Jan Pieter Lensink
ORGAZM
Evlilik, sevgili
kalabilmeyi ortadan kaldıran bir kurum olmamalı. Sevgili kalabilmenin o güzelim
duygusu, heyecanı ve tutkusu, bu kutsal olduğu söylenegelen kurum tarafından,
insanların yüreklerinden nadide bir çiçeğin kökünden koparılması gibi, sökülüp
atılmamalı. İki insan bir olup, her türlü olumlu veya olumsuz olanca sosyal,
kültürel, geleneksel, görgü ve diğer bazlardaki birikimlerini gönülülük temelinde bir
birliktelikle harmanlamayı başarmışlarsa, çokça emek verilerek yakalanan bu
büyük güzellik, aynı şekilde devam ettirilmelidir. Yüreğimde taşıdığım benzeri
duygularla, bir sevgililer günü daha sökün (böylesi bir kutlama ile hemfikir
olur veya olmayız) edince ben de sürpriz yapıp eşimi bu yıl bir klasik müzik
konserine götüreyim dedim ve gittik.
Bu Amsterdam Concertgebouw’da
Hollandalı ünlü şef Pieter Jan Leusink yönetiminde “Mozart Requiem” konseriydi.
Tek kelime ile muhteşemdi. Şef Leusink’i tanıyanlar bilirler, onun sahnede koca
göbeği ve inanılmaz enerjisi ile nasıl devleştiğini, baget dahi kullanmadan
orkestrasını kendisine özgün delişmen el, kol, kafa, göz, göbek ve hatta kalça
hareketleri ile her defasında insanları, olağanüstülüğü ile büyüleyen bir gösteri
sergilediğini pekâlâ bilirler. Sahnede insanüstü bir dehanın icraatını
gözbebeklerinizi zorlamalarla izler hale geliyorsunuz. Sanatına büyük bir saygı
duysam da, bu Cem Yılmaz’ın Borusan Klasik Müzik Quartete’tini yönetmesi ile her
hâlükârda karşılaştırılamaz. (Hoş Cem yılmaz da bunu yine komiklik olsun diye
yapmıştı. Kendisinin de yoğun bir eğitim ve kabiliyet gerektiren bir konuda, bir
iddiasının olduğunu hiç sanmıyorum.)
Her şey iyi, hoş ve güzel
ama bu güzelliğin bir “amasının” olması biraz düşündürücü. Konser esnasında
karşılaştığım klasik müzikle ilgili onlarca Latince terimden bihaber olmak,
insanın içini acıtıp burukluk da yaratmıyor değil. Meğerse ne kadar da
şaşılacak kadar çok bir şeyden bihabermişiz. Hepsini sıralamaya gerek yok ama
birkaç terimi dillendirecek olursak; requiem, adagio, andante, allegretto, allegro,
capella, messe ve diğerleri. Nedir bunlar kardeşim? Yenilir mi, içilir mi,
giyilir mi? diyesi geliyor insanın. Doğrusu oldukça kapsamlı bir muamma ile
karşı karşıya olduğunuzu anında görmemeniz için bir neden yok. Çıkın
çıkabilirseniz işin içinden!
Hiç unutmam. Bugünmüş gibi net aklımdadır. Çocukluğumda
Ankara’da Ulus'a her gidişimde, yürüyüş yaparak Sıhhiye’den geçip
Kızılay’a gelirdim. O zamanlar kaldırımları balgam kaplı Ulus semtini (Şimdilerde
nasıldır bilemiyorum. İnsanımız bunun yapılmaması gerektiğini öğrendi mi,
acaba? Merak eder dururum.) geride bırakıp Kızılay’a doğru yol alırken, sağ tarafımızda kırmızı
boyalı ön tarafı yuvarlak bir bina gözümüze çarpardı. Buranın Ankara Opera Binası
olduğu söylenirdi. Burada ne yapılırdı, kimler kapısından içeri adım atardı ve
ne işe yarardı? Kendi kendime bu konuda kafa yorar ve işin içinden çıkamazdım.
Minik yüreğimi her defasında bir meraktır alırdı. Etrafımızda sorabileceğimiz
bir büyüğümüz veya örnek aldığımız bir ağabeyimiz de ne yazık ki yoktu. İç kemiren merakımla baş başa kalırdım.
Şimdilerde olduğu gibi,
insanların “Google Amca” diye adlandırdıkları bir arama motoru da yoktu. (Bakın
aşağıda kopyalayıp yapıştırdığım mehteran marşının sözlerini dahi “Google Amca”
sayesinde hemencecik buldum. Sözlü, yazılı, müzikli her versiyonu mevcut. Allah
razı olsun. Dinine lanet! Google’dan aç, Bitlis Sineması gibi tekrar tekrar al
başa ve dinle. Kabarması gereken göğsün kabarsın. Baklavaların bir bir ortaya çıkıversin. Bir tek şerbetini dökmek kalsın.)
Biraz daha ilerlediğimiz
zaman sol tarafımızda kalan Ankara Radyo’sunun binasına bakışlarımızı
çevirirdik. Burada olup biten konusunda biraz daha aşinalık vardı. Yurttan
sesler korosu, Türk Halk ve Sanat müzikleri, “arkası yarın” adlı piyesin
seslendirilmesi ve bitmeyen inişli çıkışlı memleket meselelerinin halka duyurulduğu
haber ajansları da buradan sunulurdu. "Vatan Milet Sakarya..." Hasan Mutlucan da bu
binadan halkı düşmanlarımıza karşı aynı binadan galeyana getirirdi. Ver mehteranı.
“Ceddin deden
Neslin baban
Ceddin deden neslin baban
Hep kahraman Türk milleti
Orduların pek çok zaman
Vermiştiler dünyaya şan
Orduların pek çok zaman
Vermiştiler dünyaya şan.”
Aradan yıllar geçti.
Çocukluğumuzu ve geçen onca yılımızı doğduğumuz o kurak toprakların tozu dumanı
arasında, ardımızda bıraktık. Operaya, yıllardır bir Avrupa ülkesinde yaşamama rağmen, ancak otuz yaşında gidebildim. Bu da aslında Amsterdam Operasında
çalışan bir tanıdığın sağladığı biletle oldu. “Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma
Operasıydı.” Olay geldiğimiz topraklarda geçtiğinden dolayı, var olagelen
aşinalıktan da olsa gerek, ister istemez oldukça ilgimi çekmişti. Ve artık evet
opera çok güzel bir şey diyebiliyordum. Ama otuz yaşımdan sonra!
Mozart Requiem konserinde
yer alan gitar, çello, korno, trompet ve diğer enstrümanları çalanlar
alanlarında uluslararası üne sahip, pek çok ödül sahibi, üniversitelerde ve
konservatuarlarda hocalık yapan bu işin erbabı profesörlerdi. Damdan düşmek
üzere olan “gıy gıy kemancılar” değildiler. Koroda yer alanlar da aynı şekilde
çok ciddi eğitimlerden geçen kadrolardı. Onlar da uyku ilacı görevi gören “Üsküdar’a
giderken bir mendil buldum” korosu değildiler. Zaten bulunan mendil de büyük
ihtimalle pek temiz değildi. Varsın olsun o da bulanın avuntusuydu. Temiz
olmasa da mendilin içine yine de lokum doldurmak durumundaydı. Yapış yapış
lokumları elinde götürecek hali yoktu.
Yıllar yılı yurt dışında
bulunan ve büyük bir özlemle doğduğu topraklara, yani İç Anadolu’daki köyüne
yeniden dönen Yakup adlı bir köylü, arabası ile çevreyi nostalji babında yakın
bir arkadaşı ile dolaşırken, bozkıra serpişmiş olan köylere doğru bakıp; her
defasında derin bir iç çekiyormuş. Arkadaşı Şahin iyiden iyiye meraklanmış.
Bunun üzerine Yakup arkadaşına aynen şöylesi bir açıklamada bulunmuş.
“Şahinciğim, biliyor
musun? Bu gezip gördüğümüz köylerdeki kadınların pek çoğu orgazm nedir
bilmeden, farkında olmadan ve bir kere dahi bunu yaşamadılar. Öylece geldikleri gibi bihaber gidecekler. Ne yazık… Ne yazık!”
Arkadaşı Şahin her ne kadar mevzunun
derin olduğunu görse de, bu açıklamaya dakikalarca kahkahalarla güler. Aslında
durum vahimdir. Diğer yandan söz konusu “orgazm” sadece cinsel bir işlev olmasa
gerek. Gönül ister ki, insanın her konuda söyleyecek bir şeyleri olsun. Bir şeyleri yeteri kadar bilsin. Bilgiden yoksunluk durumunda orgazm da olunmuyor. Çok okumak ve çok da görmek gerekiyor ki, orgazm olabilesin.
Konser esnasında sunumu
yapan güzeller güzeli bayan programın önce “allegro” bir parça ile
başlayacağını söylediğinde apışıp kalmamak elde değildi.
Sadece müzik alanında değil
elbette. İnsan yaşamındaki binlerce konuda bihaberlik sürüp gittikçe kişilerin bozkıra
serpiştirilen, orgazmdan bir haber köylü kadınlardan sanırım pek bir farkı
kalmıyor. Konuya ne kadar iyi hakim olunursa, alınacak haz da o denli yoğunluklu olur. Kulaklarımızın dibinde “requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella
ve messe” benzeri uzaktan yakından hiçbir fikrimizin olmadığı garip kelimeler
periler misali uçuşunca, şaşkınlıkla Kürtçe sormak durumunda kaldığımızı afallamalarla
görürüz.
“Te go çi… Te go çi? – Ne
dedin… Ne dedin?”
“Qızılkurt*. Orgazm
dedim. Orgazm!”
Amsterdam, 20 Şubat 2020
*Zıkkımın kökü
https://www.youtube.com/watch?v=kBkr7JF1ur4