22 Mart 2016 Salı

BOZKIRIN KIRGINLIĞI


                                                                                                                   Resim: Hatip Konukçu




BOZKIRIN KIRGINLIĞI

Aşk ile üflenen renkli billur camların kırılganlığında, alabildiğine hassas, tarihi dokusu hayli zengin, kalplerde yaşayan şairin de kıyasladığı gibi “Havva Ana’nın daha dünkü çocuk sayıldığı” Anadolu topraklarının yaşlı yüreğinden bi yol söz etmeye görün,  akıllara ilk gelen, bozkır olur. Öyle ki uçsuz-bucaksız, bir o kadar da yorucu, tekdüze git git bitmezdir o. Art arda düzlük, dere ve tepedir. Gözlerinizi kırpıştırıp, olmadı, asker selamına durur gibi elinizi kaşınız hizasında siper edip, gerekli gölgeliği edinmenizle birlikte ve ardından daha da kolay görmenin getirisi ile bir de derinlemesine bakmayı denediğinizde, gözlerinizi önüne serilen alabildiğine tarım alanları, bir tutam buraya, bir tutam oraya, bir diğeri şuraya, öbekler halinde ev ev serpiştirilmiş köyler ve kasabalardır İç Anadolu’da bozkır. Nuh`a buralardan da salıncaklar, hamaklar ve beşikler verilmiştir ve bilinen o ki; bozkırda da fukaralıktan bir hayli utanılır, hem de ele güne karşı çırıl çıplak.
Pek çok il, ilçe ve köy iri veya ufak olmalarına hiç bakmaksızın bir halaya tutuşmuş gibidir.Ritmi yüksek muhteşem görünümlü halayın başında sırası gelmişse, adil bir şekilde kimi zaman Ankara, kimi zaman Sivas veya Konya’dır. Olmadı, Çankırı, Yozgat, Bala, Polatlı, Tepeköy, Küçük Camili, Haymana’nın Bumsuz Köyü veya Kaman ilçesinin Hirfanlı Köyü’dür ışıltılı al mendili şevkle sallayan.
Bir de upuzun, safir taşları ile bezeli maviş maviş göz kamaştırarak ışıldayan, Kızılırmak adlı bir gerdanlığı vardır bozkırın. Büyük bir coşku ile akan mavi sularında bol kılçıklı sazan ve kefal cinsi balıkların dans ettiği, bozkırın uzaklara olan özlemini giderebilmesi için kavalyesi İç Anadolu’yu koluna taktığı gibi Karadeniz ile buluşturur bu ırmak. Baharın gelmesi ile birlikte, bütün düzlüklerde ve yükseltilerde gökkuşağının olanca renklerinde binlerce çeşit kır çiçeği, renk yelpazesi güneşle buluşup, yeryüzünü her defasında kalbinin atışları ile büyük bir heyecan duyan allı pullu bir geline dönüştürür. Kır çiçeklerinden burcu burcu yayılan mis amber kokuları ciğerlerinin derinliklerine çeken her canlı o an mest olur ve başı döner. Ateş böcekleri raks edip çıkardıkları kıvılcımlar ile ışıklar saçarken, cır cır böcekleri bestekarlarının kaleme aldığı bütün eserleri, kimi zaman koro halinde, kimi zaman da sololar halinde, büyük bir titizlikle notalarını okuyup, muhteşem konserlerini icra ederler. Bin bir renkli tüyleri ile keklikler bir kuytudan diğer birine kendilerine has ötüşleri ve paytak yürüyüşleri ile ilerlerler.
Bozkırın sürgün Kürdü olarak, komşu bir Türk köyünden yaşlıca bir amca ile tesadüfen bir yerlerde karşılaştığınızda size sorduğu ilk soru;
“Yeğenim, demek Camili köyündensin. Sizin orada bizim Şiho vardı. Ayşık’ın Şiho diyorlardı. Nasıl hayatta mı kendisi. Çok iyi bir insandı doğrusu. Arkadaşımdı kendisi. Sizin oradan bizim köye gelin de aldık. Dur bakalım yeğenim, neydi adı. Ha… Hatırladım. Hasko’nun Ruffo diyorlardı babasına. Ama aslan gibi çalışkan, evini çekip çeviren, saygıda kusur etmeyen, ailesi ve geçimi için dişi-tırnağı ile mücadele eden bir gelin. Sonra defineci Hinto vardı. O da sizin oralı mı idi? Türkçesi çok kıttı. Ama misafirperver ve çok da saf bir insandı. Evinin önünde yer altından çıkardığı, iri bir adamın dahi içine girip saklanacağı büyüklükte bir küp vardı. Bir keresinde evine yolumuz düşmüştü, Tanrı misafiri olduk. Sağ olsun bizi yere göğe konduramamıştı. Demek sen de Malı Bevlerdensin. Babanın adı ne idi acaba, belkim tanırım kendisini. Ayşık’ın Şiho’yu görürsen çok selamımı söyle. Kaman’a yolu düşerse buyursun gelsin acı bir kahvemizi içsin. Yeğenim seni de beklerim. Manifaturacı Talip diye sorarsan herkes tanır beni.”
Bozkırın dört bir yanında korku içinde zıplayan benekli tavşanların, belki yiyecek bir tek havuçları yoktur, ama her ihtimalde mutludurlar. Tilkiler her zamanki sinsilikleri ile tavuk kümeslerine durmadan dadanırlar. Gecenin zifiri karanlığında Hüsso’nun kıllı kolları, çifte benli şişko karısı dayı kızı Fato’nun beline dizginlenemeyen bir şehvetle sıkıca dolanırken, tavuk ve horozların can havli ile çığlıkları yayılır köyün sessiz derinliklerine. Hüsso apansız kollarını isteksizce geri çeker, ne oluyor diye bir an için sırt üstü uzanır. Gelen seslere kulak kabartır. Loş karanlıkta hızla alıp verdiği nefesini kontrol altına almaya çalışarak yan gözlerle göğsü inip kalkan eşi Fato’ya bakar. Fato hışımla yatağında doğrulur.
“Lo sen ne duruyorsun? Git bir bak hele yine o uğursuz tilki mi geldi, ne oldu?” deyip, hevesi kursağında kalan Hüsso’yu paralar. Hüsso aklında “Aman be tilki, zamanı mıydı şimdi. Bir on dakika sonra gelseydin ne olurdu sanki” deyip, sitemini yüreğinin atışları dahilinde sessizce dile getirir. Aşk kokusunun dört bir yanına iyice sindiği odada, telaşla giydiği pantolonunun kemerinin metal tokasından ve cebindeki bozuk paraların şıngırtıları yayılır. Devasa genişlikteki bozkırda, o an hayat bulan sevişmelerden biri gün ağarırken, mutlu son ile bitmez. Film kopar ve yarım kalır.
Kürtler müziklerini büyük bir gizlilik içinde sindire sindire dinlerler. Türkçeyi mümkün olduğu kadar kusursuz öğrenmeye çalışsalar da, dillerinin bir yerlerine söküp atamadıkları aksan, bir kene gibi yapışıp, kalır. Söküp atamazlar. Radyolarında ve televizyonlarında büyük bir zevkle dinledikleri, bozkırın ölümsüz ozanı Neşet Ertaş’ın türküleri, bozlaklar yayılır. Türkülerde “yar tatlı dilli, güler yüzlüdür. Mezar arasında harman olmaz. Mühür gözlü sakınılır, kıskanılır. Zahide’ye kurban olunduğu halde, O sevdiğinin belini kırar,” acımasızdır. Ozan “aydos” diye yeri göğü inletir. Hacı Taşan, Ali Ekber Çiçek, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Aşık Veysel ve diğer değerler zenginleştirir bu bozkır diyarı.
Türk ve Kürt köyleri yüzlerce yıldır, yan yana, komşu ve kardeştirler. Bozkır sabahlarında Kürt köylerinde de radyo ve televizyonlarda Yurttan Sesler korosu coşkulu türküler dillendirir. Kürt Hüsso kendisini kaptırır, mırıldanmadan edemez. Muazzez Turing, Özay Gönlüm ve Bedia Akartürk aynı güzellikte kabul görür. Bu köylerde de yare gitmek için “ibibiklerin ötmesi, sütlerin kaymak tutması” beklenir. Birbirine sınır oluşturan aynı toprakların mahsulü buğdaydan yufka ekmeklerini yaparlar. Zaman gelir aynı bulgura kaşık sallanır, birbirlerine sundukları nar kırmızısı çaylar aynı tarzda üflenerek yudumlanır. Teneffüs edilen hava farklı değildir. Türk veya Kürt demeden aşık olunur, yaşanan onca aşk ve sevdanın akabinde, binlerce evlilik yapılır, mutlu yuvalar kurulur. Yakın akraba olunmanın ardından, yüz binlerce çocuk doğdu, doğuyor. Samanyolu, kuyruklu ve diğer sonsuz sayıdaki yıldızlar aynı semalarını ıpışıl aydınlatıp, süsler. Lakin gelinen noktada Hüsso yine de biraz kırgın gibidir. Bi yol olsun Aram Tigran, Ayşe Şan, Mehmet Arif Cizrawi veya Şıvan Perver’in Kürtçe müziklerinin tek bir sözcüğü yükselmez, kardeşleri olduğunu söyledikleri, yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Türk köylerindeki insanların dudaklarının arasından, radyo ve televizyonlarından. Tek kelime Kürtçe  kelime öğrenilmez. Bu dilde “sevgi, aşk ve barış” sözcüğü nasıl söylenir diye hiç merak edilmez. Hiç kimse bu yasaklı adeta lanetli bir hal alan dilde, pır pır atan yüreğinin sesine kulak verip, “Seni seviyorum” diyemez. Arkadaşım, kardeşim, komşum dediği insanların isimlerini dahi telaffuzda hayli zorlanırlar. Devlete olan malum küskünlükleri bir tarafa, bir yanları sönük, kırgın, eksik ve duygulu yürekleri hep buruktur hor görülen bu insanların. Bir anlam veremezler, onurları hoyratça kırılır, boyunları bükülür her birinin. Kuyruklarının olup olmadığı her an gündemdedir. Bu konu bir türlü açıklığa kavuşturulmamıştır. Komşuları Türk köylerinin kafasının içinde dönüp dolaşan, varlığını her daim koruyan bir sorudur bu durum.
Kaplumbağalar sırtlarında görünmez ağır bir yükü alıp, başka bir istikamete doğru aheste aheste taşır gibidirler. Tarla fareleri deliklerinden çıkıp, dim dik sağa ve sola selam dururlar. Kirpiler sivri iğnelerini sevdiceğine batırmadan, incitmeden ve özenle sakınarak sevişirler. Her kuş kendi dilinde özgürce ötüşür. Uğur böcekleri, bal arıları ve tırtıl olmayı bir tarafa bırakan kelebekler ihtişamlı albenileri ile çiçek çiçek dolanıp, nazla kanat çırparlar. Kurtlar sürüler halinde avlarının peşinde dolanıp, çarşaf beyazı karlarda yürüyüp izlerini belli ederler. Yaz mevsiminde, hasat öncesi buğday, çavdar ve arpa başakları sahibinin yanık yüzünü gülümseterek, nazlı nazlı sallanırlar. Gelincikler çıkacak olan en hafif bir rüzgardan korku ile sakınıp, kuytularda toprağa kök salarak saklanırlar. Papatyalar boy boy sarı ve beyaz renklerinin kombinasyonunu en güzel bu geniş topraklarda sergilerler. Yöre papatyaları ile bakılan bütün fallar, her defasında “seviyor” ile sonlanır. Kışlar sert ayazlı, kuru soğuk, yazlar oldukça sıcaktır, safir gerdanlıklı uçsuz-bucaksız bozkırda.


Amsterdam, 22 Mart 2016

7 Mart 2016 Pazartesi

KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ



 KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ

Yüksek yer anlamına gelen ve ismi ile de müsemma olup, konumu gereği bir hayli yukarılarda olan Bala, her bahtı karanın yüreğine çöken, o istenmeyen kasvetli karanlığı aklamak gayesi ile görmek istediği, Başkent Ankara’nın bir ilçesidir. Devlet sarsılmaz varlığını göstermek gayesi ile bu küçük ilçeye de elbette bir karakol, askerlik şubesi ve hapishane hizmetini çok şükür esirgememiştir. Bala’ya bağlı kardeş Türk köylerinden sonra, bir arada bulunan Kürt köyleri de Kızılırmak’a paralel bir şekilde, İç Anadolu bozkırında bir Oltu taşı tespihin taneleri gibi art arda ilçe topraklarında sıralanırlar. Bu tespihin bir telkari ustasının ince gümüş işçiliği ile süslenmiş olan imamesi, büyüklüğü gereği ile Kesikköprü beldesidir. Köyler arasında büyük benzerlikler olsa da, yine de her yerleşim birimi kendince farklılıklar ve şirinlikler sergilerler. Küçük Camili de yer yer ağaçların bulunduğu bu köylerden biridir. Yaklaşık yüz haneli köy; kuruluş esnasında sanki korkulu bir durumdan kaçarcasına, önceleri küçük bir vadiyi andıran bir alana konumlandılar. Yerleşim olarak ilk bakışta insana köylülerin bir şeylerden saklanma ihtiyacı duyduğu gibi bir hissi verse de, daha sonraları yüreklerden duyulan korkunun silinmesi ile daha yukarılara, Ankara yolunun yükseltisine çıkarak, alanlarını bu zuladan fazla taşmayacak şekilde iç içe geçmiş evlerin yapımı ile sürdürdüler.
Küçük Camili eşrafından Sılo, hanımı Ayşe ve oğlu Hüseyin şafak sökmeden uyandılar. On dokuz yaşlarındaki kızları Hediye ve on yedisinde çiçeği burnunda delikanlıları İhsan’ı uyandırmadılar. Köyde büyük bir sessizlik hakimdi. Bir kaç evden sarı ışıklar süzülüyordu. Demek ki bu saatte başka uyananlar da olmuştu. Ankara’ya giden köy minibüsü neredeyse böyle gece yarıları yola çıkıyordu. Kuyular’dan başlayıp, Kesikköprü’ye kadar olan bütün köylerden yolcuları toplayıp, bir kısmını Bala da bırakıyor, kalan yolcular ile de Ankara’ya doğru yola devam ediyordu. Silo’nun gözü gelecek olan minibüsteydi. Çok geçmeden köy ilkokulunun yanında bir ışık belirdi ve kıvrımlı yolda minibüsün parlak farlarından yayılan göz alıcı ışık bütün köyün üzerinden geçip, yaladı. Silo aniden telaşlandı. Çantalarını bir araya getirip, hanımı Ayşe’ye ve oğlu Hüseyin’e seslendi.
“Hadi çabuk olun. Dolmuş geldi. Acele edin, yoksa bizi bırakıp giderler.” Hüseyin askerden yeni gelmişti. Baba ve annesinde bir telaş olsa da, O’nun yüreğinin atışları çok daha farklıydı. Hayırlı bir iş için Ankara’ya gidiyorlardı. Gece hiç uyumamış saçlarına jöle sürmüş ve bir güzel taramıştı. Sakallarını kesmiş ve inceden bıraktığı bıyığına dokunmamıştı. Avuç dolusu kolonyalar dökünüp, babasının yanına geldi. Sabahın bu erken vaktinde gelen bu kolonya kokusu başını döndürse de, oğlunun böyle üstünü başını düzeltmesi, bakımlı olması ve özellikle de artık evlenme yaşına gelip, çok önceleri Ankara’ya taşınan akrabalarının kızı Selma’ya gönlünü kaptırmış olmasından da oldukça memnundu. Aslında O da düz siyah saçlarını arkaya doğru iyice tarasa ve Ayhan Işık bıyıklarını biraz daha inceltse iyi olacaktı. Ama artık bu işlem için çok geçti. Allahtan Ayşe güzel giyinmiş, uzun kıvırcık saçlarını güllü bir eşarpla örtmüş, gür kaşlarındaki fazlalıkları cımbız ile  almıştı.
Oğlunun evlilik yolundaki seçimi doğrusu çok yerinde idi. Selma’nın babası da hem akrabası hem de arkadaşı idi. Bir kaç gün önce Ankara’ya giden bir akrabası Hamit ile haber gönderip, hayırlı bir mesele için gelip, misafir olacaklarını bildirmişlerdi. Minibüsün orta koltuğunda üç kişilik yere, cam tarafına Ayşe, ortaya Hüseyin ve kenara da Sılo oturup, sanki oğullarını koruma altına aldılar. Aracın tekerleği yerdeki bir çukura girdi, hafif bir sarsıntıdan sonra yola koyuldu ve ışıklar bir kez daha Küçük Camili Köyü’nün irili ufaklı evlerini taradı. Köyün dört bir yanını köpek havlamaları ve öten horozların sesleri sarmıştı. Güneşin doğmasına daha zaman olmasına rağmen, yolculuğa çıktıkları bu yaz gecesi de bir kaç haftadır devam eden bunaltıcı sıcaklardan nasibini almıştı. Köy imamı İbrahim hoca sabahın köründe uyanmak zorunda olduğu bu işini aslında pek de sevmiyordu. Karısı şişko Emine ve iki kızı ne güzel mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı. Evinden çıkıp sabah ezanını okumak üzere ayağını sürüyerek yürürken, minibüsün içindeki yolculara baktı. Kel kafasındaki külahını hareket ettirip, minibüs yolcularına yine isteksizce selam verdi. Minibüsteki erkekler de bir ağızdan mırıldandılar;
“Ve aleyküm selam.”
Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra, Bala’da inmesi gereken yolcular indiler. Boşalan yerler tekrar doldu ve Ankara’ya doğru yolculuk devam etti. Ankara’ya geldiklerinde güneş iyice yükseldiğinden, sıcak daha bir baskın hale geldi ve sabahın alaca karanlığı yerini berrak bir aydınlığa bıraktı. Minibüs hayırlı işin sahiplerini garajlara yakın bir yerde bıraktı. Anne,baba ve oğul ilk iş olarak bir pastahaneye daldılar. Bir masaya ailece oturup, ısmarladıkları su böreği, simit ve çayla kahvaltı yaptılar. Ardından Hüseyin tezgahtara kendilerine bir kutu çikolata hazırlamasını söyledi. Tezgahtar bir operatör titizliği ile çekiştire çekiştire plastik eldivenler giyip, işe koyuldu. Kutunun içine sanki çikolata değil de beşibirlik altınları diziyor havasında idi. Kırık çikolatalardan birisini Hüseyin’e verip, taze olduklarını damat adayına tescilletti. Çikolata paketi oldukça ihtişamlı gözüküyordu. Kız tarafı akrabaları da olsa, bırakacakları ilk intiba önemli idi. Sonuçta onlar da bilinen “naz tarafı” idiler.
Caddeden geçmekte olan bir taksiyi çevirip, bin bir telaş içinde bindiler. Sılo ön tarafa, Hüseyin ve annesi de arka koltuğa oturdular. Sılo şoföre dönüp;
“Kardeşim biz Keçiören Gazino durağına gitmek istiyoruz. Sana zahmet en kısa yoldan bizi oraya götür müsün?.” Şoför “emriniz olur amca bey” mahiyetinde saygı ile kafasını eğdi ve sarı kırmızılı tespihini geçirdiği vites koluna dokunup arabayı büyük bir heyecanın yaşanacağı, mutluluk menziline doğru yola çıktı. Arabada müzik olarak arka fonda  Şarkıcı Ümit Besen;
“Nikahına beni çağır sevdiğim, istersen şahidin olurum senin.” diye yalvarırcasına şarkı söylüyordu.
Aynı romantiklikte insanın içini bayıltan bir kaç şarkının ardından, kız evinin bulunduğu apartmanın ikinci katında kendilerini buldular. Zili damat adayının annesi Ayşe çaldı. Bu arada Hüseyin bir yandan elindeki çikolata kutusunun üzerindeki süsleri düzeltirken, diğer yandan da bir davulu aratmayan hızla çarpan kalbine derin nefes alıp vererek söz geçirmeye çalışıyordu. Kapıyı gelin adayı Selma’nın annesi Sultan açtı.
“Aaa… Buyurun, biz de sizi bekliyorduk. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.” Beklenen misafirler Selma’nın babası Fevzi tarafından da buyur edildikten sonra, misafirler devam edegelen heyecanlarını biraz daha arttırarak gösterilen yerlere oturdular. Selma diğer odada gelen misafirlerin telaş ve heyecanını aratmayacak duygular içinde hazırlanıyordu. Ev sahibi Fevzi’nin hal ve hatır sorularından sonra, Selma’nin da gelmesi için beklemeye koyuldular. Bu arada Fevzi ve hanımı Sultan sanki Hüseyin’i ilk defa görüyorlarmış gibi baştan ayağa süzmeye başladılar. Hüseyin’in kalbinin atışları biraz olsun dinmiş olsa da, Selma’nin oturma odasına girmesi ile çarpıntıları yeniden ayyuka çıkıp, tavan yaptı. Yerinden hafifçe kalkıp, titreyen eli ile aynı durumda olan Selma’nın elini sıktı.
Selma’nın getirdiği kahveler içildikten sonra, kız isteme faslı da tatlıya bağlandı ve Sılo cebinden çıkardığı nişan yüzüklerini dualar eşliğinde, mutlulukları gözlerinden okunan gençlerin parmaklarına taktı. Bir yıllık nişanlılığın ardından, Küçük Camili Köyünde yapılan üç gün  ve üç gece süren düğünün ardından Selma ve Hüseyin de dünya evine girdiler.
Selma gelin olarak Ankara’dan Küçük Camili Köyüne geldi. Köy hayatına uyum sağlaması uzun sürmedi. Kaynanası Ayşe ve kayınbabası Sılo ile birlikte oturuyorlardı. Selma’nın da köydeki diğer gelinler gibi çalışkanlığını ve hamaratlığını göstermesi gerekiyordu. Bu konuda elinden geldiğince evin içinde koşturuyordu. Evliliğinin üzerinden bir hafta geçmişti ki, her zamanki gibi erkenden kalktı. Bütün ev halkına kahvaltı hazırlamadan önce tandır damını ve evin avlusunun içini süpürmek için yörede “çalgı” denilen, kırlardan toplanan bir ottan yapılan süpürgeyi eline alıp, işe koyuldu. Dışarıda çok güzel bir hava hakimdi. Evin çatı kiremitlerinin arasına yuva yapan serçeler yavrularına buldukları yiyeceklerin sunumunu yapıyorlar ve serçe yavruları da sevinç çığlıkları atarcasına ötüyorlardı. Serçe cıvıltıları Selma Geline bir melodi gibi geldi. Eğildiği yerden doğrulup, bu seslere bir müddet kulak kabarttı. Sonra kaldığı yerden işine koyuldu. Önce karanlık tandır damından başladı. Kıyıda köşede her tarafta öbekler halinde buğday serpişmişti. Selma kendi kendisine kaynanası Ayşe’nin ve görümcesi Hediye’nin temizlik yönünden pek de titiz olmadıklarını düşündü. Serpişmiş olan buğdayları ve diğer kalıntıları süpürüp avlunun bir köşesinde topladı. Tozu dumana katarak bütün avluyu süpürdü. Bu arada kaynanası Ayşe sabah mahmurluğu ile uykulu gözler ile gelinin ne denli  çalışkan olduğunu aklından geçiriyordu. Evet helal süt emmişti, oğluna ve ailelerine layık bir gelindi. İlk intibası seçimleri isabetli ve çok kıt olan notu da Selma Gelin için tamdı. Çevresindeki komşulara ve gelip giden akrabalarına gelinini anlata anlata bitiremiyordu. Görgü, beceri, saygı ve sevgi gibi bir insanda olması gereken olanca meziyet gelininde toplanmıştı. Çiçeği burnunda gelinin üzerine yoktu. O her yönden bir numara idi.
Bütün ev halkı uyandıktan sonra yine evin gelininin hazırladığı kahvaltı sofrasına geçtiler. Sılo sofradan kalkıp evinin arkasındaki traktöre binip, tarlasına doğru gitmek için ayağa kalktı. Selma hemen sofradan kalkıp, kayınbabasının ayakkabılarını bulup, getirdi. Kunduralarının basık olan arka kısımlarını düzeltti. Sılo ayakkabılarını giyerken yan gözlerle çayını yudumlamaya devam eden hanımına göz ucu ile bakıp, göz kırptı. O da gelinlerine olan notunun tam olduğuna dair mesajını büyük bir memnuniyet ifadesi dahilinde sofradakilere sezdirmeden iletti.
Sılo evin arkasına geldiği zaman bir köşede komşularının bütün tavuk, horoz ve kazlarının bir köşede buğday yediklerini ve kavgaya tutuştuklarını görünce şaşırıp kaldı. Nereden gelmişti bu buğday ve bu kadar hayvanın evinin avlusunda ne işi vardı. Anlam veremedi, acelesi olduğu için traktörüne binip gitti. Tarladaki işi tahmin ettiğinden daha çabuk bitti ve tekrar eve geldi. Traktörünü aynı yere koyacaktı ki, biraz önce görmüş olduğu, kendisinin ve komşuların hayvanlarının gagaları açık, yere uzandığını görünce gözlerine inanamadı. Ne olmuştu bu kadar hayvana? Hemen hanımına seslendi ve acele gelmesini söyledi. Ayşe de gelince, O da şaşıp kaldı. Çok geçmeden toprak arasına karışmış olan buğday tanelerini görünce olup biteni anlamakta gecikmedi. Ellerini dizlerine vurarak;
“Eyvah… Eyvah Selma tandır damına attığım fare zehrini de süpürmüş. İnsan bilmez mi o buğdayların zehirli olduğunu. Ne yapacağız biz şimdi, komşulara ne diyeceğiz? Bu nasıl bir bela?” diyerek bütün komşuları başına topladı. Her gelen kendisine ait olan kazlarını ve tavuklarını cansız yatar halde görünce Silo ve Ayşe’nin gözlerine “ne yaptınız siz bunlara” der gibi ters ters bakarken, kayınbaba ve kaynana da yeni gelinleri Selma’nın yüzüne aynı terslik ile baktılar. Selma Gelin ne yapacağını şaşırdı. Bütün komşulardan, kaynanasından ve kayınbabasından yalvaran gözlerle özür diledi. Eşi Hüseyin olup biteni görünce O da eşi adına herkese dönüp;
“Komşular, Selma buğdayın zehirli olduğunu bilmemiş. Kusuruna bakmayın. Ama zararınız ne ise karşılarız. Ne olur bu olayı tatlıya bağlayalım.” diye bir açıklamada bulundu. Komşular yeni gelinin tecrübesizliğine verip, zararlarının da karşılanacağının verdiği rahatlık ile hayvanlarını geride bırakıp, evlerinin yolunu tuttular.
Komşuların dağılmasının ardından Hüseyin ve Selma köyün dışında kazdıkları bir çukura ayaklarından tutup, ters tuttukları tavuk, horoz ve kazları bu çukura atıp, üzerini toprakla kapladılar. Küçük vadide yer alan bütün evlerde gündem, Sılo’nun yeni gelinin icraatı idi. Onca kanatlı hayvanın katliamından sonra Küçük Camili Köyü’nün Ezo Gelini’ne verilen bütün puanlar, bir çırpıda geri alındı. Köylülerin notu da artık, ne yazıktır ki, kocaman bir sıfırdı.



Amsterdam, 7 Mart 2016

28 Şubat 2016 Pazar

THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF





http://unutulmazfilmler.co/the-first-grader-birinci-sinif.html#izle

FİLM 24 - THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF

 

 

Kimani Maruge. O da kim diye soracaksınız. Bir süre öncesine kadar, bana da böylesi bir soru yöneltilseydi, aynı tepkiyi verirdim. Ama artık değil. Çünkü Maruge ile en nihayetinde tanışma şerefine nail oldum. Maruge Kenyalı özgürlük savaşçısı bir ihtiyar. Hem de dün akşamdan itibaren bizimle birlikte yaşıyor. O bembeyaz inci dişleri ile gülümseyen dünya tatlısı ihtiyar, mütevazi evimizin her köşesinde dans ediyor.

Maruge’nin elinde bir mektup. Bu mühürlü evrakın resmi bir kurumdan geldiği belli. Lakin Maruge ne yazık ki, okuyup yazamıyor. Dişleri gibi beyaz olan kağıt parçasında ne yazılı olduğunu da bir o kadar çok merak ediyor.

Yıl 2002. Kenya hükümeti ülkedeki bütün vatandaşlarına parasız eğitim hakkını tanıyor. Maruge 84 yaşında. Üzerinde adının yazılı olduğu zarfın içindeki mektubu okuyamıyor. Madem eğitim hakkı verilmiş, o halde ben de bulunduğum dağ köyündeki ilkokula gider yazılır ve öğrenirim diyor. Öyle de yapıyor. Mektuba uzun uzadıya bakıyor. Aklına gençlik yılları geliyor. İngiliz sömürgecilerinin kendilerine yaptığı işkenceler gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Maruge ser veriyor ama sır vermiyor. Günlerce işkencelere maruz kalıyor. Ama ağzından tek kelime alamıyorlar. Hayatı esir kamplarında geçiyor. Okuyup yazmayı öğrenemiyor. Ama kendisinin bedeni ile yaptığı dansı, güneş ışınları onun ıpışıl beyninde yapıyorlar.

Bir de güzeller güzeli karısı var, ince belli, güzel bakışlı. Maruge gibi aynı incilerin devamı olan dişleri ile kar beyazı gülümsüyor. Maruge’nin elinden tutup, sevişmek için mısır tarlalarının arasına çekiyor. Maruge yüzünde kocaman bir gülümseme ile dans ederek karısının ardında adam boyundaki mısır tarlasında kayboluyor. Ve Maruge’nin karısı hala gülümsüyor.

Mısır tarlalarında sevişmelerinin ardından çikolata renginde iki tane çocuğu oluyor Maruge’nin. Bir özgürlük savaşçısı Maruge. Çikolata çocukları büyüyüp, yürümeye başlıyorlar. Özgürlük savaşı çocukları ile arasına uzunca bir zaman koymuştur. Çocukları gözünde tütüyor. Bir eylem için başka bir bölgeye intikal ederken, istilacı düşmanları İngilizlere yakalanıyor Maruge.

Elinde mektup. Maruge okuyamıyor. Yakalandığı gün geliyor gözlerinin önüne. Düşmanları onu konuşturamayacaklarını biliyorlar. Karısını ve çocuklarını alıp, getiriyorlar. Maruge’nin konuşmaması halinde çocuklarını ve karısını öldüreceklerini söylüyorlar. Güzel gülüşlü özgürlük savaşçısı direniyor, dünyanın en ketum insanına dönüşüyor. Gözlerinin önünde önce karısına ve sonrasında küçük çikolata çocuklarının kafasına dayadıkları silahlardan sesler yükseliyor. Cansız bedenleri kesilen ağaç dalları gibi yere düşüyor her üçünün de.

Bir deja vu yaşıyormuş gibi bir hisse kapılmadan edemiyor insan. Maruge elindeki mektubu incelerken inci dişli karısının ve çikolata çocuklarının katledilişlerini anımsarken, filmi izleyen duyarlı insanların da gözlerinin önüne son arzusu, oğlu Hüseyin’in idamının kendisinden sonra yapılmasını isteyen, bu isteği dahi kabul edilmeyen Seyit Rıza ve Şeyh Said’in katledilmeleri geliyor. Yıllar sonrasında ise ataları Şeyh Said ve Seyit Rıza gibi idam sehpasına dimdik yürüyen Türkiye halklarının yiğit evlatları Deniz, Yusuf, Mahir, Hüseyin ve daha onlarca özgürlük savaşçısının katledilişleri gözlerinin önünde belirirken, gözlerden boncuk boncuk yaşlar dökülüyor.

Güzel gülümsemeli kadın ve çikolata çocuklarının al kanları, “beyaz adam” dedikleri barbarların istilası altındaki ülkesinin topraklarına karışıyor.

Maruge okuma yazma öğrenmek için 84 yaşında köyünün ilkokuluna gidiyor. Jane öğretmen ile konuşuyor. Bayan öğretmen Jane Obinchu önceleri, bu yaşta kendisinin küçük çocuklar ile aynı okula gelmesinin uygun olmadığını, yetkililerin de buna izin vermeyeceklerini söylese de, Jane Maruge’nin ısrarlarına dayanamaz ve kabul etmek zorunda kalır.

Maruge kendisinin diktiği okul üniforması ile altı-yedi çocuğun oturduğu bir okul sırasında oturur. Çok çalışkan bir öğrencidir. İlk önce küçük “a” harfinin yazılısını öğrenir, Harfin yazılışı “bir yuvarlak-bir de çubuktur.” Sınıfta beş rakamını her zaman ters yazan Kamau adlı bir iğrenci vardır. Jane öğretmen bütün çabasına rağmen Kamau’nun yaptığı bu yanlışın önüne geçemez. Bunun üzerine devreye 5 rakamını yazmasını yeni öğrenen Maruge girer. Maruge Kamau’ya aynen şu taktiği verir.

“Bak Kamau. Uzun boyunlu bir adam ve koca bir göbek. Ve bu adamda bir iş var” deyip 5-rakamının üst çizgisini de çizip, Kamau’ya uygulamalı öğretir.

Elbette filmi izlemeyenler de Justin Chadwick’in yönetmenliğini yaptığı “The First Grader – Birinci Sınıf” adlı bu filmi izleyeceklerdir. O nedenle filmi daha fazla anlatmanın gereği var mı? Bu durumda insan bilinen bir fıkranın dimağından geçmesinin önüne geçemiyor. Müsaadenizle.

Kasabanın birinde polisiye filmlerini çok seven bir adam vardır. Kasabanın sinemasına yeni bir polisiye filminin gelmesini dört gözle bekler. Günlerden bir gün çok sevilen bir polisiye filminin afişleri kasaba sinemasının panolarında yerini alır. Ve kasabalı adam ilk gösterim için günün erken saatlerinde gelip, biletini alır. Fakat sinema salonu ana baba günüdür. Karanlıkta boş bir yer bulamayan bizim polisiye filmsever adamımız, el yordamı ile teşrifatçıyı bulup çağırır ve kulağına eğilir;

“Evlat ben polisiye film hastasıyım, ne olur, ne yap yap bana ön sıralardan bir yer bul.” der. Müşterinin yağlı olduğu kanısına varan teşrifatçı çocuk, elinden geleni yapar ve ön sıralardan bir yere adamcağızı oturtup, elini açarak bahşişini bekler. Adam uzun araştırmalar sonucunda cebinden parayı çıkartıp, teşrifatçının eline tutuşturur. Verdiği para bahşiş olarak çok gülünç bir miktardır. Çocuk bir avucundaki yirmi beş kuruşa bir de adamın gözlerine elindeki el lambasını tutarak bakar. Akabinde adamın kulağına eğilip;

“Abi sana bir şey diyeyim mi? Abi katil şoför” der ve film kopar. Daha fazla bir anlatımla izlemeyenler için filmi koparmanın gereği yok. Filmleri günümüzde dahi kırpılmaktan kurtaran olmadı. Sansür dizboyu. Günümüz dünyasında ellerini kollarını sallayarak dolaşan katillerin kimler olduğunu birilerinin kulağımıza fısıldamasına gerek yok. Katiller malum. Sinema salonlarının karanlığını aratmayan dünyanın karanlığı.

Ve inci dişli, güzel gülümsemeli Maruge’nin karısı elinden tutup, mısır tarlalarının içine doğru çekiştiriyor. Ve evimizin her tarafında Maruge’nin güzel ve büyük gülümsemesi. Babasından öğüt olduğunu söylüyor;

“Kulaklarıma topraklar doluncaya kadar öğreneceğim.” Maruge kendi dilinde “UHURU” - yani özgürlüğün yolunu bizlere de gösteriyor.

Maruge’ ye bir çay ikram edelim mi? Biz de hiç değilse misafirperverliğimizi göstersek iyi olur. İyi seyirler!

 

 


Amsterdam, 27 Şubat 2016


6 Şubat 2016 Cumartesi

YALNIZLIĞIN SENFONİSİ




YALNIZLIĞIN SENFONİSİ

“Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum
Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum.”
                                   Sezen Aksu
Yapayalnızdı O. Her yönü inişli çıkışlı altmışlı yaşları aşan, hercai ömrünü; art arda ve üst üste düşen domino taşları gibi çarçabuk devirdi. İnce sızılar halindeki acıları ile yek başına kalakaldı. Yalnızdı O. Bütün yaşamı boyunca, arayıp durduğu bulamadığı ruh ikizi idi. Bir gün olsun, apansız yükselen pırpır bir kalp çarpıntısı ile fellik fellik aradığım “işte bu O” diyemedi. Hayatında ürperti veren, tüylerini şaha kaldıran ölü sessizliği, boşluk ve acımtırak burukluk her anında beraberinde oldu. Umut ibresi bulunduğu yerde hafif bir titreşim gösterip, harekete geçmedi. Kıtlık yıllarının ambarları gibi bomboş olan kalbi, bilmediği avuçların içinde ezilip sıkıldıkça sıkıldı. Anlatılamaz katran karası bir duygu idi bu. Yalnızdı O.
Son çare belki de tılsım tutar deyip, kendisine ait insan boyundaki, metrelerce uzunluktaki uçsuz bucaksız ağlama duvarlarının diplerinde, olmadı olabildiğince yüksek olan tepelere çıkıp, çocuklar gibi gözlerini yummasının ardından, avazı çıktığı kadar “elma… elma…” diye bağırdığı da oldu. Ama her ne hikmet ise, bir yerlerden çıkıp gelen, diyarına uğrak veren, sorup sual eyleyen, istemlerine uygun birileri olmadı. Nafile. “Armut” demekten her daim kaçındığı halde, aradığı bulunmaz insan, zulasının derin dehlizlerinde bugüne değin kalmayı yeğledi. Yalnızlık koynundan çıkmazı, kapısından eksilmezi oldu O’nun. Sevdiği bir cana hasretini, eğilip kulağına fısıldayacağı birileri yoktu ve yalnızlığı pamuk yumağı bulutlarda idi . Kim bilir, kıyametini getirecek olan, O’nun bu hercümerç yalnızlık duyguları idi.
Her nereden duydu ise, idolü olan, belki de şimdi adını telaffuz etmek istemediği yazarlardan birinin söyledikleri, var olan aklını yıllar yılı başından alıverdi. Ne demişti, ah demez mi olaydı dersiniz, ama arayışının şiarı ve aynı zamanda mihenk taşı oluverdi bu deyiş.
“Dünyanın en harikulade varlığı, güzel göğüslü zeki bir kadındır.” deyip, büyük konuşmuştu, adını sanını hatırlamadığı kişi.
Bir bedende aradığı her iki olmasa olmaz kıstası, bir arada bulamadı. Birisini bulsa diğerinden eser yoktu. Olmadı. Yolunun kesiştiği kadınlar; O’na göre ya güzel bir et yığını veya zeki, kurnaz ve kafasında kırk tilkinin cirit attığı birileri olmaktan daha ileri gitmedi. Aradaki orantı uçurumlardan farksızdı. Hayatını dilediği gibi biri ile doyasıya paylaşıp, yaşam oburu olamadı. “Armudun sapı, üzümün çöpü” deyip, “ince eleyip sık dokurken” sonunda gelip, çakılı kaldığı noktada yapayalnız kalmaya mahkum oldu O. Böyle olunca da, her geçen gün yeni bir yaprağını gövdesinden düşürüp, eksildikçe eksildi.
Mahalle bakkalı Mıçı Dayı’dan aldığı yumurtalar dahi çift sarılıydı, Mıçı Dayı da yalnızdı. Ama sattığı yumurtaların sarıları kol kola girip, yalnız olmadıklarını suratına haykırıyorlardı. Burnuna buram buram kokan yumurtalar, tereyağında kızarınca daha fazla dayanamadı. Ve çavdarlı ekmeğinden bir parça koparıp, çatalına batırdı, sonrasında kayısı kıvamındaki çifte sarılara tek tek bandırdı, damaklarında hissettiği lezzet harikaydı. Bu tat sarıların birlikteliğinden mi geliyordu, diye düşünmeden edemedi. O yalnız, mahalle bakkalı Mıçı Dayı, güneş, yıldızlar, dağlar, Ağrı dağının yamacında tırmanmaya çalışan yaşlı kaplumbağa, mavi bir çizgi halindeki okyanuslar, Kaf dağının ardındaki prenses, “yalnızlığı insanlarla dolu” olan Kafka ve bulutların ardındaki mekanında, gizli-saklının kâr etmediği, herşeyi bilen, gören, duyan Tanrı yalnız.
Beyninde saplantı haline gelen bu kriterler olmasaydı, bu girdabın uzağında kalacağı için belki de oldukça kasvetli olan yalnızlığı, bu denli katmerli olmayacaktı. Görünen o ki, bir laz türküsünde dile getirildiği gibi;
“Bu dünyada fayda yok öteki de şüpheli.” Şu an hala bulunduğu diyarda aradığını bulamayacak gibi. Olur ya bir yanlışlık eseri, dosyasında bir karışıklık olur da, cennete yolu düşse, orada da kendisine sunulacağı vaat edilen kırk huride arayıp, bulamayınca, Tanrıya elinin tersi ile gerisin geri gönderecek miydi?
Oysa aradığını bulsaydı, hani zekasının doğrultusunda, estiğin son kertesinde, güzel göğüsleri ile ceylanlar misali seken bir kadını olsaydı, cenneti dünya denilen bu gezegende, şimdi ve peşin yaşayacaktı. Kendisini salt kendisi ile paylaşmayacaktı. Ufuklara doğru derinlemesine dalıp gitmeyecekti. Hayatı sürekli kopuşlardan ibaret olmayacaktı. Umutsuzluk, değersizlik, anlamsızlık ve boşluk duygularına zerre kadar yer olmayacaktı. Ama şimdilik O yapayalnız ve bu dünyadan hala fayda yok, bir diğeri de şüpheliydi. Ve;
"Sen açık renkli Acem halısısın, yalnızlık ise çıkmayan Bordeaux şarabının lekesi. Yalnızlığın Fransa'dan taşınmış, yaranın acısı Ortadoğu'dan gelmiştir. Kadınsız erkekler için, dünya çok geniş, keskin ve ağır bir karışımdır, tıpkı ayın arka yüzü gibi."  der, Haruki Murakami.

Amsterdam, 6 Şubat 2016




1 Şubat 2016 Pazartesi

CAMİLİ’Lİ NERON



CAMİLİ’Lİ NERON

Altmışlı yılların sonu, çiftçiliğin  altın yılları idi. İç Anadolu’ya yüzlerce yıl önce öbekler halinde serpiştirilmiş Kürt köylerinde de artık kara sabandan makineli ziraata geçişin de zamanıdır. Çorak toprakla örtülü evinin önüne bir traktör çeken her Camili’li, makineli çiftçiliği yapamayanların tarlalarını ortak almak için kolları sıvıyorlardı. İki yüz haneli Camili Köyü’nde yörede o zamanlar “çap” da denilen tarla tapularını bir araya getiren her çiftçi, Tarım Kredi Kooperatifinden kredi ile bir traktör alabiliyordu.
Camili Köyünün yüksekçe bir yerine çıkıp yavaşça kafanızı sağdan sola ve tekrar aynı hızda soldan sağa doğru çevirdiğinizde, pek çok evin önünde sahibinin medarı iftarı, emir ve komuta hazır “gavur” icadı traktörleri görebilirdiniz. Her renk ve modelden traktörler, İç Anadolu bozkırında boylu boyunca uzanan binlerce dönümlük tarlanın, bir çırpıda altını üstüne getirip toprağın “ooh be” deyip, nefes almasını, Dünyanın olanca düzlükleri ve yükseltileri kırışıklıklarla dolu yaşlı kabuğunun yenilenmesini sağlayan birer canavardı.
Heyderi Hecike ömrü hayatında hiç köpek sahibi olmadığı için komşusu Memed, kendisine saldırının olmayacağı ihtimali ile yerden taş toplama tedarikine girme gereğini görmedi. Elini kolunu sallaya sallaya evin avlusundan usulca girdi. Yaz mevsiminin son demleri de olsa, hava hatırı sayılır derecede sıcaktı. Ev sahibi Heyder ve karısı Kör Zewe yine her zamanki gibi balkonda oturuyorlardı. (Daha önceki öykülerden de anımsayacağınız gibi, Heyder’in karısının bir gözü görmediğinden, Camili’ler bir gözü kör demek yerine, her iki gözünü de devre dışı bırakıp, kendisine kısaca Kör Zewe diyorlardı.) Kör Zewe komşuları Memed’in sekiz köşe kasketini biraz daha yukarı doğru kaldırarak geldiğini görünce, yükü ağır olan kısa bacaklarına bütün bedenini yükleyip, saygı göstermek mahiyetinde ayağa kalktı. Memed hafiften elini kaldırıp, “selamun aleyküm” derken Heyder kör Zewe’ye kıyasla daha da hafif olan vücudu ile fazla bir zorlanmaya mahal vermeden, O da gelen misafiri karşılamak babında ayağa kalktı. Memed komşusu Heyder ile tokalaştıktan sonra Kör Zewe’nin oturma odasından, bir koşuda diyemeceğimiz bir hızda getirdiği güllü desenlerin art arda sıralandığı yün mindere bağdaş kurup, oturdu.
Memed tavşan kanı üçüncü bardak çayına iki kesme şekeri atıp, kaşığın sesi uzaklardan duyulacak şekilde karıştırdı. Büyük bir zevkle bu bardaktan da, ince dudaklarını ileri doğru gerdirerek ilk yudumunu höpürdederek aldı. Sağ eli ile altına topladığı sağ ayağını yavaşça çekip, kurtardı. Artık asıl meseleye gelebilirdi. Heyder’in gözlerine bakıp;
“Heyder biliyorsun yıllardır komşuyuz seninle. Düşündüm taşındım tarlalarımı başkasına ortak vereceğime sana vereyim diyorum. Komşuluk gereği yüz yüze bakıyoruz. Bildiğim kadar ile senin diğer ortakların da senden oldukça memnunlar. Ekim ve biçim işini zamanında ve yerinde yapıyorsun. El kazanacağına, var hayrını gör kısmetse ikimiz de kazanalım. Çoluk çocuğumuzun nafakasını çıkaralım, diyorum. Sen ne diyorsun?”
Heyder komşusu olduğu için Memed’i iyi tanıyordu. Gözlerini Memed’in ince zayıf bedeninde baştan aşağıya, kendisini ilk defa görüyormuş gibi gezdirdi. Kendi halinde de olsa, sadece biraz sinirli, ileri geri küfürler savurmaktan başka kimseye zararı olmayan biri olduğunu çok iyi biliyordu. Kendisine teklifin gelmesi ile her ne kadar sevinse de, bu asabilik konusu kafasına takıldı. Memed’in içtiği sigara dumanının ardında kalan zayıf, çökük suratında yer alan feri kaçık gözlerinin içine bakıp;
“Memed sağ olasın. Bu teklifi elbette başkasına yapmayıp, bana gelmiş olmana çok sevindim. Senin tarlalarını seve seve ortak alırım. Lakin en hafif bir aksilikte kızıp, küplere bineceksen, bu işin taraftarı olmadığımı da bilmeni isterim. Benim çekindiğim tek nokta bu. Yoksa seni bir komşu olarak çok severim de, sayarım da. Söylememe gerek yok, bunu sen de biliyorsun. Tabi ki komşuyuz ve senin tarlalarını da kendi arazimi nasıl ekip, biçiyorsam, öyle aynı şekilde yapacağımdan şüphen olmasın. Elimden geleni yapacağım. Hiç bir masraftan çekinmeyeceğim. Gerisi Allah’a kalmış. Umarım birbirimize karşı mahcup olmayız.”
“Yok yahu ne kızması, ne küplere binmesi. Öyle bir şey olmaz. Ben sana güveniyorum, sen de bana güven. Kızma konusunu da kafana takma. O bende gelip geçici. Bazen heyheylerimin gelmesinin önüne geçemiyorum, o kadar. Senden şüphem olsa, zaten böylesi bir teklifle sana gelmem. Bak kapısının önünde traktörü olan, ortakçılık yapmak isteyen bir yığın insan var. Sen de biliyorsun. Ancak ben en uygun seni gördüm, hani sen de istersen, iyi olur diye düşünüyorum.” Çok geçmeden iki komşu köy ortasındaki camiden yükselen ezan sesi yankılanırken anlaşıp, tokalaştılar. Olup bitene kulak misafiri olan Kör Zewe anlaşmadan pek hoşnutluk duymasa da bir şey söyleme gereğini duymadı.
Diğer bütün ortaklıklar gibi bu yeni oluşum da, Camili Köyü’nde misafir odalarında, cami avlusunda ve evlerin duvar diplerindeki gölgeliklerde bir araya gelip, sohbet eden köy erkekleri tarafından kulaktan kulağa aktarıldı. Sohbetlerinde köylüler bu yeni, “çiçeği burnunda” ortaklığı, Demirel hükümetinin tarım politikalarını, buğday taban fiyatını ve günlük politik gelişmeleri dilleri döndüğünce anlatmaya çalışıyorlardı. Onların gözünde sembolik fötr şapkası ile Demirel sürekli aksamalara uğrayan gidişatı yoluna koyacak, Allah tarafından gönderilmiş kelli-felli yeni bir kahramandı.
Heyderi Hecike yeni ortağı Memed’e söz verdiği gibi tarlaları zamanında sürüp, ekti. Kış bütün uğultuları ile gelip çattı. Kusursuz melodilerle ıslıklar çalan sonbahar rüzgarları, kurak ve ağaçsız Camili Köyü’nde sararan yaprakları dallarından koparmayıp, bir yerden diğer bir tarafa savurmadı. Kış mevsimi uçsuz bucaksız tarlaları ve Camili Köyünü kar beyazı çarşaflara bir kez daha bürüdü. Memed yeni ortağının evine sık sık oturmaya gidip gelirken, eriyen karlardan sonra çamur deryasına dönen patika yollarda lastik ayakkabılarını bulduğu küçük bir tahta parçası ile silip, Heyderi Hecike’ye selam verip, mümkün olduğu kadar gürül gürül yanan sobanın yanı başında yer almaya çalışarak, Kör Zewe tarafından sunulacak nar kırmızısı çayını beklemeye koyuluyordu.
Kış mevsimi bir kez daha sırasını savıp, yerini bozkırda dahi bir başka olan, gelin güzelliğindeki bahara bıraktı. Bahar beraberinde insanın içini hoş eden bir sıcaklığı, sakal tıraşları uzamış olan Camili’li erkeklerin ve genelde armut görünümlü kadınların suratlarına büyük bir gülümsemenin konmasına neden oldu. Bu tatlı gülümsemenin konmadığı tek çehre, çukur avurtlu Memed’in suratıydı. Evet bahar her ne kadar güzel ve sıcak olsa, çiçek ve böceğin yanı sıra ekinlerin yeşerip, büyümesi ve verimli bir hasat için gerekli olan yağmurun da olması gerekiyordu. Memed’in huzuru hiç yerinde değildi. Kah kendi evinde, kah sık sık uğradığı ortağı Heyder’in evinde ellerini kıçının üst tarafında birleştirip, oltu taşı tespihini şaklatarak volta atıyor ve sürekli küfürler savuruyordu. Yağmurun yağmamasından dolayı kahrediyor, karşılaştığı herkesi bu uğursuzluğun potansiyel elebaşı ve başlıca sebebi olarak görüyordu.
Geçen her yağmursuz gün Memed’in daha da çileden çıkmasına ortam sağladığı gibi, O’nun artık her şeye ve herkese küfretmesine bahane oluyordu. Verimli bir hasat alamayacağı, bütün emeklerinin boşa olduğunu yinelerken bağırıp, çağırıyordu. Günler haftaları arka fonda Memed’in küfür ve  bağrışları ile kovalayıp geçerken, yaz mevsimi de bunaltıcı sıcaklığı ile hepten sökün etti. Bundan sonra yağmur yağsa da bunun ekinlere bir faydası olmayacaktı. Elbette Memed’in haricindeki diğer Camili’li çiftçiler de bu gidişattan endişe duyuyorlardı. Önlerindeki kış açlığı getirecek, harman sonrası borçlarının ödenmesine dair verdikleri sözlerini yerine getiremeyecekler, kızları ve oğullarına düğünler yapamayacaklar, ailelerinin üst başları yenilenmeyecek ve bütün hayalleri suya düşecekti.
Ekinler oldukça cılızdı. Boyları iki karışı geçmediği gibi ekin kelleleri yarı yarıya boştu ve biçilse dahi elde edilecek hasat masrafını karşılamayacak cinstendi. Allah’ın takdiri böyleydi, yapılacak bir şey yoktu. Demek ki kullarına bu yıl da bunu reva görmüştü.
Heyderi Hecike’nin uyku ile bir sorunu olmadığı halde her nedense o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar sağa sola döndü ama gür kirpiklerinin ardından uykuyu bütün çabalamalarına rağmen buyur edemedi. Olmadı erkenden yorganı üzerinden atıp, kalktı. Güneş yeni bir güne göz kırpıyordu. Sabah serinliği hakim olsa da çok geçmeden bozkırın bağrına sarı bir sıcak gelip oturacaktı. Dünya yeni bir güne başlıyordu. Kümeslerde tavuklar ve horozlar tüylerinin üzerinde toz toprak varmışçasına silkinip, tünedikleri yerlerden kanat çırpıp kalktılar. Tavuklar etrafı kolaçan ederken horozlar ilk ötüşleri için büyük bir gururla kafalarını iyice havaya kaldırıp ötmeye başlarken, aynı anda köy camisinin minaresinin merdivenlerindeki karanlıkta ellerinin yordamı ile tırmanan hoca da, ezan için elini kulağına götürüp, avazı çıktığı kadar yüksek bir ses ve melodik bir tonlama ile ezan okudu. Dış kapının anahtarını çevirip, yeni bir güne merhaba diyen Heyder, avlu kapısından hiddetle Memed’in geldiğini gördü. Yine nedensiz yere  bağırıp çağırıyordu.
“Yok Heyder yok. Hani elinden geleni yapacaktın, iyi bir hasat elde edecektik. A…. koduğumun yağmuru bir damla dahi yağmadı.” Cebinden bir kutu kibriti çıkartıp;
“Yok a…. koduğumun yağmuru da yağmadı. Ben de gidip o ekini yakmaz mıyım. Yağmadı kardeşim yağmadı. Bir damla dahi yağmadı. Bütün uğursuzluk gelip beni buldu. Yakacağım o ekinleri. Ne hayri var yansın daha iyi. Yağmadı. Bir damla dahi yağmadı.” Heyder duydukları karşısında şaşırmış gibi gürünse de Memed bu canlı performansla Camili açık hava tiyatrosundaki oyununu günlerdir sergiliyordu. O’nu teselli etmeye çalıştı.
“Memed yapma etme, yaptığın ayıp. Biz elimizden geleni yaptık. Gerisi Allah’a kalmış bir şey. O’na şart koşamayız. Yalnızca bizim ekinlerimiz bu durumda değil. Yağmur diğer ekinlere de yağmadı. Yapma etme, şu kibriti de cebine koy. Gel bir bardak çay içelim.”
“Yok Heyder yok. Göreceksin, bak ne yapıyorum. Çayını falan da içmiyorum. Git çayını kendin iç. Yağmıyor, yok yağmıyor. A…. koduğum bir damla dahi yağmıyor.”
Memed’i ikna edemeyen Heyder, karısı Kör Zewe’yi uyandırıp, kahvaltı hazırlamasını söyledi. Kör Zewe yatağında bir iki gerinmenin ardından emrin büyük yerden geldiğinin farkındalığı ile uyandı, çaydanlığın altını yakıp, çay kaynattı. Yer sofrasına yumurtalar kızartıp, bir tabak yoğurt ve zeytinler koydu. Çocukları ile siyah desnlerle süslü basma sofra örtüsünü dizlerinin üzerine çeken Heyder iştahla yumurtanın kayısı sarısına bandırdığı ekmeği ağzına yeni götürmüştü ki, köy içinde bağrışmaların geldiğini duydu.
“Yangın…. Yangın…” diye bağırıyorlardı. Kahvaltısından kalkan Heyder, köyün ilerisinde tarlalardan büyük bir dumanın yükseldiğini gördü, üzüntü ile kafası uzun süre yere eğik kalakaldı. Kör Zewe de kahvaltı sofrasından kalkıp, kocasının yanına geldi. Çocuklar sofradaki kızarmış yumurtaları ve zeytinleri büyük bir iştahla midelerine indirdiler. Uzaklarda yoğun bir duman bulutu göklerde tırmanmaya devam ediyordu.
“Yağmadı, bir damla dahi yağmadı.”

Amsterdam, 1 Şubat 2016





18 Ocak 2016 Pazartesi

BULGUR PİLAVI






BULGUR PİLAVI

Yaşadığımız gezegenin şekli, mah cemali ve de şemalı hakkında, uzun bir zaman öncesine kadar bir hayli yanılgılar yaşandı. Yapılagelen uzun araştırmaların ardından Dünyanın en nihayetinde, çocukların sokaklarda, ardında belirli kurallar dahilinde kan ter içinde koşuşturdukları meşin top misali yuvarlak olduğunda karar kılındı. Bilindiği üzere, bilimden zerre kadar nasiplenmeyi haram sayan gerici, karanlık ve yobaz kişilikler, bilim adamlarının bu oldukça uzun ve yorucu çalışmalarının sonucunda, vardıkları tespitlerin her zaman karşısında yer aldılar. İnsanlık üzerinde yaşamlarını idame ettikleri bu gezegene, bizim diyarımızda Dünya adını verseler de, serpiştirildikleri diğer yerlerde, söz konusu aynı yuvarlağı kastederek kendi dillerine uygun, birbirlerinden farklı isimlendirdiler. Bu gezegenin gerçekten yuvarlak olup olmadığını bir de çok uzaklardan kuş bakışı bakıp, görmek isteyen, teknik olarak ileri, varsıl ülkelerin bilim adamları, kar beyazı garip elbiseler giyip, diğer komşu gezegenlere doğru çeşitli seyahatler düzenlediler.
Aya ve diğer gezegenlere giden astronot ve kozmonotlar, bu zorlu yolculuğa daha çıkmadan önce, bir yol uğrak verdikleri Büyük Camili Köyü’nde, tereyağlı bulgur pilavının çok güzel yapıldığı duyumunu almışlardı. Gidecekleri uzak diyarlarda, duyacakları açlık hissini göz önünde bulundurduklarından, kendilerini tok tutacak farklı bir tad için her defasında bu uzun, hızlı ve boşluğa doğru olan belirsizliğin diz boyu olduğu yolculuğa çıkmadan önce, yollarını bu köye düşürdüler. Buradaki köylü Kürt kadınlarını bir araya toplayıp, onlardan meşhur bulgur pilavının en güzel nasıl pişirileceği konusunda uzun uzadıya tarifler aldılar. Camili’li kadınlar ise görmeye pek alışık olmadıkları bu sevimli, sarışın, uzun boylu, genç, yeşil veya mavi gözlü adamları doğrusu çok sevdiler. Kendi oğullarına sarılır gibi onları kucaklayıp, bağırlarına bastılar. Ellerini tombul göbeklerinde kenetleyip, kısa boyları ile kafalarını yukarılara doğru kaldırıp, bu yeşil veya mavi gözlerle buluştular. Horozlar ve kazlar kesip, misafirlerini en iyi şekilde ağırladılar. Kimileri kızlarını dahi verip, kendilerine damat etmek istedilerse de, bu istemleri ne yazıktır ki, sevimli de olsalar, bu misafirleri tarafından kabul görmedi. Camili’li kadınlar yüreklerinde duydukları acımtırak burukluğa rağmen, damat adaylıklarını kabul etmeyen bu uzun yolun yolcularına, çarşaf gibi açtıkları taze yufka ekmekten, tereyağı ve bulgurdan yolluk olarak koydular. Artlarından kovalar dolusu su döküp, ellerini açıp bildikleri bütün duaları mırıldandılar. Elbette ekmek, tereyağı ve de bulgura karşılık verilen parayı da almayıp, İç Anadolu’nun bozkırında kendilerince temsil etmeye çalıştıkları Kürt kadınlarının, gönüllerinin hoşluğunu, bolluğunu, misafirperverliklerini ve asaletlerini de ortaya koymaktan geri kalmadılar.
Malum yolculuğun ardından, geldikleri gezegenin geniş teras katına çıkıldıktan sonra, büyük bir açlık hissi duyan astronot ve de kozmonotlar, Camili Köyü’nde gördükleri gibi bir yer sofra kurup, bağdaş kurup oturdular. Aldıkları tarife göre pişirdikleri bulgur pilavını, serdikleri yufka ekmeğin üzerine özenle döktüler. Soğanlarını yumruklayıp, burcu burcu kokan yemeklerine kopardıkları ekmeklerini bandırdılar. Bulundukları gezegenin terasından baktıklarında, bir kez daha çok ileride bir yerlerde beliren, zorluklar ile dolu uzun bir yolculuğun akabinde geldikleri gezegenlerinin, gerçekten yuvarlak olduğuna kendi gözleri ile tanık oldular. Soğanların cücükleri üzerinde kavga etmek istemeyen astronot ve kozmonotlar her biri kendisi için birer soğan yumruklayıp, pilavlarını büyük bir iştah ile yediler. Ardından da nar kırmızısı çaylarını yudumlayıp, dinlenmeye geçtiler.
Evet, görünen o ki, söylenildiği gibi Dünya yuvarlaktı. Bu kürenin üzerinde başka benzeri bir yuvarlağı, meşin topunu koşturan çocukların yanı sıra, binlerce yıldır birbirlerinin köklerini kazımak isteyen, ileri yaştakiler de her daim var olageldi. Camili’li Kürt kadınlarının da yer aldığı, yaşadığımız gezegen üzerinde bulunanlar, sürekli ellerine birer tebeşir alıp, sek sek oynayacaklarmış gibi yer yüzünde çizikler oluşturup, çoğu zaman kargacık burgacık olan bu alanları, olanca zorbalıklarını hoyratça ortaya koyup, kendi parselleri, kendi ülkeleri olarak ilan ettiler. Kendilerinin şeytan dairelerini oluşturdular. Aralarındaki ayrışmayı daha da ileri götürmek gayesi ile dillerini, kültürlerini, ruh hallerini, inançlarını, giyimlerini, gelenek ve göreneklerini dahi farklı kıldılar. İnsanlar insanlardan korunmak amacı ile aralarına kendi boylarını aşan duvarlar, setler, yüksek burçlu kaleler inşa edip, mayınlı araziler oluşturdular. Daha sonraları da, tebeşirler ile çizdikleri alanlarına, kimi zaman dinlerini daha geniş bir coğrafyaya yaymak adı altında, kimi zaman da var olan topraklarına yenilerini katmak, diğer yerlerdeki yeraltı ve yer üstü zenginliklerinden faydalanmak istediler. Daha da ileri giderek başka insanları köleleştirip, kendi çıkarları uğruna çalıştırdılar. İstila ettikleri ülkelerin insanlarını günümüzde de vuku bulan büyük vahşetlerle kellelerini, çoğu zaman dini söylem içerikli barbar bağrışlarla bedenlerinden kopardılar. Yüzlerce yıl önceleri yapılanlar, ne yazık ki gelinen bu zaman biriminde yeniden ve daha da canice yapılır oldu. Birileri de kendi çıkarları doğrultusunda bu akıl almaz vahşetleri yapan canavarları besleyip, yön verir oldular.
Astronotlar ve kozmonotlar uzaktan seyreyledikleri, geldikleri yuvarlakta gayri insaniliğin artık diz boyunu çoktan aşıp, boğazlarına değin yükseldiğini ve de neredeyse insanlığı boğacağını gözlemlediklerinden, onların bilim aydınlığı ile dolu, ıpışıl yürekleri üzüntüye gark oldu. Sonrasında, o insanı yelkenlerini indiren derin hüzünlerini bir tarafa bırakıp, kendilerine büyük bir misafirperverlik gösteren, yolluk olarak azıklar koyan ve yollarını dört gözle bekleyen, kısa boylu, tombul, saf ve doğal Camili'li kadınların gözleri değil ama yürekleri ile göreceklerini bildiklerinden, yan yana dizilip, yüzlerinde büyük gülümsemeler ile el salladılar. Yuvarlak olduğu kanıtlanan yer kürenin, Dünya diye adlandırılan kısmında yer alan Camili’li kadınlar da eşarplarını hafif aralayıp, yüzlerini boncuk mavisi gökyüzüne dönerek, bütün sevgileri ile el salladılar. Dünya, yüzeyinde şu anlık var olmaya devam edene onca olumsuzluğa karşın, kendi ritminde beklenen güzelliklere gebe,  dönmeye devam ediyor, Camili Köyü’nde çocuklar harman yerinde, kan ter içinde topun peşinde koşturuyorlar. Maçın skorunu merak ediyorsanız, şimdilik 2-2 devam ediyor.




Amsterdam, 18 Ocak 2016   

11 Ocak 2016 Pazartesi

BEMAL


BEMAL

“Kızmadım hiç elma kurduna,
çünkü bıçağı saplayıp,
giren bendim.
O’nun yurduna.”
                      Sunay Akın


Gün bir kez daha ışıl ışıl aydınlandı. Güneş olanca renklerini her daim yaptığı gibi ihmale mahal vermeden bir çırpıda alabildiğine geniş, alacalı bulacalı değişken kabuklu yeryüzüne serpti. Ama havada yine de bir sabah serinliği vardı. Süleyman kırmızı benekli çefyesini doladığı boynundan usulca çıkardı. Çarşıdaki dükkanları tek tek dolaşıp, satmak üzere aldığı malzemeyi bizzat kendisi seçti. Çarşıda bir dükkanın önüne yığdığı alış verişini Sarı Kız olarak adlandırdığı katırının sırtına yükleyip, özenle üst üste attığı kementlerle sıkı sıkıya bağladı. Yol arkadaşları ile çok zaman kaybetmek istemediklerinden, on köylüsü ile oluşturduğu ekip ile dönüş yoluna çıktılar. Her köylüsünün yükü ucuz buldukları, geldikleri sınırın diğer tarafında, kendi topraklarında satabileceklerine inandıkları çeşitli ürünlerden oluşuyordu. Ürünlerin arasında, kaçak çay, tütün, kol saatlerinden tutun da, yükte hafif, pahada ağır ev eşyalarına kadar farklı gereksinimler vardı. Süleyman’ın köylüleri Bayram, Kasım, Memo, Faruk, Kado, Reşo, Beyro ve diğer arkadaşları bu işi yıllardır yaptıklarından, sermayeleri daha çoktu. Onlar en az dört veya beş katır ile ekipte yer alıyorlardı. Süleyman böylelikle güvendiği, can ciğer olduğu, daha çok sayıda katırı olan arkadaşlarına da yardımcı oluyordu.
Süleyman’nın kaçağa çıkışının üçüncü seferi idi. Fazla bir sermayesi yoktu, ancak çok sevdiği katırı Sarı Kız’a yükleyecek kadar satın alabildi. Bu yükün getirisi elbette fazla olmayacaktı, ama yapacak başka da bir iş yoktu. Evde O’nun yolunu dört gözle, yürekleri ağızlarında bekleyen, aynı zamanda muhtar dayısı Selman’ın kızı, mil yeşili gözlü eşi Güle, kıvırcık saçları kısacık kesilmiş üç yaşındaki kızı Zeliha ve altısından gün alan kepçe kulak oğlu Bawer vardı.
Süleyman’ı bir tek Güle, Zeliha ve Bawer beklemiyordu. Şarjörleri yağlı kurşunlarla dolu, mayınlar misali kayalıkların arkasına saklı, jandarmalar da bekliyordu.
Dönüş yolu, geldikleri gibi oldukça zorlu olacaktı. Bir tarafta jandarma ve diğer tarafta dört bir yana serpiştirilmiş olan, can alan, kafa, kol ve bacak koparıp kurbanlarını ömürleri boyunca sakat bırakan acımasız, ne zaman ve nerede patlayıp, yaşamlarını idame ettirmek için çırpınan, canları büyük bir patlama ile havaya uçuran, üstü örtülü hain bir gizlilikle saklı mayınlar.
Bemal Köyü, garip bir isim de olsa, Kürtçe “evsiz köy” anlamına geliyor. Öyle ki Tanrının bir penaltı atışında, var olan bütün gücü ile sınır çizgisi Zap Suyu yamacına kadar tekmelediği, yirmi beş haneli bir köy. Altmış yaşlarında burma bıyıkları kırlaşmış olan Bemal Köyü muhtarı Selman Dayı da dahil bütün köylülerin tek gelirleri kaçakçılık.
Yaşlı kaplumbağa dağı bütün azmi ve sabrı ile aşsa da, Bemal Köyü de barışın uzağında yer alan bir coğrafyada yer alan kuşun uçmadığı, kervanların geçmediği, ıssız köylerden biri.
Süleyman da Bemal Köyünden. Başka gayesi yok, tek isteği ailesine ulaşmak. Güle’sine aldığı güllü fistanı giydirip, mil yeşili gözlerinin içine bakarak, yanağındaki beni okşayıp, diğer kolu ile de O’nun ince beline dolanmak. Zeliha’ya aldığı sarı saçlı oyuncak bebeğini kucağına vermek, Bawer’e aldığı ve O’nun çok sevdiği itfaiye arabası ile birlikte oynamak tek isteği. 
Sarı Kız ağır yükünün altında iki büklüm zorlansa da, yer yer meşeliklerle kaplı tepeleri ardında bırakıyor. Süleyman’ın arkadaşları sınıra yaklaştıklarından etrafı kolaçan ediyorlar. Jandarmalar, mayınlar gibi saklandıkları yalçın kayalıkların ardında. Titrek parmakları tetiklerde.
Kızgın ve inatçı deve, hörgüçlerini sallaya sallaya hendeği atladı. Bemal Köyü ise yine barışın uzağında kaldı. Semalarında pır pır edip, beyaz güvercinler kanat çırpmadı.
Çok geçmeden kayalıkların ardından saklı hain tüfekler peş peşe patladı. Dağ, taş kurşun sesleri ile inledi. Süleyman "ooy anam" diye inledi. Kızıl kanı bir papatya öbeğinin beyaz yapraklarını al renge boyadı. Güle’nin apansız başı döndü, elindeki tahta kaşık yere düştü. Bemal Köyü Sülaymansız, burma bıyıklı muhtar Selman Dayı damatsız, Güle ersiz, Zeliha ve Bawer babasız, yetim kaldılar.
Meşe ağaçları diplerine derin gölgelerini saldılar. Bemal Köylüleri barışın, kardeşliğin, insanca yaşamın ve huzurun hayli uzağında kaldılar.
Süleyman’ın yanı sıra aynı çatışmada Memo da öldü. O’nun kanları da meşe ağaçlarının serpiştiği kurak topraklara oluk oluk aktı. Güle kocası Süleyman’ın hediye olarak aldığı güllü fistanı giymedi. Onun yerine hep karalar bağladı. Zeliha babasının yadigarı bebeğinin saman sarısı saçlarını okşayıp, annesinin iki dişi kırık tarağı ile uzun uzun taradı. Bawer rüyalarında dahi itfaiye arabasının ardında koşturdu.
Benekli tavşan yuvarlanıp düşmeden Bemal Köyü’nün tepesinden aşağılara indi. Ama güvercin ve zeytin dalları hiç bir zaman Bemal köyü coğrafyasında yer bulmadı.
Binlerce köy barınak sağlıyor bahanesi ile ateşe verilip, bir bir yakıldı. Milyonlarca insan göçe zorlandı. Bemal Köyü’nde Bawer’in evi de yakıldı. Bawer’in yanan evinden düşen molozlar, itfaiye arabasının üzerine düştüler. Uzun uzadıya siren sesleri geldiyse de, Bawer itfaiye arabası ile evinin ve yüreğinin derinliklerindeki kor alevli yangını söndüremedi.
“Beriwan hangi köy senindi,
Şimdi hangi duman senin?”
                   Murathan Mungan
Aslan ile ceylan, kurt ile kuzu, mırmır kedi ile fındık faresi amansız savaşlarını sonlandırıp, barıştılar. Bemal Köyü ve coğrafyasında yer alan milyonlarca insana barışı çok gördüler. Harlanan kaç newroz ateşi etrafında dans edilip, halaylar çekildikten sonra söndü. İstanbul’da, Bemal Köyü’nden Süleyman’ın kepçe kulak oğlu Bawer binlerce susamlı simidi; çatışma, infaz, köy yakmaları, işkence ve insan ölümleri haberlerinin büyük puntolar ile yer aldığı gazete parçalarına sarıp, sattı. Doğa kendisini yüzlerce defa yeniledi. Ayılar inlerinde defalarca kış uykusuna varıp, ardından her bahar uyanıp, hayata yeniden başladılar. Badem ağaçları zor bela fırtınaları atlattılar. Kızıl bereket narları onlarca kez çatladı. Cevizler patır patır yer çekimine karşı koyamadan, toprakla buluştular. Güle, Zeliha ve Bawer barış ortamından yoksun kalakaldılar. Ölenler ile öldürenlerin kardeş olduğu bu diyarda, barış kanadı yaralı bir beyaz güvercin olmaktan kurtulamadı.

Amsterdam, 12 Ocak 2016





KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...