ANAVATOS
O kahrolası
yıl içinde bizlere yaşatılanlar ile dünya, gayri insanlığın alabildiğine dibine vurdu. Zaman
denilen kavram, yine insanlığa dair olanca emarenin tamamen toprağa gömüldüğü
bir noktada seyir etti. Bize reva görülen, benim ise her an insanlığımdan
baştan ayağa utanç duyduğum anılarımı anlatmaya çalıştığım bu öykü; şu an mavi,
yeşil, kahve rengi, kestane veya ela gözlerinizin önünden kelimeler halinde
geçip tarafınızdan okunuyorsa, bire bir yaşayıp tanıklık ettiğim, yaşanan o
içler acısı olayın üzerinden yüzlerce yıl geçmiş, ben ise bu dünyadan çoktan
kanatlanıp gökyüzünde, Ege’nin boncuk maviliğinde kayıp olmuşum demektir.
İstedim ki bu yürek dağlayan dram gelecek kuşaklar tarafından da bilinsin,
insanlık bir daha böylesi acılar ile karşı karşıya gelmesin. Anılarımı kaleme
aldığım şimdilerde takvimler bin sekiz yüz yetmişleri gösterirken, ben yetmiş
sekiz yaşında Yunanlı bir bayanım. Sakız Adasında yaşıyorum ve adım Melani.
Bütün yakınlarımı, şefkat abidesi annemi, pos bıyıklı babamı, çakır gözlü civan
delikanlı oğlumu, güzeller güzeli kıvırcık kızımı ve can kardeşlerimin hepsini
art arda bir kaç gün içinde kaybettim. Aileden, bir tek ben ve eşim sağ
kalabildik. Bir kaç yıl önce kocamı da sonsuzluğa uğurladım. O da, bana sorma
gereği bile duymadan, beni Ege Denizi’nin mavi suları ile çevrili Sakız
Adası’nda acımasızca yapayalnız, bir başıma bıraktı.
Yıllar,
acılara gark olmuş bir halde, art arda bağlı tren vagonları gibi birbirini
kovaladı. Zehirli acımı, içimi acıta acıta yüreğimin derinliklerinde sakladım,
saklıyorum. Ailemin acısını da elbette unutmadım. Ama asıl anlatacağım, beni
daha farklı bir üzüntüye boğan, ölümsüz bir aşktan geriye kalan, olabildiğince
insani ve bir o kadar da devasa olan bir
aşkın acı anıları. Ancak yok edilen bu aşkın acısı benim olduğu kadar, bütün
adalıların da yüreklerinin derinliklerinin adeta bir “kavun acısı.”
Bin
sekiz yüz yirmi ikili yıllardı. Sakız Adası’na bahar bütün güzelliği ile
hükmediyordu. O zamanlar eşimle yaklaşık kırk yaşlarındaydık. On sekiz yaşında
bir kızımız ve on altı yaşında bir oğlumuz vardı. Aktarmaya çalıştığım
yaşadıklarımızı; benden önce veya sonra belki de pek çok kişi tarafından
yazılmış ve daha yazılacaktır da. Bir kez de ben anlatmadan, içimdeki ağuyu
dışarı atmadan, bütün bedenimi saran kavun acısından kurtulamayacağım.
Onların
aşkı dünyada yaşanan en güzel, saf, temiz ve en insani duyguları barındıran,
ada halkının gıpta ile baktığı sımsıkı bütünleşmiş, iki insanın
bütünlüğünü simgeleyen bir sevgi
yumağını andırıyordu. Aşıklar Asta ve Milo’ya kalsa, günün yirmi dört saati
bıkıp usanmadan el ele tutuşacaklar ve her ikisi de açık yeşil gözlerini hiç
ama hiç birbirinden ayırmayacaklardı. Dünyaya geldikleri Avgonima Köyü’nde ve
Sakız Adası’nda onların kalplerinin göğüs kafeslerini delercesine çarpmalar
eşliğinde dile getirdiği, dillere destan bağlılık, iki insan arasındaki sevgiye,
sakız ağaçlarının altında, köy kahvehanelerinde, panayırlarda ve her sohbet
ortamında örnek gösterilen bir aşktı.
Bahar
mevsiminin bütün albenisi ile adaya bir defa daha sökün ettiği bu günlerde,
Milo yine sevdiğinin elinden tuttuğu gibi, O’nu Avgonima dışındaki sakız
ağaçları bahçelerine götürdü. Her defasında olduğu gibi, yüksek bir kayalığa
çıktı. Ellerini kıllanmaya yeni başlayan yüzünün iki yanında tutarak, avazı
çıktığı kadar uzaklarda sere serpe yayılmış Chios şehrine doğru bağırdı.
“Astaaa.. Seni seviyorummm…” Ses yankılanıp bir bumerang gibi dönünce,
gülümseyerek çıktığı kayalıktan indi. Sakız ağaçlarına kesitler atan köylüler,
bıçaklarını bir müddet bırakıp, bu yankılanmaya gülümseyerek kulak verdiler.
Milo görevini yerine getirmiş olmanın edası ile yerini Asta’ya bıraktı. Bu kez
aşklarını, kurda, kuşa, börtü böceğe ve bütün Sakız Adası’na ilan etmenin
sırası Asta’da idi.
“Miloooo… Ben de seni seviyorummmm…” Chios şehrine çarpıp gelen sevgi
çığlıkları iki sevdalıyı bir kez daha alabildiğine mutlu kıldı. Birbirlerine
sıkı sıkı sarılırlarken, Milo sevdiğinin gül yüzünü avuçlarının içine aldı.
Kıvrımlı dolgun dudaklarına defalarca buseler kondurdu. Düz kömür karası
saçlarını parmakları ile taradı. Onlar kendilerini, tabiatın ve adalıların
huzurunda dünyanın en mesut gençleri olarak ilan ettiler. Hiç ama hiç
ayrılmayacaklarına dair, uzun uzadıya göz göze gelip, bir kez daha kavli karar
ettiler.
Milo
her zamanki gibi, sakız ağacına elindeki küçük uçlu bıçağı ile kesikler atarken
de sol kolunu Asta’nın beline doladı. Üst üste sakız ağacından billur damla
sakızlarının ağaç altındaki beyazlığa damlaması için çok derin olmayan ustaca
kesitler attı. Adanın dört bir yanı sakız, nar, karabiber, çam, bal tadında
incirler veren ağaçlar ve kehribar üzüm bağları ile kaplıydı. Dağ taş tam bir doğa
harikasıydı. Ataları bunu yüzlerce yıl koruyup bugüne değin getirmişlerdi.
Dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan sakız ağaçları huzurun, barışın, insanca
yaşamın ve güzelliklerin hüküm sürdüğü ismi ile özdeşleşen güzelim adalarına
özgüydü.
Aile
arasında sözlenmişler, bereketli olacağını umut ettikleri sakız hasadının
ardından, bütün adalıların davetli olduğu güzel bir düğünle dünya evine
gireceklerdi. Avgonima Köyü’nde babasının yaptırdığı taş evlerine taşınacaklar,
diledikleri kadar boy boy çocukları olacaktı. Üzerinden onlarca yıl da geçse,
birlikteliklerine özenle kattıkları güzellikler dolu her yıl, sakız ağaçlarına
atılan her kesit gibi dibine aşk damlacıkları olarak akacak, sevgileri damlaya
damlaya mavi Ege olup, büyüyecekti.
Milo
komşularının sakız ağacı bahçesinde telaşlı bir hareketliliğin olduğunu
görünce, kolunu Asta’nın narin belinden çekip, O’nun telaşlanmaması için elinin
tersi ile yanağını okşayıp, acele ile taş duvarı atlayıp, soluğu komşularının
bahçesinde aldı. Köylüleri Nikos Halkio Köyü’nden bir kaç kişinin korku ile
askerlerin adayı karış karış taramaya başladıklarını ve bir kaç güne kalmadan
da buralarda olacaklarını anlatıyorlardı. Milo duyduklarına inanamadı. Gelenler
Osmanlı askerleri idi. Önüne gelen herkesi çoluk çocuk, yaşlı kadın ve hasta
demeden yakaladıkları gibi asıyorlardı. Hemen telaş ve korku içinde olup,
biteni bir sakız ağacının gövdesine sarılmış olan Asta’nın yanına geldi.
Asta’ya hiç bir açıklamada bulunmadan, elinden tuttuğu gibi, tepeden aşağı
koşturarak, nefes nefese bir kilometre ilerideki köylerine geldi. Bütün
köylüler şaşkınlıkla köy meydanına toplanmışlardı. Çok geçmeden kendisi ile
Asta’nın anne ve babasının bir arada onları telaş içinde ararlarken buldular.
Anne ve babaları onları gördükleri zaman sıkıca sarılıp her ne kadar rahatlamış
olsalar da, durum oldukça vahimdi.
Komşu
köyler Zyfias, Chalhios, Lithi, Vavilli ve Halkio’dan da insanlar gelmişlerdi.
Hararetle ne yapabileceklerini yüksek sesle tartışıyorlardı. Avgonima köyünün
ileri gelenlerinden yaşlı ve bir o kadar da saygın bir insan olan Mikis
bıyıklarını çekiştirip, etrafındaki kalabalığı teskin etmeye çalıştıysa da,
bunun pek bir yararı olmadı. Mikis yüksek bir kayanın üzerine çıkıp,
köylülerine seslendi.
“Sevgili insanlar, sevgili Sakızlılar. Kulağımıza gelen haberlerin hiç
hoş olmadığını sizler de artık biliyorsunuz. Bu haberler hiç te hayra alamet
değiller. Osmanlı askerleri insanlarımızı katlederek adamızın içlerine, yani
bize doğru hızla ilerliyor. Bu durumda bizim yapabileceğimiz ne yazık ki pek
bir şey yok. Moralinizi daha fazla bozmak istemiyorum. Ama Osmanlı askerlerinin
dünyanın dört bir bucağındaki daha önceki istilalarını bilmiyor değilsiniz.
Dünyanın her tarafında oluk oluk kan akıttılar. Şimdi sıra biz masum ve
savunmasız Sakızlılar da. Bizden ne isterler, doğrusu bilemiyorum. Acı olan da
şu ki, kendimizi savunacak her hangi bir gücümüz de yok. Edindiğim bilgilere
göre bütün adalılar Anavatos surlarına sığınmak için hızla ilerlemeye
başlamışlar. Bizim de hemen toparlanıp, Anavatos’a tırmanmamız belki de tek
kurtuluşumuz olabilir. Diğer komşu köylere de haber saldık. Bir saat sonra
yanımıza yük olmayacak şekilde çok az miktarda yiyecek ve içecek alıp,
Anavatos’a gideceğiz. Hepinizi Avgonima dışında bekliyorum. Tanrı yardımcımız
olsun.” Mikis kayanın üzerinden indi ve köy meydanındaki evine doğru yöneldi.
Köylüler korku içinde evlerine dağılırken;
“Amin…
Amin.” Sesleri hepsinin ağzından uğultu halinde bir anda yükseldi. Ve adalılar
geçitsiz, aşılamaz, çıkılamaz anlamına gelen Anavatos’a doğru ilerlemeye
başladılar.
Homeros
gibi büyük bir Yunan ozanına ev sahipliği yapan bu şirin adayı, korkunç
büyüklükteki bir katliam bekliyordu. Sakızlılar hızla Anavatos’a doğru
koşturup, tırmanmaya çalışırlarken, Osmanlı askerleri de, bahar ile birlikte
dört bir yanı bezeyen gelincik, papatya, menekşe, çiğdem ve sümbül çiçeklerini
ayaklarının altında ezerek hızla ilerlediler. Ellerine geçirdikleri günahsız bütün adalıları, yakaladıkları yerde acımasızca astılar.
En
nihayetinde Milo, Asta ve öykü anlatıcınız ben-Melani’nin aileleri de
Anavatos’a her tarafımız yara, bere ve çizikler içinde, ölü yorgunluğunda
ulaşabildik. Görünen o ki, burada da günlerimiz, belki de saatlerimiz sayılı
idi. Can havli ile korku içinde olup biteni beklemeye koyulduk. Yiyecek ve
içeceğimiz oldukça sınırlı idi. İdareli kullanmamız gerekiyordu. Anavatos’taki
birer kaleyi andıran taş evlere sığındık. Anavatos’lular başka köylerden ölüm
korkusu ile akın eden bizleri sımsıcak bağırlarına bastılar. Ancak tamamı ile
savunmasızdık. Geçit vermeyen, aşılamayan, çıkılamayan Anavatos da, gözlerini
masum insanların kanına dikmiş olan Osmanlı askerleri tarafından geçilip,
aşılıp, çıkılacaktı.
Anavatos’un
surlarının ve taş evlerinin duvar diplerinde yorgunluktan çoğumuzun uykuya
daldığı, yükseltinin de etkili olduğu biraz serince olan günün sabahında, şafak
sökerken askerlerin dört bir yandan tırmandığını gördük. Korkumuz çok büyüktü.
Etrafta çıt çıkmıyordu. Adalıların yapabileceği tek şey yukarıdan askerlerin
tırmanışını engellemek için, büyük kayaları ve taşları onların üzerlerine doğru
yuvarlamaktı. Bu önlem belli bir zaman askerlerin tırmanışını engellese de, çok
geçmeden yeni yollar bulup, sinsice ilerlediler. Yakaladıklarını anında olduğu
yerde öldürüyorlardı. Bütün insanlar titreye titreye birbirlerine sarılıyor,
kadınlar, çocuklar ağlıyorlardı. Ölüm korkusu ile bu ölüm adamlarının eline
geçmektense kendilerini kayalıklardan aşağı atmaya başladılar. Kadınlar
kucaklarında sıkı sıkıya sardıkları bebekleri ile yüzlerce metre yükseklikteki
Anavatos kayalıklarından aşağı atmaya başladılar. Bütün Sakız adası Anavatos’a
kurtuluş umudu ile gelmişlerdi. Fakat Anavatos da bizim için bir kurtuluş
olmadı.
Milo ve
Asta bulunduğum yarı yarıya yıkık duvarın on metre kadar ilerisinde korku ile
birbirlerine sokuldular. Milo’nun aniden ayağa kalkıp, Asta’nın elinden sıkıca
tutup, uçuruma doğru koştuklarını gördüm. Bütün köylüler, anne ve babaları
engel olmaya kalktılarsa da, bunun önüne ne yazık ki geçemediler. Onların önüne
geçmekte çok geç kalınmıştı. Uçurumun başına geldiğimizde, Milo ve Asta çoktan
kendilerini uçurumdan aşağı bırakmışlardı. Avgonima Köyü’nün bu dillere destan
aşkı, insanımızın yüreğine su serpen, gülümseten sevdası böyle ölümsüzleşti.
Bütün köy halkı feryat, figan eyleyip, ağıtlar yakıp, dövünüp çaresizce
ağladılar. Anavatos’a tırmanan askerler bütün Sakızlıları yakalayıp, meydanda
topladılar. İnsanlar arasında maddi durumu iyi olduğunu gözlemledikleri bir
grup insanı ayrı bir köşede topladılar. Bunların arasında ben ve kocam da
vardı. Ama ailemin diğer kalanları, oğlum, kızım, annem, babam ve kardeşlerim
diğer kalabalığın arasındaydılar. Neden ikiye ayrıldığımızı anlayamadık. Boynu
bükük başımıza gelecekleri beklemeye koyulduk.
Milo
deliler gibi sevdiği nişanlısı Asta’nın elinde tutup, kayalıklardan aşağı
atlarken;
“Seni
seviyorummm…” diye avazı çıktığı kadar som defa bağırdı. Asta yere çakılırken
ancak;
“Seni
sevi….” Diyebildi. Kanlar içinde birbirlerine yakın, uçurumun dibinde düştüler.
Askerler bütün sakız ağaçlarımızın kuruması için, o güzelim canlıların
köklerine tuz serpiştirdiler. Yani yalnız insanlarımızı değil, damla damla
elmas zerrecikleri halinde gözyaşı döken ağaçlarımızı, üzüm bağlarımızı,
kırlarımızdaki gelincikleri, papatyaları, menekşeleri de katlettiler.
Ağaçlarımızda öten yüzlerce çeşit kuşumuzu, ürkek tavşanlarımızı,
baykuşlarımızı, kaplumbağalarımızı, evet bütün canlılarımızı korkutup,
uzaklaştırdılar, katlettiler.
Ailem
de dahil olmak üzere yaklaşık 47.000 insanımızı hunharca astılar. Binlerce
insan Milo ve Asta’yı takip edip, uçurumdan aşağı atladılar. 50.000 Sakızlı
Kahire ve İzmir’deki esir pazarlarına sürüldüler. Benim ve kocamın da içinde
bulunduğumuz, varsıl olduğumuza inandıkları 2.000 kişilik bir grup, katliamdan
arta kaldık.
Büyük
ozanımız, dünya mirası Sakızlı Homeros’umuzun dediği gibi;
“Temiz
kalp, zehirli dillerin bozduğunu düzeltir.” Zamanla temiz kalpler, zehir
dillerin gayri insani tahribatını düzelecektir. Zehirli diller yok olmaya
mahkum olurken, Ege denizinin kıyılarında yer alan halklar, bu eşsiz maviliğe
bakıp, mavimtırak bir renk alan gözleri ile semalarında kanat çırpan barış
güvercinlerini, büyük gülümsemelerle izleyecekler.
Ve
yine ozanımız Homeros, Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayıp, Ege
insanlarını katlederek insanlıktan alabildiğine uzaklaşanlara, Odeysseia’da
olduğu gibi aynen şöyle seslenecektir.
“Yanıp
kül olmuş bir şatodan başka bir şey bırakmayın ölüme.”
Ege’de,
daha doğrusu bütün dünyada, barış yer edinirken, dünyada ölüm ve öldürmenin
yeri dar olacak. Ölüm yanıp kül olmuş şatosu ile baş başa kalacak. Milo ve
Asta’lar; her daim sımsıkı el ele tutuşacaklar. Kalplerde aşk yoksulluğu asla
yaşanmayacak! Yürekler, barındırdıkları aşklar ile Ege kıyılarındaki mavi
dalgalar gibi durmaksızın çarpacaklar.
Amsterdam, 10 Ekim 2016