20 Şubat 2020 Perşembe

ORGAZM



                                                                                        Jan Pieter Lensink 



ORGAZM

Evlilik, sevgili kalabilmeyi ortadan kaldıran bir kurum olmamalı. Sevgili kalabilmenin o güzelim duygusu, heyecanı ve tutkusu, bu kutsal olduğu söylenegelen kurum tarafından, insanların yüreklerinden nadide bir çiçeğin kökünden koparılması gibi, sökülüp atılmamalı. İki insan bir olup, her türlü olumlu veya olumsuz olanca sosyal, kültürel, geleneksel, görgü ve diğer bazlardaki birikimlerini gönülülük temelinde bir birliktelikle harmanlamayı başarmışlarsa, çokça emek verilerek yakalanan bu büyük güzellik, aynı şekilde devam ettirilmelidir. Yüreğimde taşıdığım benzeri duygularla, bir sevgililer günü daha sökün (böylesi bir kutlama ile hemfikir olur veya olmayız) edince ben de sürpriz yapıp eşimi bu yıl bir klasik müzik konserine götüreyim dedim ve gittik.
Bu Amsterdam Concertgebouw’da Hollandalı ünlü şef Pieter Jan Leusink yönetiminde “Mozart Requiem” konseriydi. Tek kelime ile muhteşemdi. Şef Leusink’i tanıyanlar bilirler, onun sahnede koca göbeği ve inanılmaz enerjisi ile nasıl devleştiğini, baget dahi kullanmadan orkestrasını kendisine özgün delişmen el, kol, kafa, göz, göbek ve hatta kalça hareketleri ile her defasında insanları, olağanüstülüğü ile büyüleyen bir gösteri sergilediğini pekâlâ bilirler. Sahnede insanüstü bir dehanın icraatını gözbebeklerinizi zorlamalarla izler hale geliyorsunuz. Sanatına büyük bir saygı duysam da, bu Cem Yılmaz’ın Borusan Klasik Müzik Quartete’tini yönetmesi ile her hâlükârda karşılaştırılamaz. (Hoş Cem yılmaz da bunu yine komiklik olsun diye yapmıştı. Kendisinin de yoğun bir eğitim ve kabiliyet gerektiren bir konuda, bir iddiasının olduğunu hiç sanmıyorum.)
Her şey iyi, hoş ve güzel ama bu güzelliğin bir “amasının” olması biraz düşündürücü. Konser esnasında karşılaştığım klasik müzikle ilgili onlarca Latince terimden bihaber olmak, insanın içini acıtıp burukluk da yaratmıyor değil. Meğerse ne kadar da şaşılacak kadar çok bir şeyden bihabermişiz. Hepsini sıralamaya gerek yok ama birkaç terimi dillendirecek olursak; requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella, messe ve diğerleri. Nedir bunlar kardeşim? Yenilir mi, içilir mi, giyilir mi? diyesi geliyor insanın. Doğrusu oldukça kapsamlı bir muamma ile karşı karşıya olduğunuzu anında görmemeniz için bir neden yok. Çıkın çıkabilirseniz işin içinden!
Hiç unutmam. Bugünmüş gibi net aklımdadır. Çocukluğumda Ankara’da Ulus'a her gidişimde, yürüyüş yaparak Sıhhiye’den geçip Kızılay’a gelirdim. O zamanlar kaldırımları balgam kaplı Ulus semtini (Şimdilerde nasıldır bilemiyorum. İnsanımız bunun yapılmaması gerektiğini öğrendi mi, acaba? Merak eder dururum.) geride bırakıp Kızılay’a doğru yol alırken, sağ tarafımızda kırmızı boyalı ön tarafı yuvarlak bir bina gözümüze çarpardı. Buranın Ankara Opera Binası olduğu söylenirdi. Burada ne yapılırdı, kimler kapısından içeri adım atardı ve ne işe yarardı? Kendi kendime bu konuda kafa yorar ve işin içinden çıkamazdım. Minik yüreğimi her defasında bir meraktır alırdı. Etrafımızda sorabileceğimiz bir büyüğümüz veya örnek aldığımız bir ağabeyimiz de ne yazık ki yoktu. İç kemiren merakımla baş başa kalırdım.
Şimdilerde olduğu gibi, insanların “Google Amca” diye adlandırdıkları bir arama motoru da yoktu. (Bakın aşağıda kopyalayıp yapıştırdığım mehteran marşının sözlerini dahi “Google Amca” sayesinde hemencecik buldum. Sözlü, yazılı, müzikli her versiyonu mevcut. Allah razı olsun. Dinine lanet! Google’dan aç, Bitlis Sineması gibi tekrar tekrar al başa ve dinle. Kabarması gereken göğsün kabarsın. Baklavaların bir bir ortaya çıkıversin. Bir tek şerbetini dökmek kalsın.)
Biraz daha ilerlediğimiz zaman sol tarafımızda kalan Ankara Radyo’sunun binasına bakışlarımızı çevirirdik. Burada olup biten konusunda biraz daha aşinalık vardı. Yurttan sesler korosu, Türk Halk ve Sanat müzikleri, “arkası yarın” adlı piyesin seslendirilmesi ve bitmeyen inişli çıkışlı memleket meselelerinin halka duyurulduğu haber ajansları da buradan sunulurdu. "Vatan Milet Sakarya..." Hasan Mutlucan da bu binadan halkı düşmanlarımıza karşı aynı binadan galeyana getirirdi. Ver mehteranı.
          “Ceddin deden
          Neslin baban
          Ceddin deden neslin baban
          Hep kahraman Türk milleti
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan.” 
Aradan yıllar geçti. Çocukluğumuzu ve geçen onca yılımızı doğduğumuz o kurak toprakların tozu dumanı arasında, ardımızda bıraktık. Operaya, yıllardır bir Avrupa ülkesinde yaşamama rağmen, ancak otuz yaşında gidebildim. Bu da aslında Amsterdam Operasında çalışan bir tanıdığın sağladığı biletle oldu. “Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operasıydı.” Olay geldiğimiz topraklarda geçtiğinden dolayı, var olagelen aşinalıktan da olsa gerek, ister istemez oldukça ilgimi çekmişti. Ve artık evet opera çok güzel bir şey diyebiliyordum. Ama otuz yaşımdan sonra!
Mozart Requiem konserinde yer alan gitar, çello, korno, trompet ve diğer enstrümanları çalanlar alanlarında uluslararası üne sahip, pek çok ödül sahibi, üniversitelerde ve konservatuarlarda hocalık yapan bu işin erbabı profesörlerdi. Damdan düşmek üzere olan “gıy gıy kemancılar” değildiler. Koroda yer alanlar da aynı şekilde çok ciddi eğitimlerden geçen kadrolardı. Onlar da uyku ilacı görevi gören “Üsküdar’a giderken bir mendil buldum” korosu değildiler. Zaten bulunan mendil de büyük ihtimalle pek temiz değildi. Varsın olsun o da bulanın avuntusuydu. Temiz olmasa da mendilin içine yine de lokum doldurmak durumundaydı. Yapış yapış lokumları elinde götürecek hali yoktu.
Yıllar yılı yurt dışında bulunan ve büyük bir özlemle doğduğu topraklara, yani İç Anadolu’daki köyüne yeniden dönen Yakup adlı bir köylü, arabası ile çevreyi nostalji babında yakın bir arkadaşı ile dolaşırken, bozkıra serpişmiş olan köylere doğru bakıp; her defasında derin bir iç çekiyormuş. Arkadaşı Şahin iyiden iyiye meraklanmış. Bunun üzerine Yakup arkadaşına aynen şöylesi bir açıklamada bulunmuş.
“Şahinciğim, biliyor musun? Bu gezip gördüğümüz köylerdeki kadınların pek çoğu orgazm nedir bilmeden, farkında olmadan ve bir kere dahi bunu yaşamadılar. Öylece geldikleri gibi bihaber gidecekler. Ne yazık… Ne yazık!”
         Arkadaşı Şahin her ne kadar mevzunun derin olduğunu görse de, bu açıklamaya dakikalarca kahkahalarla güler. Aslında durum vahimdir. Diğer yandan söz konusu “orgazm” sadece cinsel bir işlev olmasa gerek. Gönül ister ki, insanın her konuda söyleyecek bir şeyleri olsun. Bir şeyleri yeteri kadar bilsin. Bilgiden yoksunluk durumunda orgazm da olunmuyor. Çok okumak ve çok da görmek gerekiyor ki, orgazm olabilesin. 
Konser esnasında sunumu yapan güzeller güzeli bayan programın önce “allegro” bir parça ile başlayacağını söylediğinde apışıp kalmamak elde değildi.
Sadece müzik alanında değil elbette. İnsan yaşamındaki binlerce konuda bihaberlik sürüp gittikçe kişilerin bozkıra serpiştirilen, orgazmdan bir haber köylü kadınlardan sanırım pek bir farkı kalmıyor. Konuya ne kadar iyi hakim olunursa, alınacak haz da o denli yoğunluklu olur. Kulaklarımızın dibinde “requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella ve messe” benzeri uzaktan yakından hiçbir fikrimizin olmadığı garip kelimeler periler misali uçuşunca, şaşkınlıkla Kürtçe sormak durumunda kaldığımızı afallamalarla görürüz.
“Te go çi… Te go çi? – Ne dedin… Ne dedin?”
“Qızılkurt*. Orgazm dedim. Orgazm!”


Amsterdam, 20 Şubat 2020


*Zıkkımın kökü


https://www.youtube.com/watch?v=kBkr7JF1ur4


14 Şubat 2020 Cuma

GAYRIK YETER




“GAYRIK YETER”


Haftanın ilk günü, hava dehşetli soğuk. Bulut yumaklarının arasında kış güneşi kaplumbağa misali korkuyla başını kâh çıkarıyor kâh geri çekiyor. Güneş bu mevsimde var olan bal rengi ışınlarını, bir avuç ısısını, bakır tasını ve tarağını toplayıp yeniden bulutların ardında saklı bir kuru dala anında tünüyor.
Sabahın alaca karanlığı, Amsterdam şehrinde bir kaç yıldır işlettiğim dükkânıma geldim. Evden işe beş yıllık rütin bir gidiş gelişin bir kez daha tekrarında, üşümüş olan ellerimi anahtarlarımı bulmak için karman çorman olan ceplerime daldırdım. Uzun bir didinmenin ardından en nihayetinde bulabildim. Oysa her zaman kendi kendime der dururum, “behey adam; şu ceplerime bir ara, biraz daha çeki düzen ver, işe yaramayanları bir kenara koy.” hem anahtarlarımı çabuk bulacağım, hem de zamandan kazanmış olacağım. Ama gel gör ki; evdeki hesap, çarşıdakine neden denli uzağında kalır? Şaşar dururum.
Aynı uzun uğraşıyı kapıyı açmakta da gösterdim. Derken kapıdan içeri ilk adımlarımı atmış lambaları henüz yakmıştım ki, içeriye bir müşterinin damlaması bir oldu. Siftah erken başlamıştı. Görünen o ki, güne iyi başlayacağım.
Telaşla derme çatma tezgâhımın ardına geçtim. Müşteriye gülümseyerek iyi günler dileğinde bulundum. Kral veya kraliçe olduğunun ayırımına pek varamadığım bu müşterime nasıl yardımcı olabileceğimi sordum ve ardından istediklerini kendisine verdim. Elinde alış veriş çantası tam da gitmek üzere adım atmışken, dönüp buğulu gözleriyle beni sorgularcasına baktı. Göz göze geldik. Çok özel bir soru sorup soramayacağını sordu. Bu ağlamaklı gözlerin bir bayana mi, yoksa bir erkeğe mi ait olduğunun sabahın bu erken saatinde ayırımına varamadım. Kısa bir şaşkınlığın ve duraksamanın ardından, büyük bir merakla elbette sorabileceğini söyledim. Gözlerindeki buğu biraz olsun dağılırken, esmerden öte yüzüne hafiften yayılan pembeliğin ardından büyük bir merakla beklediğim sorusunu sordu.
“Siz hiç bu kapıdan bir kadının girmiş olduğunun farkına vardınız mı?”
Hiç beklemediğim bu soru karşısında yaşadığım ikinci şaşkınlık ve duraksamadan sonra zorlanmama rağmen cevap vermek durumundaydım.
“Affedersiniz ama ne demek istediğinizi anlayamadım.”
Kısa ve düzensiz kesilmiş kıvırcık saçlı kalınca dudaklı, benim gibi kısa ve tıknazca olan bu müşterime bu kez dikkatle baktım. Yüzünde büyük bir eziklik vardı. Bu ezikliğin ortaya koymuş olduğu mimiklerle, boynu bükük bir halde;
“Bakın ben gördüğünüz gibi bir bayanım. Kadınlar yaşlarını söylemeyi tercih etmezler. Ama ben söylemekte sakınca görmeyenlerdenim. Tam otuz altı yaşındayım. Ben içeri girdim ve bayan olduğum halde şöyle üstünkörü de olsa beni süzmediniz. Oysa size göre daha genç sayılırım. Neden, hiç bir erkek beni dikkate almaz ki? Ben de birilerinin çok şey ifade eden bakışlarının benim üzerimde dolaşmasını ve bedenimin bir yerlerinde asılı kalmasını isterim. Ama bu neden hiç olmuyor, benim eksiğim nedir? Bakınız, ben KLM (Hollanda Kraliyet Havayolları) gibi büyük bir kurumun servis otobüsünde yıllardır şoför olarak çalışıyorum. Yani öyle işsiz güçsüz biri de değilim. Sürekli de insanların içindeyim. İşin garibi iş arkadaşlarımın büyük bir bölümü de erkek.”
Ben böylesi bir sorgulamayla karşılaşacağımı doğrusu hiç beklemiyordum. Bu bayanın yıllardır yaşadığı ayrımcılığın faturasının bana çıkarılması beni allak bullak etti. Bir müddet tepkisiz öylece kıpırtısız kalıp, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Hani biraz güzel, kadın gibi bir kadın olmuş olsa, diyeceğim şeyleri bulmakta daha az zorlanmış olacaktım. Neredeyse içimden geçenleri söyleyecektim ki, kendimi frenleyip, dilim döndüğünce kırık dökük Hollandacamla kendisini teselli etmek zorunda kaldım.  
“Şey, şey... diye geveleyip devamla; İnsanlar bu ülkede çok yoğun yaşıyorlar. Bu yoğunluk ve stresle, koşturmacayla birbirlerini göremeyip, dikkate alamayacak hale geliyorlar. Sistem çok acımasız, dolayısı ile insanlar da acımasız oluyorlar. Herkes kendi köşesinde kendi hayatını yaşıyor ve aslına bakarsanız kimse kimseyi ilgilendirmiyor. Nasıl söylesem, burada aynı zamanda alabildiğine bir iletişimsizlik söz konusu elbette.”
Bu söylemimle kendisini tam biraz olsun yatıştırmıştım ki, kendimi alıkoyamayıp;
“Doğrusunu isterseniz bu yadsımanın oluşmasında, kanımca sizin de biraz suçunuz var. En basitinden içeri girdiğiniz zaman ben sizin erkek mi yoksa kadın mı olduğunuzun ayırımına varamadım. Bir kadın olduğunuza göre biraz daha kadınsı giyinmeniz gerekmiyor mu? Bir kere bu ‘burka’ benzeri elbiseleri üzerinizden çıkarıp, biraz daha açılıp saçılmanız kanımca daha iyi olacak. Belki çok güzel bir yüzünüz vardır. Fakat bunun vitrininin biraz daha gösterişli olması lazım. Güzelliğinizi ortaya koymanız ve en önemlisi de bence vitrininizi biraz daha aydınlatmanız gerekecek. Yani sizde var olanın elbette dışarıya sunumu çok önemli. (Sanki bütün bu dediklerimi kendim kusursuz bir şekilde yapıyormuşum gibi, hani bulunca abalı garibi köteği basıp ver yansın ettim ve birden uzman kesildim.)
Söylediklerim kendisini üzerinde soğuk bir duş etkisi yarattı. Ama sonuçta bana hak verdiğini ima etmek için masumca kafasıyla beni onayladı. Bunun üzerine söylediklerimin altını çizmek için;
“Hollandacada bir deyim var, ‘görmek satın almaktır.’ Hani böyle olunca da bazı şeyleri biraz daha görülür ve fark edilir hale getirmek zorundayız.
Kendisinde bir şeylerin var olup olmadığı hakkında ki ikilem yaşayıp, henüz diyeceklerimi bitirmiştim ki, yıllardır şehri Amsterdam ve çevresinde çapkınlıkları ile ün salan ve dillere destan hovardalıklarından dolayı kendisine “Bay Coşkun” dediğimiz bir arkadaşım dükkândan içeri daldı. İşin uzmanını karşımda görür görmez, problemli bu vakayı teslim edeceğim birinin gelmesinin rahatlığını yaşadım. Üzerimden büyükçe bir yük kalktı.
“Bakınız, bu konularda arkadaşım benden çok daha tecrübelidir ve hatta uzmandır. İsterseniz bu konuyu daha fazla vaktiniz varsa, onunla daha detaylı konuşabilirsiniz. Sizi kendilerine havale ediyorum."
Bunu söylememle bizim Coşkun ihaleyi hemen aldı ve kadınla arka bölümde uzun uzadıya konuşup, gülüştüler. İhale alınan inşaatın kırık dökük olması, cephesinin tamamen kapalı olması, güneş almıyor olması Coşkun’u ilgilendirmiyordu.”
Allah’ı var, ihaleyi devrettiğim Kazanova arkadaşım bu konuda hiç ayırım yapmayan bir müteahhitti. Hani ne derler; ‘yiğidi öldür ama hakkını yeme.’ Coşkun uzunca karşılıklı bir söyleşiden sonra bayanı gönderdi. Bayan giderken hüzünlü gözlerini neşeli ve umut dolu olanlarla değiştirmişti. Tabi bana da nezaketen teşekkür etmeyi ihmal etmedi.
Derken böylesi garip bir sabahın ardından yeni bir iş günü sökün etti. Bugün çok farklıydı ve çok nadir bayanda bulunacak olan bu cesarete hayran olmamak elde değildi. Görünen o ki: Bıçak gelip kemiğe dayanınca, sorunlar insanları düştükleri Robinson adasında kaçacak pek bir yerleri olmayınca böyle dışa vurabiliyordu. Şairin de dediği gibi, bu bayan her ne kadar şiirdeki Türk köylüsü değilse de,  sonuçta bir insan olduğu için o da GAYRIK YETER demiş ve bu hışımla yüklenebilmek için bula bula beni bulmuştu. Aman ne talih!
Dışarıda ise güneş tünediği dalda hala bir kararsızlık içinde bulutlarla debelenip duruyordu. İçimden hem güneşe hem de sabah sabah sökün eden bu gariban insana acımadan edemedim. Yaşam ise her olumsuzluğa karşın olabildiğince muhteşemdi.





Amsterdam, 14 Şubat 2004

  

27 Ocak 2020 Pazartesi

HAYAT KISA




HAYAT KISA

Adımlarımın telaşlı aceleciliği ile etrafıma bakına bakına yürüyorum. Ankara’da Emek Mahallesi'nin sınırları içinde, günün büyükçe bir bölümünde, yeryüzünün bu kısmını gün boyu durmaksızın adımlıyorum. Adeta bir kapana sıkıştırılmış gibiyim. Mahalle sınırlarının dışına çıkmama zorunluluğum olmadığı halde benim belirlediğim bu alanda, başımda dengede tutmaya çabaladığım bir ağırlık ve burnumun direğini sızlatan hoş bir susam kokusu ile bağıra çağıra dolaşıyorum. Yaklaşık yirmi yıldır aynı kokuyu sanki ilk kez duyuyormuşum gibi aynı hazla ciğerlerimin derinliklerine çekerek, dünyayı yeniden arşınlıyorum.
Benim bir simitçi olduğumu verdiğim ip uçlarından anlamışsınızdır. Bu mahallede namım Simitçi İbo olarak yayıldı. Onca simitçi olmasına rağmen, ne özelliğim var, zaman zaman anlamakta zorlandığım, şaşakaldığım bir üne kavuştum. Sağ olsunlar. Açılan her pencereden beni mahalleli “İbooo”  diye çağırır. Adeta bu insanların bir parçasıyım. Onlar da benim gerçek ailem gibiler. Yılların dostluğu da diyebiliriz buna. O buharı tüten mis ekmeğimi bu yoldan kazanıyorum. Haftanın her günü şafakla birlikte uyanıyor ve saat altı sularında simit fırının önünde soluğu alıyorum.
Bizim işimizin öyle pazarı, bayramı veya hafta sonu yok. Hastalanmak dahi yasaktır. Daha doğrusu bu katı kuralları ben kendi kendime acımasızca uyguluyorum. Benim işimi anlatımımla gören-duyan çok önemli bir makamı işgal ettiğimi sanacak. Varsın olsun. Bu da benim işim. İnsanlar bugün hafta sonu veya bayram diye simit yememezlik etmiyor. O gün bol susamlı çıtır ve de gevrek bir simit yemek istiyorsa, onu yiyebilmeli ve ben bu hizmete soyunmuşsam, iki elim kanda da olsa sunabilmeliyim. Bu da benim işime olan saygım diyebilirsiniz. O tattan ve istekten müşterilerimi mahrum bırakmamalıyım.
Yine bir sonbahar mevsimindeyiz. Mahallenin dört bir yanı sararıp solan ağaç yaprakları ile dolu. Sonbahar bütün renkleri ile sokağa hâkim. Güneş daha az ısıtır oldu. Hayat yeniden yoğunluğunu hissettirmeye başladı. İnsanlar tatilden döndü ve yeniden çalışma temposuna uymak zorunda kaldılar. Ağaçların altından geçerken tablamdaki simitlerin arasına düşen yapraklar doluşuyor. Attığım her adımda yapraklar ayaklarıma dolanıyor. Çöpçülerin işi hayli zor. Har an yağmur veya rüzgârın çıkabileceğini göz önünde bulundurup simitlerimi daha iyi sıralamalıyım. Yağmura karşı da önlemimi alıyorum. Bunun için günlük hava tahmin raporlarını aksatmaksızın takip ediyorum. Ona göre de gardımı alıyorum.
Görmenizi çok isterdim. Tablama bin bir özenle milimlik sıraladığım onlarca simitleri dikkatle başımın üzerine koydum ve ardından avazım çıktığı kadar cıyak cıyak “simitçiiiii…” diye bağırdım. Benden önce caminin Hocası Rükneddin Efendi teknik donanımını kullanarak bağırdı. Ama onun maksadı başkaydı. Aslında bir yerde o da ekmek parası için bağırıyordu. Hani kimseleri hayrına “ Eyy… Cemaati Müslim’in vakit tamam buyurun sabah namazına…” diyecek hali yoktu. Gelse ne olur, gelmese ne olur umurunda olmazdı.
Simitlerim çıtır çıtır ve gevrek. Son iki yıldır işime biraz da renk katayım dedim. Artık simitlerimin yanı sıra isteyene "karper peyniri" de satıyorum. Bu mahallede öğrenci sayısı fazla olduğundan satışlar iyi gidiyor. Hijyene oldukça özen gösteriyorum. Ellerime sürekli eldivenlerimi takmayı ihmal etmem. Simitleri mutlaka maşa ile alır ve poşete koyar. Velinimetlerim müşterilerime öylece takdim ederim.
Yıllar yılı bu sokakları arşınlayadururken, olabildiğince yüksek tonlamalı tiz bir sesle Allah’ın her günü binlerce kez bağırıyorum.  Ekmek parası, yaratan bana da böylesi bir rol biçmiş. Mahallede İsrail Evleri denilen kısımdan ilk adımlarımı attım. Çok geçmeden haftada en az dört-beş kez simit alan Asiye Hanım üçüncü kattaki evinin balkonundan içine simit parasını da koyduğu sepetini uzattı. Çok dakik bir teyze. Çoğu zaman tek kelime konuşmasak da anlaşıyoruz. Ama bayram günlerinde mutlaka uğrak verir, hal hatır sorar mübarek ellerini öperim. Aile ile ilgili her şeyi bilirim. Beni yabancı olarak görmediklerinden bana o güzelim yüreklerinin kapılarını sakınca görmeden sonuna kadar açarlar.
Asiye Hanım yine dört simit parasını ve hiç ihmal etmediği iki lira bahşişimi de ekleyip sarkıttığı sepete, ben de dört tane simidini koydum. Tablamı sehpanın üzerine yerleştirdiğim için ellerimi ağzımın etrafında birleştirdim ve “afiyet şeker olsun ablam…” diye sağ elimi kalbimin üzerine getirip sepeti yukarı saldım. Asiye Hanımın (Allah uzun ömürler versin.) elli yıldır Hamit Beyle mus mutlu bir evliliği ve bu evlilikten bir oğlu ve bir de kızları var. Her ikisi de yıllarca önce dünya evine girmişler. Çocukları evlendikten sonra İstanbul’a yerleşmişler. Anne ve baba Ankara'da kalmışlar. Kendileri tam Ankara sevdalıları. Oğlu Nazım’ın Vera adında güzeller güzeli bir kızı var. Uzun dalgalı sarı saçları ile Asiye Hanım torununu civcivlere benzetiyor. Onu severken içi içine sığmıyor. Adeta onu şeker misali alıp ağzında evire çevire erite erite yemek ister gibi bir sevgi seli yaşıyor.
“Ah benim Sarı Civcivim. Ah canımın içi. Ben seni öylesine çok seviyorum ki. İyi ki varsın kuzum. İyi ki benim torunumsun. Tabiatın bana bahşettiği en büyük hediyesin. Tanrı ömrümü alsın senin ömrüne katsın. Bahtın açık olsun yavrum benim.”
Kızı Münevver’in de bir o kadar güzel on yaşında Orhan Veli adında bir oğlu var. Bütün aile sanatın her dalı ile yakından ilgili oldukları için topluma mal olmuş her biri ayrı bir değer olan kişilikleri kendi çocukları ile özdeşleştirmişler. Onların hatırasını kendi çocuklarında sürdürmüşler. Onlar sayesinde ben de kıyıdan köşeden de olsa bir şeyler kapıyor ve okumaya merak salıyorum. Keşke daha çok vaktim olsa. Ama her geçen gün ruhum zenginleşiyor ve kendimi ayrıcalıklı sayıyorum. Dünyaya daha güzel ve geniş pencerelerden bakıyorum. Ben de büyük değişikliklerin olduğunu her geçen gün sezinliyorum. Dünyayı daha iyi kavrayıp yorumlar hale geldiğim gibi, olaylara ve insanlara karşı hoşgörümün arttığını da görüyorum. Eşime de bu güzelliği bildiğim kadarı ile aktarmaya çabalıyorum.
Benim de, ellerinizden öper ikisi kız, biri oğlan olan üç çocuğum var. En küçük kızım Saliha daha ilkokulda, oğlum Samet ortaokulda ve büyük kızım Şenay da lise öğrencisi. Bütün uğraşım onlar için. Hanımım Fatma derin gamzeli. Benim gözümde dünya güzeli. Evliliğimizin üzerinden aşk ve sevgi dolu on sekiz yıl geçti. Ve ben ona ilk öpücüğümü verdiğim gün gibi aşığım. Saygı da asla kusur etmez, sevgisi beni benden alır. Bu sokakları hiç yorgunluk duymadan ardımda bırakıyorsam, sihirli bir değnek gibi bana sevgisi ile dokunduğundandır. Bütün gücümü ondan alırım.
Asiye Hanımın simitlerini verdikten sonra sürekli müşterim olan birkaç eve daha uğradım. En son Figen Hanım’a simitlerini verdim. Yavaş yavaş cami sokağına doğru ilerliyorum. Sokağın girişinde İsmail Bey simit istediğinden karşı tarafa geçmem gerekiyor. Benden yaklaşık otuz metre kadar ileride lüks bir aracın hızla bana doğru geldiğini gördüm. Başımdaki simit tablası ile kendimi kaldırıma atamadım. Aracın hızla bana çarpması ile bütün bedenimde korkunç bir acıyla kaldırıma savrulmuşum. Anında bayılmışım. Bana vuran araç durma zahmetinde dahi bulunmamış. Çok zaman sonra gözlerimi hastanede açtığım zaman bütün bedenimin sargılı olduğunu gördüm. Sızlamayan yerim yoktu. Perişan haldeydim. Kimsenin yaşayacağıma dair bir umudu yokmuş. Ama ben çocuklarım, dünyalar kadar sevdiğim eşim ve bu mahalle, yani bu koca ailem için yaşamalıydım. Bu dirençle kefeni yırtmıştım. Olay sonrası bütün mahallelinin başıma toplandığını ve her biri bir tarafa fırlayan simitlerimi topladıklarını anlatıyorlar.
Arabanın bana çarptığı ve sürücünün durmadan aynı hızla yoluna devam ettiğini duyan mahalleli, Asiye Hanım ve Hamit Beyin öncülüğünde bir araya gelip, mahallede benim için bir bağış kampanyası başlatmışlar. Evimizin bütün ihtiyaçları giderildiği gibi, hastane masrafları da ödenmişti. Bunu hak etmiş miydim? Aman Tanrım insanlar bir araya gelince neler de yapıla biliniyor ve her türlü zorluğun üstesinden geline biliniyordu. Bu insanlara karşı öylesine mahcuptum ki, ne yapacağıma onların ayaklarına nasıl kapanacağımı şaşırmıştım. Bütün bunlar da insan sınıfına giriyor ve ne yazık ki acımasızca bana lüks arabası ile çarpıp giden şımarık zengin çocuğu da! Bu büyük bir haksızlık diye düşünüyorum.
 Altı ay kadar sonra eski sağlığıma tekrar kavuştum. Hastalığıma iyi gelir diye evimiz mahallelinin getirdiği bal, reçel, tahin, sucuk, et, balık ve pek çok çeşit yiyecek ile dolup taşıyordu. Ben ise bu büyük ailemin bana gösterdiği ihtimam karşısında mahcubiyetimden küçülüyordum.
Yeniden bahar geldi. Mahalleme ve bana da baharla birlikte büyük bir güzellik geldi. İnsanlar güzel, ben güzelim, çocuklarım güzel, hanımım Fatma çok güzel. Belki de arabasıyla çarpan genç de güzeldi. Ama o durmadı. Kaçtı. Şairin dediği gibi: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”
“Simitçiii…. Taze, gevrek simitlerim var. Simitçi geldi, simitçiii….”
“İbooo… Bana beş tane simit getirir misin?”
“Emriniz olur Selvi Abla. Hemen en gevreğinden, beş tane simit. Afiyet, bal, şeker olsun ablama.”


Erkelenz / Almanya, 26 Ocak 2020



26 Aralık 2019 Perşembe

NİNA








NİNA

Bir zamanlar gönül verdiğim arkadaşım, hala güzel gördüğüm, nefes kesen o güzelim yüzünde devasa bir gülümseme, sevecenlik ve aşk ile bana “Nina” diye hitap eder, bu sesleniş benim de çok hoşuma giderdi. Nina, İspanyol dilinde küçük kız anlamına geliyormuş. Oldukça zorlu denilecek bir sürecin ardından, acemice daha yeni yeni sahnelerde ayaklarımın birbirine dolanmalarla yer almaya başladığımda, kendime yeni bir solist ismi arayışı içine girdim. Böylelikle ön adımı olan "Eunice'ı" arkadaşımın bana seslendiği gibi Nina olarak değiştirdim. Soyadımı da yine çok sevdiğim Fransız oyuncu Simone Signoret’ten esinlendim. Bundan sonrasındaki hayatımı bildiğiniz üzere Nina Simone olarak devam ettirdim.
Acılarla dolu müzik kariyerimde, yüksek basamakları büyük zahmetlerle çıksam da, caz dünyasında adım kısa sürede çok anılır ve aranılır oldu. Bu alandaki çıtamı yükseltmek için canımı dişime taktım. İşimi hala severek ve büyük bir zevk alarak yapıyorum. Müzik otoriteleri sesimin buğulu olduğunu söylerler. Dolayısı ile buna derin bir hüznün sesi de diyebiliriz. Sahnede şarkı söylerken dünyadan tamamıyla uzaklaşıyorum. Kendimden geçiyor, bedenimin anlam veremediğim bir hafifliğe ulaştığını görüyorum. Bu duygu ile sahnelerde sermest bir halde sahnede yorulmadan saatlerce kalabiliyorum. Hissedilenler öylesine büyüleyici ki, anlatılamaz. Rüyalar alemi bu olsa gerek!
Dünyanın dört bir yanına turnelere çıkıyorum. 1970l' yılların başıydı. Bu turnelerden birinde ilk defa Ankara’ya gittim. Ankara’da verdiğimiz ve caz severlerin büyük beğenisini aldığımız o muhteşem konserimizin ardından, kalabalıklardan her daim kaçışan ben, sakin bir Anadolu köyüne gidip görmeyi çok istedim. Ricam üzerine menajerim kısa sürede yaptığı bir araştırmanın ardından, beni orkestramda bulunan meraklı birkaç kişi ile birlikte Bala ilçesinin Büyükcamili Köyüne götürmeye karar verdi.
Yaklaşık üç saat sürecek bir yolculuğun ardından, uzun bir süre sonra yarım saat içinde Büyükcamili köyünde olacağımız söylendi. Şose yol oldukça bozuk. Menajerimin ayarladığı otobüsle çukurlara gire çıka ilerlemeye çalışıyoruz. Çok az bilindiği söylenen Bala ilçesini geçtikten sonra rehberimiz çok merak ettiğim köy isimlerini tek tek söylüyor. Kulağıma garip gelen bu isimleri tekrarlamaya çalışıyorum, ama telaffuz etmekte hayli zorlanıyorum. Rehberimiz Mısto elimdeki not defterine bütün isimleri itina ile yazıyor. Mısto yol güzergâhında aracımızı bir çeşmede aniden durdurdu. Çeşmenin adının “Verem Çeşmesi” olduğunu söyleyince şaşırmadan edemedim. Bir hayrat çeşmesinin böylesi illet bir hastalıkla ne ilgisi olduğunu kavramakta zorlanınca, kısa boylu yerden bitme, ama minik burnunun altında bir torba bıyığı olan Mısto, yarım yamalak İngilizcesi ile buna bir açıklık getirdi.
Bu çeşmenin suyunun çok lezzetli ve aynı zamanda çok şifalı olduğunu ve hatta söylentiye göre verem hastalarını dahi iyileştirdiğinden dolayı bu suyun adının halk arasında böyle kaldığını anlattı. Bu lezzetli sudan kana kana içip serinledik. Temmuz ayının sabah güneşi karşıdan eğimli de gelse, yakıcı olmaktan geri kalmıyordu. Etrafta irili ufaklı tepeler ve geniş düzlüklerin çok da yeşil olmaması dikkatimi çekti. Yakındaki cılız bir söğüt ağacına konan serçe cıvıltıları doğanın müzikaliydi. Ara sıra öbekler halinde ağaçlar boy gösterse de yeterli değildi. Soluklanıp serinledikten sonra yolumuza yeniden koyulduk. Mısto’nun defterime yazdığı köy isimlerine bakıyorum. Beynam, Büyük Boyalık, Küçük Boyalık, Tol, Kesikköprü, Küçükcamili ve en sonunda da hedefimiz olan Büyükcamili köylerinin adını okudum. Hepsi birbirine benzeyen sonsuz bir bozkırda yer alan küçük yerleşim yerleri. Kesikköprü adlı kasabaya ulaştığımızda yeryüzünün çehresi biraz daha değişir gibi oldu. Kızılırmak dedikleri bir nehir göz kamaştıran maviliği ile bozkırı boydan boya dolaşıyordu. Evlerin önlerinde ve arkasında ağaçlar görünüyordu.
Büyükcamili Köyüne bir gün öncesinden haber salınmıştı. Büyük ihtimalle orada da minik de olsa bir konser verecektik. Bu caz konseri köy halkı ve aynı zamanda benim için de bir ilk olacaktı.
Ziyaret denilen bir tepeye geldiğimizde önce korku ile kabuğuna çekilen ve sonrasında boynunu uzatıp bakan bir kaplumbağanın da aynı yönü kendisine yol eylediğini gördüm. Biz en geç yarım saat içinde orada olacaktık. Sanırım ben ülkeme vardıktan çok sonra o da Büyükcamili Köyünde ancak olurdu. Konsere mi gidiyordu diye merak ettimse de dik yokuşta durup hazreti almak güç olacaktı. Yokuşu tırmanmamızın ardından, karşıdan Büyükcamili Köyünü görünce sahneye adım attığım zamanlardaki ilk heyecanın benzerini bedenime yayılan bir tatlılıkla hissedince, kendi kendime şaşakaldım. Mısto’nun bana sürprizi vardı. Beni köyde çok sevdiği ve uzaktan da akrabası olduğunu söylediği Kör Zewe’nin misafiri yapacaktı. Kadıncağızı tanımam etmem. Onun da beni tanıdığını sanmıyorum. Nereden tanısın Amerika’dan çıkıp gelen kömür karası bir kadını. Mısto Kör Zewe’nin aslında düz burnu ve kalın dudakları ile teni benim kadar kara olmasa da, biraz beni andırdığını söyleyince iyice meraklandım.
Aracımız yol kenarında sarı boyalı iki katlı bir evin önünde durdu. Kör Zewe ve kocası Çıtak Haydar’a öncesinden haber verildiğinden ailecek ve meraklanıp gelen komşularla birlikte bizi bekliyorlardı. Hayatımda hiç bu kadar güzel ve içtenlikle karşılanmadım. Kör Zewe o kısacık kollarını açtığında, karşılama için kollarını arasındaki açıklık bana yüz metre gibi geldi. Kendimden utandım. Bu ne doğal bir insanlıktı. Kollarımız birbirimizin bütün bedenlerinde sevgiyle gezindi. Sanki kırk yıldır tanışıyor ve hiç ayrılmamışız gibi bir duyguya kapıldım.  Ev sahibimizin bedeni benimkine kıyasla biraz daha küçük olduğundan ben onu daha iyi ve sıkıca sarıp sarmalayabiliyordum. Dakikalarca sarıldık. Kaplumbağa ortalarda gözükmüyordu. Büyükcamili'de gündü, güneşti. Gökyüzü yedi renkti.
Beklenmedik bir anda alkış sesleri yükseldi. Köylü erkekler başlarındaki kasketleri saygı mahiyetinde çıkarıp kollarının altına sıkıştırmışlardı. Aynı zamanda misafirperverlik gereği olabildiğince de güzel ve temiz giyinmişlerdi. Etraftan yayılan alkış tufanı devam ediyordu. Birkaç tane köpek meraklı bakışlarla kalabalığın yanı başında ağızlarından salyalar akıtarak bize bakıyorlardı. Kadınlı erkekli ve bütün çocuklar adını dahi duymadıkları bu siyahi kadının adını gırtlaklarını yırtarcasına koro halinde bağırmaya başladılar.
“Ninaaa… Ninaaa… Welkommm… Ninaaa… Ninaaa…” ‘Welkom’ kelimesini Mısto önceden onlara öğretmiş olmalıydı. Şaşkınlığım anlatılır gibi değildi. Bu ne büyük bir güzellik ve paha biçilmez bir armağandı. Bu armağan aldığım onlarca ‘Emmy Müzik’ ödülleri ve diğerlerinden çok daha güzel ve manevi değerdeydi. Beraberimizde getirdiğimiz oyuncakları köylü çocuklara dağıttığımızda, onların mutluluğunu mutluluğum edindim. Hayatımda ilk defa bu kadar huzur ve barış doluydum.
Program gereği Kör Zewe’nin evinde hazırlanan öğle yemeğinden sonra, yine aynı evin balkonunda vereceğimiz küçük bir konserle köylülere seslenecektik. Çıtak Haydar’ın önceden kestiği kuzu etinin suyu ile Kör Zewe’nin yaptığı yöreye özgü bulgur pilavını kurulan dört ayrı yer sofrasının ortasına büyük tepsilere küçük tepecikler halinde yığılmış haldeydi. Bu küçük bulgur tepeciklerinin dört bir yanına kuzu etleri yerleştirilmişti. Bağdaş kurarak oturduğumuz yer sofrasında sunulan tereyağlı ve naneli keşkek çorbasını ön yemek olarak kaşıkladık. Müthiş bir lezzetti. Sonrasında yediğimiz etli bulgur pilavı da aynı şekilde dillere destan bir tattaydı. Bugüne kadar alışık olmadığım ve tatmadığım lezzetlerdi. Köpüklü ayranlarla da susuzluğumuzu giderince karnımız tok-sırtımız pek oldu. Siyah ve kalın dudaklarımı köpüklü ayrana daldıra daldıra içmiş olacağım ki, beyaza boyanmış gibi görünen dudaklarım sofradakilerin gülüşmelerine sebep oldu. Kısa sürede olup biteni anladım ve mahcuplukla dudaklarımı sildim.
İçilen çayların ardından köylüler küçük konserimiz için Kör Zewe’nin balkonunun altına toplanınca orkestra arkadaşlarım enstrümanlarını alıp balkona çıktılar. Ardından ben de alkışlar eşliğinde balkon merdivenlerini Kör Zewe’nin elinden tutarak tırmandım. Konser öncesi bir ara Kör Zewe’yi mutfağa çektim ve bildiği bir türkü olup olmadığını sordum. Çok sıkıldı. Hayır mahiyetinde gören tek gözünün bakışlarını yere indirip omuzlarını silkti. Bunun üzerine kocası Çıtak Haydar devreye girdi.
“Biliyor… Biliyor… Kürtçe bildiği bir türkü var. Onu söylesin.”
“Hangisi?” diye merakla sordum.
“Kürtçe ‘lo berde’ diye bir parçası var. Onu söylesin.” diye ısrar edince güçlükle ikna edip mırıldanmaya başladı. Parçayı birlikte birkaç kez söyleyip mutfakta kısa bir prova yaptık.
Sahnedeki (daha doğrusu balkondaki) yerimizi aldığımızda çevrede yer alan Kesikköprü, Tepeköy, Küçükcamili, Bektaşlı, Heştiyar ve Kuyular adlı Heciban aşiretine mensup olduğu söylenen köylerden gelenlerle birlikte yaklaşık bin kişilik coşkulu bir dinleyicinin karşısındaydık. Muhteşemdiç Tezahuratları yoğundu. Yüreğim bir hoş oldu. Kalbim hızla atmaya başladı. Heyecanım doruklardaydı. Kör Zewe’nin elini tuttuğumdan ve köylülerin yoğun ilgisinden kendimi oldukça iyi ve mutlu hissediyor olacağım ki, içimden “Feeling good – İyi hissediyorum” adlı şarkımı ilk önce seslendirmek geldi. Parçanın sözleri bildiğiniz gibi aynen şöyle ilerliyor.
“İyi hissediyorum.
yükseklerde kuşlar uçuyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
gökyüzünde güneş parlıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
hafif bir rüzgar esiyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun

          işte yeni bir şafak
işte yeni bir gün
yeni bir hayat
benim için
ve ben iyi hissediyorum

denizde balıklar var, nasıl hissettiğimi biliyorsun
nehir özgürce akıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
ağaçlar kokular saçıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun

yusufçuk güneşe uçuyor, neden bahsettiğimi biliyorsun, değil mi?
kelebekler neşe içinde, neden bahsettiğimi biliyorsun
günlerin bittiğinde huzur içinde uyumalısın
işte bundan bahsediyorum

ve bu yaşlı dünya yeni bir dünya
ve cesur bir dünya
benim için

yıldızlar parladığında nasıl hissettiğimi biliyorsun
çamların kokusuyla nasıl hissettiğimi biliyorsun
ah, işte özgürüm
ve ne hissettiğimi biliyorum.”
Seyircilerim şarkılarımdan tek kelime anladıklarını anlamadıkları halde aralarında ağlayan ve gözlerini mahcuplukla silen pek çok insan vardı. Ben bunu şarkılarım esnasında yüzümdeki hüznü görüp hissetmelerine yordum. İnsanların bakışları tanıdıktı. Benim kömür karası insanımdan farksız bakıyorlardı. Mahcup, ezik, utangaç, acemi ve güven yoksunu. İkinci sıraya Kör Zewe ile söyleyeceğim Kürtçe parçayı almıştım. Zaten toplamda dört şarkı söyleyip ve böylelikle insanları da hiç anlamadıkları bir dilde ve bilmedikleri müzikle daha fazla sıkmayacaktık. Arkamda bir vokalist gibi duran Kör Zewe’yi yanıma aldım ve sol kolumu onun aşağılarda kalan omuzuna koydum. Birlikte söylemeye başladık, ama ben daha çok nakarat kısımlarında ona eşlik ettim.
“Lo berde
Şevek di nîvê şevê da lo,
Di giraniya xewê da
Şevek di nîvê şevê da lo,
Di giraniya xewê da
Destê xwe da destê min lo,
Di bin roniya hîvê da
Destê xwe da destê min lo,
Di bin roniya hîvê da
De berde de berde,
Lawo destê min berde
Evînî bi kul û derd e lo,
Lawo destê min berde
Evînî bi kul û derd e lo,
Lawo destê min berde
Min tu ditî li hewzê gulan,
Sibê, nîvro û êvaran
Te ez dîtim li hewzê gulan,
Sibê, nîvro û êvaran
Dest avête gerdenê lo,
Xişîn ketiye guharan
Dest avête…”
Kürtçe dilindeki bu muhteşem aşk şarkısının sözlerinin anlamını da ben yazmayayım. Benim gibi bilmeyenler Türkçede araştırıp öğrensinler. Zaten müziğin dilinin olmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Yine de öğrendiğim kadarı ile şarkının bir yerlerinde “Aşk yara ve dert doludur, oğlan ne olur, hani daha yol yakınken, beni böylesi zorlu bir yola beraberinde sürükleme.” türünden anlamlı bir şarkı. Doğrusu çok büyük keyif aldım. Beklemediğimiz bir anda, adının Memo olduğunu söyleyen başka bir köylü, içinde benim adımın da geçtiği bir Kürtçe şarkı söylemek istediği ricası ile gelince, hepten şaşırmıştık. Gerçekten de şarkının sözlerinde adım geçiyordu. Kısaca bu şarkının da sözleri şöyleydi.
"Ninna nina ninaye,
çıpkım male dünyaye.
...................................
Ha di içi da içi da
li male ape Heci da
ramisanek bi de min
di qunciki tarıda..."
Bu hareketli parçanın ardından onlarca halkadan oluşan uzun halaylar çekildi. Böylesi bir şenliğie ilk defa tanıklık ediyordum. Şaşkınlığım dudak uçuklatacak türdendi. Söylediğimiz dört parçanın ardından yoğun istek üzerine “Four Woman – Dört Kadın” adlı parçamla konserimizi dünyanın pek de bilinmeyen bir noktasında, coşkulu sevgi gösterileri arasında tamamladık. Ama hiçbir dinleyiciyi dünyanın diğer yerlerinde hep yaptığım gibi; tipik bir Nina Simone olup, kimseleri paylama gereği duymadım. "Otur yerine veya kıpırdama," diye çıkışmadım. Hüznümün altında etli dudaklarımın kenarında sürekli bir gülümseme vardı. Sadece Kör Zewe'ye alkışın az olmasından dolayı daha coşkulu bir alkış istedim. Tam tersine onların önünde yerlere kapandım.
Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Çocuklar ayaklarıma dolanıyorlardı. Şaşkındılar. Kör Zewe ve diğer pek çok kadın ve erkeğin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Serde duygusallık var. Karşımda, adını sanını hiç duymadıkları ve ilk defa gördükleri kömür karası siyahi bir kadın için yaşlar akıtan bir kitle vardı. Kendimi tutamadım. Gözlerimden boncuklar halinde süzülen yaşlar Kör Zewe’nin yüzündeki ıslaklıkla, sular seller halinde birbirine karıştı.
Vedalaşma esnasında ev sahibimiz hemhalim Kör Zewe’ye sıkı sıkıya sarıldım. Mısto aracılığı ile ülkemde “Dışı siyah içi beyaz” olan pek çok insanın bulunduğunu ve bir yandan da sürdürmeye çalıştığım mücadelemin yoğunluklu bir kısmının onlara karşı olduğunu kulağına fısıldadım. Kendilerinin içlerinin ve dışlarının hep böyle kalmasını rica ederek ayrıldım. Anlayıp anlamadığını bilemiyorum. Zamanında Vietnam’da yürütülen savaşın karşıtlığından dolayı hapis yattığımı, ırkçılık ile her daim kavga halinde olduğumu, büyük bedeller ödediğimi anlatamadım. Dediğim gibi anlatsam da beni anlayıp anlamayacağından emin değildim. Bildiğim, gördüğüm bu insanlar pür ve aktılar. Buruk duygularla ardımda gözleri buğulu pek çok insanı el sallamaları ile bıraktım. Kalbim onların avuçlarında kaldı. Aracımız Ankara’ya doğru çukurlara bata çıka yola koyuldu.



Amsterdam, 26 Aralık 2019


22 Kasım 2019 Cuma

TOHUM






TOHUM

Camili Köyü'nde ve dünyanın diğer pek çok diyarında tan yeri bir kez daha aynı anda ağardı. Şafakla birlikte söken güneş, aynı zamanlama ile yeryüzüne yaydığı ışınlarını ve saçtığı onlarca rengi acele etmeksizin yeniden topladı. Sonrasında Paşa Dağı'nın zirvesinin ardına saklanmalarla kayboldu. Ekim ayıydı. Kibarlığını üzerinden atmayan Sonbahar itina ile fazla rahatsızlık vermeden kapıyı tıklatmaya başlamıştı. Pullukların yardımı ile altı üstüne getirilen ve bozkıra boylu boyunca yayılan binlerce dönüm tarla, şehvetli bir dişi misali, gelecek yıl da yeni bir hasat almak üzere buğday ve arpa tohumları ile buluşturulurken, topraktan yılın son buğuları da dumanlar halinde göğün maviliklerine karışıyordu. 
Tıraşsız yüzleri, tütünden sarıya çalan dişleri, buruşuk giysileri ve dağınık kaşlarına doğru çekiştirdikleri şapkaları ile Camilili erkekler, padişahlar gibi koltuklarına kuruldukları kırmızı, sarı, yeşil ve mavi renklerdeki traktörlerinin ardına bağladıkları mibzer, tohum ve gübre ile doldurdukları Topal Memet imalatı römorkları ile babadan oğula kalan tarlalarından gün kararırken evlerine dönüyorlardı. Hasat sonrası çalışmaya ara verilen işlerin ardından, yeniden hummalı bir çalışmanın içindeydiler. Umutlar tükenmiyordu.
İki kız, iki oğlan babası Salih de traktörü ile Kemikli Kuyu mevkiindeki tarlasından dönüyordu. Bu yıl tohumu biraz daha sık ekti. Gübreden de kaçınmak istemedi. Traktörünün üzerinde, “hobılı hobılı” sallantılar ve apansız takındığı bir zafer edasıyla tozu dumana katarak Camili Köyü’nden içeri girdi. Oysa o, daha biraz önce Kemikli Kuyu’da bulunan tarlasından bu yana yol boyu çocuklarını aklından bir bir geçirmekle meşguldü. Bu zafer edası da olmadık yerde, nereden çıktı? Kendisi de anlayamadı. Duygu ve düşüncelerinin geçişleri çok ani olunca de şaşakaldı. Eve yaklaşması ile birlikte pos bıyıklarının altında geniş bir gülümseme kendiliğinden belirdi.
Evet, çocuklar büyüdü. En büyük kızı yedi yaşındaki Fatma bu yıl okula başladı. Fatma’nın hareketlerinde ne yazık ki, biraz ağırlık söz konusuydu. Köyde onun yaşıtları çatır çatır Türkçe konuştukları halde, onda bu konuda hiçbir ilerleme yoktu. Oysa okulda mutlaka Türkçe konuşması gerekiyordu. Yoksa okula gitmesinin bir anlamı elbette olmayacaktı. Yarım yamalak konuştuğu Kürtçe ile bir yere varamayacağı gün gibi aşikârdı. Bu nedenle okula başlamış olsa da; Fatma biraz değil, tersine çok problem yaratacağa benziyordu. Diğer kardeşleri daha küçük olmalarına rağmen, onlardaki gidişat fena sayılmazdı. Söylemeye dili varmıyordu ama kızındaki bu engeli galiba istese de, istemese de kabullenmek durumundaydı. Acaba bir doktora falan mı götürseydi! Bu darlıkta da doktora gidip gelmeler epeyce masraflı olacaktı. Bunun faydasını görüp görmeyecekleri de belli değildi.
Salih kızına siyah önlük, kenarları dantelli süt beyazı yaka, dalgalı kömür karası saçlarına takması için nar kırmızısı toka, bir çift kırmızı rugan kundura, askılı sırt çantası, defter, kalemtıraş ve renk renk silgili kalemler aldı. Fatma okula gidecek ve okuyacaktı. En geç, iki yıla kalmaz, yakınlarındaki ilçe Kamanlıların konuştuğu gibi kaba değil, İstanbul Türkçesi ile bülbül misali şakıyacak ve bu uçsuz bucaksız bozkırda yer alan Kürt köylerinde parmakla örnek olarak gösterilecekti.
Salih traktörü evinin önüne çekti. Mibzeri çözdü. Kapıda onu karısı Site ve kızı Fatma karşıladı. Yorgun adam kızından günlerdir ayrı kalmışlarcasına uzun uzun sarıldı. Toprak kokulu parmaklarını kızının dalgalı saçlarında gezdirdi. Site elleri yana yana tereyağlı bulgur pilavı tenceresini acele ile yer sofrasının yanına koydu. Mis gibi tereyağı koktu. Salih bir anda çok acıkmış olduğunu fark etti. Midesini ovuşturdu. Sofraya oturmak için sabırsızlanıyordu. Bulgur pilavını hızla ağzına doğru götürüyor ve bir yandan da sofrada yanına oturan Fatma'ya Kürtçe sorular sorup, onunla konuşuyordu.
“Aferin kızıma benim. Bugün okula mı gitmiş? Benim güzeller güzeli akıllı kızım. Türkçe hangi kelimeyi öğrenmiş bakalım?” Fatma, zeytin gözlerini yere indirdi. Ağlamaklı bir sesle;
“Ben Türkçe bilmiyorum ve okula da gitmek istemiyorum. Herkes bana gülüyor. Benimle alay ediyorlar. Ahmet öğretmen de Türkçe bilmediğim için beni sürekli dövüyor. Okula gitmeyeceğim, Türkçeyi de bilmiyorum ve öğrenmeyeceğim de.”
Fatma anne ve babasının zoru ile ileride İstanbul Türkçesi ile şakıyacak olan kızlarının parlak geleceğinin kesintiye uğramasının önüne geçmek maksadı ile onu zorla okula gönderdiler. Fatma’nın parlak geleceğinin heba edilmesine göz yumamazlardı.
Bütün hafta boyunca yaz aylarını aratmayan bir pastırma yazı yaşanıyordu. Camili diyarı yaklaşık bir haftadır günlük güneşlikti. Tohum ekiminin neredeyse sonuna gelindi. Yukarı mahalleden Halil’in ekilmedik iki parça tarlası kaldı. Traktörler ve mibzerler gerekli bakımları yapılıyor ve sonrasında da yeniden garajlarına çekiyorlardı. Onlar üzerlerine düşeni yerine getirmişlerdi. Bundan sonrasını Allah’a havale etmekten başkaca yapılacak bir şey yoktu.
Herhangi bir fırtına çıkmaz, düzenli olarak da rahmet yağarsa yüzlerini güldürecek bir hasat elde edeceklerdi. Böylelikle yeniden dağ gibi biriken borçlar ödenecek, sevdalıları birleştiren düğünlerle kızlar ve delikanlılar evlendirilecek, üst baş alınacak, kışa hazırlık yapılacak ve stokta azalan erzaklar doldurulabilecekti. Aksi halde diz boyu perişanlık kapıda demekti ki, bunun düşmanlarının dahi başına gelmesini istemiyorlardı.
Pastırma yazı devam ediyordu. Fatma, anne ve babasının diretmesi ile yeniden mezarlığın yakınında bulunan Camili ilkokulunun yolunu tuttu. Fatma’nın da artık ilim irfan öğrenmesinin zamanı gelmişti.
Derse her zamanki gibi on dakika kadar geç kaldı. Sınıf kapısının tıklatılmadan açılması ile herkes gelenin Fatma olduğunu anlamakta gecikmedi. Sınıfta bulunan kırk üç çocuğun ve Ahmet Öğretmenin başı Fatma’ya doğru güneşe dönen ayçiçekleri misali bir anda döndü. Çocuklar bir ağızdan kikirdemeye başladılar. Ahmet Öğretmenin sinirleri kısa bir sürede tepesine çıktı.
“Susun diyorum size. Kesin sesinizi. Hepinizi falakaya yatırmayayım. Fatma, hemen geç yerine otur. Bir daha da derse geç kalma. Bu son olsun. Yoksa seninle külahları değişiriz.” Öğretmenin söylediklerinden Fatma hiçbirini anlamadı. “Külahların değişimini” diğer çocuklar da anlamamışlardı. Oysa ne Fatma’nın başında ne de Ahmet Öğretmenin başında değişecek külah vardı. Olsa bile Fatma’nın külahı öğretmenin kafasına nasıl olacaktı ki?
Fatma yerine oturdu. Öğretmen tahtaya alfabedeki bütün harfleri büyük ve küçük halleri ile yazdı. Daha sonra da kısa hecelerle harfleri birleştirdi. Önce kendisi ve sonra da bütün sınıfa hecelemelerini söyledi. Fatma hariç bir ağızdan;
“Gel, al, ye, ev, su, şu, bu, ve…” diye bağırdılar. Fatma’nın arkadaşlarına katılmadığını gören Ahmet Öğretmen onun yanına geldi.
“Fatma kalk.” diye çıkıştı. Ama kalkmadı. Oturduğu yerden öğretmenin söylediğini aynı şekilde tekrarladı.
“Fatmaa kaaalk…” dedi. Bütün sınıfta bir kahkaha tufanı koptu. İyice heyheyleri gelen öğretmen kendisini tutamadı ve Fatma’ya hiç beklemediği bir anda tokadı yapıştırdı. Yanağı alevler içinde al al olan Fatma ağlamaklı oturmaya devam etti. Elini sızlayan yanağına götürdü. Ne yapacağını şaşırdı. Ahmet Öğretmen Fatma’nın tek kelime Türkçe anlamadığını gördü. Çaresiz kalmıştı. Sil baştan ona bu dili nasıl öğretecek ve bunun altından nasıl kalkacaktı. Bu imkânsız gibi gözüküyordu.
Merakla tekrar Fatma’nın yanı başına geldi. Yanağının sızlaması devam eden Fatma olduğu yerden kalkmadı. İstifini bozmadan yanağına elini bastırmaya devam etti. Ahmet Öğretmen yüksek sesle yeniden çıkıştı.
“Eşek Fatma…” diye bağırdı. Önce bir sessizlik oldu. Bütün cesaretini toplayan Fatma elini yanağından çekti. Aynı şekilde;
“Eşşşek Fatmaaa…” diye uzata uzata o da bağırdı. Sınıfta önüne geçilemeyecek ikinci bir kahkaha tufanı koptu. Ol sinirleri kel tepesinde toplanan Ahmet Öğretmen eline aldığı cetvelle, gözleri dönmüş bir halde sıraları tek tek dolanıp, korku içinde titreme ile açılan her minik avuca hızla ikişer kez vurdu. Sıra Fatma’ya gelince ona iltimas geçti. Fatma öğretmeninin kendisine vurmadığını görünce çok mutlu oldu. Artık öğretmeninin kendisini sevdiği duygusuna kapıldı. Fatma mutluydu ve ertesi gün sınıfın kapısını en erken açan o oldu.
Güneş zaman zaman gökyüzüne yapıştırılan pamuk öbeklerinin ardına kısa anlarla saklansa da, varlığını iyice hissettirmekte diretiyordu. İlerleyen zamanla birlikte daha önceleri de olduğu gibi Paşa Dağı’nın ardına önce saklandı ve sonrasında da kayboldu. Bozkır toprağının buğusu dindi. Pastırma yazının daha kaç gün devam edeceği belli değildi. Ama şu da var ki; varsın İstanbul Türkçesi de “bundan kelli” ol kendisini Camilili Fatma’dan kollasındı. Şimdilerde o günden bu yana aradan elli yıl kadar bir zaman geçti. Fatma'nın İstanbul Türkçesi ne denli gelişti, bilinmez. Bu konu da araştırmak yapmak isteyen olursa, varsın, buyursun araştırsın!


Amsterdam, 23 Kasım 2019



12 Kasım 2019 Salı

MOLİTYALI





 MOLİTYALI

"Yarayla alay eder,
Yaralanmış olan.
Bak nasıl da
Sararıp soluveriyor
Tanrıça kederlerden.
Sen çok daha
Parlaksın çünkü.
Sen tüm göklerdeki
Yıldızların ilki.
Sen aydınlatırsın geceyi"

Shakespeare - Sen Aydınlatırsın Geceyi

Daracık ömrümde; durmaksızın zamana atılan çentiklerle, yaşım başım fütursuzca bir danışıksızlıkla aldı yürüdü. İyiden iyiye kabardı yaşım. Herkesler gibi dur diyemedim. Başı köpüklü bir ırmak misali geçip giden ömrümün coşkulu debisinde sıkıntılar, yüreğime yapışan keder kenesi, özlem, acı, hoşluklar, tutunulacak küçük-büyük mutluluklar ve benzeri irili ufaklı güzellikler de yok değil. Yaşlı ve yorgunum artık. Ama bitkin değilim.
Mevsim bir kez daha yaz ortası. Torunlarımı görmeye gidiyorum. Kızım Pervin, bir oğuldan farksız sevdiğimiz damadımız İkram ve çocukları ile birlikte bulunduğum kasabadan otuz kilometre uzaklıkta başka bir kasabada yaşıyorlar. Torunlarımın biri kız ve diğeri de oğlan. Kıvır kıvır sarı perçemli, maviş gözlü kız torunumun adı Pelşin. Dokuz yaşında. Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyor. Bütün dileğim adı gibi hep yeşil ve canlı kalmasıdır. Oğlan torunumuzun adı ise Filinta. Yedi yaşında henüz. İsmi ile müsemma. Güzel mi güzel bir çocuk. Hem anne hem de baba alışılmış olmayan böylesine güzel isimlerden yana karar kıldılar. Doğrusu bu isimlere ilk başlarda alışmak kolay olmadı. Lakin zamanla benimsiyor ve alabildiğine kanıksıyor insan.
Yol üzeri uğradığım devasa zümrüt bulutlardan oluşan ormanda huzur veren bir sessizlik hâkim. Yerden ağaçların köklerinden itibaren yosun benzeri yeşillikler ağaç gövdelerini sarıp bütünü ile kaplamak istiyor. Etrafa taze yeşil yapraklar serili. Güneşten çıkagelen bütün renkler, ağaç dallarının ve yapraklarının yoğunluğu arasından hüzmeler halinde ormanın dört bir yanına serpiştiler. Beklenmedik bir anda ormanın dışından kümeler halinde gelen serçeler yeşilin bin tonunun serpiştirildiği güzellikler arasında telaş içinde kayboluyorlar. Kelebekler kanatlarının muhteşem renkleri ile var olan yelpazeye ayrı bir zenginlik katıyorlar. İnsanda ağırca bir yük olan gamı silip süpüren ormanda duyduğum hazdan çatlıyorum. Kendimi almak ne mümkün. Uzun süre burada sıkılmadan kalabilirim. Solunan her nefesle birlikte ciğerlerime tarifsiz bir huzur doluyor.
Dupduru yüzlü Eşim Gül Naz’ı dört yıl önce kaybettim. Amansız bir hastalığa yenildi, benim iğde kokulum. Avucuma aldığım sıcacık elini, benden aldı. Ellerim yapayalnız, acemice ve yek başlarına kalakaldılar. Bilemezsiniz, nasıl severdim onu. Yokluğuna alışmak ne mümkün. Onca zaman geçti, hayali her daim buğulu yaşlı gözlerimin önünde. Gül Naz her an sadece benim görebildiğim minik bin bir periye dönüşüyor gözlerimin önünde, omuzlarıma, saçlarıma, ellerime, kaşlarımın üzerine ve bütün bedenime konuyor. Kâh sol kulağıma, kâh sağ kulağıma usulca fısıldıyor. Bense bakmakla yetiniyorum, incitir bir yerlerine zarar veririm diye dokunamıyorum. Vurgunu olduğum, bakmaya doyamadığım, beni benden alıp götüren yosun gözleri, kendisine müthiş bir hoşluk katan gamzeli çehresi ile gülümseyip;
“Oldu mu ya şimdi? Üzülmek yok dememiş miydik Nihat’ım? Yelkenleri hepten suya indirmişsin yine. Üzülmekle beni de üzüntüye gark ettiğini biliyorsun. Oysa kavlimiz böyle değildi! Yapma, etme be canım. Bak her daim yanındayım, sana geliyorum. Bana hep derdin. ‘Gülen az Gül Naz.’ Sen de o çoğunluktan olma. Ne olur. Hadi bana, insanlara, kurda, kuşa, ağaca, dala, otlara, dikenlere, çiçeklere, solucana, kirpiye, kaplumbağaya, hayata ve bütün dünyaya gülümse.” diye usulca kulağımın dibinde seslendiğini duyar gibi oluyorum. Yüzümdeki bir gülümseme uzun süre donup kalıyor. Alabildiğine dalgın ve kederliyim. Sen yoksun!
Evet, torunlarıma gidiyorum. Yol kıyısında durduğum ormanlık alanda arabamı durdurdum, usulca geldim, büyükçe bir taşın üzerinde oturuyorum. Dalıp dalıp gitmelerdeyim. Gül Naz’ım bin minik peri halinde etrafımda uçuşuyor. Nasihat eyledikten sonra geldiği gibi gitti. Birazdan tekrar çıkagelir. Biliyorum, gönlü razı gelmez. Yalnız koymaz o beni.
Ormana hafiften bir imbat rüzgârı doluştu. Yüzümü, gözlerimi kırçıl bıyıklarımı hepten yalayıp geçti. İyi de oldu. Biraz olsun serinletti. Az ilerimde ben yaşlarda sakallı bir adam belirdi. İyice yaklaştı. Yüzünü daha iyi seçebiliyorum. Temiz ve bakımlı bir ihtiyar, aynı zamanda şık giyimli ve de uzunca boylu. Siyah takım elbiseli, beyaz gömleğinin üzerinde kırmızı kravatı sarkıyor. Yaklaştıkça yüzündeki hoş gülümsemesi iyice belirdi. Selam verip iki metre ileride başka bir taşa oturdu. Adeta sessizliğin içinden süzülüp gelmişti. Çok geçmeden daha öncesinden tanışıyormuşuz gibi muhabbetle tokalaştık, tanıştık. Etkilendim.
Adının Sermo olduğunu söyleyince, şaşırdım. Böylesi farklı bir ismi duymamış olmanın şaşkınlığının yüzüme yayılmasıyla başladı anlatmaya.
“Nihat Bey ben komşunuz ve aynen bunun gibi bir dünya olan Mellikka adlı yaşanabilir gezegenin Molitya ülkesinden geliyorum. Sizin bulunduğunuz bu dünya da dahil olmak zere ayrı ayrı isimleri olan ve insanların ikamet ettiği elliden fazla diğer gezegenin çoğunun büyük ülkelerini ve şehirlerini gezip gördüm sayılır. Yaşım el verdiği müddetçe de gezip görmeye devam edeceğim.” Yüzümdeki şaşkınlığın belirginliği abartılı bir şekilde ayyuka çıkmış olacak ki, anlatımına ara verip o da şaşkınlıkla benim yüzüme baktı.
“Anlattıklarım sizi şaşırtmış olmalı. Şaşıracak bir şey yok. Bütün bunlar artık bilinen şeyler. Hayatın olduğu elliden fazla dünya da diyebileceğimiz çeşitli gezegenle arasında iletişim kuruldu. Artık kimseler kendi kabuğuna çekilmiş durumda değil. İmkânları olan her insan gezegenler arası seyahate başladı. Ben de onlardan biriyim. Bugüne değin duymamış olmana şaşırmadım. Çünkü bu çok daha yeni. Yakın zamanda gezegenlerimiz arası ithalat ihracat da yapılacak. Her türlü bilgi alış verişi zaten çoktandır gündemde. Yalnız şu da var ki; örneğin biz Mellikalılar, dünyalılardan çok daha ileriyiz. En önemlisi de bizde savaşların hiç ama hiç olmamasıdır. İnsanlarımız arasındaki gelir dağılımında, adalet, eğitim, sağlık ve barınma gibi konularda gözle görülür bir farklılık yoktur. Edindiğim bilgilere göre buralarda gidişat pek de berkemal değil. Dünyadaki hangi ülkeye gidilebilir, nerede savaş yok gibi bir araştırmaya girdiğimizde ortaya çok da iç açıcı sonuçlar çıkmadığından, gönül rahatlığı ile bu diyarlara gelinmiyor. İpin ucunu epeyce kaçırmış gibisiniz. Kalpleriniz adeta sevmeme birikintisi ile dopdolu. Çok anlamsız. Daha çok edinme hırsınızdan, kelimenin tam anlamı ile birbirinizi yiyip bitiriyorsunuz.”
Çok uzunca bir vaazdı. Aniden sustu. Sükûnetle dinlemek zorunda kaldım. Gıkım dahi çıkmadı. Neye uğradığımı şaşırdım. Duyduklarıma inanmalı mıydım? Oluşan sessizliğin ardından bütün bunları bir anda düşünedururken. Yüzüme dikkatle baktı.
“Nihat Beyciyim neden bu kadar müteessirsiniz? Bir mahsuru yoksa sorabilir miyim acaba?” diye sormayı da ihmal etmedi. Artık bir cevap vermeliydim. Kekeleyecek gibi oldum. Ama dilini yutmuş numarası da yapamazdım.
“Ben… Ben dört yıl kadar önce eşimi kaybettim. Onun yokluğuna alışamıyorum. O her an aklımda. Siz çıkagelmeden önce de oturduğum bu taşın üzerinde onu düşünüyordum. Belki de bunu sezinlediniz.”
“Anlıyorum. Ama belki de sevgili eşiniz hala hayattadır. Mesela bizim Mellikka’ya gezmeye gitmiş olamaz mı? Oradan da başka gezegenlere seyahate çıkmıştır belki. Siz hiç üzülmeyin bana eşinizin adını soyadını yazın şu kâğıda. Ben iki gün sonra bizim ülkemiz Molitya ve bütün Mellika’da sizin için araştırırım. Bana adınızı, e-mail ve telefon numaranızı da yazın lütfen. Sizinle bu konu hakkında en kısa zamanda irtibata geçeceğim. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Kafanıza takmayın. Yüreğinizi karartmayın. Özellikle de ‘zülfüyârenize, yani ince telinize dokunmayın.’ olmaz mı? Bu tel bu tel bir kere kopmayagörsün, bir daha onaramazsınız. Bana müsaade. Hadi kalın sağlıcakla.” deyip, bilgilerimi yazdığım kâğıt parçasını havada sallaya sallaya uzaklaştı. Çokça yudum kelam eyledi ve gözden kayboldu. Telaffuzunda zaman zaman hatalar da olsa Türkçesi iyi sayılırdı. Şaşırdım kaldım. Türkçeyi nerede öğrenmişti? Merak ettim.
Her şeyi ve herkesi bir anda unutmuştum. Ne kadar da nazik ve kibar bir adamdı. Ben ise adeta “dumura uğramıştım.” Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilmeden taşın üzerinde uzun uzadıya kıpırtısız bir heykel gibi oturdum.
Nice sonra afacan bir sincabın daldan düşürdüğü at kestanesinin başıma düşmesi ile ayıldım. Başım çok da acıdı. Ama bunu pek de kale almadım. Yola çıkmıştım bir kere, gidip torunlarımı görmeliydim. Beni bekliyorlardı. Gitmemezlik edemezdim.
En nihayetinde torunlarım, kızım ve damadımla sarmaş dolaş olduk. Daha önceki gelişlerimde en az bir hafta kadar kalıyordum. Fakat bu defa en fazla bir gün kaldıktan sonra bir yolunu bulup eve dönmeliydim. Mellika gezegeninden Molityalı Sermo’nun anlattıkları aklımın her zerresine perçinlenmişlerdi. Bunları kızıma ve damadıma anlatamazdım. Anlamazlardı. Büyük ihtimalle onlar da hayatın var olduğu, başka insanların barış ve huzur içinde yaşadığı bu gezegenlerden veya başka dünyalardan bihaberdiler. Bu yaşlı halimle Sermo’yu ve anlattıklarını onlara söylesem, beni haklı olarak “tefe koymaları” kaçınılmazdı. En iyisi bu konuyu hiç açmamalıydım ve bir an önce eve gidip, Mellika’ya gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yapmalı ve Gül Naz’ımı bir an evvel bulmalıydım.


Amsterdam, 12 Kasım 2019 

23 Ekim 2019 Çarşamba

PAPATYA




 PAPATYA

Görünen o ki; merakınız, benim gibi iri kıyım birisinin kopardığım minnacık bir çiçekle nasıl da uğraş verdiğim yönünde. Anlatayım. Bu gördüğünüz solmak üzere olan zavallı bir kır çiçeği. Solgunluğu mazeret değil elbette. Kopardığım her narin yaprak için içim kıyılmıyor değil. Gönlüm buna her ne kadar rıza göstermese de, kalbimin önüne geçilemeyen o coşkulu atışlarına kendimi kaptırıyor ve papatyanın yapraklarını tek tek koparıyorum. (Birisini öylesine çok seviyorum ki, anlatamam. Anlatsam da anlaşılır mı, doğrusu onu da bilemiyorum. O nedenle bırakın uzun zamandır içimde barındırdığım henüz karşılığı meçhul olan sevdam, kalbimin derinliklerinde cam kırıkları gibi kanatmalarla, acıtmalarla gezinedursun.) Kopan her yaprağın ardından çıkacak olan sonuca merakla bakarken her defasında yüreğim pır pırları ile yerinden çıkacak gibi oluyor. Yaptığım bilimsel bir araştırma değil. Çok bilinen, sevildiğinden emin olmak için benim de yapmak durumunda kaldığım bir aşk araştırması diyebiliriz.
Sevmek ki; nasıl da dehşetli bir duygu. Aman Tanrım; günün yirmi dört saati durmaksızın her haliyle sevdiğimi düşünüyor, hayal ediyor ve onun o buğulu nefesinin her daim kulağımın tam da dibinde alıp vermesini istiyorum. Hayatımda ilk defa bu denli deli divane âşık oluyorum. Onun da beni sevip sevmediğini, her ne kadar mahcup bakışlarından anlasam da, çokça merak ediyorum. Şu an yaptığım papatya testinden çıkacak sonuçla bir nebze rahatlamak istiyorum. O halde neyse "halim çıksın falim." Yüreğim ağzımda son yaprağı koparıyorum. Duymak istediğim ve şu an mırıldandığım “seviyor” sözcüğü. Evet, oldu. Sihirli bir kelimeydi. Ağzım kulaklarımda. Çok mutluyum.
Papatya da onun beni sevdiğini söylüyor. Havaya uçuyorum. Yer çekimi hepten yok oldu. Bir tüy misali havalanıyorum. Aklımın suyu tamamıyla çekiliyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki? Ne isteyebilirdim ki? Aman Tanrım, şükürler olsun sana. “Seviyor… O da seviyordu…” Katıksız yalnızlığım tez elden son bulacak. Umarım solgun papatyam doğru söylüyordur. Ya zavallı bir kuşun tüylerini yolar gibi onun yapraklarını koparmış olmamın verdiği kızgınlıktan, kırgınlığından veya bu vahşeti benden beklemediğinden, yalandan böyle söylediyse ben ne yapacağım? İçime bir kurt düşmedi değil. Buna hiç ihtimal vermesem de, ne yapıp edip bu konuda emin olmalıyım. Yüreğimi teskin etmeliyim.
Aradan zamanın biraz daha geçmesiyle kendime geldim. Her şey yerli yerine oturur gibi oldu. Zavallı papatya zaten ölmek üzereydi. Ölüm döşeğinde diyeceğim, ama bu sadece insanlara özgüydü. Bu herkes yatakta ölecek demek değil tabii ki. Hayır. Ayakta dimdik ölenler de yok değil. Hatta papatyalar da ayakta ölürler. Yattığı yerde ölmek papatya için çok yersiz bir yakıştırma olur. Anlayacağınız bunu söylemekten vazgeçtim. Hani demem o ki; papatya da olsa onu küçümsemek değil meramım. Son anlarını yaşadığı bir esnada onca çayır, çimen, ayrık otu, kekik, gelincik, yonca, hemcinsi papatya ve börtü böceğin yanı başında yalan söyleyecek hali yoktu, elbette. Minnacık bir papatya da olsa, onun da kendince bir şanı ve şerefi yok mudur? Tabii ki doğruyu söyledi.
Mevsim hazan yüklü sonbahar da olsa, benim gönlüm sarhoştu. Ormanın dört bir yanında bakmaya kıyamayacağınız altın ve kızıl renkli yapraklarla, bedenimin azımsamayacak ağırlığı ile ben de uçuşuyorum. Ağaç dallarını ıslatan bir yağmur hafiften çiseliyor. Umarsızca yoluma devam ediyorum. Çok geçmeden yağmur duruldu. Ağaç dallarının arasından bin bir renkli güneş huzmeleri sızıyor. Kuş cıvıltıları dünyanın en güzel senfoni orkestrasını aratmıyor. Püskül kuyruklu sincaplar ağaç dallarında korkusuzca dans ediyorlar. Meşe ormanında dillere destan bir renk cümbüşü hakim. Yeri kaplayan çimler ıslak. Nereden estiğini belli etmeyen, apansız çıkagelen tatlı bir rüzgâr esintisi, lop lop etli iri kıyım vücudumu tüy misali hafif kılıyor. Ben bende değilim. Başım bulutlu. Ama yeni bir yağmur yağdırmaya niyetli değilim. Bulunduğumuz kayalığın ardında annemin gizlendiğini ve kendince pek bir mutlu kikirdeyip beni izlediğini biliyorum. Anne yüreği dersem, başka açıklamaya gerek kalmaz. Varsın o da kızı bendeniz Fatoş adına kırk yılın başında mutlu olsun. Mürüvvetimi görmek onun da hakkı.
Koca ormanda kimsecikler yok. Babam Süleyman ormanda yeni keşfettiği bal kovanlarını talan etmek üzere hoplaya zıplaya uzaklaştı. Umarım Fazilet anama ve kardeşlerime de tadımlık da olsa getirmeyi akıl eder. Kız kardeşim Saliha ve erkek kardeşim Serdar daha küçük yaştalar. Öyle tatlılar ki, bakmaya kıyamazsınız. Annemin dizinin dibinden hiç ayrılmıyorlar. Bundan sonrasında o gülen gözlerinin dışında yaşamak istemediğim Reşo’mun bulunduğu kayalığa kâh ayağa kalkarak, kâh dört ayağım üzerinde yürüyerek hızla ilerliyorum. Meğerse sevdalım ayı Reşo da aynı duygularla bana doğru yola koyulmuş. (Evet, ben de bir ayıyım. Ayı ailesindenim. Sizlere hayal kırıklığı mı yaşattım. Özür dilerim. Ama sevmek her canlının harcıdır. Biz ayılar da severiz, seviyoruz, daha çok sevip, sevdalanacağız. Belki de en güzel ve gerçek olanından.) Bugün Reşo ile randevumuz var. Kız kardeşi ile haber saldım kendisine. Umutluyum. Geleceğinden eminim. Papatya falım da öyle söyledi. Ve işte orada.
Birbirimizi uzaktan görünce ormandaki ulu meşe ağaçlarını bütün dallarını sallayan homurtularla karşılıklı koştuk. Sevginin en güzel örneğini sergilediğimizden adım gibi eminim. Onlarca kilodan oluşan yağlı bedenlerimiz iki dağ misali hızla çarpıştı. Yan yana yere yuvarlandık. Pençelerimle Reşo'mun göz kamaştıran parlak tüylerini hayranlıkla okşadım. Ol bedenimi bir anda tatlı bir sıcaklık kapladı. Ürperdim. Başım alabildiğine döndü. Yerde az ilerimizde bulunan papatyalara minnetle baktım. Vurgunu olduğum Reşo’mun ağır ve biçimli bedeninin papatyaları ezmemesi için kendime doğru çektim. Aşkımdan tir tir titreyip homurdandım. Reşo yakışıklı falan, amenna kabulüm, itiraf etmeliyim ki; ona sırılsıklam aşığım. Ama ben de Reşo’mun ağzına layık, hiç de azımsanmayacak iyi bir “deveci” armuduyum desem abartıya kaçmamış olurum. Takdir sevdiceğim Reşo Beylerin.





Amsterdam, 23 Ekim 2019













KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...