23 Mayıs 2015 Cumartesi

MADALYON




MADALYON

Nasıl olduysa (pür dikkat ağır adımlarla gittiği yolda), bir anlık dalgınlığına geldi, yerdeki bir iğde tanesine ulaşmak isterken, önündeki çukuru göremedi, yuvarlandı ve sırt üstü düştü. Her ne kadar var gücü ile bütün bedenini ortaya koyup, doğrulmak için efor harcadıysa da sonuç vermedi. Son çare havada boşlukta ayaklarını sallayıp, yeniden doğrulma girişiminde bulundu ama nafile. Doğrulamadı. Öğle sıcağı bu konumda daha da yakıcı oluyordu. Kendisine yardım edebilecek birisi olsaydı, el yordamı ile, bir çırpıda doğal konumuna gelebilirdi. Oysa yirmi metre ileride iğde ağacının mis kokusunu ciğerlerinin derinliklerine çekip, hemen oradaki büyük bir taşa tünemiş halde oturan birisi vardı. O bu ani düşüşü gördüyse de, nasılsa kendi çabası ile doğrulur düşüncesi ile oralı olmadı. Kendisini alıp götüren derin düşüncelere dalmış, küçük yaprakları ile salkımlar halinde sarkan iğde dallarının kıvırcık saçlarını okşadığı, oradaki güzelim doğaya adapte ve bütün benliği ile sermest olan, kişi Halil’di.
Halil’in kestane gözlerinin önünden, boncuk mavisi gökyüzünde devasa pamuk yumakları bulutlar katmanlar halinde birbirlerine katılarak, hareket ediyorlardı. Doğa adeta çıldırmıştı. Göz alabildiğine yeryüzünün her santimetre karesini didik didik edip, bütün tonları ile yeşil yeşil ot ve çim olarak fışkırırken, birbirinden albenili çiçekler sarı, mor, pembe, eflatun, kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renklerle yer kabuğunu inanılmaz bir güçle delip güneş ve dünyadaki bütün canlılar ile buluşmuşlardı. Bütün yükseltilerin yanları, yamaçları ve tepeleri farklı binlerce ağaç ile kaplıydı. Bu yeşil örtünün kapladığı dere ve tepelerde keklik, karga, baykuş, kartal, atmaca, ağaçkakan, ebabil kuşu, güvercin, kerkenez, kuzgun, puhu, şahin ve daha pek çok kuşun çığırışları ahenkli bir şekilde kulak çınlatan yankılanmalar halinde birbirine karışıyordu. Bu uçsuz bucaksız zümrütlük insanların gözlerini uzun süre bakıldığı zaman rahatsız ediyordu. Ve bu güzelim doğanın kucağında, bin bir dallı ağaçların parlak ve sıhhatli yapraklarının arasında yüzlerce çeşit kuş cıvıldıyor, semenderler, kaplumbağalar, yılanlar, kertenkeleler, solucanlar, tırtıllar doğaları gereği sürünerek ilerlerlerken, benekli tavşanlar, sincaplar sıçramalar ve sekmeler ile yol alıyor, sinekler, arılar, kelebekler kanat çırpıp vızıltılarla uçuşuyorlardı. Karıncalar kafalarındaki antenlere benzer organları ile bir yerlerde buldukları yiyecekleri, diğer arkadaşlarına anında haber veriyor ve onlar da bu muştulu haberi alır almaz, koloniler halinde, verilen komutun koordinatları dahilinde gelip, askeri bir disiplin ile taşıma işini gerçekleştirerek, yarınlarını garanti altına alıyorlardı. Tabiat ana büyük sırları içinde barındırarak, insan dudağını uçuklatan ahengini, dengesini ve devamlılığını sorunsuz sürdürmeye devam ediyordu.
Ve çileli ömrü ellili yaşlara gelip dayanan, bu vahşi güzellikteki doğanın bağrında sermest halde, her şeyi, herkesi ve hepten dünyayı unutmuş, oturan adamın yaşamında dişe dokunur iyi denilebilecek pek bir durum yoktu. Tek artı değeri, beynini, ruhunu ve kalbini rahatlatan halkının yanında, ödün vermeyen dik duruşuydu. Bu uğurda ne kadar da çok bedel vermişti. Sudan sebepler bulup, yok yere sadece yüreğinin güzelliklerden yana atmasından dolayı, yirmi iki yılı aşkın süre memleketin çeşitli ücra köşelerindeki insan bedenini çürüten, rutubetli zindanlarda yattı. Yıllarca var olabilecek işkenceler gördü. Bedeninin her milimetresine acıları en yüksek ölçülerde tattırarak uyguladıkları işkenceler, olabildiğince insanlık dışı ve de onur kırıcı idi. Çoğu kez kan revan içinde geçen bu yaşanmamış günlerin her dakikası saatlere dönüşüp, geçmek nedir bilmedi. Pek çok arkadaşını adımlamakta oldukları, bir “gülistana” çıkacağı söylenen dikenli çetin yolda kaybetti. Her arkadaşının ölümü göğsüne her defasında kara saplı bir hançer olup, saplandı. Aynı yola baş koyduğu ve bu hiç yaşanmamış uzun zaman diliminde yitirdiği her arkadaşı gülümsemeleri, anıları, gözlerinin derinlikleri, zekaları, şakacı yanları, şiir gibi hayatları, kalplerinin güzellikleri, yardım severlikleri, halkına ve ülkelerine olan kocaman sevdaları ile yüreğinde ayrı ayrı sımsıcak yer alıyorlardı.
Hapse düştüğü sırada yirmi altısında, çiçeği burnunda filinta gibi bir gençti. Üstelikte de bu filinta endamına-boyuna, bedenine taze sarmaşıklar gibi sarılıp, dolanan ve gözleri yine taze sarmaşıkların renginde, kıvrım kıvrım ela saçları olan Selvi adında, kimsenin kimseyi sevmediği kadar, deliler gibi sevdiği bir de “sevdiceği” vardı. Yaklaşık iki yıllık bir arkadaşlığın ardından, kendilerini mutluluğa boğan bu birlikteliklerini kendi aralarında parmaklarına taktıkları birer yüzük ile, tabir caizse “adını koyup” bir nişan ile taçlandırdılar. Nişanlanmalarının üzerinden bir ay kadar bir zaman geçmişti ki, karanlık güçler Halil’i canından daha çok sevdiği biricik Selvi’sinden ve kör karanlığa karşı verdiği mücadelesinden ayırıp, kör zindanlarla buluşturdu. Özgürlüğünü insafsızca elinden alan karanlık zindanlar, O’nu üst üste çevrilen kilitler ve aşılmaz demir parmaklıkların ardına attı.
Verilen yirmi iki yıl beş aylık ceza nişanlısı Selvi ile olan yollarının ayrılığını da beraberinde getirdi. Oysa gönlü Selvi'sine nasıl da bir akar su misali akıp, gitmişti. Çok geçmeden ailesinin zoru ile, Halil karanlık zindanda çilesini doldururken, Selvi de ak gelinlikler giyinip, dayısının oğlu Rüstem ile dünya evine girdi. Halil Selvi’nin de kendisini terk ettiğini yıllar sonra öğrendi. Var olan acıların üzerine gelen bu ayrılık, gördüğü işkencelerden daha çok canını acıttı.
Halil özgürlüğüne bir kaç gün önce kavuşmuştu ve hemen Selvi’yi uzaktan da olsa bir anlık görebilmek amacı ile kendisini, bütün uğraşısına rağmen yüreğinden söküp atamadığının memleketinde buldu. Üç gün boyunca Selvi’yi görebilmek için, evinin az ilerisinde de olsa kendisini göstermeyecek şekilde saatlerce bekledi. Ve Selvi o gün oğlu, kızı ve sarkık bıyıklı kocasının kolunda evinden çıkıp, park halinde duran lüks arabalarına bindiler. Araba hızla parktan çıkıp, Halil’i toz bulutu içinde, ardında bırakırken, arabanın camında kafasını olabildiğince havaya kaldırıp uluyan kurt resimli büyük bir madalyon takılı olduğu zincirde, ritmik hareketler ile sallandı. Halil yıllarca önce büyük bir aşkla Selvi’nin bütün bedeninde gezinen ellerinin tersi ile buğulu gözlerine doluşup, çamurlaşan tozları sildi. Yapayalnızdı. Uluyan kurt resimli madalyon gözlerinin önünde her sallanışında, o an yüreği ezilirken, sırtında yeni ve acısı kat kat daha fazla olan hançerleri üst üste sırtında hissetti.
Oturduğu taştan akşam karanlığı bastırmadan kalktı. Bir kaç adım attıktan sonra, az ilerisindeki küçük kaplumbağa yavrusunun bir unutmabeni çiçeğinin dallarının üstüne düşen ve hala sırt üstünde ayaklarını doğrulmak için yorgunlukla sallamaya devam ettiğini görünce O’na doğru ilerledi. Küçük kaplumbağayı tutup, bir öpücük verdikten sonra düzlüğe bıraktı. Halil’e olanca minnettarlık duyguları ile aheste aheste yoluna devam eden, kaplumbağa yavrusunun başına herhangi bir felaket gelmezse, tabiatın anne sıcaklığındaki koynunda yaşayacağı daha yüzlerce yıl vardı. Yaralı yüreğine gark eden acılar ile Halil’in ki, buna yaşamak denirse, daha ne kadar bir süre  hayata tutunacağı belli değildi. Minik kaplumbağa dönüp, son bir kez kurtarıcısı Halil’e baktı. O'nun hüzünlü hali, misket büyüklüğündeki yüreğini burktu. Uzaklarda baykuşların uğursuzluk getirdiği söylenegelen sesleri geliyordu. 

Amsterdam, 23 Mayıs 2015 



14 Mayıs 2015 Perşembe

GÜL YÜZLÜM



GÜL YÜZLÜM



"Bir beyaz kağıt gibi ol, ya da gökyüzünde, semada, arşında üstünde beyaz bir melek gibi ol.
Hiç işlenmemiş bir günah gibi ol doğmamış bir insan gibi doğ bu acımasız dünyaya,
Doğ ki sen dünya için değil dünya senin için dönsün.
Söylenmemiş bir yalan gibi ol düşmesin dilinden dökülmesin kalbine tek bir hece.
Ya ateş kadar kırmızı ol yansın seninle kalbindeki gök kuşağı
veya bir su ol bırak bulsun kendi yatağını.
Öyle bir tövbe ol ki mabet diye kapansın melekler, açılsın arştan gönül kapısı
ve öyle bir sevgi ol ki sevmek için sevilmeye muhtaç olma.
Bir taş ol ki parmaklıklar kur içine müebbet ceza ver sevgiline,
Öyle bir göz yaşı ol ki her damlası can olup cananı bulsun, ona pınar olup onunla boğulsun.
Öyle biri ol ki aşkım kendin olsun sadece sen.”

Victor Hugo



Anne yüreğimdeki kavurucu acıyı söküp atmak, boncuk boncuk akan göz yaşlarımı dindirmek, hani Tanrı bin yıllık bir ömür de bahşetse mümkün değil. Annelerin yüreklerini yakan, derinliklerine düşen acılar anlatılamaz ki, bu anneler tarafından ancak yaşanır. Acı düştüğü yeri kor alevleri ile yakıp, yıkar. Yıllar öncesinde, en çok güvendiğim, meyveye duran, tomurcuklanan körpe dalımı, acımasızca koparıp aldılar benden. Hayata tutunmam için var olan tek dalım, alıp verdiğim soluğum, damarımda akan kanım, kana kana içtiğim suyumdu o benim. Nefesimi kestiler. Kahrolasıcalar bin bir türlü işkenceden geçirdiler yiğidimi. Güzellikten yana atan o asil yüreğini durdurdular. Onun onurlu duruşundan en küçük bir taviz vermeyeceğini bildiklerinden, söküp aldılar göğsümden, canımdan canımı.
Oysa ben, acımasızca kırdıkları O narin dalıma güzellikleri ve her şeyden önce insan olmasını öğretmiştim. O’nun hamurunu uzun uzadıya sevgi ve aşk ile yoğurmuştum.
Kulağına olan fısıltım; ne yapıp edip; rüzgârdan daha iyi ıslık çalması idi.
Edindiği mutluluk avuç içi kadar da olsa, var olan ile mutlu olmasını, “yarinin yanağından başka” ekmeğini ve her şeyini paylaşmasını, paylaşımın mutluluk olduğunu, insana özgü olduğunu tembihledim.
Coşkulu çocuk sevincini bir an olsun yitirmediği, yüreğindeki sevgi, aşk ve güzellikle insanlara baktığı, hoşgörüyü tek inancı eylediği, kimseleri hor görmediği, her rengi, kültürü, inancı, dili ırkı dünyamızın vazgeçilemez zenginliği, güzelliği ve eşsiz bir rengi olarak gördüğü ve bunun direngen savunucusu olduğu için aldılar oğlumu elimden.
Gaddarlar, onlarca yıldır, çocuklarımıza şiddetten başka bir miras bırakmadılar. Yaptıkları tek şey insanlıktan yana olanları boğazlamak, kırıp, dökmek, talan etmek oldu.
Dalında güzel olan çiçeğimdi O. Aşkı, sevgiyi, saygıyı, güzelliği, mutluluğu, sevinci, rüzgârdan güzel ıslık çalmasını, insanları ayrım gözetmeksizin güneş misali ısıtmasını, sarıp-sarmalamasını, yardım etmesini, her insanın onuru karşısında baş eğmesi gerektiğini öğrettiğim, canımdan canımı kopardılar benden.
Beş yaşında da olsa, bir çocuğu dahi insan olarak ciddiye almasını sağlık verdiğim oğlumu, bin bir türlü kurdun kuşun, ağacın, börtü böceğin, renk renk çiçeğin, menekşenin adlarını bir bir öğrenmesini sıkı sıkı tembihlediğim yavrumu yitirdim.
Yaz ortasında avuçlarıma, yüreğime lapa lapa kar yağdırıp, körpe tomurcuklu dalımı kopardılar benim.
Hayatı paylaşırken, ne öğrenecekse, sevdiklerinden öğrenmesini öğütlediğim, ancak okuyarak ruhunu güzelleştireceğini anlattım ben oğluma.
Gölge görmemek için yüzünü sürekli güneşe dönen oğlumu aldılar benden.
İyi görünmek yerine, iyi insan olmasını, her bildiğini söylemek yerine, her söylediğini bilmesini, karanlığa lanet yağdırması yerine, kendisinin küçük de olsa bir ışık yakmasını istedim canımdan canıma.
Hiç bir zaman kibirli olmamasını, kibrin onun bedenine bağlanan bir taş misali, kendisini suların diplerine götüreceğini, yüzmesine engel olacağı gibi, uçmasının da önüne geçeceğini, o biçimli kulaklarına küpe eylemiştim yavrucağızımın.
Konficius’un deyiminden yola çıkarak; planım bir yıllık olmadığı için pirinç ekmedim, on yıllık olmadığı için ağaç dikmedim, planım yüzyıllık olduğu için, elimden aldıkları, canımdan içeri oğlumu eğittim.
Düşerken iki şeyi unutmaması gerektiğini, kimin kendisini ittiğini ve kimin kendisini tutmadığını aklından çıkarmamasını söyledim O’na ben.
Ah oğul derdim; Olur ya bir gün sevda başa düştüğünde, karnında kelebekler uçuştuğunda, kalbine yerleşecek olan, o güzelliği olduğu gibi sev, olmasını istediğin gibi sevme. Seni ne mutlu edecekse onu yap, başkalarının ne düşündüğünü ne olur dikkate alma. Ve o menekşe gözlerini kırpıştırıp, büyük bir gülümseme ile onayladı hep.
Ve oğlum; “Sevdiğim şair yirminci asırlı idi, ama ben yirmi birinci asırlıyım. Ben de asrımla övünüyorum. Ben de yirmi birinci asırda, son demime kadar, olduğum safta, insanlık, barış ve bütün güzellikler için bizim tarafta olmak istiyorum, bu benim için hayati öneme haizdir. Ve bir gün mutlaka müthiş gecelerimizin, şairin Hatçe’sinin (Benim ne yazık ki, henüz bir Hatçem yok. Ama bir gün olduğunda ilk duyacak olan sensin.) gözleri gibi güneşli olacağını biliyorum.” derdi.
Gönlünü hoş edecek, gül yüzünü güldürecek, bir Hatçe’si olmadan, bir anne olarak muradını göremediğim “gül yüzlümü” koparıp, aldılar yüreğimden.
İnsan hayatında ters giden bir şeyler varsa, yeniden düşünmesi gerektiğini, yaşamına yeni şeyleri almadan önce, belki de eski olan bazılarını çıkartıp, yenilere yer ayırması gerektiğini tekrarladım.
Dost dediğin kişinin; geçmişini anlayan, geleceğine inanan, şu anki halini kabullenen olduğunu, kendisi aşağılara doğru çeken dost görünümlülerin üzerine çizgi çekmesini, kendisini yukarılara doğru taşıyan gerçek dostlarına yüreğinin kapılarını açmasını, insanın yaşlanmasının yaşça büyümesinin kendiliğinden oluştuğunu, oysa kişiliğinin büyümesinin kendisinin tercihi-seçeneği olduğunu öğrettim ben güzeller güzeli oğluma.
Yaslı yüreğimin, bir an evvel beni oğluma taşımasını istiyorum artık. Ne tutunacak, sarılıp kendimden geçeceğim, ne de yaralı yüreğimi rahatlatacağım, çiçeğe ve meyveye duracak tek dalım var benim. Elimi eteğimi çektim dünyadan, elenmesi gereken unumu eledim. Benim için aşk, sevgi, saygı ve güzellikler bitti bu gezegende. Denizler, nehirler, göller kurudu, yeryüzü çoraklaştı hepten. Bulutlar çekildi, gökyüzü ağlamaz oldu. Güneş ve çiçekler soldu. Gökkuşağı renklerini alıp, gökyüzünü çoktan terk etti. Kuşlar kanat çırpmaz oldu. Rüzgâr ıslık çalmıyor artık. Tabiat küstü. Bahar gelmiyor. Tırtıllar kelebeğe dönüşmüyor. Arılar petek ve bal yapmıyor. Sevgililer ele ele tutuşmuyor. Mis gibi kokan, çıtır somun ekmeklerin ucu koparılıp yenmiyor. Çocukların oyuncakları köşelerinde boynu bükük kalakaldı. Aşk şarkıları mırıldanmıyor. Ferhat ise dağı delmiyor artık. Ve gördüğünüz gibi, yüzeyi şeker kaplı bir öykü değil benimki!
Yüreğim sessizce, kimselere rahatsızlık vermeden alıp gitmeli beni, alıp gitmeli bağrımı cayır cayır yakan gül yüzlü yavruma. Anne yüreğimdeki o dayanılmaz kavurucu acıyı, çiçeğe ve meyveye duran, özü aşk, sevgi, kardeşlik ve barış olan, lanetli eller tarafından hunharca kırılan dalımı, yeniden gövdeme sarıp sarmalayıp, birleştirerek dindirmeliyim. Sevgi deryasında yeniden kulaç atmalıyım ben.



Amsterdam, 14 Mayıs 2015





   

1 Mayıs 2015 Cuma

KASRI ŞİRİN


 KASRI ŞİRİN

Sıcak mı sıcak bir yuvası vardı, bizim Camili Köyünden, bir zamanların Deno amcasının.
"Kendi gitti, ama adı pek de yadigar kalmadı." 
Oysa var olmaya devam ediyor evi, dökük-virane de olsa, hem de Camili köyünün en ihtişamlı tepesinde.
Kök salıyor çınar misali oldukça Kebir Camisi olan köyün bozkır toprağında.
Nasıl da dimdik ayakta kalmaya, inadına direniyor, yedi tepeli Camili Köyü tepelerinin en tepesinde.
Hani iki oda ve bir salondan ibaret olsa da Deno amcanın sırça köşkü.
Karısı ile uyurdu huzur içinde odaların birinde.
Kızları kalırdı mutlu, şen şakrak odaların diğerinde.
Şimdilerde verdiği acıdır insan yüreğine, adeta konuşuyor, bağırıyor, ağlıyor yetim, boynu bükük, virane ve dökük Deno amcanın evi.
Örme taştan, kale gibi bir ev.
Yıkılsa da bacası, uçsa da killi topraktan damı, şimdi bir yalnızlık abidesi, alabildiğine ıssız bir ev.
Bir muammadır nüfus dairesindeki hene numarası, ayakta kalmakta direnen evin.
Bir buruk hüzün kasrıdır Deno amcanın tepedeki evi.
Artık kuşlar konmuyor, kervanlar konaklamıyor,
çocuklar içinde saklambaç oynamıyor, camlarını kıramıyorlar bu viranenin.
Mis kokular yayan tencere fokur fokur kaynamıyor, tavşan kanı çaylar sunulmuyor, Allah ne verdiyse deyip, oturulmuyor yer sofrasına, misafirler baş tacı edilmiyor artık bu viran evde.
Kimseler uyumuyor, renkli rüyalar görmüyor bu odaların birinde, kahkaha atmıyor, sevinmiyor, gözyaşı dökmüyor, üzüntü duyulmuyor, Dallas ve diğer Amerikan dizileri izlenmiyor artık bu hanede.
Titreyen ürkek bir mum ışığında oturulmadı, fenerler asılıp kimselerin doğum günü kutlanmadı, kremalı pastalar, çikolatalı kekler yenmedi, bir buket kır çiçeği kokladıkları sonra bir vazoya konup-baş şedeki yerini almadı, kızları için partiler verilmedi, bir kadeh şarap hiç içilmedi ve şimdi bir damla su dahi içilmiyor bu evde.
Yine de bir nevi Harput kalesidir Camili'nin, yüksek burçlu olmasa da evi rahmetlinin.
Onlarca yıl oldu öleli, Deno amcası Camili'nin.
Meraktır hani, acep Araf’ta mı bekler hala kendileri?
Ne gördü ne yaşadı sanki bu yalan dünyada, kopmaz ki kıyamet cennetin yolunu gösterse, Tanrının onca kanatlı meleğinden birileri.
Dimdik ayakta hala bu taş örme evi.
Diz boyu idi yoksullukları, eyleyemediler kurban, olmayan kınalı koçlarını.
Geçirdiler mi kurbansız kıldan ince Sırat köprüsünden Zatı Alilerini.
Kaç Huri düşer kendisine dersiniz, geçerse bu zorlu köprüleri?
Fakir fukara kısmından olur da, maalesef kendileri.
Buralarda da alavere dalavereye olur mu dersiniz, evleri yıkık, kendileri yıkık Allahın garibanları.
Neyler, nasıl başa çıkar hile hurda olmaz da, olur ya verilirse Deno amcaya kırk küsur tane bir içim su Hurilerini.
Çok uzun olmasa da, harcadığı kadarına yaşam denirse ömrünün, Deno amca yaşadı bu örgü taşlı evde.
Doğdu yoksulluk içinde.
Öldü yoksulluk içinde.
Çocukluğunu yaşamadan, genç-delikanlılığa adım attı Deno amca.
Kıvır kıvır sakalları, bıyıkları çıktı önce.
Küfürler edilerek, dayaklar atılarak, hakaretlere maruz kalarak, tüfek astı yükseklerde olmayan omuzunda aşağı, süngü taktı dört bir yanda yer alan zalim düşmana karşı, kar-kış-kıyamet saatler boyu nöbetler tutu, bekçiliğini yaptı, o da namusun. 
Öğrendiği üç beş Türkçe kelime oldu tek karı bu işten.
Ödedi son kuruşuna kadar, tek kuruş borçlu olmadığı vatana borcunu.
Evlendi, acıdı bedeni elbet dişine takınca canını.
Yoksuldu, kaldırıp, kazıdı kan-ter içinde, tırnakları ile toprağı ve taşları.
Yedi tepeli Camili köyünün en tepesine, bir kale yaptı Deno amca.
Görmeliydiler köyünün dört bir yanından O’nun kartal yuvasını.
Görüldü de yedi tepeli Camili Köyünün Vahşi Batısındaki evi.
Lakin olmadı, bir gün olsun gün görmedi bu kalenin mazbut, taçsız, kılıçsız-kalkansız-tahtsız kumandanı.
Herkesler gibi O da evlendi, görücü denilen usulle, yedi tepeli köyü Camili’de.
Bu evde yaşadı karısı ile elverdiğince ömrü.
Lakin çok zaman oldu, ardında hiç bir iz bırakmadan, bir daha da gelmemek üzere göçüp gitti.
İki kızı oldu, ama komuta ondaydı alimallah bu Kasrı Ganco’da.
Mutlu mu yaşadı acep, Kasrı Şirin’ininde?
Demem o ki; ne çabuk unuttular ve anmaz oldular Deno amcalarını ahalisi Camili’nin.
Oysa boylu boyunca yatarken Deno amcaları musalla taşında; üç kez ağız dolusu haykırdılar, O’nu iyi bildiklerini ve  helal eylemişlerdi “sağolsunlar” kıt kanaat olan haklarını.
Nice karlar, kışlar, seller, doğal afetler, depremler gördü, yıkılmadı, “adamı güzel eyleyen ceketlerin” kaldığı “Hasan Kalası” Camilili Deno amcanın evi.
Şirince bir evdi bu Kasrı Şirin, yedi tepeli Camili Köyünün en heybetli tepesinde.
Nasıl da zamana inat, dimdik ayakta kaldı, Deno amcanın yalnızlık abidesi taş örme evi.
Lakin çoktan göçüp gitti, kalenin taçsız, tahtsız, kalkansız, kılıçsız, unutulan yoksul kumandanı.
Ve boynu bükük kaldı Deno amcanın kalesi, örme taş evi.

Amsterdam, 1 Mayıs 2015



29 Nisan 2015 Çarşamba

KARA ÜZÜM HABBESİ




KARA ÜZÜM HABBESİ

"ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı."  
Murathan Mungan


Merdiven altındaki dar kilerde, rafta yer alan cam kavanozdaki siyah kuru üzümden bir kaç tane alıp, ada mutfağına yöneldi. Üzüm tanelerini mutfak tezgahındaki sarı pirinç havana koydu. Açık pencereden karşı sokakta bulunan heybetli kilisenin çan sesleri mutfakta yankılanıyordu. Var olduğu günden beri hep şikayetçi olduğu kısa boyu ile bedenini alttan yukarı doğru ittiren hareketler eşliğinde ayaklarının ucunda yükselerek, “ıhlayıp-puflayıp” siyah üzüm tanelerini olabildiğince ezdi. Ezdiği çekirdeksiz üzüm tanelerini cam bir çay tabağına alıp, yatak odasındaki aynanın önündeki pufa ilişti. Sağ elinin kalın baş ve işaret parmaklarının yardımı ile kaytan bıyıklarının ince uzun kısımlarına sağlı ve sollu sürüp, yukarılara doğru Osmanlı’daki yeniçeri askerlerinin bıyıklarına andıracak biçimde şekillendirdi. Aynı uygulamayı gür kaşlarına da uyguladı ve kısık gözlerinin üzerindeki bu kılları dikleştirerek asi bir görünüm verdirdi. Kuru üzümlerin bu ezilmiş hali, bıyıklarını ve kaşlarını istediği görünümde olmasını ve uzun süre kalıcı kılan bulunmaz bir kurtarıcı idi.
Yıllar önce, şimdilerde altmış yaşında olduğuna göre elli beş yıl öncesine gidip, sevgili anacığının altın varaklı büyük aynanın önündeki o hali gözlerinin önüne geldi. İlk defa annesinin kaşlarını bu üzüm şırası ile düzeltirken görmüş ve kendisi de annesine özenip, arta kalan üzüm ezmesi ile kaşlarını, ileriki yaşlarda da boğumlu burnunun altında aniden türeyen, gökyüzüne doğru kalkık asi bıyıklarını şekillendirmeye başladı.
Bu asi bıyıkların sökün etmesinin öncesindeki yıllarda, on yaşlarında annesinden kulaklarını deldirip, tıpkı O’nun gibi küpe takmak istediğini söylediğinde, bu dünyalar kadar sevdiği insanı nasıl da şaşırtıp telaşlanmasına neden olduğunu gördü. Annesi sinir krizleri geçirdi, günlerce gizli gizli ağladı ve babasına “kadın gibi küpe takmak istediğini” söylemekle tehdit etti. Oğlunun diğer erkek çocuklar gibi olmadığını, bir kaç kez makyaj malzemelerini kullandığını, kız çocuklarının oyuncakları ile oynadığını, tesadüfen görünce çok zamandır var olan bu yöndeki kuşkuları arttı.
Gözlerinizin önünde bir akarsu misali akıp gittiğine inandığım bu satırların sonrasında, benim öykümü en iyi ben anlatırım diye düşündüm. Nasıl ki kolu kırılan birinin acısını en iyi kolu kırılan bir başkası anlıyorsa, burada da aynısı söz konusu olsa gerek. Acılarla dolu kısa hayat hikayemi başlangıçta kaleme almaya çalışan kişinin kısa anlatımından, eşcinsel olduğumu anlamışsınızdır. Yaklaşık yirmi beş yıl önce memleketim Elazığ’ı kimselere haber vermeden terk edip, Almanya’ya geldim. Bir daha da geldiğim yere hiç dönmedim. Oysa bir kez olsun gitmeyi ne çok isterdim. Sorup yaramı deşmeyin ne olur. Kimleri bırakmadım ki ardımda, canımdan canlarımı, annemi, babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı ve arkadaşlarımı.
Anacığımın Elazığ gibi tutucu bir yerde, O'na yaşattığım onca şoka artık daha fazla karşı koyacak gücü kalmamıştı. Babam da bana dair bir şeyler sezinliyor ama yanıldığını sanıp, bana toz kondurmuyordu. Evlenecek yaşa geldiğim zaman annem bulunduğu içinde, benim için hummalı bir çaba ile gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta annemin dayatması ve deyimi ile "el iyisi değil, bizim iyimiz" olsun deyip, Kemal dayımın en büyük kızı Hüsniye’de karar kılındı ve kısa bir süre sonra baskılara daha fazla dayanamayıp evlendim. Her düğünde olduğu gibi bizim için de, mutluluklar saçan bir düğün davetiyesi bastırıldı. Kartta “Hüsniye ile Murat’ın bu en mutlu günlerinde, siz dostlarımızı aramızda görmekten büyük bir onur duyacağız” yazılıydı. Ben mutlumuydum, değilmiydim, bu durumda bana soran olmamıştı. Benim kara günüm olacak bu günde, düğün davetiyesinde benim en mutlu günüm olduğu söyleniyordu. Oysa bu böylemiydi acaba. Ben Kemal dayımın büyük kızı Hüsniye’ye değil, oğlu Hüseyin’e platonik bir aşkla ölesiye bağlıydım. Hüseyin hiç bir şeyin farkında değildi ve ben kendi kendime hayali olarak yaşadığım her anımda O’nunla el ele, kol kola, başım omuzunda, ellerim kısacık saçlarında, gözlerim gözlerinde, kalbi kalbimde ve her halimle aşkımı yaşıyordum. Hüseyin ne yazık ki benim gibi eşcinsel değildi. O sabahtan akşama kadar, benden bihaber kızların peşinde koştururken, söz geçiremediğim yüreğimin üzerinde ki baskı her geçen gün artıp, daha çok eziliyordu.
Evet evlendim. “Dünya evi” denilen karanlık haneye ben de girdim. Gerdek gecesi ve devresi günler olması gerekeni, her defasında Hüsniye’ye çeşitli bahaneler uydurup, erteliyordum. Günlerce bir icraatın olmamasına daha fazla dayanamayan Hüsniye durumu aileme anlatınca gitmedik doktor veya hoca bırakmadık. Bütün gizli yerlerden bir muska çıkıyordu. Üzerimdeki baskı her geçen gün daha da artıyordu. Dayanacak gücüm kalmadı. Mutsuzluğumu biraz olsun unutmak maksadı ile bir gün kafayı iyice çektim. Hayatımda bu kadar sarhoş olduğumu hiç hatırlamıyorum. Ayakta duracak halim olmadığı gibi, ayaklarım birbirine dolanır halde zar zor eve geldim. Sarhoş olmama rağmen Hüseyin’i unutamamış, aklımda fikrimde hep o vardı. Hüsniye dırdır ederek yatağı hazırlarken, o an Hüsniye gözümde Hüsniye olmaktan çıktı ve sihirli bir çubuk değdirilmiş gibi Hüseyin’e dönüştü. Ezik yüreğimin büyük aşkı karşımdaydı, hayalimdeki Hüseyin ile sabaha kadar deliler gibi seviştim. Ertesi gün Hüsniye’nin hüsnü cemalinin çok mutlu olduğunu, serçeler gibi cıvıldadığını, martılar gibi maviliklerde süzüldüğünü, geyikler gibi sektiğini, maymunlar gibi daldan dala atladığını, ağzı kulaklarında ve dünyanın en mutlu kadını olduğunu gördüm. O’nu anlamıyor ve hak vermiyor değildim. Ama ne yazık ki elimden bir şey gelmiyordu. Kendimi değiştirmemin imkanı yoktu. Bu anlık veya geçici bir heves değildi. Kader olarak kabullenecek olursak, bu benim hiç şikayet etmediğim yazgımdı. O gün kendimden tiksindim. Sanki ruhum ve bedenim kirlenmişti. Hüsniye’yi bu mutlu gününde olsun, mutsuz etmemek için, tuvalete gidip, gizlice kustum. Bunda Hüsniye’nin hiçbir suçu yoktu. Hüsniye’ye kendimi, duygularımı ve dünyamı anlatmayı, beni anlamasını ne çok isterdim. Karım aslında özünde çok iyi bir insandı. Ne de olsa Hüseyin’in kız kardeşi idi. Ama beni anlayamazdı. Benim dünyaya bakışım, duygularım ve kendimce duruşum ne kadar da farklıydı. Bana kalırsa duygularım zengindi, çünkü gizli dünyamda hem kadınlık ve hem de erkeklik vardı. Yani dünyaya iki pencereden daha zengin bir ruh hali ile bakıyor ve gözlemlerimi de çok yönlü yapıyordum. Toplumda dilediğince yaşama cesaretini onca kötü koşul, düşünce ve dayatmalara rağmen kendisinde bulanların durumu, ülkemde, doğup büyüdüğüm topraklarda içler acısı idi. Kimselerin din, ahlak, sağlık ve her türlü anlayışları, benim ve benim gibilerin dilediğimiz gibi özgürce, yüreğimizin işaret ettiği yönde yaşama istemimizin önüne geçme hakları olmamalıydı. İnsan ömrü bir gelincik misali, bugün var olduğu halde, yarın çıkacak bir rüzgarla ortadan kalkabilirdi. Bu kısacık dünyada, ciğerlerime doldurduğum nefesimi istemediğim kollarda tüketmemeliydim. Her günüm bir azap ve tiksinti idi. Bu evliliğe beş yıl dayanabildim. Beş yıl boyunca üç kez sarhoş olup, başka hayaller ile birlikte olduğum Hüsniye’den iki oğlum ve bir kızım oldu. Kimselere haber vermeden, pasaportumu alıp, gizlice Almanya’ya geldim. Yaklaşık yirmi beş yıldır el kapılarındayım. İltica edip, başka bir isim aldım. Yeni kimliğimle bana ulaşmak isteyenler, bütün aramalarına rağmen bana bugüne değin ulaşamadılar. Tek merakım onca yıldır ardımdan, hakkımda söylenenler. Özlemiyor değilim, hem de dünyalar kadar. Çocuklarım büyümüşler, iş güç ve makam sahibi olmuşlar. Onlar bana ulaşamasalar da, sosyal medya üzerinden onları her an takipteyim. Kızım Fadime iki yıl önce, oğlum Hasan da bir yıl önce evlendi. Kızımdan bir torunum var, adı Pınar. Kocaman gözlü, kömür karası saçları sıhhatli yanaklarında derin gamzeleri var. Küçük oğlum Zafer kendi işini kurdu, henüz evlenmedi. Ama O’nun da Hale adında güzel bir kız arkadaşı var. Resimlerinde çok mutlu gözüküyorlar. Bütün bunlar, beni uzaktan uzağa oldukça mutlu ediyor. Onlara dokunma lüksüm yok, sadece sanal alemde gözlemleyebiliyorum.
Bu arada önce annem ve ardından da babam öldü. Çocuklarım yine sosyal medyadan bana duyurmak istermiş gibi her ikisinin de üç yıl ara ile olan ölümlerini yayımladılar. Acımı yüreğime gömdüm, yalnızlığıma bir anne gibi ağladım. Günlerce bir başıma hıçkırıklarla katıla katıla, bir boğa misali böğürerek göz yaşlarımın yağmur olup, dökülmesinin önüne geçemedim.
Yüreğim alev alev yanıyor, bu yaşantı için davetiye çıkarmadım. Bedenim, yaratılışım, ruhum, duygularım bilinen ve onay gören bir kadın erkek ilişkisini kabullenmedi. Uzun zamandır yaşantıma ve tercihime nefretle bakan gözlerin uzağındayım. İlişkilerim sadece Almanlar ve beni ben olarak kabul eden bir kaç Türkiyeli ile sınırlı. Almanya’da özgür ve mutluyum.
Eski adıyla Murat yeni adı ile Murti’nin akşama misafiri vardı. Kırmızı uzun bir mumu özenle masanın tam ortasına koydu. Işıkları hafif kıstı, her tarafa oda parfümleri sıkıp, küçük vazolu bir kaç çiçeği evin uygun köşelerine yerleştirdi. Her şey hazırdı. Yemekleri soğumasın diye ısıtıcıların üzerine yerleştirdi. Buzdolabından pembe şarabını açıp, iki kristal bardağı ile birlikte tabakların yanı başına bıraktı. Soğuktan dışı buğulanan şarap şişesinden odaya mis gibi bir buket yayıldı.
Son kez aynaya baktı, vaziyet berkemal sayılırdı, karizmada gözle görülür bir çizik yoktu. Sadece daha yeni boyadığı, artık kırlaşan bıyıklarının sağ tarafı aşağılara sarkık duruyordu. “Kara üzüm habbelerinden” öğle üzeri sarı pirinç havanda dövdüğü ezmenin şırasına parmaklarını bulayıp, kaytan bıyıklarına yeniden sürdü. Sol kulağına taktığı pırlanta küpenin ışıldayıp ışıldamadığına baktı.Tam bu sırada kapı zilinin sesi antrede yankılandı. Yirmi yıldır ilişkileri olmasına rağmen, tanışmalarının ilk günkü heyecanı ile yüreği ağzında kapıyı açtı. Gür bir ses yükseldi.
“Guden abend meine lieben Murti – İyi akşamlar benim sevgili Murtim.” Kapıdaki iri yarı heybetli adam, elinde rengarenk kocaman bir buketle, kızıl kaytan bıyıklı, biricik aşkı Günter’di. Daha dün görüştükleri halde, asırlardır ayrı kalmışlarcasına, kapıda bedenlerini sıkı sıkıya birbirine dolayan da, nefret dolu gözlerden uzak, ölümsüz sevgileri idi.

Amsterdam, 29 Nisan 2015
    

  

22 Nisan 2015 Çarşamba

BOZKIRIN FIRÇASI



BOZKIRIN FIRÇASI

"Bugün dünyayı istediğin bir renge boya
Rengârenk batan günü al karşına
Bir renk de kendinden kat
Çocuklar gibi saf, temiz ve berrak
Kapat gözlerini bir hikâye yarat
Vazgeçme hissedilir biraz da sıcaklığını kat
Kalbindeki elleri bırakma sıkıca tut
Çünkü varlıktır sevgiye en güzel kanıt
……………………………………………”
Can Yücel 

Tanrı; doğup büyüdüğüm ve hala yaşamakta olduğum o uçsuz bucaksız İç Anadolu bozkırını, nedendir bilinmez sadece bir kaç renge boyamakla yetinmiş. Alaycı bir edayla, hem de dudak bükerek: “buyurun size iki, olmadı üç renk yeter de artar” der gibi olan hali hep gözlerimin önündedir. Oysa realite, dünyada var olan onca renkten tek bir tanesinden vazgeçmenin, hayattan biraz daha kopmakla eş anlamlı olduğudur.
Beyaz rengin hayatımızda yokluğu saf ve temizliği, aynı şekilde siyah güç, tutku ve matemi, mavi sonsuzluğun ve özgürlüğün, kırmızı aşkın, canlılığın ve dinamizmin, mor asaletin, lüksün ve itibarın, yeşil doğanın ve huzurun, gri mütevaziliğin ve dengenin, pembenin olmayışı da neşenin yaşamımızda yer almaması gibidir.
Renklerin yelpazesini andıran yerleşim yerlerinden birinden hızla gelip, bozkırdaki bu renk yoksulluğunda gözlerinizi kırpıştırarak açtığınız zaman, insanın içini burkan, şaşılası bir ürküntü ile kendinize gelirsiniz.
Hayata gözlerimi açtığım bozkır dizayn edilirken, Tanrının paletinde sadece alabildiğine düzlükler halinde yer alan toprağı boyamak için bir yığın kahve rengi, Sivas ilinden başlayıp, İç Anadolu’yu bir yılan kıvrımı ile Kızılırmak’ın dolanmasına yetecek kadar bir mavi ve çok az miktarda, orada burada kazara yer alan ağacı resmetmek için soluk bir yeşil boya vardı.
Ülkemizin en güzel renklerinden saygın biri olmayı başarıp, ölümsüzleşen şair Can Yücel’in de dediği gibi, ben de kendi dünyamı hep istediğim renge boyamak isteğini, sımsıcak yüreğimi hiç bir zaman terk etmesini arzulamadığım, hizmetinde kusur eylemediğim bir misafir olarak gördüm.
Dünyaya geldiğim bir İç Anadolu köyü olan Küçük Camili İlkokulunda daha yedi-sekiz yaşlarında olduğum sıralarda dahi renklerin tarifi mumkün olmayan albenisinin arayışı içindeydim. Baharın gelmesi ile birlikte, öğretmenimiz bütün sınıfı alıp, kırlara götürür ve bulunduğumuz yerin resmini yapmamızı isterdi. Gözlerimizin önünde uzayıp giden manzara ne yazık ki, çok az renge sahipti. O nedenle çoğu zaman çocukluğumun hayallerini kurarak, zümrüt yeşili ağaçlar serpiştirirken resimlerimi hercai menekşeler, laleler, sümbüller, papatyalar, güller, coşku ile çağlayan akarsular ve benzeri doğa yansımaları ile süslerdim.
Daha sonraları ortaokul ve lise yıllarımda da resim yaparken sloganım yine, “dünyayı hep istediğim renge boyamak” oldu. Bu sıralarda yaptığım pek çok resim okul panolarında yerlerini alırken, benim duyduğum mutluluk da en güzel haliyle gelip, kendisini çocuksu yüzümde ve gözlerimde sergileniyordu.
Aynı şekilde matematik dersinde de, mütevaziliğimi ikircikliğe kapılmanın önüne geçemeden, bir tarafa bırakmaya çalışarak, çok başarılı olduğumu söyleyebilirim. Benim gözümde matematik ikinci bir Tanrı gücündeydi. Yürümemiz, konuşmamız, yememiz, içmemiz, dinlediğimiz müziğin, söylediğimiz yürek titreten aşk şarkılarının, telefonun, televizyonun, radyonun, iki bardak dolusu un-yarım kilo şeker-bir litre sütün karışımı ile yapılan kek, uzay ve akla gelebilecek her şeyin dayanağı matematikti.
Uzun uzadıya sürdürdüğüm çalışma hayatımın sonrasında, şimdilerde tadını çıkarmaya çalıştığım emekliliğimi sürdürdüğüm bugünde dahi, içimde bir ukde olarak kalmayı başaran matematik veya resim öğretmeni olma arzusundan uzaklaşamadım. Demem o ki, bazan dalıp gitmelerime, hafif de olsa hüzünlenmelerime şahit olunuyorsa, sevdiğim bu iki dersin öğretmenliğini yapamadığım için bir yerde hala içimde koruduğum keşkelerin dayatması, o an bu ukdenin yüreğimi yine acımasızca yoklaması ile karşı karşıya olduğum bir an yaşadığımdandır.
Resim yapma arzumdan dolayı, her ne kadar güzel sanatlar fakültesinde okumak istedimse de, o yıllar üniversitelerde bu bölüm sadece İstanbul’da olduğundan dolayı, koşulların yetersiz oluşundan, Ankara’da Endüstriyel Sanatlar Yüksek Öğretmen Okulunda (şimdiki Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi) eğitimimi tamamlamak zorunda kaldım. Daha sonraları Maliye Bakanlığında çeşitli görevlerde bulundum.
Resim yapmaya lise eğitimim sonrasında ara verdim. Uzun zaman resim yapma arzum olan o bukleli saçlı, al yanaklı, çakır gözlü sevgilim ile buluşamadım, yumuş ellerinden tutamadım. Bin dokuz yüz seksenli yıllarda Maliye Bakanlığını temsilen Kültür Bakanlığındaki görevim sırasında, Kültür Bakanlığında, saygın insan, tanınmış bir yazar olan, dostluğunu kazandığım bir müsteşar bana bir ricada bulundu. Bir sahil kasabasında Kültür Bakanlığındaki müdürlere bir haftalık maliye konusunda seminer vermek istediklerini ve bunu benim yapıp yapamayacağımı sordu. Bu çok değerli müsteşarın ricasını yoğun olmama rağmen kabul ettim. Seminer sonrası, akşam üzeri bu güzelim kasabada gezintiye çıktım. Etrafı ilgi ile izlerken, yoğun miktarda bulunan turistlerin çeşitli dillerdeki uğultuları da kulaklarımdaydı. Bir ara, başında buruşuk siyah bir bere, ağzında piposu ve çok da uzun olmayan kır sakallı bir ressamın muhteşem güzellikte genç bir turist kızın portresini yapıyor görünce durdum ve pür dikkat izlemeye başladım.
Her şey iyi güzeldi de ressam bu güzel turist kızın kulağını bütün uğraşısına rağmen çizemiyor, çizdikleri de portrede çok eğreti duruyordu. Daha fazla dayanamadım ve portresi yapılan turistin de Türkçe anlamadığından emin olduğumdan, ressama kulağı dediğim şekilde çizmesi halinde sorunun ortadan kalkacağını söyledim. Bunu söylememle birlikte ressam küplere bindi.
“Sen ne demeye benim işime karışıyorsun? Bilip bilmeden bana akıl verme, aklını kendine sakla. Git buradan, rahat bırak beni.” diye bağırıp beni kovsa da, ben gitmemekte direndim ve söylediklerimi tekrarlamaya devam ettim. Daha sonra dayanamadım ve gönlünü almak için “öğretmen olmadığım halde”, resim öğretmeni olduğumu söyleyip, bu sinir küpü adamı yumuşattım. Ardından dediğim tekniği kullanınca resimdeki büyük kusur da ortadan kalkmış oldu. Güzel turist kızın yüzüne büyük bir gülümseme geldi ve daha da güzelleşti. Böylelikle ben de kendi çapımda turizm sektörüne küçük bir katkıda bulunmuş oldum.
Seminerin ardından tekrar Ankara’da iş başı yaptım. İş ve beraberinde tatil imkanı bende taze kan görevi gördü. Kendimi daha dinç ve enerjik hissediyordum. Hayranı olduğum renkler yıllar sonra tekrar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Tekniğini çok bilmesem de, o zamanlar beş yaşındaki kızım Duygu ve yedi yaşındaki kızım Çağıl’ın kuru pastel boyalar ile portrelerini yaparak, yukarıda sözünü uzun uzadıya ettiğim sevgilim (resim yapma arzum) ile barışıp, ellerini yeniden avuçlarımın içinde buldum. Bu kavuşmaya sözünü ettiğim değerli müsteşar dostum vesile olmuştu. O nedenle bütün yüreğimle kendisine teşekkür ettim. Bundan sonrasında dur durak bilmeden paletime koyduğum bütün renkleri tuvalimle üst üste fırça darbeleri ile buluşturdum. Bir yıl sonra bir sergi açacak kadar resim çalışmam oldu ve ben hayli mutluydum.
Kısa bir süre sonra çalışmalarımı gören, Hollanda’da organizatörlük yapan bir akrabam Hollanda’da sergi açmamı teklif edince, önce Hollanda’da Nijmegen ve Utrecht şehirlerinde iki ayrı sergim oldu. Akabinde Belçika’nın Gent, Ankara’da beş ve Kıbrıs’ta da iki sergi açtım.
Güzel sanatlarda bu işin okulunu okuyamamış, öğretmenliğini yapamamıştım ama zamanla deneme yanılma yöntemi ile dünyayı kendi renklerime boyayıp, yüreğimin yükünü hafiflettim.
Renkler kol kola girip dans ederlerken, yaşadığım bozkırı yaşanır hale getiriyor. Dünya tarifsiz güzel. Ve şairin dediği gibi “hayat her şeye rağmen güzel.” Diyeceğim o ki; Dünyanızı her zaman renkli kılmanız, samur fırçanızı elinizden düşürmemeniz ve üzerinde yaşamınızı sürdürdüğünüz gezegeni, bozkır da olsa, daha da mutlu olmak için elinizden geldiğince ve olabildiğince çok renge boyamanız dileği ile…

Amsterdam, 22 Nisan 2015

Not; Küçük Camili Köyünden çok değerli-sevgili ağabeyim Hatip Konukçu uzun bir zaman önce profesyonel ressamlığa doğru giden ince uzun yolunun öyküsünü anlatmıştı. Ben de bir şeyler yazmak için konu arayışı içindeyken, çok zamandır işlemek istediğim bu tatlı sohbeti, Hatip ağabeyimden müsaade alarak yazmaya çalıştım. Yaşar Kemal Neşet Ertaş’ı “Bozkırın Tezenesi” olarak adlandırıyordu. Biz İç Anadolu’ların gözünde ise Hatip Ağabey de “Bozkırın Fırçası” gibidir. Dolayısı ile Hatip ağabeyin dilinden, benim kırık uçlu kalemimden, bir Küçük Camili öyküsü. Sürçü lisan ettiysem af ola!


  

10 Nisan 2015 Cuma

GRAMOFON






GRAMOFON

Günümüzde ne yazık ki, evlerimizdeki yerinden elini eteğini çekip, artık yok olan gramofonun o estetik, muhteşem güzelliğini, belki de bir o kadar güzellikte olan yaşamlarında bu aletin sahibi olanlar, “eskiler” de diyebileceğimiz ileri yaşlara varan şahsiyetler bilirler. Eskiden evlerimizin başköşelerinde (televizyonlarımızın şimdiki yerinde), yer alan vazgeçilmez plak çalar aletlerinin üzerinde, bir köpeğin de resmedildiği ve “Sahibinin Sesi” olarak geçen ünlü bir marka vardı. Şirket “Sahibinin Sesi” adı altında hayli kaliteli gramofonlar ürettiği gibi, pek çok tanınmış müzisyenin değerli çalışmalarını da LP’ler halinde müzikseverlerle buluşturup, bu başarılı çalışmalara imza attılar. Plaklarda veya gramofonlarda resmedilen köpeği ve Sahibinin Sesi ibaresini görenler bunun bir marka olduğunu haliyle ilk etapta anlayamayıp, akabinde akıllarına muzipliklerin gelmesine de engel olamıyorlardı.
Malumunuz her hayvan zamanla sahibine benziyor. Aradan geçen yıllar beraberinde “sarı öküzü”, sahibi “Sarıların Mahmut’u” hal, hareket ve görünüm itibari ile birbirlerini andırır hale getiriyor. Bu zamanla yaşanan göz aşinalığının bir getirisi midir, yoksa burada “körle yatan şaşı mı kalkıyor” deyimi mi devreye giriyor, pek anlaşılır gibi değil.
Her insan hayatının bir öykü olduğu söylenir. Bu savdan yola çıkarak, benim hayatım da bir nebze öyledir diye düşünüyorum. Benim ve köpeğimin öyküsüne geçmeden, arzu ederseniz öncelikle Sahibinin Sesi markasının nasıl oluştuğunu bildiğim kadarı ile anlatayım. Bu arada benim adım Cemo ve köpeğimin adı ise Şero. Şero Kürtçede aslan anlamına gelir. Ama Allah’ı var, benim Şero’mun da aslandan geri kalır bir tarafı yok. Tanrı, Şero ve bendeniz Cemo’nun birlikte yaşamını İç Anadolu’da bir Kürt yerleşim yeri olan Kesikköprü beldesinde uygun görmüş ve ikimizi buraya fırlatıp, “Ne haliniz varsa gidip-görün demiş”. Lafı fazla uzatmadan Sahibin Sesi markasının öyküsüne gelecek olursak.
1800 lü yılların son dönemlerinde, kendi çapında ünlü bir ressam olan Francis sıradan bir yaşam sürdürüp, kırların, tepelerin, kandırabilirse kadınların yarı çıplak resimlerini yapıp, hayatını idame etmeye çalışan biri idi. Hiç beklemediği bir anda ağabeyi Mark’ın ani ölümü ile O’nun çok sevdiği terrier cinsi köpeği Nipper ve ağabeyinin sesinin kayıt edildiği bir kaç tane silindirik disk ve yine silindir bir fonograf da kendisine miras kalır. Ağabeyinin anısına bu diskleri ara sıra gramofonda köpeği Nipper’e dinletip, nostalji yaşatmak isteyen Francis sesin her duyumunda bir şey fark eder. Ağabeyi Mark’ın sesinin odada yankılanması ile beraber, Nipper gidip gramofonun içinde sahibini arar. Bu hazin tablo karşısında çok duygulanan Francis bunun üzerine bir gramofon ve bunun yanında sahibinin sesini dinleyip, O’nu arayan köpeğini tuvaline yansıtır. Daha sonra bunu bir gramofon şirketine satar ve böylelikle “Sahibinin sesi” markası da bu görüntü ile acımasız dünya pazarındaki yerini alır. Bu öyküde haliyle ben de köpeğim Şero ile olan yaşantımızı buldum. Gramofonun öyküsünü de anlattığıma göre, asıl benim ve sevgili köpeğim Şero’nun ilginizi çekeceğini umduğum öyküsünü anlatmaya başlayabilirim, müsaadenizle.
Kesikköprü köy irisi bir belde. Çevre köylere kıyasla yeşillikler içinde. Bu güzelim yerleşim yeri, kendisine özgü kırmızı topraklı tepeleri ile ayrıcalıklığını ortaya koyar. İçinden kıvrımlar halinde geçen Kızılırmak da beldeye ayrıca bir güzellik katar. Kızılırmak adeta beldemizin boynuna takılan değer biçilemeyen güzellikte, göz kamaştıran boncuk mavisi safir bir gerdanlık gibidir. Bu safir gerdanlığın etrafına evler irili ufaklı serpiştirilmiş pırlantalar misali yer alırlar. Baraj gölü, beldemize çevre halkı ve Ankaralılar için, imkânları ile bozkırda eşsiz bir sahil kasabası konumunu sunar. Yılda bir kaç mahsulün alındığı o uçsuz bucaksız verimli topraklar, bu beldede oturanların en önemli gelir kaynağıdır, her ne kadar payımıza, kırışık iki yakamızı bir araya getirecek kadar düşmese de!
Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de insanlar ikiye ayrılırlar. Ben oldukça fakir olan tarafta yer aldığımdan, haliyle sevgili Şero da fakir bir köpek. Şanslı bir hayvan olsaydı, zaten benim köpeğim olmazdı. Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi Şero da konumumuza bakmadan, köyümüzde en varsıl aile olan Hüsso’nun köpeği Sülün’e âşık oldu. O nedenle mecnun bir halde sürekli Hüsso’nun kapısının önünde dolanıp duruyor. Sülün de O’na karşı bir şeyler hissediyor olsa gerek ki, bizim Şero’yu görmeye görsün, her türlü kuyruk sallamalar, dil çıkarmalar, baygın bakışlarının en alasına ve kafasını hızla sallayıp, zarif kulaklarını yanaklarına patırtı sesleri çıkararak vurmasına tanıklık edebilirsiniz. Doğrusu Şero’nun kendi sınıfından bir köpeğe âşık olmasını çok isterdim. “Davul dengi dengine” diye boş konuşmamış, çok bilen atalarımız. Koca göbekli Hüsso ve o kaknem, iri burunlu benekli karısı Zeliş, Şero’yu görmeye görsünler, ilk yaptıkları O’nu ellerine ne geçirirlerse (süpürge, terlik, taş, ayakkabı ve kinlerini kusturacak her şey) fırlatıp, bahçelerinden kovmak oluyor. Belli ki Şero’nun Sülün ile arkadaşlık etmesine pek razı değiller. Kendisine fırlatılan her nesnenin, Şero’nun çevik hareketler ile ıskalatmasının ardından, o ilk etapta yüksek avlu duvarını atlayıp, gidermiş gibi yapsa da ortalık yatıştığı zaman, gururu kırılsa da çok geçmeden soluğu Sülün’un yanında alıyor. Sevgilisini koklayıp, uzun dili ile tüylerini yalıyor.
Zoruma giden Şero’nun yemeğe de kalacak kadar yüzsüzleşmesi. Hem de yalnız başına değil. Mahallenin bütün yoksul köpeklerini alıp, Hüsso’nun büyük kızı Süheyla’nın yemek artıklarını çöpe atmasını bekliyorlar. Çoğu zaman o saatte Hüsso’nun evine doğru gitmesini engellemeye çalışsam da, buna mani olamıyorum. Bir yandan da yaşanan bu büyük aşka saygım var, vicdan azabı da duymuyor değilim. Ama Şero’nun sahibi veya bir yakını olarak benim de onurum kırılmıyor değil elbette.
Sülün sahibinin o denli zenginliğine ve sonradan görmeliğine karşın, bir o kadar asil ve kibar bir köpekti. Hayvan da olsa bu denli iyi olması başımın üzerinde yer almaması anlamına gelmez. Lakin bu aşkın sonu yok gibime geliyor. Masallardaki gibi, “onlar muradına ve bizler de kerevetine çıkar mıyız?” bilinmez. Ama böylesi bir ayrılığın Şero’ya büyük bir acı vereceğinden eminim.
Bugün Ankara’dan misafir olarak akrabalarımız geldi. Benim gözümde dünyalar güzeli, dünyaya açılan tek penceremin tatlı esen rüzgârı, kendisine karşı hep mahcup olduğum, yakamdan düşmeyen fakirliğimden dolayı rahat ettirip, gün yüzü gösteremediğim karım Dilan hazırlıklar için mutfakta hummalı bir uğraş içinde. Karımın kan ter içindeki halini görüp, kendi kendime Tanrının bir kez olsun bizim de sırtımıza usulca üflememesine şaşıp kalmaktan, başka bir şey yapamıyorum.
Avluda köşeye sıkıştırdığım bizim İbiş horozu yakalayıp, kaşla göz arasında kestim. Bütün bu olup bitene, yine göbekli Hüsso tarafından kovulan Şero da şaşkınlık ile bakıyordu. Evet, evde ziyafet vardı. Şero’nun aklından bir şeylerin geçtiğini şaşılar gibi göz bebeklerini döndürmesinden anladım.
Misafirlerimizle Allah ne verdiyse (bize pek bir şey verdiği yok, lafın gelişi) yedik içtik. Doydular mı diye yüzlerine baktım, ama bir şey anlayamadım. Fakat gördüğüm kadarı ile sofrada kemik namına hiç bir şey görünmüyordu. Bizim çocuklar kemikleri dahi un ufak ettiler. Cama doğru uzanıp, baktığımda aklıma gelenin başıma geldiğini anında gördüm. Evet, Şero Bey şürekâsını toplayıp, kapının önünde hazır kıta, sofradan artanların karım Dilan tarafından atılmasını sabırsızlık ile bekliyorlardı. Sanıyorum sürekli Hüsso’nun evine dadanmak onun da ağrına gitmiş olacak ki, bu defa da Şero arkadaşlarını yemeğe davet etmişti. Sülün de Şero’yu kırmamak adına bu nazik davetini kabul edip, gelmiş ve diğer köpeklerin ardında duruyordu. Şero en arkada utangaç bir eda ile bekleyeduran Sülün’ü burnu ile itekleyip, utanacak bir şeyin olmadığını, kulağına fısıldıyor, sevdiceğinin gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu.
Derken beklenen an geldi. Bütün bu olup bitenden bihaber olan Dilan özenle topladığı sofra bezini toplayıp, balkondan aşağı doğru döktü. Üç beş kıytırık kemiğin yere dökülüşünü seyrederken, Şero adına içim burkuldu. Köpekler sofra artıklarının dökülüşü anında, aynı zamanda kafalarını yukarı doğru kaldırdılar. Şero çok mahcup oldu. Sülün hemen Şero’nun yanına gelip, onu teselli ettiyse de, Şero’nun hali hal değildi. Dökülen bir kaç kemiği de Bodur Kasım’in köpeği Dino hiç bir şeye aldırmadan yedi. Şero kuyruğunu iyice arka ayaklarının arasına sıkıştırıp, bizim evi terk edip, hep birlikte Hüsso'nun evinin yolunu tuttular. Sülün Hüsso’ya aldırmamasını, kendi evinin onun da evi olduğunu anlatsa da, Şero’nun yüreği çok buruktu ve zor teselli oluyordu. An; yer yarılsa da o da yerin altına girse anıydı. Çünkü en iyi kendimden biliyorum, yoksulluğun utancı dağlar kadar büyüktü.
Evde misafirleri unuttum ve çok derinlere dalıp, gittim. Dilan’ın bir kaç kez;
“Cemo Can çayını al. Misafirlerimiz var, niye öyle derinlere daldın. Neyin var? Misafirlerimize ayıp oluyor. Kendini unuttun hepten.” deyince ansızın irkilip, kendime geldim. Çay nar kırmızısı idi. Misafirler ise nar kırmızısı çaya değil, şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Kendimi toparlamam güç oldu. İçimdeki acıyı kimselere anlatamazdım. Dünyada her şeyi paylaştığım Dilan’a dahi anlatamazdım. Kim bilir Şero şu anda arkadaşlarına ve özellikle de Sülün’e karşı ne denli mahcup ve zor durumdaydı. Ne çok sahibi ile benzeşip, ne kadar çok “sahibinin sesi” olmak zorunda kalıyordu. Eve gelir gelmez yapacağım ilk iş onun o güzelim, biçimli kafasını ellerimin arasına alıp, yanaklarından bir güzel öpmek olacak.
Karanlık iyiden iyiye bastırdı. Ay bütün ihtişamı ile bir ayna gibi Kesikköprü’nün semalarında süzülüp, safir gerdanlığı ve etrafındaki pırlantaları ışıl ışıl parlatıyor. Gökyüzü sonsuz sayıda birbirinden parlak yıldız ile bezeli. Misafirler de yavaş yavaş yatmaya giderler. Kendi kendimle kalmaya çok ihtiyacım var. Kulağım dışarıda. Ve pür dikkat “dört kulakla” beklediğim beni mutluluktan uçuran, “ha duyuldu, ha duyulacak” derken, gelen hüzünlü havlama sesleri. Karanlıkta parlayan iri boncuklar ise Şero’mun buğulu gözleri.

Amsterdam, 10 Nisan 2015
  


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...