaşıran rüzgâr tarafından bir o yana, bir bu yana savrulmaktan
yakalarını kurtaramadılar. Beko, omuzuna başını bir bulut hafifliği ile koyan
İclal’e duygu seli bir ses ile dünya şairlerinden birbirinden güzel sevda
şiirleri okumaya devam etti. Aşk ısrarla kapı zilinden elini çekmeyi
unutuverdi.
Amsterdam, 4 Ocak 2019