14 Ocak 2019 Pazartesi

JET TOSTOS





 JET TOSTOS

Bozkırın o bunaltan kavurucu sıcaklarından ve dondurucu ayazından korunmak, çalılık veya ormanlık bir alanda yaşamaktan çok daha zor. Böyle buyurdu ulu Tanrı ve görünen o ki; biçilen ömrü bu coğrafyada sürdürmekten başka, ufukta bir yol da görünmüyor. Lakin yapılacak bir şey yok. Kimselerin beni bundan sonrasında da şefkatle kucaklayıp, başka ülke veya diyarlara götüreceğini de hiç sanmıyorum. İlerleyen satırlarda naçizane anlatımımla, herhangi bir serzenişte bulunuyormuşum gibi bir intiba uyanmasını istemem. Tam tersine bulunduğum konumdan oldukça memnunum. Uzak diyarlara kıyasla bulunduğum ortam daha sakin ve dingin denilebilir. Hal ve vaziyet bu olunca da haliyle bu diyarda sürdürdüğümüz hayat daha az riskli bir hal alıyor. Yırtıcısı, parçalayıcısı ve hırlısı daha az. Elbette çamlık, ormanlık, çağıldayan dereler ve sazlıkların arasında bulunsaydık, ortamın arz ettiği tehlikeye rağmen belki de iyi olabilirdi.
Atik, hızlı ve aceleci görünen karakterimden dolayı bana bulunduğumuz yörede, yani Büyükcamili Köyü civarında “Jet Tostos” derler. Daha pek çok özelliğim var. Ama ne gerek var, şimdi hepsini tek tek anlatımımla kafanızı yormaya. Şu var ki okumayı seviyor ve okuyan herkesi de seviyorum. Siz de şu an okuyor olduğunuza göre, bu sizi de seviyorum demektir. Kim olduğumu hemen açıklayacağım. Kendimi onlarca bol gölgelikli, püfür püfür esen, uzun usturuplu cümlenin kuytuluğuna saklayıp, apansız ben buyum demek de istemiyorum. Öyle fazla sürpriz meraklısı değilimdir. “Develer tellal, pireler berber iken, guguk kuşu terzi, kaplumbağa fırıncı ve eşekler yine hamal iken...” diye başlamamın da gereği yok. Ama bu tekerlemede ben fırıncıyım. Yani bir kaplumbağayım. Kaplumbağa olarak sürdürdüğüm hayat öykümü naçizane anlatımımla, sizleri bunaltmadan sürdüreceğim.
Qolit Tepesi ve Kül Höyük taraflarında yerleşik olan pek çok akraba, dost ve arkadaşımız kaplumbağa var. Dostluğumuz sadece kaplumbağalardan ibaret değil elbette. Diğer canlılarla da kız alıp vermeksek de, iyi ilişkilerimiz var. Bu geniş bozkıra yayılan alanda bulunan kirpiler, baykuşlar, tilkiler, kuşlar, kurbağalar, yılanlar ve tarla farelerinden oluşan pek çok dostumuz ve arkadaşımız var. İnsanlar bize zarar vermeseler de, sıkı bir dostluğumuzun olduğu da söylenemez. Bugüne değin uzaktan uzağa gülümseme ve selamlaşmanın ötesine gidemiyoruz. Sofralarına konuk olmadık, sofralarımıza konuk olmadılar. Onlar sürekli önemli işlerle haşir neşirler. Özellikle de bizim sürekli ayar vermeye çabaladığımız tabiatın dengesini alabildiğine bozmak için ellerinden geleni rant uğruna artlarına bırakmıyorlar. Bunu her geçen gün bütün canlıların dünyasında meydana gelen tehlike  oluşturan değişimlerden dolayı hissediyoruz. Dünyayı sadece kendileri için değil, bizler için de yaşanmaz hale getiriyorlar.
Gezegenimizde nefes alıp veren her canlı dünyamıza zenginlik ve renklilik katıyor. Her kaplumbağanın sırtında bir dünya taşıdığı söylenegelen bir söylemdir. Aslında bu hayata tutunan herkes için geçerlidir. Her organizmanın ayrı bir dünyası ve özgün hikâyesi var. Güzel olanda bu olsa gerek.
Neler mi yapıyoruz? Aslında pek çok şey. Ama bu sıralarda akşam serinliğinde düzenlediğimiz spor müsabakaları ile yoğun bir şekilde meşgulüz. Ben daha çok futbol müsabakalarında yer alıyorum. Bölge hayvanlarından oluşan spor kulüplerimiz var. Son üç yıldır Qolitspor’un kalecisiyim. Defansımızda kirpi Mujik ve ön santrforumuz ise Cingöz Tilki. Cingöz bir zamanlar Camili Köyünden Kör Zewe’nin Mor İbik adlı horozunu avlayan tilki. Kaderin cilvesi bu ya, lakin ava giderken avlanmıştı. Kör Zewe’nin kocası Çıtak Haydar tarafından tüfekle vurulması esnasında kuyruğu kopmuş, ele güne uzun süre madara olmuştu. Cingöz ilk zamanlar kuyruğunu yitirmesinden dolayı bir hayli alay konusu olsa da, şimdilerde bu biraz unutuldu. Doğrusu kendisi iyi bir golcü. Sezar'ın hakkını yine Sezar' teslim etmek gerekir.  Kuyruğunun koparılmasından sonra hedefine daha hızlı koşar hale geldi.
Her ne zaman Kirpi Mujik rakip takımın bir golünü önlese, karısı Tujik, çocukları, Juju Can, İpek, Zarife ve Kadife sevinç çığlıkları ile yeri göğü inletiyorlar. Aman ne heyecan, şaşar kalırsınız. Onların bu sevinci ve coşkuları sarı-yeşil formalı takımımıza müthiş moral veriyor. Doğrusu sevgili Tujik’ten daha iyi bir amigo düşünemiyorum. Cingöz'ün bu yıl şampiyon olmamızdaki payı ise asla yadsınamaz. Qolitspor bu süper oyuncuya hep minnettar kalacaktır. Gelecek hafta Küllü Höyükspor ile final maçımız var. Ama bizim savunmamızda kirpi Mujik ve santrforumuz Cingöz Tilki olunca bize sahada yenilgi yok.
İnsanlar biz kaplumbağaları “yavaş akrabalar” olarak adlandırmakta haklılar. Maceracı canlılar değiliz. Elbette bir tavşan misali hızlı olmayı, bir sıçrayışta iki metre mesafeyi geride bırakmayı bizler de isterdik. Varsın olsun. Hiçbir yere gitme acelemiz yok nasıl olsa. Tabiat bize de böylesi bir özellik kazandırmış. Ama biz kaplumbağalar âleminde, ağırlığımızdan olacak; düşünürlerimiz ve filozoflarımızın sayısı azımsanamaz.
Böylesi entelektüel şairimizden değerli birini daha yeni kaybettik. Çok üzücü bir günümüzdü. Geçen hafta Pazar günü bir şiir dinletisine giden ve bu diyarda çok sevilen ozanımız Poetik Kaplumbağa, Küçükcamili’den gelip, hızla Pur Yaylası istikametine giden traktörün devasa tekerleklerinin altında kaldı. Feci bir ölümdü. Traktör sahibi Dişo kaza ve belaya karşı kurutulmuş, nereden bulduysa, bir kaplumbağa yavrusunun asılı olduğu direksiyona sahip olamadı. Poetik Kaplumbağa’yı ezip geçti. Olay yerine geldiğimizde Dişo üzüntü içindeydi. Bir kenarda oturup hıçkırıklarla ağladı. Şairimizin benekli kabuğu yerle bir olmuştu. Ama hiçbir şey Poetiğimizi bize bir daha getiremezdi. Ne kadar da nazik, arkadaş canlısı, duygusal ve yardımsever bir kişiliğe sahipti. Papatyalara ve gelinciklere bayılırdı. Bu güzelim çiçekler kendisine ilham verirdi. Geriye şiirleri ve bundan sonrasında deviremeyeceği binlerce sözcük boynu bükük kalakaldılar. Sevdaya tutulan her kaplumbağa artık onun şiirleri ile söze başlayıp, sevdiğinin gönlünü fethedecek. Benim de sevdiğim bir şiirinden birkaç dizeyi sizlerle paylaşmak isterim. Aklımda kaldığı kadarı ile, umarım beğenirsiniz.
“Zavallı lum lum kaplumbağa,
Sırtında evin, çarpık aheste adımların.
Yan çizedurursun sola sağa.
Ne eyledin ki gök gözlü, lokum yâre?
Peynirler mi sundun, tulum tulum.
Oylum oylum selvi boylum da diyemem ki sana.
Süklüm püklüm, lum lum kaplumbağa.”
Taziyeye katılım hayli yoğundu. Büyükcamili Köyünün muhtarı Qefer'in nezaket gösterip, gönderdiği taziye çelengi Poetik Kaplumbağa’nın eşi Şaziye’yi ve çocuklarını çok duygulandırdı. Kısmet olursa değerli ozanımıza Qolit tepesinin yamacında anıt bir mezarlık yapılacak ve böylelikle burası onun ebedi istirahatgahı olacak.
Kaplumbağa da olsanız, demem o ki; aşksız yaşanmıyor. Bütün canlıların edinebileceği en büyük ruhsal gıda sevgidir. Onu insansa insan, kaplumbağa ise kaplumbağa, eşekse de adam gibi eşek yapan sevgidir. Gençliğimin bu evresinde yakaladığım ölümsüz aşka-sevdaya büyük kıymet biçiyorum. Adı ne gizli, ne de saklı kalsın. Dünyada bulunan bütün canlılar ve bitkiler bilsin. Öyle “edebiyat tarihçilerinin araştırmalarına” da gerek duyulmasın. Adı Şadiye. Kendisini sık sık ziyaret ediyorum. Ne zaman yola çıkıp Şadiye’me doğru yola koyulsam, beni gören her insanoğlu;
“Bu Jet Tostos kaplumbağa yine hangi cehennemin dibine doğru gidiyor.” diye kendi kendisine homurdanıp duruyor. Kim bilir belki de elimdeki güzelim çiçek buketini kıskandığındandır. Sevdiğimin kapısını bilinen bir türkü eşliğinde usulca tıklatıyorum. Onu üzmelere asla gelemem. Bundan bütün benliğimle sakınırım. Şadiye'min ağzından çıkan her kelime benim için birer emirdir.
“Nerede o mis gibi leylaklar
Sararıp solmak üzre yapraklar
Bana mesken olunca topraklar
Beni yad et Şadiye'm başın için.”
Elimdeki leylaklar ve yapraklar tazeliğini korur. “Daha ben geldim Şadiye’m” demeden, Şadiye’min uzun ince boynu dünya güzeli kabuğundan süzülür, kendimi dünyanın en mutlu kaplumbağası hissederken, yanaklarıma baldan tatlı onlarca öpücük kondurulur. Başımı olabildiğince göğe uzatır, esrik bir halde, kendi kendime olmadık havalara girerim.
Sevdiğimin güzelim sert kabuğunu okşayadururken; okudunuz mu bilmem, John Green’in "Kaplumbağa Kabuğunda Dünya" adlı eserinde yer alan methiye dizelerini seçerim. Bu güzelim sözcükleri Şadiye’min kulağının dibinde usulca fısıldarım. "Kaplumbağa kabuğunda, aradığım sensin. Binlerce defa seçtiğim. Asla kaybetmeyeceğim. Sonsuzum sensin. Yıldızlarım. Gökyüzüm. Nefesim. Hepsi sensin.” Şadiye’m anında mest, bense mutlu olurum.
Kendimi belki övmüş gibi görünüyor olacağım ama öyle değil. Şu konuya da değinmeden edemeyeceğim. Ben dahil kaplumbağaların terbiyeciye ihtiyacı yok. Bugüne değin ne kusurumuz olmuş? Terbiyemiz yeterince yerinde. Kimselerin tavuğuna kış dediğimiz yok. Haktan, hukuktan, bilim ve ilimden yana olduğumuz bilinegelir. Doğaya ve bütün canlılara karşı saygımız sonsuz. Barış, hoşgörü, adil bir paylaşım ve güzellik en büyük temennimiz. Böylesi köklü bir aile terbiyesi edindik. Bir de aşk ve sevgi içinde yaşıyor olunca keyfimize diyecek yok. Gerisi yalan. Bana kalırsa bütün canlıları içine alan, tabiatın o sıcacık koynu hepimize yeter! Dünya güzel.

Amsterdam, 15 Ocak 2019















4 Ocak 2019 Cuma

BAĞ BOZUMU ZAMANI





BAĞ BOZUMU ZAMANI


“Duygulandırmayan kişi yavandır.”   Kant


Zaman diye adlandırılan, insan ömrünü durmaksızın törpülediğine aşikar olduğumuz kavramdan irice sayıla bilinecek bir dilim, ol umursamazlığı ile ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir halinde. Bu dilim; kan kırmızısı şerbetli bir Diyaribekir karpuzunun bir parçası olsaydı, belki de iştahla yenirdi. Böylelikle istemimiz dışında sular-seller misali durmaksızın akaduran zamanı gönlümüzce durdururduk. Ama değil.
Zaman böylesi bir durumda hareket halinde iken, afili güneş ise sanki böbürlenecek bir maharetmiş gibi, her gün küsmeyi kendisine alışkanlık haline getirdi. Akabinde ardına bakmadan bir başına küskün uzaklaştı. Bu karpuz diliminde-pardon zaman diliminde sararan, kimileri ise kızıllaşan ağaç yapraklarının tamamıyla kapladığı kaldırımlara, küskünlüğünden olsa gerek,  huzmelerini daha eğik konumda salmaya koyuldu. Mevsim gereği hava artık çok da sıcak değil. Hatta bazı aralar üşüme hissi; bütün bedeninizi kaplayan cildinizin kapılarını açmak üzere ürpertilerle alabildiğine zorluyor. Hal böyle olunca da insanlara; zeytinyağı ile yapılacak sarmalık bir lahana misali kat kat giyinmek kalıyor.
Yeryüzünde yaşamlarını idame ettiren insanlar ve irili ufaklı bütün diğer canlılar kendilerine biçilen özgün rollerle günlük uğraşılar içindeydiler. Öykümüzün kahramanı, tıp fakültesinde genç bir öğrenci olan İclal'in ne yaptığına göz atacak olursak, onun bütün gün amfide ders dinlemekten bitap düştüğünü görürüz. Sürekli ders notları aldı. Masaya dayadığı sol dirseği ile çenesini sıkıca desteklediğinden, nar kırmızısı ojeli tırnakları ipeksi yanağında derince izler bıraktı. Çantasını ve kitaplarını ders bitiminin hemen ardından, bir çırpıda topladı ve kendisini adeta can havliyle fakültenin dışına attı. Küskün güneş misali o da ardına bakmadan, olabildiğince hızlı adımlarla kaldırımda çıkardığı senkronize topuk sesleri dahilinde kalabalık Ankara sokaklarında kayboldu. Bu güzel ve alımlı genç kızı gören çiçeği burnunda delikanlılar ona uzun süre hayranlıkla bakmaktan kendilerini alamadılar. Gençler göz hapsine aldıkları ve her adımında uzaklaşan kadının silueti silinip görünmez hale gelince, bakışlarını buruk duygularla yere indirdiler.
Ankara Zafer Çarşısına her ne zaman gitse kendisinde anlayamadığı bir rahatlama hissediyordu. Belki de kitaplar ona iyi geliyordu. Bu yer altındaki izbe, büyük kısmı kitapçı dükkânlarından oluşan çarşı, onun için tam bir rüyalar âlemiydi. Buraya ayak bastığı anda kendisini adeta büyülenmiş hissediyor, "Evet, İclal in wonderland – İclal harikalar diyarında.” diye de mırıldanmayı eksik etmiyordu. Kitaplardan yükselen ve genzini yakan o müthiş tozlu koku, onu esrik etmeye yetiyordu. Bu nedenle müptelası olduğu bu çarşıya, bir an evvel ayak basmalıydı. Böylelikle yorucu günün ardından kendisine en kısa zamanda gelebilecekti.
Kitapçı dükkânları arasında mekik dokudu. Yeni çıkan kitapları koklamalarla ve büyük bir merakla maviş gözlerini daha büyük açıp incelemeye koyuldu. Kısa kısa yeni yayınlanan şiirlere göz gezdirdi. Dudak bükümleri ile gözlerinde gülümsemeler belirdi. Sevgili misali sırtlarını ve kapaklarını özenle okşadığı kitapları bulundukları yere usulca incitmeden koydu. Kimseler görmese sevdiği kitapları tek tek öpecekti. Çok beğendiği yeni üç şiir derlemesini satın aldı. Dünyalar onun oldu, günü mutlulukla taçlandı. Başının esrikliği daha bir artı.
Beko da aynı duygularla soluğu sıklıkla Zafer Çarşısında alanlardandı. Yıllar önce memleketi Silvan’dan bavulunu sırtladığı gibi eğitimi için başkent Ankara’ya gelmişti. Dağlar ardında kalan müthiş özlem duyduğu memleketine bir hayli uzak düşen bozkır ortasındaki Ankara, onun için yeni bir dünya ve yeni arkadaşlıklar demekti. İlk yıllarda uyum sağlamakta bocalasa da, çok geçmeden ayak uydurmasını bildi. Pek çok içten dostluklar edindi. Zorluklarla da olsa Ankara Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Şimdilerde bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak çalışıyordu. Bu iş yorucu da olsa, her şeye rağmen memnundu. O da iş sonrası kendisini Zafer Çarşısına atıp, İclal gibi aynı sarhoşluğu yaşamak isteyenlerdendi.
Çarşının dışında rüzgâr uğultular halinde kimseleri dinlemeden, şişkin avurtları ile durmaksızın üfleyip hazan mevsiminin kaldırımlara renk cümbüşü halinde serpiştirdiği ağaç yapraklarını, kararsızlık karmaşası içinde değişik yönlere doğru savuruyor. Dükkân ve mağaza sahipleri içeri adımını atan her müşteri ile umuda kapılıyorlar. Lokantalardan taşan yoğun kebap, lahmacun ve pide kokuları sokaktan geçenlerin açlık hissini ayyuka çıkarmaya yetiyor. Ne yazık ki; İclal gibilerin sayısı çok değil. Az okunuyor ve çok kitap satılmıyor.
İclal son zamanlarda uğrak yerlerinden biri haline getirdiği ve çayını çok beğendiği, çarşının bir kıyıcığında yer alan, sarıya boyalı duvara asılı tabelasında “Doğu Çayevi” yazan küçük mekâna doğru ilerledi. Kitaplarla haşir neşirliğinin ardından sıcak bir çay yudumlamak, çoğu zaman bedeninden uzaklarda olan onu derdest edip kendisine getiriyordu.
Çay evinin önüne oturmak için sandalye yerine yerden çok yüksek olmayan kürsüler yer alıyordu. İclal biraz çekinceli de olsa artık çay ocağının sahibini de tanıdığından rahatlayıp bir kürsüye oturdu. Çay ocağının sahibi Beko’nun hemşerisi yaşlı Hikmet Amca güzelliği dikkatleri çeken genç kız İclal’i görünce bıyıklarının altından gülümsedi. Kısa bir zamandır mekânına takılan İclal’in çayını nasıl içtiğini biliyordu artık. Çok geçmeden açık ve tek şekerli çayı İclal’e sundu.
Hikmet Amca az ileride dikeldi. Bu güzeller güzeli genç kızın çayından ilk yudumunu almasını bekledi. Sonrasında ellerini namaz kılar gibi hafif çıkık göbeğinin altında mahcupça kavuşturdu. Yüzünde her daim muhafaza ettiği doğallığın eşliğinde gülümseyerek baktı.
“Nasılsın kızım? İyi misin? Derslerin nasıl gidiyor? Bildiğim kadarı ile okul bitiyor artık değil mi? diye İclal’i Kürt aksanının ağır bastığı çatal sesi ile soru yağmuruna tuttu.
“Çok teşekkür ederim Hikmet Amcacığım, iyiyim. Evet, kısmetse bu yıl mezun oluyorum. Uzun bir süreçti. Ama emeğime değdi sanıyorum. Ondan sonra iş aramam gerekiyor. Herhalde ilk önce hastanelerden birinde stajyer doktor olarak başlarım.”
“Maşallah. Ne güzel kızım, ne güzel. Umarım her şey dilediğin gibi olur.  Başarıların daim olsun.” Bu sırada Beko da çay ocağına doğru geldi. Hikmet Amca dikeldiği yerden Beko’nun geldiğini görünce İclal ile girdiği sohbeti özür dileyerek yarıda bıraktı.
“Ooo… Beko hoş geldin yeğenim. Buyur geç otur. Ne iyi ettin de geldin. Bak, biz de İclal kızımla laflıyorduk. Hayırlısı ile o da bu yıl tıp fakültesinden mezun olacak. İstersiniz sizleri tanıştırayım. İclal kızım bu avukat Bekir Bey. Aynı memleketliyiz. Silvan'dan yani. Bekir bu hanım kızımız da İclal.”
Beko tanıştırıldığı ve ürpertilerle elini sıktığı İclal’in eşsiz güzelliği karşısında şaşakaldı. "Bir gelin gibi kızardı." Hiç beklemediği, bu tesadüfi tanışma fırsatını yakaladığından dolayı Beko’nun yüreğine doğru art arda sıcak mutluluk katreleri aktı. Titrek bir sesle;
“Çok memnun oldum.” deyip ütülü pantolonunun dizlerini çekiştirip İclal’in karşısına oturdu. İclal’in göz kamaştıran cazibesi karşısında bir an lal olan Beko kısa sürede kendisini toparladı. İclal de ilk defa gördüğü bir Galler Prensini andıran bu filinta gibi yağız delikanlıdan kendisini alamadı. Gözleri; tanıştırıldığı gencin ağzına neredeyse doluşan kömür karası bıyıklarına takılı kaldı. Bu arada Hikmet Amca merakla bakan gözlerini kırpıştırmalarla Beko’nun demli ve şekersiz çayını verdi. Rahatsız etmemek adına tezgâhının ardına geçti. Biriken çay bardaklarını köpüklü sıcak sularla yıkadı.
Beko utangaç bir tavırla süzdüğü İclal’in elindeki şiir kitaplarını görünce, lal olmaktan sıyrıldı.
“Ne güzel. Ahmet Arif, Edip Cansever ve Nazım. Tesadüf bu ya benim de çok sevdiğim ve pek çok şiirlerini ezbere okuduğum büyük şairler. Doğrusu çok güzel bir seçim.”
“Öyle mi? Demek siz de şiir seviyorsunuz ve üstelik ezbere de okuyorsunuz. Ne güzel, ben de çok sevdiğim halde hiçbir şiiri aklımda tutamıyorum. Acaba rica etsem, bana şuracıkta sevdiğiniz bir şiiri benim için okur musunuz?”
Beko oturduğu yerde İclal’in aldığı kitaplardaki şairlerden üst üste birer kısa şiir okudu. İclal daha önce defalarca okuduğu bu şiirleri, inanılmaz güzellikte, duygu yüklü ve vurguların yerli yerinde yapıldığı bir sesten dinleyince sermest oldu. Başı hızla döndü. Yüzündeki gamzelerin çukurlukları derinleşti. Gözlerinden mavilik bal olup etrafa saçıldı. Beko’nun karşısında oturan eşsiz bir dünya güzeli oluverdi. Teşekkür mahiyetinde Beko’nun omuzuna dokundu.
“Ağzınıza, yüreğinize sağlık. Ne çok etkilendim bilemezsiniz. Ses tonunuz ve şiirlerin güzelliği beni alıp götürdü. Okuduğunuz şiirlere değer kattınız. Müthiş etkilendim. En kısa zamanda başka şiirleri de sizden dinlemek isterim." Şiir temalı bu kısa tanışmanın ardından, birbirlerinden ve Hikmet Amcadan aynı anda hatır isteyip ayrıldılar.
Beko ertesi gün büyük bir sabırsızlık ve umutla aynı saatte çay ocağına koşturdu. Dışarıda düne kıyasla daha dingin bir hava vardı. Kızılay semtinde her zamanki gibi yoğun bir kalabalık, yüreğinde kıpırtılar olan genç bir avukatı da kucaklayıp içine almış bir halde koşturuyordu.
Beko uzaktan Hikmet Amcayı gördü. Saygıyla el salladı. Çaycı Hikmet Amca genç delikanlının hangi duyguları taşıdığını anlamakta gecikmedi. Yine bütün tatlılığı ile gülümsedi. İclal henüz görünürlerde yoktu. Beko oturduğu kürsüde etrafına bakınadururken çok geçmeden başka bir kalabalık, benzeri heyecan veren güzelim duyguları yüreğinde sımsıkı taşıyan İclal’i küçük bir dalga halinde önüne katıp Doğu Çayevine getirdi.
“İnanmıyorum. Bekir Bey ne tesadüf, siz de mi buradasınız. Ben Hikmet Amcanın çayını çok seviyorum. Bu arada dün okuduğunuz şiirler hala kulaklarımda çınlıyor. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Sizi gördüğüme çok sevindim. Yoksa kim bilir sizi bir daha ne zaman görebilirdim. Hay aksilik telefon numaranızı da almamıştım.”
“Ben de sizi gördüğüme inanın çok sevindim. Sizi tekrar görmek çok güzel. Sizi tanıma fırsatını yakaladığımdan dolayı ki, bunu sevgili Hikmet Amcaya borçluyum, kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Hoş geldiniz. Neler yaptınız bakalım, görüşmeyeli? Aldığınız şiir kitaplarına göz gezdirebildiniz mi? Ne dersiniz? O halde bir çay alırsınız değil mi?” Kısa aralıklarla cevabı alınan soruların ardından samimi, sıcak, hoş ve derin bir sohbet başladı. Yüz yıldır tanışıyorlarmış gibi yüreklerinde tatlı karıncalanmalarla birbirlerinin gözlerinin derinliklerine daldılar.
Bütün hafta boyunca aynı mekâna yüreklerinde kanat çırpan kelebeklerle gidip gelen taze sevdalılar, son gelişlerinde Doğu Çayevinden ayrılmalarının ardından, Hikmet Amcanın görüş alanından çıkar çıkmaz, büyülü kitap kokularını içlerine çeke çeke Zafer Çarşısından el ele çıktılar. Kuş misali cıvıltılar çıkarıp, uçuşuyorlardı.
Zaman diye adlandırılan kavramdan, kan kırmızısı şerbetli Diyaribekir karpuzu olmasa da, öykünün başındaki iriliği biraz daha küçülen dilim, umursamazlığından ödün zerre kadar vermeden ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir halinde olmayı sürdürdü. Sararıp solan yaprakların büyük bir kısmı çöpçüler tarafından süpürüldü. Süpürgeden el çabukluğu ile sıvışmasını bilenlerin hali de pek hal değildi. Yönünü şaşıran rüzgâr tarafından bir o yana, bir bu yana savrulmaktan yakalarını kurtaramadılar. Beko, omuzuna başını bir bulut hafifliği ile koyan İclal’e duygu seli bir ses ile dünya şairlerinden birbirinden güzel sevda şiirleri okumaya devam etti. Aşk ısrarla kapı zilinden elini çekmeyi unutuverdi.

Amsterdam, 4 Ocak 2019



















































































29 Aralık 2018 Cumartesi

GRİ RENKLERİN SERENADI









GRİ RENKLERİN SERENADI

Yoğun istek ve yaldızlı davetiyenin gönderilmesi üzerine Rıfkı da hemşehrilerinin davetine icabet etti. Bu bir sünnet düğünü, yani onun deyimi ile “kutsal bir çük kesim kutlamasıydı.” Rıfkı'nın vazgeçemediği bir huyu vardı, o da gittiği her yerde etrafında olup biteni dört gözle kolaçan etmesiydi. Bu özelliğinden kendisi de hoşnut değildi. Ama başka türlü hareket etmesi de elinde değildi. Bu kez de mekâna adım atar atmaz gözlem kulelerini tam teşekküllü devreye sokmakta gecikmedi. Kendileri izlenimlerini bizlerle paylaşmak meyli gösterince de, zat-ı alilerini kırmak olmazdı. Evet, o halde buyralım ve buradan yakalım.
Anne ve baba; oğulları vatana millete çok hayırlı ve de yararlı bir hizmette bulmuşlar gibi başları havalarda, adeta seke seke bulutlarda yürüyorlar. Düşme tehlikeleri olduğu halde yere inmek gibi bir niyetleri yok. Oğullarında var olan (gurur vesilesi) küçük nesneyi sanki elbirliği ile kısalttırıp daha da minnacık ve görünmez hale getirmemişler de, bu kutlama ile adeta malumun ilanında bulunuyorlardı. Evet, bu küçük yaşında evlatları yer çekiminin olduğunu ileri sürüyor ve aynı zamanda tekerleği icat ettiğini de dünyaya haykırıyordu. Ebeveyn olarak bir hayli gururlu ve oldukça da mutluydular. Olup bitenden bihaber beş yaşlarındaki sünnet çocuğu, bir omuzdan bir diğerine seyri sefer eyliyor. Oğulları başlarını bulutların ardındaki mavi göğe değdirdiğine göre, bundan daha güzel ne olabilirdi ki?
Bu tören Rıfkı’nın da mensubu olduğu İç Anadolu Kürtlerinden bir ailenin töreniydi. Kurbanlık çocuk üzerinden korkuları henüz atamamış ve etrafında bulunan herkesi “ucundan azıcık” der gibi görüyor. Kendisine de bu konuda herhangi bir şey sorulmamış, rızası alınmamıştı. İhtiyar heyeti karar vermiş ve tez elden mümkün olabildiğince kısaltma yoluna gidilmişti. Oldu da bitti maşallah.
Sünnetle birlikte erkek çocuğu erkekliğe doğru giden sarsılmaz hükümranlık yolunda, bu müstesna törenlerle ilk adımını atıyordu. Oysa bu kız çocuğu için hiç de böyle değildi. Aynı adımı kız çocukları da daha doğal bir yolla attıkları halde, bunun görülmesi, duyulması ve bilinmesi büyük bir utanç vesilesiydi. Bunun mutlaka büyük bir sır halinde, aile arasında gizli tutulması gerekiyordu. Bu eşek baklası ağızda ıslanmalıydı. Böylesi bir durum söz konusu olamazdı. Olmaması gereken bir ayıp işlenmiş olurdu.
Sanatçılar çağrılmış. Davul zurna eşliğinde boy boy halaylar çekiliyor. Al mendiller havada kınalı keklikler misali sallanıyorlar. Rıfkı kendi insanını gözlem altına almaya çalışıyor. Manzara hiç de iç açıcı değil. Gözlerinin önünde çok renksiz bir topluluk ileri geri hareket halinde. Yine bendeniz Rıfkı da dahil olmak üzere, var olan insanların yüzde doksanı obez ve kısa boylu. Bacaklar üst beden kısımdan daha kısa. Tenler kavruk. Çok da güzel diyemeyeceğimiz erkekler ve kadınlar cirit atıyor. (Benden başka rasathanenin kapısını açık tutan var mı, bilemiyorum. Olur ya deyip, gözlem yapan bu gözlerden kaçınıp, bütün gece ihtişamlı kıçımın üzerine oturdum. Olduğum sandalyeye sinik bir halde tünedim.) Erkeklerde tembellikten kirli sakal takıntısı hakim. Bayanlar tombul bedenleri ile adeta bir simit sopasına dizilmişler gibi bir görüntüye sahipler. Simitler susamlı ama çıtır değil.
Giyimler oldukça zevksiz ve de renksiz. Dünya renklerinin köküne kibrit suyu dökülmüş. Yas havasında iç karartan gri ve siyah tonlardan gözlerimi alamıyorum. Bu renklerin dışındaki renkler tabu. Gömleğinde hafif pembe çizgiler olan tek şahıs benim, onlar da çok belirgin değil. Pembe, biraz daha yüreklenip boy gösterse, anında ıslak imza ile tescillendiği “gay” payesini almamak elde değil. İç Anadolu Kürtleri olarak dünya renklerinden kaçışımız nedendir anlamakta oldukça zorlanıyorum. Var olan onca fukaralığa (gelenek görenek, yeme içme, siniklik, her alanda acemilik, kültürel gelişmişlik, özgüven, bilim, sanat ve daha pek çok kazanım) yetmezmiş gibi bir de usturuplu renksizliği diz boyu katmışız ki, içler acısı. Giyinin kardeşlerim allı, sarılı, morlu, mavili, yeşilli, olmadı pembeli giyinin. “Yaşanan bu korku neden?” diye avaz avaz bağırmamak içten değil.
Belki de bu renk yoksunluğunu sonradan edindik. Oysa asırlar öncesinde zapturaptla terki diyar edildiğimiz coğrafya her türlü rengin diyarı. Hem de allı pullusundan. Bir başka bukalemun oluverdik. Sırtımızdaki renk değiştirme yetisini yitirdik. Tatsız tuzsuz bir topluma dönüştük. Şimdi bulunduğumuz coğrafyanın vasat renksizliğine ayak uydurur olduk. Zenginliğimizin göstergesi alımızı pulumuzu, "biz burada yoğ iken" var olanlar tarafından yadırganmaması için ya sakladık, ya da gaz yağı döküp yaktık. O gün bugündür yeni yurdumuz bozkıra benzemeye çalışıyoruz. Koyu tonlar genlerimize işledi.
Sohbetler; “Kemikli Kuyu bölgesindeki tarlanız ne kadar buğday verdi? – Doğal gazınız aylık ne kadar geliyor? – Yeni telefonumu beğendin mi? - Kaç tane dairen var? – Mercedesin kaç model?” benzeri sorulardan ibaret. Düzey bir hayli düşük. Yerlerde sürünüyor.
Bizim Hecibanlar Aşiretini hep büyük şair Bertolt Brecht’e benzetirim. Daha önce de bu benzerliğe değinmeye çalışmıştım. Bilindiği gibi Brecht Nazi Almanya’sı döneminde Danimarka’ya sürgüne gider. Bütün iyimserliği ile ülkesi Almanya’daki vahşetin kısa süreli olacağını düşünür. İçinde yurduna her daim yarın yeniden dönme umudunu hiç eksiltmez. Ve bu duygularla aşağıdaki dillere pelesenk olan şiiri kaleme alır.
“bir çivi çakma duvara
iskemleye savur ceketi
üç günün telâşı niye
yarın gidersin buradan

bırak sulama fidanı,
sulama fidanı
neye yarar bir ağaç daha
0 daha boy atmadan
neşeyle gidersin buradan”
Oysa yüzlerce yıl geçti. Bu topraklarda, yani İç Anadolu coğrafyasında artık kalıcıyız. Brecht’in dönecek bir diyarı olabilir. Ama bizim öyle bir şansımız olmadığı gibi, görünen o ki; pek de dönme meraklısı değiliz. Büyük vitrinleri tıka basa elbiselerle dolu mağazalar ucuzluk yarışı içinde. Sadece gri renklere yönelmeyelim. Bedenlerimizi biz de allı pullu giysilerle donatalım. Sarı, kırmızı, pembe, yeşil, mor ceketlerimizi, gömleklerimizi ve fistanlarımızı asmak için çivilerimizi bütün renklere boyadığımız duvarlarımıza çakalım. Fidanları sulayalım ki, onlarda dünyanın bütün renklerinden mis kokulu çiçekler açsınlar. Renkli bir İç Anadolu’ya kapılarımızı açalım. Çük kesim kutlamalarına yapacağımız yatırımları, yoksunluğunu çektiğimiz değerlere, en başta da eğitime yapalım. Ama renkliliği de bir an evvel edinelim. Bu değişimi beyinlerimizde yapalım. Dünyaya daha büyük gülümseyelim, derim.
Çük kesim kutlaması bütün hızı ve duyulan gururla devam ediyor. Hayat önce “tespih edilip, sallanıyor.” Akabinde “erik dalı gevrektir, amanın basmaya gelmez.” gibi bir tez ileri sürülüyor. Kollar havada. Yemin billah fazla değil, “ucundan azıcık.”


Amsterdam, 28 Aralık 2018  

10 Aralık 2018 Pazartesi

ATEŞ BÖCEKLERİ












ATEŞ BÖCEKLERİ

Hasat sonrası, yaz ortasının o kasıp kavuran sıcağında patos makinesini çalıştırmak çok da akıl karı değildi. Murat sahipliğini geniş omuzlarını kabartan bir gururla yaptığı 35’lik Massey Ferguson traktörünü, öğlen evresinde yakıcı güneş ışınlarının harman yerine biraz daha eğik düşmesi ile birlikte harekete geçirdi. Patos kayışını traktörün dingiline bağlı kasnağa bir iki manevranın ardından özenle taktı. Sap vurma sırası köyün ileri gelenlerinden Reşo’daydı. Reşo’nun harman yerinde köylülerin gözlerini kamaştıran sap yığını, diğerlerinden kat kat daha fazlaydı.
Köy irisi kasaba küçüğü Kesikköprü’deki en büyük koyun sürüsünü Reşo elinde bulunduruyordu. Böyle olunca da haliyle bütün kış boyunca en fazla samana da onun ihtiyacı olacaktı. İç Anadolu’ya gönlünce sere serpe yayılmış olan bozkırı kalın mavi bir çizgi ile ikiye ayırıp, Kesikköprü Köyü'nün alt yamacından geçen Kızılırmak boyunca onca koyunu otlatmak kışın yeterli gelmiyordu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da pek çok tarlanın sapını toplayıp harman yerine yığdı. Görünen o ki; bunca sapın samana dönüştürülmesi ile Reşo, sahibi olduğu üç yüz koyunluk sürüsünü kış mevsimi boyunca yeteri kadar besleyebilecekti.
Patos makinesinin kayışının dengeli olmasından emin olmak isteyen Murat traktörü birkaç kez çalıştırdı. Kontrol amaçlı traktörünün etrafında koşturdu. Evet, her şey olması gerektiği gibiydi. Az ileride bütün hazırlıkların yapıldığını gören Reşo çalışmak üzere oğulları Erol, Temo ve iki yeğeni ile birlikte geldiler. Reşo hayretler içinde iki dirhem bir çekirdek giyinen Murat’a baktı. Oğulları ve yeğenleri de meraklı gözlerle karşılarında harman yerinde tozun dumanın içinde oldukça şık giyimli, bir tek boynunda allı güllü kravatı eksik olan Murat’a hiçbir anlam veremeden tepeden tırnağa süzdüler. Çaktırmadan içten içe güldüler. Karşılarında yer alan komik görünüm, oldukça vahimdi.
Murat traktörü harman yerine doğru sürmeden önce evine uğradı. Babası bu kadar erkenden geldiğini görünce şaşırdı. Ama sesini çıkarmadı. Murat’ın birazdan Reşo’ya gideceğini ve bunun oğlu için ne kadar önemli olduğunu biliyordu.
Askerlikten yeni dönen Murat’ın kaç yıldır Reşo’nun kızı Selvi’yi sevdiğini biliyordu. Her iki aile de gençlerin bu heyecan dolu meyillerini göz önünde bulundurdular. Kendi aralarında anlaştılar ve onları baş göz etmek için damat adayının vatan görevini yerine getirmesinde karar kıldılar. Bütün engeller ortadan kalktığına göre artık harman işlerinin de ortadan kalkmasının ardından, hayırlı bir iş için Reşo’ya misafir olmalarının zamanı da geliyordu.
Oğlunun heyecanını elbette en iyi o anlardı. Kesikköprü Köyü’nde belki de böylesi büyük bir aşk yıllar sonra yeniden yaşanıyordu. Aynı heyecanı bütün iliklerinde karısı Zübeyde’ye karşı o da hissetmemiş miydi? Evet, yıllar sonra yaşanan heyecan çok da farklı değildi. Kendisini oğlunda bu denli birebir bulması onu hem mutlu etti, hem de oldukça şaşırttı. O kor halinde yanan ateşin üzerini bin bir çalkantı ile geçen onca yılın ardından sanki kalın gri bir kül tabakası kaplamıştı. Bir zamanlar harlanan ateşin ışıkları serpilen küllerin altından artık sızmıyordu. Haliyle Zübeyde’yi hala çok seviyordu. Ama o heyecanı bir daha yakalamaları veya bir zamanlar var olan yoğunlukta tutmaları artık hayal bile edilemezdi.
Murat önce duşa girdi. Yıkandı paklandı. Mis kokular süründü. Ütülü siyah pantolonunu bacaklarına geçirirken dizlerinin hafiften titrediğini hissetti. Selvi’yi bir kez daha görebilmenin heyecanı şimdiden gelip kalbini titretmek çabasındaydı. Üzerine de ütülü kırmızı gömleğini giydi. Üç düğmesini iliklemese daha iyi olacaktı, öyle de yaptı. Göğüs kılları açık bir pencereden sarkan sarmaşıklar gibi dışarı fışkırıyordu. Boynundan geçirdiği kalın altın zincirini sarmaşıkların arasına yaydı. Gürleşen bıyıklarını aynada iyice burdu. Saçlarını sürdüğü briyantinin ardından arkaya doğru güzelce taramayı ihmal etmedi.
Selvi’yi ölesiye seviyordu. Aklından derin gamzeli al yanaklarını, kehribar sarısı gözlerini, biçimli dudaklarını ve katran karası bukleli saçlarını geçirmediği küçücük bir an yoktu. Yıllardır, ona gönlünü kaptırdığı günden bu yana, al çiçekli narin bir gelinciği andıran Selvi’yi her an yaşıyor, seviyor, düşlüyordu. Dünyanın en güzel kızı onun yüreğini titrettiği için çok mesuttu. Oldukça şanslıydı. Sevdiği ile birlikte yaşayacağı uzun ve mutlu bir yaşam onları bekliyordu.
Patos makinesi yaklaşık üç saati aşkın bir süredir durmaksızın çalışıyordu. Müstakbel kayınbabası Reşo es vermeden dirgene batırdığı büyük sap balyalarını bir canavarı andıran makinenin ağzına tepiyor, bir yandan da boynuna doladığı mendili ile yüzüne doluşan ter boncuklarını siliyordu. İnsan bedenine sıcaktan terleme ile yapışan saman tozu kaşındırıyor deyim yerindeyse doğduğuna pişman ettiriyordu. Uçuşan toz bulutları evlerin üzerinde kelebekler misali kanatlanıyor ve ardından Kızılırmak’ın güzelim maviliğinde kayboluyorlardı. Suyun yüzeyi anlık tozlarla kaplansa da, su hafiften bir debelenme ile mavilikte bu kirliliği yok etmesini biliyordu.
Köy imamı Ali Hoca akşam namazı için bir iki defa ses denemesi yapar gibi; boğazında bir nevi temizlikten sonra ani bir girişle ezan okumaya başladı. Mola verme zamanı nihayet geldi. Murat traktörün üstüne atk bir hareketle çıktı ve Reşo’ya baktı. Çıkan gürültüden sesini daha iyi duyurabilmek için ellerini ağzının etrafında tutup bağırdı.
“Reşo Amca… Yoruldunuz. Yemek vakti yaklaşıyor. İsterseniz biraz mola verelim.” Reşo uzaktan irili ufaklı sap kırıntılarının doluştuğu, yer yer akların düştüğü, ter kaplı kıvırcık saçlı kafasını salladı. Kabul gören teklifin ardından traktör kontağının çevrilmesi ile harman yerini alışılmadık bir sessizlik kapladı. Murat uzaktan Selvi’nin kollarında yemek bohçaları ile süzülerek geldiğini görünce, daha yeni oluşan sessizliğin yerini bir anda önünü alamadığı kalbinin gümbürtüleri doldurdu.
Reşo dahil bütün çalışanlar yüksek sap harmanının ardında sohbete daldıklarından Selvi’nin geldiğini göremediler. Bunu fırsat bilen Murat yavuklusu Selvi’ye doğru, önüne geçemediği yürek çarpmaları ile yürüdü. Ellerinden yemek bohçalarını aldı. Yemekleri yere koydu. Kararmaya yüz tutan akşamın alaca körlüğünde Selvi’nin iki ellinden tutup, sevdiğine sıkıca sarıldı. Saçlarını kokladı. Yanaklarına bir çırpıda onlarca öpücük kondurdu. Selvi kemikleri kırılacakmış gibi hissetse de, durumdan çok da şikayetçi değildi. Yüzünde beliren kocaman gülümseme Murat’ın aklını başından almaya yetti.
“Murat… Yapma ne olur. Yeter. Birileri görecek. Ödüm kopuyor. Babam görürse beni de, seni de öldürür. Bak sana ne getirdim. Bu çörtükler senin. Başkasına verme. Sen ye olmaz mı?” Murat plastik bir torba içinde uzatılan İç Anadolu’da Çörtük olarak da bilinen yaban armutlarını aldı. Harman yerine ulaşmalarının ardından Selvi babasına seslendi. Murat çörtükleri ile traktörünün yanına doğru yürüdü.
Selvi’nin getirdiği akşam yemeği büyük bir iştahla yendi. Uzaklarda sapların üzerinde oturan Selvi gözlerini kırpmadan sevdiğini seyretti. Onun için bu kadar güzel giyinmiş olması gururunu okşadı. Bu kendisini ne denli önemsediğinin göstergesiydi. Yemek bitiminde, Reşo’nun talimatı ile Murat traktör kontağını çevirdi. Yeniden işe koyuldular.
Selvi yemek bohçalarını toparladı, gitmeye yakın gözleri ile Murat’ı arandı. Traktörün yan tarafında karşılıklı uzun uzun bakıştılar. Bu sırada harman yerinde karanlıkta uçuşan bütün ateş böcekleri söz birliği etmişçesine bir araya gelip Selvi ve Murat’ın kalp atışlarına kulak verip, çıkardıkları ateşle sevgililerin mutlulukla gülen yüzlerini aydınlattılar. Selvi gülümseyen gözlerini bir anda yere düşürdü. Gitme vaktinin geldiğini bakışları ile ima etti. Ellerinde yemek bohçaları ile uzaklaşan Selvi Kesikköprü Köyü’nün harman yerinden karanlıkta gözlerden ırak düştü. Murat çörtüklerini almak için kendisini traktörünün yanında buldu. Fırsat bulup Selvi’sine söyleyemedikleri yüreğinde birer ince sızı halinde dolandı.
Kesikköprü Köyünde harmanlar ortadan kalkmıştı ki, hiç beklemediği bir zamanda Murat'ın sağlık sorunları ortaya çıktı. Ankara’da büyük umutlarla gitmedikleri doktor veya hastane kalmadı. Hiçbiri onulmaz derdine çare olamadı. Çaresizlik her iki aile için büyük bir yıkım oldu. Murat’ın sağlığı her geçen gün daha da kötüye gitti. Kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Daha önceleri hiçbir şikâyeti olmamıştı. Kendisini dünyayı sallayacak kadar güçlü ve kuvvetli hissediyordu. Bunun mutlaka öncesi vardı. Görünen o ki, o olup bitenin farkına varamamıştı. Belki de her şey için artık çok geçti.
Her sabah ya midesinde dayanılmaz ağrılarla uyanıyor, ya da aynı türden ağrılarla gözlerine uyku girmiyordu. Yapılan tetkikler sonucu doktorlar onun amansız bir hastalığa kapıldığını gördüler. Tedavide çok geç kalındığını ve ne yazık ki çok az bir zamanının olduğunu da söylemek zorunda kaldılar. Babası Reşo ve annesi Fatma engel olmasalardı, Selvi duyduğu üzüntüden neredeyse dağlara düşecekti. Saçını başını yoluyor, günlerdir kapandığı odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyaya küskün bir halde kimselere tek kelime etmiyordu.
Selvi annesi ile haber saldı.
“Murat yalvarırım bizden vazgeçme.” diyordu. Biçare bir halde kendilerinden vazgeçmemesi elinde olmayan Murat, muradına eremedi. Zaman sessiz bir testere oldu ve onu ömrünün baharında Selvi’den acımadan aldı. Artık dünyanın kaldırımında sessizliğe gark olan, ağlayan bir kadın daha vardı. Güzel çehresindeki gülümsemesi döküldü! Mutluluğun sonsuzluğu canından gelmemek üzere taşındı. Ateş böcekleri kafile halinde Kesikköprü Köyü’nün harman yerini terk ettiler.

Amsterdam, 11 Aralık 2018


2 Aralık 2018 Pazar

KAPAMA GÖZLERİNİ








KAPAMA GÖZLERİNİ

Bulunduğum yörüngede değişmeyen rutinime es vermeden dönüp dönüyorum. Dünya derler bana. Devasa ağzından durmaksızın alevler savuran güneşe akşamın menevişlemesinde en güzelinden, dostça bir selam çakıyorum.
“Eyvallahlar olsun beyim. Bugün de ısıtıverdiniz baldırlarımı, bombeli kalçalarımı, sırtımı ve kafamın çıkık ardını. Sadece ısıtmakla da kalmadınız hani, aydınlatıverdiniz aynı zamanda ol bedenimin art yanını. Sağ olun, her daim de var olun. Bitmez tükenmez iyilikleriniz başım gözüm üstüne. Gadanızı alayım. Yolunuza baş koyayım. Nasıl da ipil ipil gündüz eylediniz her yanımı. Büyüklük sizden. Unutmayacağınızı adım gibi biliyorum. Birazdan ısıtma ve aydınlatma sırasının yüzüm, gözüm, kalbim, bacaklarım ve ayaklarıma geldiğini.”
İnsanoğlu pür telaş. Hırslı. Ödemli egosu kabarık. Doymak nedir bilmiyor. Obur. Açgözlü. Hilekâr. Ben merkezli. Kör ve kibir. Dudak uçuklatacak kadar tumturaklı, ne denli çok ucube kişilikler.
Oysa gezinir bağrımda usulca börtü böcek, karıncalar, bok böcekleri, altın yeleli atlar ve yorgun eşekler. Pır pır arılar, sinekler, kelebekler, uğur böcekleri ve bir cümle kuşlar uçuşurlar deniz mavisi-ak bulutlu semalarımda barış, huzur ve sükûnet içinde.
Berrak sularımı süsleyen bin bir türlü balıklar. Yosunlar, yengeçler, kurbağalar, denizatları, ahtapotlar, karidesler, midyeler ve istiridyeler.
Ve toplaşmışlar kıçımın üzerine insanoğullarının benzeşleri. Barut kokularını geniş burun deliklerinden kocaman göbeklerindeki ciğerlerine doğru soluyup; tanklar, tüfekler, bombalar, raketler, füzeler ve fabrikalarında vardiyalarla bilumum ölüm makinaları üretenler. Birer dipsiz kuyu oldular, rant uğruna haklayıp al kanlarına girmek için birbirilerinin. Gariban yoksullar alıyor, acının pastasından büyük paylarını. Velhasıl; ölen de, sürülen de, aç-susuz her türlü işkenceye maruz kalan da onlar.
Höpürtülerle içilmelerinin ardından köpüklü ve pelteli kahvelerin gizemli falı. Göz göze bakışmalar, edilen birden çok bir çift tatlı kelam. Büyük bir kuşun kanadında gelen ve belli ki, taşımakta zorlanılıyor büyük kısmet. Bir veya iki zamana kadar çıkılacağı alenen görünen uzun ince yollar. Kalbin ferahlığı ve benzeri avuntular.
Annesine ciyak ciyak seslenen küçük kız Hülya. Komşu oğlunun elini sıkıca tutan komşu kızı Berivan. Fırlamak üzere olan kalbini bastıran komşu oğlu Rüşen. Fırından yeni çıkan mis kokulu sıcak ekmeğin ucunu koparıp ağzına atan Zeliha. Bebeğini sevgi ile ak sütlü tombul memesinden emziren Eleni Anne. Musmutlu Yorgo Bebek.  Bahçesine yeni bir zerdali fidanı diken Ahmet Baba. Otobüse yetişmek için koşan Thomas. Terasta soğuk ve köpüklü birasını yudumlayan Niko. Full libidoları ile sevişirlerken garip sesler çıkaran Topal Hüsso ile Döndü. Fabrikada öğle paydosunda kahve yudumlayan Maria. Üsküdar’da mis kokulu çiçekler satan al fistanlı Roman Zarife. Çalışmayan arabasını ittirmek için güçlü kuvvetli bir iki kişi arayan Bakkal Musa. Kocasına ilgisizliğinden dolayı serzenişte bulunan Neriman. ‘Nasırının acısını çeken Süleyman Efendi.’ Ayrılık acısına dayanamayan ve hıçkırıklara boğulan bir anne! Sokakta mendil ve kendi yaralarına saramadığı yara bantlarını satan altı yaşında lüle saçlı Müjgan. Çatal iğne ile omuzuna iliştirilen nazarlığını boyalı elleri ile okşayan on birinde ayakkabı boyacısı Çakır Hüseyin. Mim konulmayan beylik tiratlar, değişmeyen hamaset edebiyatı, lafügüzaf, boş vaatler. Doludizgin husumet ve huşunet. Tufeyli kodamanlar. Çetrefil bir yaşam örgüsü!
‘Hoş gelip sefalar getiren Arif’ in yeğeni.’ Adiloş Bebe yani. Neresi olduğu pek de malumu olunmayan ‘Cibali’de sarılan cıgara.’ Ve derken ‘Gurbetin veya sılanın ne yana düştüğünü ustasına soran ve hasretin hep kendisine düşmesinden yakınan’ güzel şairin ansızın ölümü. ‘Zülfi yâre beklenen değmenin’ olmamasının verdiği dayanılmaz burukluk. Sükûnete bürünme. Yüreklerde debelenme. Onlarca yeni fay hattı. Çok istedikleri halde, parasızlıktan düdük çalamayan çocuklar.
Sarı çiçekli başlarını güneşe dönen ‘ismine münhasır’ günebakanlar. Boyun eğen laleler. Renk renk menekşeler. Narin yapraklarının koparılmasından korkan sarı-beyaz papatyalar. Yerlerde yığınla kozalak. İrili ufaklı yemyeşil ağaçlar. Buğulu toprak. İpek iplikler ören ipek böcekleri. Asmanın dallarında bal tadında kehribar üzümler. Az ileride iştah kabartan incirler. Elde edilen boy boy ibrişimler. Petekleri balları ile dolduran işçi arılar. Konvoy halinde karıncalar. Ben misali selama duran tarla faresi. Keyfince salına salına toprağı adımlayan kaplumbağa. Çalılıklar arasında seyri sefer eyleyen sincap. Ağaca gagası ile darbeler indiren ağaçkakan. Aslandan arta kalan leşe yumulan tüyleri dökük bir çakal. Çıngar çıkaran patlak gözlü kurbağa. Tanrıya yakın bir yerlerde, oldukça yükseklerde av peşinde süzülen kara bir kartal. İstemsizce yere düşen yaprak. Kara taşın altında yüreğinde serçe ürpertisi ile saklanan ıpıslak solucan. Çınar ağacının budaklı dalında düş kuran baykuş. Gagasında bebek taşımadığından hayal kırıklığı yaratan leylek.
Çölde Leyla’sını arayan Mecnun. Şirin’in aşkı uğruna dağı delen Ferhat. Yavuklusu Zin’i almak için canhıraş satranç taşlarını ileri geri ittiren ve müstakbel kayınbabasını yenmeye çalışan Mem. Rahat durmayan Beko’nun hinliği. Hamlet’in amcası Cladius’un Hamlet’in annesi Gertrude ile evlenmek için, babası Danimarka kralını ihanetle öldürmesi. Capuletler ve Montague aileleri arasında kavga. Romeo ve Juliet’in aşkı. Biliyorsunuzdur elbette, yanıtı beklenen sorular.
Mecnun ıssız çölde Leyla’yı buldu mu?
Ferhat sevdiği Şirin’in aşkına dağı deldi mi?
Hamlet amcasından öcünü alabildi mi?
Mem yavuklusu Zin’i almak için Zin’in babasını satrançta yendi mi?
Kavuşsalar da gelişen olumsuzluklara dayanma gücü bulamadığından kendisini zehirleyen Romeo ve sevgilisinin hançeri ile intihar eden Juliet. Yaşanan hazin son. Barışamayan Capulet ve Montague aileleri.
İnsanoğlundan gayri, doğada olmayan telaş. Karınca yolunda, bok böceği işinde gücünde, cırcır böceği eğlence partilerinde, kelebek dalda, arı çiçekte ve vaziyet berkemal.
Ben dünya. Savaşlar çıkartıyorlar, kaslı kıçım üzerinde bağdaş kuranlar. Dört bir yanda barut kokuları, tank, tüfek, bomba ve uçak sesleri. “Gayrık yeter.” desem de, çıkardıkları gürültü ve patırtıdan işitenim yok. Baldırlarımda aç, perişan ve çoğunluğu yanık tenli zavallı insanım.
Yüreğimin üzerinde sanat ve beynimin üzerinde toplanmış bilim adamları. “O güzel atlarına binip gitmelerinin öncesinde, iyi insanlar” tarafından yazılan şiirler, öyküler ve romanlar. Ruhların gıdası notalara düşülen melodiler. Figaro’nun düğününde zılgıt atıp “Ki zawa…? Ki zawa? - Kim damat..? Kim damat?” diye bağıran, halaylar çeken Kürtler.
Okunan sevda şiirleri.
‘Sevdiğim
Söylüyor
Bensiz olamayacağını
Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezecekmiş gibi. B. Brecht’
Ve daha niceleri. Vermek gerekirse bir örnek.
‘Ben Senden Önce Ölmek İsterim…
Sonra, sende ölünce kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız.
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek. N. Hikmet’
Ola ki, olmaya görsün yiğidin bir sevdiceği. ‘Mühür gözlüsü olur, sakınılır-kıskanılır yerdeki karıncadan, giyilen urbalardan, hem oğlundan hem de kızından.’
Beynimde insanlığın hizmetinde binlerce ilim-irfan adamı hummalı bir çalışma içinde.
“Ne güzel, ne güzel. Size bu yaraşır, hep böyle olun, canlıların hizmetinde olun.” derim. Sevgiyle uzun uzun sıvazlarım başlarını.
Uçuşurcasına koştura koştura sek sek, ip atlama, saklambaç ve uzuneşek oynarlar bağrımda çocuklar. Kötülükten, savaştan, tanktan tüfekten, ırkçılıktan, paylaşamamaktan bihaber. Tutamam kendimi, buseler kondururum onların derin gamzelerine. Ağızlarında renk cümbüşü lolipoplar.
Kirleniyor mavi göğüm. Karalara bürünüyor. Dengem alt üst ediliyor. Doymak nedir bilmiyor insanoğlu görünümlüler. Yüzlerce metreler boyu fabrika bacaları, sularıma karışan kimyasal atıklar, zehirler. Dereler, nehirler ve denizlerimde ölen allı pullu balıklar. Sorsa da şair;
‘Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.’ Hiçbiri olmaz oysa! Ve ben küskün şaşa kalırım.
İki kadeh rakı alır, “Ne olacak ben dünyanın hali?” derim. Of ulan offf… Of ki ne of. İçimizi kavun acısı bir hüzün dalgası yalasa da; yine de ‘kararmasın ensemiz.’ Bedbahtlığa zerre kadar yer olmasın sakın. Aydınlatacaktır ensemizi güneş.
‘Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,  
Yitirmiş öpücükleri,  
Payı yok, apansız inen akşamlardan,  
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,  
Seni anlatabilsem seni...  
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır.   
Üşüyorum, kapama gözlerini... A. Arif’


Amsterdam, 2 Aralık 2018

17 Kasım 2018 Cumartesi

KIRMIZI BİSİKLET













KIRMIZI BİSİKLET

İki gün boyunca bardaktan boşanırcasına durmaksızın yağmur yağıyor. Garip ama sokaklarda hiçbir yerde göller oluşmuyor. Bu kadar su nereye gidiyor, şaşırmamak elde değil! Yağmurun bu kadar uzun süre yağdığını ilk defa görüyorum. Hava hayli soğuk. Gökyüzünden yeryüzüne sular seller bu denli yoğun düştüğü halde insanlar hiç aldırmadan bisikletlerine binip işlerine veya okullarına gidiyorlar. Hayatın ritmi bütün hızı ve ahengi ile kesintisiz devam ediyor.
Babam bana da bisiklet alacağını söylüyor. Öylesine çok sevindim ki, babamın yanaklarına defalarca öpücükler kondurdum. Bisikletim kırmızı olsun dedim. Bugün yarın alır diye bekliyorum. Bu küçük ülkede herkesin bir veya iki bisikleti var. Her binanın önünde en az otuz-kırk tane bisiklet üst üste zincirlerle kilitli duruyor. Hollandalıların fakir olduklarını sanmıyorum, ama yine de bisikletlerin çoğu eski. Sanırım eski veya yeni onlar için fark etmiyor. Böyle düşünüyorlarsa, bu daha güzel elbette.
 Mevsim sonbahar. Geldiğimiz ilk gün, bizi fırtınalı bir rüzgâr karşıladı. Doğrusu çok da “hoş geldiniz-sefalar getirdiniz” türünden bir karşılama değildi. Kırmızı halıların ayaklarımız altına serilmesi beklentisi içinde de değildik elbette. Ama ne o, dört bir yanda rüzgarın başına buyruk delice “pufff… puffu” ve uçuşan onca yaprak. Ayağımızın tozu ile saçımızı başımızı öteye beriye savurmalar. İlk günde küskünlük olur mu? Doğrusu biraz ayıplanacak bir misafirperverlik.
Ayağımızda toz falan da kalmadı elbette. Hırçın bir edayla yapılan bir buyur etmeydi desem, sanırım yeridir. Kaldırım ve sokakları bir halı misali kaplayan kuru ve sararmış ağaç yaprakları rüzgârla birlikte havalanıp yüzümüze ve gözümüze çarpmalarının ardından, kuytuluk duvar diplerinde hareketsiz kalıyorlar. Bu kadar ağaç yaprağını bir arada ilk defa görüyorum. Anlaşılan daha pek çok bir ilke yine burada tanıklık edeceğim. Sararmış kuru yapraklar havada uçuştukça göz gözü görmüyor. Akşama doğru fırtınanın dinmesi ile kanatlanan bütün yapraklar birer serçe misali yere konuyorlar. Sonrasında serçe olmaktan vazgeçmiş olacaklar ki, yeniden sarı bir halı halini aldılar.
Yok, ben ilk fırsatta geldiğim yere geri dönmeliyim. Oysa Diyarbakır’da havalar henüz soğumamıştı. Zaten bu uzak ülkeye geleli daha bir hafta oldu. Alışamadım. Alışır mıyım onu da bilemiyorum. Babam on sekiz yıldır burada. Sonunda özlemimize daha fazla dayanamadığından annemi, on üç yaşındaki kız kardeşim Zelal’ı ve beni alıp Hollanda’ya getirdi. Benim adımı da merak ediyorsunuzdur. Adım Halil. On altı yaşındayım. Bıyıklarım ve sakallarım yavaş yavaş yüzüme garipsediğim yeni bir görünüm verdiriyor. Uzun sürmez. Artık babamın yanında olduğuma göre onu taklit etmeye bolca zamanım olacak. Çocukluğu yavaş yavaş ardımda bırakıyorum. Zor bir döneme tedirginlikle adımlarımı atıyorum.
Babam dedemin adını bende yaşatmak istemiş. Adımı seviyorum. Belki de Halil dedemi çok sevdiğim içindir. O bizimle gelmedi. Babaannem iki yıl önce ölmüştü. Dedemin o günkü hali her daim gözlerimin önünde. Nasıl da yapayalnız kalmıştı. Küçülmüştü. Tutunacak dalı kopmuş, adeta aşağılara doğru korku ile düşüyordu. Güneş rengini andıran gözlerinde bunu sezmek hiç de zor değildi. Bizim de kendisini zorunluluktan ardımızda bırakmamızla, yalnızlığı öyle sanıyorum ki; daha da katlanılamaz hale geldi. Bir başına ne yapar, ne eder bilemiyorum. Gerçi amcalarım ve akrabalarımız yanında, ama benim ve Zelal eksikliğini bütün yüreğinde hissediyordur. Orada kalsam bu kez de babam aynı özlemi duyacaktı. Burada bana vaat edilen gelecek daha parlak.   
Güvendiğim, sevdiğim ve birlikte olduğum zaman büyük keyif aldığım pek çok arkadaşım da geldiğim topraklarda kaldı. Şimdiden onları öylesine çok özledim ki. Ne güzel takılıyorduk. Nasıl da onlarla birlikte olmaktan müthiş haz alıyordum. Her biri benim için birer kardeşten daha da ileri düzeydeydi. Bu yeni diyarda kimlerle arkadaşlık yaparım, aynı dostlukları edinebilir miyim, en büyük kaygım şimdilik bu.
Hiç bisikletim olmadı. Ama arkadaşlarımın bisikletlerinde binmesini öğrenmiştim. Babamın bugün iş dönüşü bisikletimi de beraberinde getireceğini zannediyorum. Babamın gelmesine az kaldı. Her an kapı zili çalınabilir. Bisikletim gelse dahi bu yağmurda binebilir miydim?
Babam çıkageldi. Hem de kırmızı bisikletimle. Çok güzel. Gözlerime inanamadım. Uzun uzun baktım. Ellerim far, zil, direksiyon, sele ve her bir yanını okşar gibi hayranlıkla gezindiler. Çok mutlu oldum. Yoğun yağmura rağmen bisikletimle dışarı çıktım. Annem ve babam kaygılansa da çabuk geleceğime dair söz verdim. Hem Hollandalılar da bu havada bisikletlerin üzerinde değiller miydi?
Hızla çevrilen her pedalla evimiz daha bir geride kaldı. Arkadaşlarım da yanımda olsalardı, kim bilir nasıl da imrenirlerdi. Hiç tereddüt etmeden onları da bindirirdim. Yağmur olmasaydı, kız kardeşim Zelal’i de arkama bindirirdim. Dedemin bu mutlu anımı görmesini nasıl da isterdim. Onun mutlu olması, benim için her şeyden çok daha önemli. Sevecen bakışlarını hep üzerimde hissedeceğim. Bu bakışların beni bütün kötülüklerden koruyacağına inanıyorum. Hissiyatlı dedem gözlerini hemen nasıl da sulandırmasını bilirdi. Arkadaşlarım ve dedemin bakışları gözlerimin önünden gitmiyor. Çok özledim onları. Onlardan yedi gün değil, sanki yedi yıldır ayrıydım.
Çok ıslandım. Üstüm başım sırılsıklam oldu. Çabuk döneceğime dair söz vermiştim, ama bir saatten fazla dışarıdayım. Artık dönmeliyim. Evden hayli uzaklaştım. İyi ama hangi yoldan tekrar döneceğim? Sanırım kayboldum. Korktuğum başıma geldi. Nerede olduğumu bilemiyorum. Yağmur bütün hızı ile devam ediyor. Bir evin saçağına sığındım. Beklemeye başladım. Ne gelen var ne de giden. Gelip giden olsa dahi kaybolduğumu, bilmediğim bir dilde nasıl anlatacaktım. Adresimizi dahi bilmiyorum. Kırmızı tuğlalı dört katlı bir binaydı. Baktığın zaman bütün binalar kırmızı tuğlalı. Sokaklar birbirlerinin kopyası. Diyarbakır’daki gibi ne Dağkapı, Urfakapı, Yenikapı veya Mardinkapısı var. Kapısız bir şehir düşünebiliyor musunuz? Şehrimde olsaydım, kaybolmam ama yine de olsaydım, şimdiye kadar yardımcı olmak için kaç tane ‘qırik’ etrafımda fır dönüyor olacaktı.
“Bırem sen kimlerdensin? Evin nerededir. Babanın adı nedir?” Bir diğeri hemen devreye girer.
“Ulan ‘kevaşe’ soru sorup duracağına şu ‘qeşmerin’ diğer kolundan tut da kaldıralım.”
Kulağımda buna benzer uğuldamalarla sonradan sığındığım bir merdiven altında uyuya kalmışım. Uyku esnasında çok öksürmüş olacağım ki, üst katta oturanlar merak edip polise haber vermişler. Polis sirenleri ve dönüp duran mavi ışıklarla kendime geldim. Anlamadığım yığınla soru sordular. Hiç birine cevap veremedim. Bisikletimi arandım. Görünürde yoktu. Afalladım.
İki polis aynı anda kollarıma girdiler. Sirenleri dinmiş olan polis arabasına doğru sürüklüyorlar. Ben gitmemekte direniyorum. Ama polisler çok güçlü. Karşı koyamıyorum. Sürekli ardıma bakıyorum ve gözümün ilk ağrısı kırmızı güzelimi arıyorum. Babam ve anneme ne diyeceğim? Kavuşma günüm, kaybetme gününe dönüştü.
Polis karakolunda babam ve annem büyük bir merakla gelmemi bekliyorlardı. Kapıdan içeri girmemle annem büyük bir sevgiyle üzerime atıldı. Polislerin verdiği havlu ile saçımı başımı kuruladı. Bir yandan da yanaklarımı ve ateş misali yanan anlıma öpücükler konduruyordu. Babam da bir yandan polislerden bilgi alıyordu.
Benim rüyalar âlemine dalmamın ardından, oradan geçen ve benim gibi çok da ıslanan biri bisikletimi alıp gitmiş olmalı. Hayallerimi yerle bir ettiği yetmemiş, demek ki; yüreğinde mutluluğumu da çok görecek kadar vicdan barındırmıyordu.
Babam kızmadı. Sadece söz verdiğim halde zamanında eve dönmediğim için bozuldu. Kanallardan birine düştüğümü sanıp çok korkmuşlardı. Bisikletim için de üzülmememi ve bir daha ki maaşı ile yeni bir bisiklet daha alacağını söyledi. Ben yine kırmızı olsun istedim.
Yeni bisikletime kavuşmam için bir ay beklemem gerekiyor. O zamana kadar ben de arkadaşlarımın ve dedemin özlemi ile belki yeni dostluklar edinirim. Yarın ilk defa okula gideceğim. Tek kelime bilmediğim bir dilde dersler alacağım. Sınıftaki çocuklar bana bakıp gülerler ve beni alaya alırlar mı?
Belki de Hollanda lalelerini andıran sarı saçlı ve yanakları kaybettiğim bisikletin kırmızılığında bir kız arkadaşım olur. Okuldan onu alır, bisikletimle evine bırakırım. Elinden tutarım. Parmaklarımla durmadan sarı saçlarını tararım. Kolumu boynuna dolar, büyük bir gülümseme ile resim çektiririm. Bu cansız hayalimizi de burnumda tüten arkadaşlarıma gönderirim. Dedeme göndermesem daha iyi olur. Utanırım.
Çok da rahat değilim. İçimde bin bir kuşku var. Korkuyorum. Sizce Hollandalı kızın babası Diyarbakır’daki kocaman bıyıklı babalar gibi kızar mı? Bıyıklı olacağını sanmıyorum ama ardımda kalın bir sopa ile beni ‘o sokak senin bu sokak benim’ deyip kovalar mı? Dünyayı başıma zindan eder mi? Şehrimdeki babaları taklit ederler mi? Kafama, sırtıma, kıçıma hızlarını alamadan tükürdüğü kıllı ellerindeki sopayı acımasızca üst üste indirir mi? Olmaz, olmaz dediğinizi biliyorum.
Yıllar yıllar önceydi. Sürekli ertelediğim duygularımı ancak şimdilerde aktarabiliyorum. Zaman su olup aktı. Artık kırklı yaşlardayım. Babam emekli oldu. Annem biraz rahatsız. Bir dünya güzeli ile evlendim. Saçları Hollanda laleleri misali sarı değil. Varsın olsun. Kömür karası. Onu çok seviyorum. Babam ve annem gibi bir kızım ve bir oğlum var. Hollandalı babalardan dayak yemedim. Öyle bir adetleri yokmuş.
Kırmızı bisikletim hala duruyor. Ona gözüm gibi bakıyorum. Üzerinde tek çizik yok. Anısı büyük. Sadece yenilenmesi gerektiğinden el frenlerini ve lastiklerini değiştirdim. Dedem hayatta değil artık. Onu özlemeye devam ediyorum. Arkadaşlarımı her Diyarbakır’a gidişimde ziyaret ediyorum. Qırıklarla aramızdan su sızmıyor. Bana “qılo pıllo” yapmıyorlar. Hollanda’yı tamamen kabullendim, alıştım ve seviyorum. Amsterdam ikinci şehrim oldu. Kısacası mutluyum. Bu satırları okuyanlar da mutlu olsunlar diyorum.

Amsterdam, 17 Kasım 2018


KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...