18 Ekim 2016 Salı

HASBİHAL



 HASBİHAL

         Altın sarısı ağaç yapraklarının, o nazlı-boğumlu-kıvrımlı dallardan, tabiatın karşı konulamaz döngüsüne bir kez daha dayanamayıp, asiliği usulca yanı başına bırakıp, birer birer yerlere düştüğü, çisil çisil yağan bir sonbahar yağmuru sonrasında yüzünü gösteren, serin ama güzel bir sabah. Güneş bulutların arasından ustaca sızmasını biliyor. Görünen o ki, hiçte acemisi değil bu işin. Komşunun altı yaşlarındaki oğlu mutlu, el sallıyor bisikletinin üzerinde. Sokağı bir baştan bir başa geçiyorlar, cellabeler içindeki Faslı karı koca. Erkek önde, karısı beş adım ardında yürüyorlar. Kadın sırtı dönük olan kocasının arkasından koşturmayı kader bilip, sürekli sağa ve sola bakışlar atıyor. Onun arkası sıra yürüdüğünden dolayı, şikayetçi değil, tam tersine belki de mutlu. Kargalar buldukları bir ekmek parçasının üzerine üşüşmüşler. Gagaları ile vurdukları darbeler ile ekmekten parçalar koparıp, midelerine indiriyorlar. Karşı binadaki yeni evli çiftler işlerine gitmek üzere birbirlerinden uzaklaşırlarken, ayrılık öpücüklerini alıyorlar. Evet sabah bir kez daha güzel. Madem sabah bu denli güzel. O halde; bu upuzun elli altı yıllık ömrü hayatımda, çağırayım hele bir kez de kendi kendimi. Buyursun gelsin, ben olan ben, yüce olduğunu hiç bir zaman iddia etmediğim huzuruma. Çağırdım, hemencecik ışınlanmış gibi buyur etti de.
         Usulca, çok ürkek bir eda ile tıklattı kapıyı, perde aralığından sızan bir ışık gibi gelip geçti, her ikimizin de evi olan hanemizden içeri. İlk defa döküp içimizi, özsöyleşiler eyleyecektik. Neden çekingen ve huzursuzdu karşıma geçip, kurulan ben. Hesap sorulmasından çekinceli idi besbelli. Bakarmısınız, tıpkı ben. Gidip gelen halogram bir görüntü sanki. Ellerimle tutamadım karşımdaki bedenimi. Yine de tokalaşma uğraşısı içinde biçare buldum kendimi. Ancak hissedemedim elimde, elimin sıcaklığını, terini, kızıl kanın ırmaklar misali devinimini. Öpüştük, kucaklaştık, sıkıca bağrını bağrıma bastırdım kendimin. Sormayın, hayli uzak kalmışız, meğer ne kadar da çok özlemişim ben beni.
         Tıpkı benim gibi giyinmişti. Bende olduğu gibi üzerindeki sade uzun kollu bir gömlek ve siyah bir pantolon. Aynı anda gülümsüyor ve yine aynı anda göz kırpıştırıyorduk. Bir ağzı ve burnu vardı. Tıpkı benim ağzım ve burnum gibi. “Pek biçimli olmamakla birlikte.” Göz göze geldik, gözleri gözlerimdi. Diz dize geldiğimiz dizleri dizlerim, elleri ellerimdi. Mumlar yaktım, ışığı kıstım, loşlaştırdım ortamı. Biliyorum pek bir romantiktir kendileri.
          “Hayırola bir şey mi oldu?” der gibi uzun uzun baktı gözlerimin derinliklerine. Gözleri gözlerim gibi buğulu idi, karşımdaki “ben”in.
         “Hiç ne olsun, bir ömür ki, gelip geçiyor. Hasbelkader şöyle bir oturup istişarede bulunalım. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hani doğrusu halimiz, hiç hal değil. Başkalarını kendimizden hep daha yüksek tutup, daha çok sevip ihanet mi ettik derim, kendimize. Koca bir hayatı; bıkıp usanmadan sürekli altan almalar, hakkını savunmamak, her daim kendini incitmek, kırmak ile pul eyleyip, harman gibi savurduk. Yerlere eğilerek olduk müteşekkir, bir tek bizim ağzımızdan çıktı, her daim özür ve teşekkür.” Hiçte yabancısı değildik bütün bu masum düşünce ve davranışların. Aynı anda kırpışan gözlerimiz daldı, kıvırcık saçlı başlarımız önümüze eğildi.
         “Yerden göğe kadar, ne desen haklısın. Baltayı acımasızca ormana dalar gibi hep ama hep kendimize vurduk. Olur olmaz herkesi salt insan diye, zerre kadar hak etmediği olabildiğince ayyuka çıkardık. Kendimizi adeta pas pas eyleyip, sere serpe yerlere serdik. Bizim de insan olduğumuzu unutarak, kadir ve kıymeti yerlerde sürünerek sadece başkalarına verdik.”
         Bizimkisi açıldıkça açılıyordu. Görünen o ki, O da bugüne değin olan gidişatımızdan pek hoşnut değildi. Belli ki bir dokunsam, bin ah işitecektim. Özümüzü, belki de kanamalı yaramızı derince deştik böylelikle. Omuzunu arayıp, dokunmaya çalışıp teselli ettim, aynı zamanda ben de teselli oldum. Göz yaşlarını kurutmaya çalışırken, göz yaşlarım o anda kurudu. Apansız gülümsedi, gülümsedim. Dost oluverdik, üzüldük halimize ve birbirimize.
         Yok yere hayli uzaklardan alıp, gelmiştim kendimi. Değişecek veya değiştirilecek bir şey yoktu sanki. “Eski köye yeni adetler gelmeyecekti.” Böyle gelmiş böyle gidecek gibiydi. Tıka basa dolu sineye mi atılacaktı yine her şey. Acımasız yargılamalar, yine hep kendi kendimize yönelik olacak. İzdüşümlerimizden oluşacak olan mahkeme heyetimizde, ne yazıktır ki; yargılanan da kendimiz olacağız. İhaleyi tekrar tekrar kendimize çıkaracağız. “Gelen ağamız, giden paşamız” olmaya devam edecek. Andavallık bir kene gibi yaşantımız boyu bedenimize yapışık kalacak. Kolonyalar, bayram şekerleri tutacağız. Zamanımızı hunharca öldürürken, ölecek olan bizim ömrümüz.
         “Her hıyarım var diyene, nemlenmesin deyi, içine Tosya pirinci taneleri koyduğumuz “yerli Himalaya tuzu” doldurulmuş tuzluğumuz ile oradan oraya koşturacağız. Kendimize bir kase cacığı dahi reva görmeyeceğiz. Tuz olup, hıyarlara dökülüp, şırıl şırıl eriyeceğiz.
         Karşılıklı bakışa kaldık birbirimize.
         “Ben gideyim artık. Her ne kadar, elle tutulur, gözle görülür bir sonuç alamadıysak da, davetin için teşekkürler. Ben, sen olan benden kopup uzaklara gidiyorum yine. Bu gidişat ile bizden beklenen kişilik oluşmayacak elbette ki. Müsfette olmasak da, eminim temize çekemeyiz kendimizi. Yine de insan olabilmekte ve bu çizgide kalabilmekte fayda var elbette. Böyle gelmiş, böyle gider, gitsin de derim. Söyle bakalım can kardeşim sen ne dersin?”
         Diyecek bir şey yoktu. Kendime geldiğimde, karşımdaki "ben" çoktan seyirtmişti. Boynum bükük, gözlerim buğulu idi yine. Bitmişti hasbihal. Kendisine bir Diyaribekir karpuzu olsun kesip, ikram edememiştim. Masada lale işlemeli tek bir kahve fincanı duruyordu. Demek ki tek fincanda aynı kahveyi içmiştik. Hanede olmasa da kırk yıllık bir ömür, hatırı vardır, yine de bir onca sene. Ve hayatım kendi rutin güzergahında seyri sefer eylemeye koyuldu, kaldığı yerden. “Hoş geldiniz ağam, güle güle paşam.”




Amsterdam 18 Ekim 2016    

10 Ekim 2016 Pazartesi

ANAVATOS


ANAVATOS

         O kahrolası yıl içinde bizlere yaşatılanlar ile dünya, gayri insanlığın alabildiğine dibine vurdu. Zaman denilen kavram, yine insanlığa dair olanca emarenin tamamen toprağa gömüldüğü bir noktada seyir etti. Bize reva görülen, benim ise her an insanlığımdan baştan ayağa utanç duyduğum anılarımı anlatmaya çalıştığım bu öykü; şu an mavi, yeşil, kahve rengi, kestane veya ela gözlerinizin önünden kelimeler halinde geçip tarafınızdan okunuyorsa, bire bir yaşayıp tanıklık ettiğim, yaşanan o içler acısı olayın üzerinden yüzlerce yıl geçmiş, ben ise bu dünyadan çoktan kanatlanıp gökyüzünde, Ege’nin boncuk maviliğinde kayıp olmuşum demektir. İstedim ki bu yürek dağlayan dram gelecek kuşaklar tarafından da bilinsin, insanlık bir daha böylesi acılar ile karşı karşıya gelmesin. Anılarımı kaleme aldığım şimdilerde takvimler bin sekiz yüz yetmişleri gösterirken, ben yetmiş sekiz yaşında Yunanlı bir bayanım. Sakız Adasında yaşıyorum ve adım Melani. Bütün yakınlarımı, şefkat abidesi annemi, pos bıyıklı babamı, çakır gözlü civan delikanlı oğlumu, güzeller güzeli kıvırcık kızımı ve can kardeşlerimin hepsini art arda bir kaç gün içinde kaybettim. Aileden, bir tek ben ve eşim sağ kalabildik. Bir kaç yıl önce kocamı da sonsuzluğa uğurladım. O da, bana sorma gereği bile duymadan, beni Ege Denizi’nin mavi suları ile çevrili Sakız Adası’nda acımasızca yapayalnız, bir başıma bıraktı.
         Yıllar, acılara gark olmuş bir halde, art arda bağlı tren vagonları gibi birbirini kovaladı. Zehirli acımı, içimi acıta acıta yüreğimin derinliklerinde sakladım, saklıyorum. Ailemin acısını da elbette unutmadım. Ama asıl anlatacağım, beni daha farklı bir üzüntüye boğan, ölümsüz bir aşktan geriye kalan, olabildiğince insani ve bir  o kadar da devasa olan bir aşkın acı anıları. Ancak yok edilen bu aşkın acısı benim olduğu kadar, bütün adalıların da yüreklerinin derinliklerinin adeta bir “kavun acısı.”
         Bin sekiz yüz yirmi ikili yıllardı. Sakız Adası’na bahar bütün güzelliği ile hükmediyordu. O zamanlar eşimle yaklaşık kırk yaşlarındaydık. On sekiz yaşında bir kızımız ve on altı yaşında bir oğlumuz vardı. Aktarmaya çalıştığım yaşadıklarımızı; benden önce veya sonra belki de pek çok kişi tarafından yazılmış ve daha yazılacaktır da. Bir kez de ben anlatmadan, içimdeki ağuyu dışarı atmadan, bütün bedenimi saran kavun acısından kurtulamayacağım.
         Onların aşkı dünyada yaşanan en güzel, saf, temiz ve en insani duyguları barındıran, ada halkının gıpta ile baktığı sımsıkı bütünleşmiş, iki insanın bütünlüğünü  simgeleyen bir sevgi yumağını andırıyordu. Aşıklar Asta ve Milo’ya kalsa, günün yirmi dört saati bıkıp usanmadan el ele tutuşacaklar ve her ikisi de açık yeşil gözlerini hiç ama hiç birbirinden ayırmayacaklardı. Dünyaya geldikleri Avgonima Köyü’nde ve Sakız Adası’nda onların kalplerinin göğüs kafeslerini delercesine çarpmalar eşliğinde dile getirdiği, dillere destan bağlılık, iki insan arasındaki sevgiye, sakız ağaçlarının altında, köy kahvehanelerinde, panayırlarda ve her sohbet ortamında örnek gösterilen bir aşktı.
         Bahar mevsiminin bütün albenisi ile adaya bir defa daha sökün ettiği bu günlerde, Milo yine sevdiğinin elinden tuttuğu gibi, O’nu Avgonima dışındaki sakız ağaçları bahçelerine götürdü. Her defasında olduğu gibi, yüksek bir kayalığa çıktı. Ellerini kıllanmaya yeni başlayan yüzünün iki yanında tutarak, avazı çıktığı kadar uzaklarda sere serpe yayılmış Chios şehrine doğru bağırdı.
         “Astaaa.. Seni seviyorummm…” Ses yankılanıp bir bumerang gibi dönünce, gülümseyerek çıktığı kayalıktan indi. Sakız ağaçlarına kesitler atan köylüler, bıçaklarını bir müddet bırakıp, bu yankılanmaya gülümseyerek kulak verdiler. Milo görevini yerine getirmiş olmanın edası ile yerini Asta’ya bıraktı. Bu kez aşklarını, kurda, kuşa, börtü böceğe ve bütün Sakız Adası’na ilan etmenin sırası Asta’da idi.
         “Miloooo… Ben de seni seviyorummmm…” Chios şehrine çarpıp gelen sevgi çığlıkları iki sevdalıyı bir kez daha alabildiğine mutlu kıldı. Birbirlerine sıkı sıkı sarılırlarken, Milo sevdiğinin gül yüzünü avuçlarının içine aldı. Kıvrımlı dolgun dudaklarına defalarca buseler kondurdu. Düz kömür karası saçlarını parmakları ile taradı. Onlar kendilerini, tabiatın ve adalıların huzurunda dünyanın en mesut gençleri olarak ilan ettiler. Hiç ama hiç ayrılmayacaklarına dair, uzun uzadıya göz göze gelip, bir kez daha kavli karar ettiler.
         Milo her zamanki gibi, sakız ağacına elindeki küçük uçlu bıçağı ile kesikler atarken de sol kolunu Asta’nın beline doladı. Üst üste sakız ağacından billur damla sakızlarının ağaç altındaki beyazlığa damlaması için çok derin olmayan ustaca kesitler attı. Adanın dört bir yanı sakız, nar, karabiber, çam, bal tadında incirler veren ağaçlar ve kehribar üzüm bağları ile kaplıydı. Dağ taş tam bir doğa harikasıydı. Ataları bunu yüzlerce yıl koruyup bugüne değin getirmişlerdi. Dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan sakız ağaçları huzurun, barışın, insanca yaşamın ve güzelliklerin hüküm sürdüğü ismi ile özdeşleşen güzelim adalarına özgüydü.
         Aile arasında sözlenmişler, bereketli olacağını umut ettikleri sakız hasadının ardından, bütün adalıların davetli olduğu güzel bir düğünle dünya evine gireceklerdi. Avgonima Köyü’nde babasının yaptırdığı taş evlerine taşınacaklar, diledikleri kadar boy boy çocukları olacaktı. Üzerinden onlarca yıl da geçse, birlikteliklerine özenle kattıkları güzellikler dolu her yıl, sakız ağaçlarına atılan her kesit gibi dibine aşk damlacıkları olarak akacak, sevgileri damlaya damlaya mavi Ege olup, büyüyecekti.
         Milo komşularının sakız ağacı bahçesinde telaşlı bir hareketliliğin olduğunu görünce, kolunu Asta’nın narin belinden çekip, O’nun telaşlanmaması için elinin tersi ile yanağını okşayıp, acele ile taş duvarı atlayıp, soluğu komşularının bahçesinde aldı. Köylüleri Nikos Halkio Köyü’nden bir kaç kişinin korku ile askerlerin adayı karış karış taramaya başladıklarını ve bir kaç güne kalmadan da buralarda olacaklarını anlatıyorlardı. Milo duyduklarına inanamadı. Gelenler Osmanlı askerleri idi. Önüne gelen herkesi çoluk çocuk, yaşlı kadın ve hasta demeden yakaladıkları gibi asıyorlardı. Hemen telaş ve korku içinde olup, biteni bir sakız ağacının gövdesine sarılmış olan Asta’nın yanına geldi. Asta’ya hiç bir açıklamada bulunmadan, elinden tuttuğu gibi, tepeden aşağı koşturarak, nefes nefese bir kilometre ilerideki köylerine geldi. Bütün köylüler şaşkınlıkla köy meydanına toplanmışlardı. Çok geçmeden kendisi ile Asta’nın anne ve babasının bir arada onları telaş içinde ararlarken buldular. Anne ve babaları onları gördükleri zaman sıkıca sarılıp her ne kadar rahatlamış olsalar da, durum oldukça vahimdi.
         Komşu köyler Zyfias, Chalhios, Lithi, Vavilli ve Halkio’dan da insanlar gelmişlerdi. Hararetle ne yapabileceklerini yüksek sesle tartışıyorlardı. Avgonima köyünün ileri gelenlerinden yaşlı ve bir o kadar da saygın bir insan olan Mikis bıyıklarını çekiştirip, etrafındaki kalabalığı teskin etmeye çalıştıysa da, bunun pek bir yararı olmadı. Mikis yüksek bir kayanın üzerine çıkıp, köylülerine seslendi.
         “Sevgili insanlar, sevgili Sakızlılar. Kulağımıza gelen haberlerin hiç hoş olmadığını sizler de artık biliyorsunuz. Bu haberler hiç te hayra alamet değiller. Osmanlı askerleri insanlarımızı katlederek adamızın içlerine, yani bize doğru hızla ilerliyor. Bu durumda bizim yapabileceğimiz ne yazık ki pek bir şey yok. Moralinizi daha fazla bozmak istemiyorum. Ama Osmanlı askerlerinin dünyanın dört bir bucağındaki daha önceki istilalarını bilmiyor değilsiniz. Dünyanın her tarafında oluk oluk kan akıttılar. Şimdi sıra biz masum ve savunmasız Sakızlılar da. Bizden ne isterler, doğrusu bilemiyorum. Acı olan da şu ki, kendimizi savunacak her hangi bir gücümüz de yok. Edindiğim bilgilere göre bütün adalılar Anavatos surlarına sığınmak için hızla ilerlemeye başlamışlar. Bizim de hemen toparlanıp, Anavatos’a tırmanmamız belki de tek kurtuluşumuz olabilir. Diğer komşu köylere de haber saldık. Bir saat sonra yanımıza yük olmayacak şekilde çok az miktarda yiyecek ve içecek alıp, Anavatos’a gideceğiz. Hepinizi Avgonima dışında bekliyorum. Tanrı yardımcımız olsun.” Mikis kayanın üzerinden indi ve köy meydanındaki evine doğru yöneldi. Köylüler korku içinde evlerine dağılırken;
         “Amin… Amin.” Sesleri hepsinin ağzından uğultu halinde bir anda yükseldi. Ve adalılar geçitsiz, aşılamaz, çıkılamaz anlamına gelen Anavatos’a doğru ilerlemeye başladılar.
         Homeros gibi büyük bir Yunan ozanına ev sahipliği yapan bu şirin adayı, korkunç büyüklükteki bir katliam bekliyordu. Sakızlılar hızla Anavatos’a doğru koşturup, tırmanmaya çalışırlarken, Osmanlı askerleri de, bahar ile birlikte dört bir yanı bezeyen gelincik, papatya, menekşe, çiğdem ve sümbül çiçeklerini ayaklarının altında ezerek hızla ilerlediler. Ellerine geçirdikleri günahsız bütün adalıları, yakaladıkları yerde acımasızca astılar.
         En nihayetinde Milo, Asta ve öykü anlatıcınız ben-Melani’nin aileleri de Anavatos’a her tarafımız yara, bere ve çizikler içinde, ölü yorgunluğunda ulaşabildik. Görünen o ki, burada da günlerimiz, belki de saatlerimiz sayılı idi. Can havli ile korku içinde olup biteni beklemeye koyulduk. Yiyecek ve içeceğimiz oldukça sınırlı idi. İdareli kullanmamız gerekiyordu. Anavatos’taki birer kaleyi andıran taş evlere sığındık. Anavatos’lular başka köylerden ölüm korkusu ile akın eden bizleri sımsıcak bağırlarına bastılar. Ancak tamamı ile savunmasızdık. Geçit vermeyen, aşılamayan, çıkılamayan Anavatos da, gözlerini masum insanların kanına dikmiş olan Osmanlı askerleri tarafından geçilip, aşılıp, çıkılacaktı.
         Anavatos’un surlarının ve taş evlerinin duvar diplerinde yorgunluktan çoğumuzun uykuya daldığı, yükseltinin de etkili olduğu biraz serince olan günün sabahında, şafak sökerken askerlerin dört bir yandan tırmandığını gördük. Korkumuz çok büyüktü. Etrafta çıt çıkmıyordu. Adalıların yapabileceği tek şey yukarıdan askerlerin tırmanışını engellemek için, büyük kayaları ve taşları onların üzerlerine doğru yuvarlamaktı. Bu önlem belli bir zaman askerlerin tırmanışını engellese de, çok geçmeden yeni yollar bulup, sinsice ilerlediler. Yakaladıklarını anında olduğu yerde öldürüyorlardı. Bütün insanlar titreye titreye birbirlerine sarılıyor, kadınlar, çocuklar ağlıyorlardı. Ölüm korkusu ile bu ölüm adamlarının eline geçmektense kendilerini kayalıklardan aşağı atmaya başladılar. Kadınlar kucaklarında sıkı sıkıya sardıkları bebekleri ile yüzlerce metre yükseklikteki Anavatos kayalıklarından aşağı atmaya başladılar. Bütün Sakız adası Anavatos’a kurtuluş umudu ile gelmişlerdi. Fakat Anavatos da bizim için bir kurtuluş olmadı.
         Milo ve Asta bulunduğum yarı yarıya yıkık duvarın on metre kadar ilerisinde korku ile birbirlerine sokuldular. Milo’nun aniden ayağa kalkıp, Asta’nın elinden sıkıca tutup, uçuruma doğru koştuklarını gördüm. Bütün köylüler, anne ve babaları engel olmaya kalktılarsa da, bunun önüne ne yazık ki geçemediler. Onların önüne geçmekte çok geç kalınmıştı. Uçurumun başına geldiğimizde, Milo ve Asta çoktan kendilerini uçurumdan aşağı bırakmışlardı. Avgonima Köyü’nün bu dillere destan aşkı, insanımızın yüreğine su serpen, gülümseten sevdası böyle ölümsüzleşti. Bütün köy halkı feryat, figan eyleyip, ağıtlar yakıp, dövünüp çaresizce ağladılar. Anavatos’a tırmanan askerler bütün Sakızlıları yakalayıp, meydanda topladılar. İnsanlar arasında maddi durumu iyi olduğunu gözlemledikleri bir grup insanı ayrı bir köşede topladılar. Bunların arasında ben ve kocam da vardı. Ama ailemin diğer kalanları, oğlum, kızım, annem, babam ve kardeşlerim diğer kalabalığın arasındaydılar. Neden ikiye ayrıldığımızı anlayamadık. Boynu bükük başımıza gelecekleri beklemeye koyulduk.
         Milo deliler gibi sevdiği nişanlısı Asta’nın elinde tutup, kayalıklardan aşağı atlarken;
         “Seni seviyorummm…” diye avazı çıktığı kadar som defa bağırdı. Asta yere çakılırken ancak;
         “Seni sevi….” Diyebildi. Kanlar içinde birbirlerine yakın, uçurumun dibinde düştüler.
         Askerler bütün sakız ağaçlarımızın kuruması için, o güzelim canlıların köklerine tuz serpiştirdiler. Yani yalnız insanlarımızı değil, damla damla elmas zerrecikleri halinde gözyaşı döken ağaçlarımızı, üzüm bağlarımızı, kırlarımızdaki gelincikleri, papatyaları, menekşeleri de katlettiler. Ağaçlarımızda öten yüzlerce çeşit kuşumuzu, ürkek tavşanlarımızı, baykuşlarımızı, kaplumbağalarımızı, evet bütün canlılarımızı korkutup, uzaklaştırdılar, katlettiler.
         Ailem de dahil olmak üzere yaklaşık 47.000 insanımızı hunharca astılar. Binlerce insan Milo ve Asta’yı takip edip, uçurumdan aşağı atladılar. 50.000 Sakızlı Kahire ve İzmir’deki esir pazarlarına sürüldüler. Benim ve kocamın da içinde bulunduğumuz, varsıl olduğumuza inandıkları 2.000 kişilik bir grup, katliamdan arta kaldık.
         Büyük ozanımız, dünya mirası Sakızlı Homeros’umuzun dediği gibi;
         “Temiz kalp, zehirli dillerin bozduğunu düzeltir.” Zamanla temiz kalpler, zehir dillerin gayri insani tahribatını düzelecektir. Zehirli diller yok olmaya mahkum olurken, Ege denizinin kıyılarında yer alan halklar, bu eşsiz maviliğe bakıp, mavimtırak bir renk alan gözleri ile semalarında kanat çırpan barış güvercinlerini, büyük gülümsemelerle izleyecekler.
          Ve yine ozanımız Homeros, Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayıp, Ege insanlarını katlederek insanlıktan alabildiğine uzaklaşanlara, Odeysseia’da olduğu gibi aynen şöyle seslenecektir.
         “Yanıp kül olmuş bir şatodan başka bir şey bırakmayın ölüme.”
         Ege’de, daha doğrusu bütün dünyada, barış yer edinirken, dünyada ölüm ve öldürmenin yeri dar olacak. Ölüm yanıp kül olmuş şatosu ile baş başa kalacak. Milo ve Asta’lar; her daim sımsıkı el ele tutuşacaklar. Kalplerde aşk yoksulluğu asla yaşanmayacak! Yürekler, barındırdıkları aşklar ile Ege kıyılarındaki mavi dalgalar gibi durmaksızın çarpacaklar.



Amsterdam, 10 Ekim 2016

26 Eylül 2016 Pazartesi

“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”


“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”
         İstanbul Üsküdar’da sevgili Roman akrabalarımın düğünündeyim. Tekdüze hayatın getirisi çekilmez olanca sıkıntı, bir anda bilmediğim zulalarına çekildiler. Büyük bir yükten kurtulmanın geçici rahatlığını bütün bedenimde hissettim.  Üzerinde yaşamımızı idame ettirip, bir yandan da kısa ya da uzun olacağını kestiremediğimiz miadımızı doldurma uğraşımızı sürdürdüğümüz yaşlı gezegen, apansız prizden fişi çekilmiş gibi durdu. Dünya alabildiğine nasıl da toz pembeliklere bürünüverdi. Roman akrabalarımın kınalı ellerinde şavkı apartmanların duvarlarında oynaşan  “aynalar ve cımbızlar.” Ne hüzünle düşen yaprağın, ne de Marmara depremi fobisinin önemi var. Denilen o ki, yaşanacaklar bugün ve şu an yaşanmalı. Düğünse; krallara layık bir düğün bütün ihtişamı ile eylenmeli, renga renk elbiseler giyilip, çıkarılmalı diye düşünüyor sevgili akrabalarım.
         Mahallede Roman düğününü görünce kıpır kıpır eden içimin dizginini elimden kaçırdım. Hayatım boyunca var olagelen mahcup, çocuksu utangaç ve çekingen hallerimi nasıl olduysa, bir taraflara atmayı benden beklenmeyen bir ustalıkla becerdim. Bir anda bu güzel insanların arasında buluverdim kendimi. Böylesine muhteşem bir şölene ilk defa tanık oluyorum. Adeta Tony Godlief’in büyük beğeni ile izlediğim Romanları anlatan filmlerinin birinde sıradan bir figürandım. Aman Tanrım, nasıl bir sihirdir bu, inanılır gibi değil. Bu insanlar Dünyayı ne kadar da yaşanır kılıyorlar. Tam anlamı ile “vur patlasın-çal oynasın.” Renkler o kadar göz alıcı ki. Tesadüf bu ya, ben de bugün pembişlerimi üzerime geçirdiğimden, akrabalarımın yanında, bir nebze de olsa soluk kalmadığımdan dolayı, kendimi mutlu hissediyorum. Gelin ve damat öylesine güzeller ki, sormayın gitsin.
         Davul ve klarnet eşliğinde oynanan oyunlar ara sıra es veriyor. Ansızın bir kavgadır başlıyor. Güzelim küfürler sıcak havada kanatlanıp uçuşuyorlar. Öyle vurma, kırma türünden şiddet söz konusu değil. Ardından hiç bir şey olmamış gibi, Roman havası kaldığı yerden devam ediyor. Tekrar rastık çekili albenili gözler süzülüp, kıvrak göbecikler atılıyor. Gerdanlar kırılıyor. Zarif hareketler ile eller bir çırpıda havada uçuşuyor. Kaynanalar karşılıklı raks edip, aynı zamanda da atışıyorlar. Çocuklar kafalarını yukarılara kaldırıp, anne ve babalarını izlemeye koyuluyorlar. Dünyanın tek sahibi Romanlar. Yer yüzü yuvarlağının dört bir yanını yurt edinmişler. Gülümsemeler dünyayı gülistanlığa ve bayram yerine çeviriyor.
“Oynamaya geldik oynamaya
Düğün dernek göbek atmaya
Limoncu derler adıma
Kimseler doyamaz tadıma
Ayılana gazoz bayılana limon
Ayılana gazozu da bayılana limon.”
         Ve çok geçmeden yeni bir kavga için davul ve klarnet kısa bir ara veriyor. Eller bellere sıkıca konulup, meydan okunuyor. Söz düellosu tam gaz bastırıyor. Karşılıklı küfürleşmeler başlıyor. Bacaklar “caarrrtt” diye ayrılıyor.
         Gelinin o dillere destan, göz kamaştıran güzelliği, anlatılması güç asaleti, genç delikanlı dayım-damat Figaro, gururlu, vakur, mağrur duruşlu, nasıl da yağız bir delikanlı kendisi. Sağ olsunlar, gelin ve damat, her Romanın sol göğsünün altında yer aldığı gibi; onların gönüllerinde de taht kuran sönmeyen, harlı özgürlük ateşi, “an”ın ve kuralsızlığın tadı çıkarılarak alabildiğine yaşandığı yürekleri ile mutluluklarına doğru yol alan arabalarının şoförlüğünü (tekin olmayan İstanbul trafiğinde) yapmam için beni onurlandırdılar. Güzeller güzeli zarif Zarife ve hüsnü cemali bir o kadar güzel olan Hüsnü’ye sonsuz mutluluklar dileği ile… Onlar ersinler muratlarına, biz çıkalım kerevetine!
  

İstanbul, 30 Ağustos 2016

12 Eylül 2016 Pazartesi

BAYRAM


BAYRAM
         Asırlardır, her yıl yapılagelen, dört gün boyunca süren ve bütün yurt sathına yayılacak olan yeni bir savaşın, arefesindeyiz. Yarın, sabah şafağında hazır olacak imama uyularak kılınacak bayram namazının akabinde, dört bir koldan; değil silahları, siperleri dahi olmayan düşmana karşı taarruz emri verilecek. İki ayaklı canlılar günlerce öncesinden hazırlıklarını en ince detaylarına kadar yaptılar. Biledikleri kara saplı hançerlerini, saplarını yenileyip jilet keskinliğine getirdikleri baltalarını, satırlarını, palalarını, bıçaklarını, düşmanın her hangi bir firar anında pompalı tüfeklerini büyük bir şuhuyla cephanelerini bir araya getirdiler. Seferberlik hemen ilan edildi. Şimdilik mehter takımı, tamtamlara, Hasan Mutlucan türkülerine, kılıç ve kalkan ekiplerine ihtiyaç yok gibi. Bu savaşta böylesi dolduruşlar rağbet görmüyor.
         Yarın “Kurban bayramı.” İki ayaklı savaşçı canlılar, kendilerinin insani yönden fukaralığına bakmaksızın, dört ayaklı masum-biçare canlıları Tanrı katında çok daha yüksek mertebeler edinmek için, kurban eyleyecekler. Yapılan coşkulu sohbetlerde, verilecek olan savaşın stratejileri belirleniyor. Dost birlikler, kırmızı ve mavi kuvvetler nerelere konuşlandırılacaklar, hangi siperlere kimlerin yerleştirilecekleri teker teker belirleniyor. Taarruzun nereden, nasıl ve hangi öncü birliklerin bilgisi dahilinde yapılacağı da bütün detayları ile saptanmış durumda. Hedef dört ayaklı tek düşmanın canlı kalmaması. Tek tek boğazlanıp, al kanları oluk oluk kara toprağa akıtılacak. 
         Köylüler sohbetlerinde “Biz yedi kişi bir danaya girdik.” gibi garip terimler kullanılıyor. Önceleri bu kadar kişinin bir danaya nasıl girdiklerini kavramakta elbette zorlanıyor insan. Birer birer mi girecekler? Girdikten sonra orada kalacaklar mı? En çok merak edilen de, o kadar iki ayaklı girecekleri yere nasıl sığacaklar? Sonradan yedi kişinin bir araya gelerek, bir danayı hep birlikte katledecekleri, edinilen sinerji ile bu işin üstesinden ancak gelecekleri çok geçmeden anlaşılıyor. Yani adil bir savaş değil. Taşkın bir ırmak olup, öylece saldıracaklar. Toplu halde savunmasız tek başına olan dört ayaklı düşman katledilecek. Eğer hayvan bir koyun veya keçi olursa, bunun hakkından bir kişinin gelebileceğini söylüyorlar.
         Yarın kurban bayramı; milyonlarca hayvanın kelleleri bir anda kırılan ağaç dalları misali yanı başlarına düşürülecek, kanlar akıtılıp, kelleler alınacak. Hayvanların boğazlarına acımasızca vurulan hançerlerden dolayı çırpınışları, böğürmeleri, can havli ile debelenmeleri zerre kadar kâle alınmayacaktır. Dört ayaklı düşmanların esameleri okunmayacak, toplu katliam yapanların vicdanları milim sızlamayacak, onlar duyulmayacaklar ve görülmeyeceklerdir. Danaya giren yedi kişi, kalabalık olmalarına rağmen canını savunacak olan dana ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden, yeni teknikler geliştirme konusunda da bir hayli kafa yoruyorlar. Söylediklerine göre kurban edilecek dana zincirlerle ayaklarından traktörün hidroliğine bağlanacak ve kafası tam yere gelecek kadar havaya kaldırılacak. Tamamı ile bedeni yukarıda savunmasız halde kalan dananın boğazını, kendisine güvenen bir babayiğit, hayvanı gözünü kırpmadan hayvanın boynunda önlü arkalı sürtmeler dahilinde, art arda getireceği tekbirler eşliğinde kesecek. Ve yarın namazının hemen akabinde, günümüz Ortadoğu coğrafyasında karşılıklı saldırılarda daha çok duyulur olan tekbir sesleri, bu kez mırıltılar halinde dört bir yanda duyulacak.
         Etrafta yarın telef olacak olan danaların, koyunların ve koçların sesleri geliyor. Görünen o ki, şimdiden başlarına gelecekleri sezmiş olmalılar. İnilti halindeki bağrışları, adeta yalvarma-yakarma halinde. Otlaklarda anıran eşekler hallerinden memnun olsalar da, her ne kadar “bizlik bir durum yok” deyip, seslerinde arkadaşlarının başlarına gelecek olan felaketten dolayı belirli bir hüzün de yok değil. Köpekler daha uzun uzadıya ulur oldular. Tavuklar, horozlar da pek mutlu gözükmüyorlar. Hayvanlar aleminde hüzün diz boyu. İnsanlar yarınki cihat için ellerini ovuşturuyorlar.
         Hayvanlara yönelik bu amansız savaş, üç veya beş yaşındaki çocukların masum bakışları altında yapılacak. Çocuklar savaş alanından uzaklaştırılmayacak, bizzat tanılık ettirilerek, travmatik bir devreye girecek olan bu masum insancıkların alınlarına zafer nidaları atan, cennet diyarında Huri ve Nurileri garantileyen büyükleri tarafından parmakla, kurbanlık hayvanın pıhtılanan al kanı sürülecek.
         Daha sonrasında da; bilindiği gibi kanı yerlere akan cansız hayvanın bedeni ustura keskinliğindeki bıçaklar, hançerler, satırlar, keserler ve bilumum kesiciler ile lime lime edilerek parçalara bölünecek, etler hemencecik ateşte pişirilip, kavrulacak. Bir batımda, başka bir canlı etinin açlığını çeken midelere lop lop indirilecek. Hayvanın bedeninden kopartılan kilolarca et insanların midelerini dolduracak. İnsanoğlunun kendisine besin olarak gördüğü, başka bir canlının etine olan özlemi bitecek, bugüne değin edindikleri negatif yüklü elektriklenmeler minimum bir seviyeye inecek, öldürme iç güdüsü belli bir zaman dilimi için kafalardan silinecek. 
          Danaya giren yedi kişi karşıya tek geçit olan “kıldan ince-kılıçtan keskin” Sırat Köprüsünden kurbanlıklarına binip, ayaklarını sallaya sallaya, hiç bir ücret ödemeden, "Buyursunlar ağam-paşam hoş geldiniz. Boş gelmiş olsanız da hiç bir ehemmiyeti yok." bir çırpıda 'yedi katlı cennet yakasına' geçecekler. Bu durumda danalara giremeyenlerin durumu biraz zor gibi görünüyor. Cennete giden yol 'danaya girmekten' geçiyor. Giremeyenlerin, Allah taksiratlarını affetsin. 
          BARIŞIN BAYRAM GÖRÜLDÜĞÜ YARINLAR BİR AN ÖNCE GELSİN. BAYRAM KUTLU OLSUN!



Büyükcamili, 11 Eylül 2016

28 Ağustos 2016 Pazar

DİKKAT!


DİKKAT!

Ve koca bir yılın ardından, yine insanın üstüne üstüne sökün edegelen, "beni benden alan" İstanbul sokakları. Dön dolaş, bilinen balık istifi değil, insan istifi, alabildiğine hınca hınç bir kalabalık. Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Sokaklar tıklım tıklım kalabalık. Her bir yanda, her türden insan mahşeri. Mini etekli, bıyıklı, sakallı, yakışıklı, güzel, çirkin, şişman, zayıf, çarşaflı, peçeli, turbanlı, pantolonlu, şortlu, kasketli, külahlı, silahlı, sarıklı, kravatlı, yalvaran gözlüler, az da olsa gülümser gibi-gibi olanlar, somurtanlar, hayat yorgunları, asık suratlılar, masum çocuklar, işportacılar ve dilenciler. Ama her elde son model mobil telefonlar.
“Aloo… Beni duyuyor musun. Tamam AVM’de buluşalım. Fazla vaktim yok, zamanında gel canım. Olmaz mı. Hadi öptüm.”
Hava sarı sıcak, sokaklar kalabalık.
Kafaya dikkat!
Kıça dikkat!
Yanı başında yürüyen, karına dikkat!
Çocuğuna dikkat!
Çantana dikkat!
Ceplerine dikkat!
Kazıklanmamaya dikkat!
Acaba taksici sizi doğru yoldan götürüyor mu, dikkat!
Tarhana çorbası trafiğe dikkat!
Konuşmalarına dikkat!
Akla gelebilecek her şeye dikkat!
Hayatta kalmak adına dikkat!
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Ol bedenden pıtır pıtır akan “tüh tüh kırk bir buçuk kere maşallah” mavi boncuk terler. Siyah poşette kilosu 1,5 tl. olan, hani salatasının tadı da pek bir merak edilen Çanakkale tarla domateslerinin ağırlığı.
Kafanıza her an her yerden bir şeyler düşebilir.
Kıçınıza her an parmak atılabilir.
Karınıza birileri her an laf atabilir.
Çocuğunuz her an kaldırım taşına takılıp, tökezlenip yüz üstü düşebilir.
Çantanız her an sizden uzaklaşabilir.
Ceplerinizde her an başka eller dolaşabilir.
Yüzlerce yıl önce keşfedilen ve dünyanın kaderini değiştiren tekerlekler her an bedeninizin üzerinde seyr-i sefere çıkabilirler.
Korsan kitap tezgahında Orhan Pamuk’un altı yılda yazdığı kitap 5 tl. Müşteriler arasından, güç bela sıyrıldı önlere doğru ve ardından bağırdı (modern görünümlü Cumhuriyet kadını olarak kabul gören teyze);
“Evladım Nutuk var mı?”
Kitaplarına iyice göz gezdirdi ve ardından üzgün bir eda ile yanıt verdi, tezgahtar Kürt çocuk.
“Abla Nutukkk… mu dediniz (O da nedir loo? Yenilir mi, içilir mi?). Yoktur abla ama yarın mutlaka gelir. Abiler, ablalar buyurun; Orhan Pamuk sadece 5 lira.”
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Yeşil poşette kilosu 2 tl. iştah açıcı rengi ile tadı merak edilen, mürdüm eriklerinin kurşun ağırlığı.
Eşarp 5 tl. Üç eşarp alırsan 10 tl. Renk renk buyur seç beğen al.
Ona dikkat, buna dikkat. Engelleri aşıp akıp giden, yoran, bitap düşüren hayata dikkat.
Jan janlı vitrin camlarında “Bizimle çalışmak ister misiniz?” gibi abes sorular.
Kalabalık çok kalabalık. Daha da kalabalık olacak. Suriye’deki iç savaştan daha çok insan can havli ile kaçacak. Rivayet o ki, var olagelen kalabalık daha hayli çoğalacak. Hareket halinde insan kolonileri.
Kampanyamızı sakin kaçırmayın. Ooh ne güzel, ne rahat, yan gelde keyfine bak, Kampanyalı lüküs hayat."
 Öylesine bir güven veriyordu ki pala bıyıklı pazarcı, olmadık anda nutkumuz tutuldu, akıl edip tadına da bile bakmadık. Acı olduğunu söyledi. Acaba beyaz poşetteki kıl biberler acı mı?
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Dikkat etsen de etmesen de kıçından maviş maviş boncuk terler akacak! “Ve hayat her şeye rağmen güzel be kardeşim.” Kısmet bu, hani olmasa da ince belli çıtır bir sevgilin, al çıtırından susamlı bir simit, çıtır çıtır hayatın tadını çıkar.

İstanbul, 28 Ağustos 2016


7 Ağustos 2016 Pazar

SAKLAMBAÇ





SAKLAMBAÇ  

         Aah… Canımın içi, canım, cicim, güzel, tatlımsı, kekremsi, ekşimsi, balımsı, reçelimsi, gamzeli-gamzesiz, şekerimsi, gül kokulu, çiçek, sevecen, ivecen, sevgili insanlar. “Karadutlar, çatal karamlar, çingeneler, gülen ayvalar, ağlayan narlar, kadınlar, kısraklar…” Sevgili, sevgili insanlar. Bir ağaç dalı kırmak vicdanları sızlatırken; ne kadar da çabuk birbirinizi kırar, yorar, olmadı marifetmiş gibi hakaretler yağdırır, en dibe vurdurur, düşene bir tekme de siz atar, size karşı gösterilen onca insanlığın köküne bir anda kibrit suyu çeker oldunuz. Şaşmamak elde değil. Aman Tanrım bu ne yaman çelişki, bu ne aymazlık, ne akıl almaz bir durum, bu ne kısır döngü? Ne denir sana bilinmez ki. Dil lal olur, söylemeye varmaz insan, zavallı insanlık mıdır seninkisi? Oysa alnının süt beyaz akı ile sana yakışan, heyhat; asaletli büyük insanlıktan olabilmek de vardı.
         Kiminiz, insanlığınız gereği benliğinizde olabildiğince var olagelen bütün iyi yanlarınızı beraberinizde bir gölge gibi taşırsınız. Yüreğinizden kopaduran ince duyguların getirisi gereği, karşınızdakine, elinizden geldiğince iyi davranmaya ve bir dediğini iki etmemek için bir kereye mahsus yeryüzüne gönderilen tatlı canınızı dişinize takarsınız. Dişinize taktığınız canınız inim inim acısa da, bir kez, sevdiğiniz kişinin o kutsal ağzından “bir” çıkmıştır. Bu sayının milim kıpırdamadan, yukarılara çıkmaması gerekir. İnsanlığınız, sevginiz, kendinizce yaşadığınız coşkulu aşk, kalbinizin pır pırları bunu gerektirir ve bunu harfiyen yaparsınız da.
         Ve gün gelir, yaptıklarınızın hiç bir kıymeti harbiyesi kalmaz. “Halik bilmezse Malik bilir” diye yaptığınız iyilikler ile deniz dolup taşar. Nerede bu Halik ile Malik diye boşuna bakınıp, durursunuz. Bir kez daha hayat size dibin en derinine vurdurur. Derinlikte ellerinizi yukarı doğru kaldırıp, yalvarır, debelenir, Tanrı’dan nerede ve nasıl yanlışlıklar yaptığınıza dair aman dilenirsiniz. Bir yanıt gelir mi, bilinmez. Ama siz yalvarıp yakarmaya devam edersiniz.
         Elbette diplere vurdurulduğunuzda, tam da içinizdeki derinliğin rengine dönmüşken, Tanrı’nın da bulunduğunuz derinliklerde yanı başınıza gelmiş olmasını çok arzularsınız. Belki de size en büyük teselliyi Tanrı’nın kendisi verecektir.
         Var mıdır yumuş yumuş elleri bilinmez ama ola ki var, başınızı okşamasını, parmakları ile yüreğinize dokunmasını istersiniz. “Yapma oğlum, yapma kızım” veya akrabalık dereceniz ne ise kendileri ile neyi iseniz artık O’nun, öylesi bir hitap ile teselli edilmeyi bütün yüreğiniz ile beklersiniz.
         Var mıdır gözleri, yalvaran buğulu gözleriniz ile O’nun gözlerine durmak, yalvarmak, medet ummak istersiniz. Utanma, sıkılma, mahcup olma duygusuna hiç kapılmazsınız. Anneniz, babanız, kardeşleriniz, dostlarınız ve arkadaşlarınızdan önce belki de bu güce aitsiniz, O sizin Tanrınız. Anneniz, babanızın zamanı geldiğinde size dirsek gösterme ihtimali olduğu halde, Tanrınızda böylesi bir ihtimale sıfır olasılık tanırsınız.
         Var mıdır bilinmez ama hani varsa kolları kucaklanmak, bağrına basılmak da istersiniz elbet. Sizi size getirecek olan sıcaklığını hissetmek en doğal hakkınız gibi görürsünüz.
         Var mıdır bilinmez ama ola ki varsa yüreği, Tanrı’nın yüreğinin kapılarını sonuna kadar açmasını beklersiniz. Yüreğine sığınıp, oraya kıvrılıp, güven içinde kıvrılıp kalmak istersiniz. Sığındığınız bu güvenli limanda dilediğiniz kadar demirleyebilmelisiniz.
         Var mıdır kocaman ayakları bilinmez. Varsa ayakları siz O’na O size doğru koşsanız. Nefes nefese kalsanız.
         En yakınınız tarafından çelme takılıp, acılar içinde yerlere kapaklandığınızda, “merdivensiz kör kuyulara” atıldığınızda, “denizler ortasında yelkensiz bırakıldığınızda” ve dolayısı ile yeniden, hak etmediğiniz halde hayata on sıfır yenik başladığınızda, gizemin ortadan kalkmasını, Tanrınızın yanı başınızda olmasını istersiniz ki, bu sizin en doğal hakkınızdır.
         Tanrı bir gizem olmasa, “elma” diye bağırdığınızda ortaya çıksa. Her daim “armut” duyumlarını algılamasa. Gelip, günah veya sevaplarınızın kabarıklığına bakmaksızın, beyaz ipek bir mendil ile gözyaşlarınızı silse. Ellerinin, kollarının, gözlerinin ve yüreğinin olup olmadığını bilmediğimiz Tanrı, Tanrılığını gösterse.
Oldu olacak karşılıklı oturup, verilen, sizi size getiren, on sıfırlık yenilginizin üzerine sünger çeken, dibe vuruşunuzu unutturan tesellinin ardından, karşılıklı oturup, birer köpüklü kahve içseniz hiç de fena olmaz değil mi?
         Bağır bağıra bildiğiniz kadar: “Elma… Elma…” Belki kulakları vardır, sizi duyar, aniden çıkıverir ortaya ve akabinde hemen size koşar!

Amsterdam, 7 Ağustos 2016






2 Ağustos 2016 Salı

VE



VE

         Açık balkon kapısından gelen öğle vakti ezanının sesi ile içi geçtiği halde daldığı bir anlık uykudan uyandı. Eşarbını uzandığı koltuğun yanındaki sehpadan alıp, çenesinin altından çok sıkmayacak şekilde bağladı. Ankara’da oldukça bunaltıcı bir yaz günü idi. İlerleyen yaşı itibarı ile iyice derine kaçmış, büyük birer pırlanta taşı misali hala parlamaya devam eden kara gözlerini oğuşturup, ayaklarını sürüyerek balkona çıktı. Balkon, evin içine kıyasla daha serince idi. İnce parlak ve yumuşacık bir deri ile kaplı boğumlu ellerinin yardımı ile balkondaki sandalyeyi altına gelecek şekilde gürültü ile çekiştirip, yavaşça oturdu. Çıkık çenesini, balkon demirine üst üste koyduğu ince kemikli kollarına dayadı. İki ayrı kuyudaki birer kömür parçasını andıran gözlerini kısıp, sokağı seyre daldı.
         Ezan sesi kesileli çok olmasına rağmen mahalle camisine doğru hala telaşla koşturanlar vardı. Sokağı, beklenmedik bir anda davul ve zurna sesi sardı. Kurdele ve çiçekler ile süslenmiş bir kaç araba, var olan dayanılmaz gürültülerine klakson seslerini de katıp, karşı binanın önünde durdular. Davul ve zurnanın sesi kulakları tırmalarken, arabalardan süslü püslü giyinmiş kızlı erkekli gençler indiler. İçlerinde damat olanı, acemi adımlarla komşu eve doğru gençler ile birlikte yöneldi. Düğün bu akşamdı ve gelini baba evinden alacaklardı. Bir anda çevredeki bütün binaların pencerelerinden meraklı kadın ve erkek kafaları uzandı. Balkonlara çıkanlar, balkon demirlerine yaslanarak, hafif aşağıya doğru eğilip, gelin alma seremonisini izlemeye koyuldular. Gelin evindeki gerekli işlemlerin yapılmasının ardından, çok geçmeden ak bir gelinlik içinden komşunun bir kuğuyu andıran kızları, mahcup damadın kolunda, davul zurna ve gençlerin alkışları arasında merdivenleri indiler. Yüzlerinde büyük gülümsemeler ile gürültülerini artırarak, yeniden geldikleri arabalara doluştular.
         Emine iyice konsantre olup, seyre dalmış olmalı ki, çene kemiğinin kolunu bir hayli çukurlaştırıp, acıttığını hissetti. Kalabalık sokaktan el etek çekti. Sessizlik hakim oldu. Emine sandalyede oturmasını sürdürüp, balkon demirinden uzaklaştı ve sırtını sandalyeye dayadı. Balkona kadar dalları uzanan büyük çınar ağacının dalına konan serçe Emine’nin ilgisini çekmek için cik cik de cik cik olmadık diller döktüyse de olmadı. Pençe, kaş, işmar, göz etti, ama yine de olmadı. Tamamen umudunu kesince de apansız pır pır edip, çırptığı kanatlarla hayal kırıklığı ile uzaklaştı. Emine ise genç kızlığı yıllarına gitti ve o zaman diliminde kalakaldı.
         On yedi yaşında, O da böylesine kuğu görünümünde bir gelin olup evlenmişti. Zaman nasıl da çabukça geçti. Hesabına göre o mutlu gün, yaklaşık altmış yıl kadar gerilerde kaldı. Yüzünde önce belirsiz bir gülümseme ve ardında duraksama oldu ve ardından kendisinin de o yoksulluk yıllarında ruhunun derinliklerinde uyuklayan ilk evliliğine ait anılar bugün gibi kömür gözlerinin önünde gidip, geldi.
         Gözlerden ırak, iki insan arasında gizli gizli büyüyen bir sevdaydı onlarınki. Emine’nin  Şahin’e dair yüreğine doluşan duyguları, O’nu ondan alıp adeta uçuruyorlardı. Kocaman birer kahkaha gibi birbirlerinin hayatlarını dolduruyorlardı. Bulutlarda gezinen, karnına doluşan renga renk kelebekleri okşayan ve biçimli dik göğüsleri ile gurur duyan güzeller güzeli genç bir kızdı, o zamanlar. Genç ve güzeldi. Onca sıkıntılı yılın sonrasında; gençlik de, güzellik de kendisini “ve” ile baş başa bırakıp, gittiler. Ne yazık ki bu gidişin dönüşü de, haliyle olmadı.
         Araya akrabaların girmesi ile birbirlerini ölesiye seven iki genç güzel bir düğün ile dünya evine girdiler. Artık gizlilik ve saklılık ortadan kalkmıştı. İstediği zaman Şahin’in beline sıkı sıkıya sarılıp, gece karası dalgalı saçlarını savurup, kafasını sevdiğinin göğsüne yaslayabilirdi.
         Emine sevdalı yüreğini Şahin’in avuçlarına, başını O’nun göğsüne ancak bir yıl kadar koyabildi. Beklenmedik bir anda gelen amansız bir hastalık, ölesiye bir sevda ile tutkunu olduğu kocasını elinden aldı. Gökyüzündeki güneş yandı, kül oldu. Küller Emine’nin başına yağdı, dünya zifiri karanlığa büründü. Sular, seller çekildi, dünya çoraklaştı. Emine yüreğinde büyük bir boşluk ve eziklik ile tekrar babaevine döndü. Bir başına yasını tuttu. Dünyaya küstü, üzerinde uçuştuğu bulutlar O’nu tekrar yeryüzüne bıraktı. Karnında uçuşan kelebekler yok oldular. Gözlerinin feri kayboldu, dizlerinin bağı çözüldü, kalbinin atış ritmi dibe vurdu, dünyası tarumar oldu.
         Baba evine dönmesinin ardından, yeni talipleri çıksa da bunlara karşı direndi. Her geleni, elinin tersi ile geri çevirdi. Dört yıl kadar çok güç koşullarda evin içinde hayalet gibi dolaşan, hiç bir kimse ile tek kelime konuşmadan yüreğini ezen acısını yaşadı. Yeni talipleri gelmeye devam ediyordu. Bu talipliler arasında Orhan da vardı. Sonunda Emine’nin dayanacak gücü kalmamıştı. Baba evinde de bir ölü gibi dolaşıp, ailesine daha fazla sıkıntı vermek istemiyordu. Anne ve babası da kendi hayatlarını yaşayabilmeliydiler. Onlar için sorun olmak istemiyordu. Bu nedenle dört yıl aradan sonra Orhan’ın teklifini kabul etti. Kendi halinde, uzaktan baba tarafından da akraba olan iyi bir insandı. Babasının da baskısı ile bu isteğe boyun eğdi. Böylece ikinci defa dünya evine adım attı. Ama ikinci kez gelen adımlarda hiç bir istek, yüreğinin tellerini titreten, O’nu ondan alıp götüren, karnında daha önceki gibi kelebekler uçuran, bulutlarda gezdiren en küçük bir hareket yoktu. Alnımın kaçınılmaz çizgisi deyip, yeni kocasının yanında yer almaya çalıştı.
         Orhan elinden geldiğince, yüreği yaralı eşi Emine’yi anlamaya ve duyduğu acıyı O’na unutturmaya, iyi bir koca olmaya çalıştı. Belli bir süre sonra Emine ile çocuklarının olmasını, kendisini baba yapmasını istedi. Aradan, iki, üç, dört ve derken beş yıl geçtiği halde, bu konuda herhangi bir gelişme olmadı. Orhan’ın annesi ve babası baştan beri bu evliliğe pek razı değillerdi. Oğullarının isteği karşısında razı gelmişlerdi. Ama buraya kadar deyip, yaşı daha fazla ilerlemeden kendilerine torunlar verecek birini aramaya koyuldular. Bütün akrabalarını bu konuda seferber ettiler. Sonunda komşu köyde Kel Mustafa’nın kızı Songül’e oğulları için talip oldular. Songül’ün her ne hikmetse ağzı, burnu, kalçaları, göğüsleri, elleri ve ayakları kocamandı. Emine hayata küstü. Orhan’ın bu girişiminden sonra, O’na da küstü,  bir kaplumbağa gibi büsbütün kabuğuna, kendi derinliklerine çekildi. Orhan eşi Emine’nin üzerine getirdiği kuma Songül ile cicim aylarını uzun uzadıya sürdürdü. Songül kocaman kıçını, sarkık ve oldukça büyük göğüslerini sallayıp, Emine'ye de küçümseyen bir bakış atıp, Orhan ile saatlerce yatak odasına kapanıyordu. Bu kapanmalar bir süre sonra meyvesini verdiği için, Songül’ün karnı da diğer organları gibi gün geçtikçe büyüdü. Emine ile her göz göze gelişlerinde nispet yapar gibi karnını okşuyordu. Emine ise olup biteni görecek durumda değildi. Ne Songül’ün Orhan ile saatlerce kikirdeyip odaya kapanmaları, ne yaptığı nispet, ne de kocasının gözünde bütün önemini yitirmesi umurunda değildi.
         Yıllar böyle geçti. Songül her yıl bir çocuk dünyaya getirdi. Dört erkek ve üç kızın ardından üretimi sonlandırdı. Kocaman olan her tarafı daha da irileşti. Çocuklarının ve Orhan’ın arasında yuvarlanaduran devasa bir topa dönüştü. Çocuklar büyüdüler. Emine onları kendi çocukları gibi görüp, sevgisini esirgemedi. Buna karşılık çocuklar annelerine benzemedi. Hepsi Emine’ye saygıda kusur etmediler, O’nu da anneleri gibi gördüler. Hatta yeri geldiğinde kendi öz anneleri Songül’ü eleştirmekten geri kalmadılar.
         Yarım asrı aşkın bir süre, el ele verip ateş topları gibi Emine’nin üstüne üstüne gelerek geçti. Bu uzun yıllarda tek mutlu anları çocukların evlilikleri ve onların mesut zamanları oldu. Kocaman ömrüne yaklaşık bir yıllık bir mutluluk sığdırabildi. Onlarca yıl karanlık kasvet, sıkıntı ve yaşanmamışlık ile geçti.
         Karanlık bastırmak üzereydi. Uzaktan Songül ile Orhan’ın kahkahalar atarak geldiklerini gördü. Dönüp dolaşan serçenin aklına Emine takılmış olacak ki, sohbet etmek üzere bir kez daha gelip çınar ağacının dalına kondu. Emine mutfaktan aldığı küçük bir ekmek parçasını serçeye tuttu. Minik kanatlarını küçük uçuşlarla çırpıp, Emine’nin elindeki ekmek parçasının etrafında dolandı. Bu arada Emine ile iletişim kurmaya çalışıp, etrafı cıvıltılara boğdu. Oturma odasından kahkahalar yükseldi. Emine’nin elindeki ekmek parçası bitince, serçe ile vedalaşıp odasına çekildi. Serçe kursağı dolu, mutlu bir şekilde kendisini uzaklaştıran kanatlarını üst üste çırptı. Yıldızlar karanlığı delip, yeryüzüne ulaştılar. Sokak lambaları dizili bir inci kolyeyi andıracak şekilde art arda yandılar. İşlerinden gelen, yorgun oldukları her halinden belli olan insanlar, elleri kolları dolu bir şekilde kapılarını açıp, evlerine girdiler. Ankara’da bastıran karanlık oldukça bunaltıcı bir yaz akşamına dönüştü. Odasında uzandığı yerde gördüğü rüyada Şahin gülümseyerek, Emine’nin gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Emine’nin yüzündeki kırışıklar bir an için kayboldu, gamzeleri derinleşti.

Amsterdam, 2 Ağustos 2016
       
          

20 Temmuz 2016 Çarşamba

POKEMON



POKEMON

         İnsanlık hali, olur ya, içinize apansız doğan tuhaf merakınıza isteminiz dışında yenik düştünüz diyelim. Ucunu da yeni sivrilttiğiniz kara kaleminizi elinize aldınız ve oldu olacak bir Hollanda haritası da ben çizeyim dediniz. Bir de bakacaksiniz ki, çok geçmeden kar beyazı kağıdın yüzeyinde, çizim becerinizin ürünü ve zıplamak üzere olan bön bakışlı garip bir kurbağa görünümünü andıran bir şeklin belirdiğini görürsünüz. Bu insana ha zıpladı-ha zıplayacak intibasını veren kurbağanın ayakları kısmında veya haritanın tamamen güneyinde, bir yanında Belçika ve diğer yanında Almanya ile kol kola girmiş halde konum bulan, Hollanda’nın önemli şehirlerinden biri, kriterleri ile de dünyada ünlenen Maastricht şehrine idi, bu kez yolculuğumuz.
         Maastricht şehri adını 2000 yıl kadar önce, iki yakasına kurulduğu Maas nehrinden alıyor. Günümüzde bir eğitim ve kültür şehri. Bakıldığında kent adeta Almanya ile Belçika’nın omuzları arasında, insan yüreğini burkacak şekilde sıkışmış gibidir. Meydanları, kafeleri, flemenkçenin yumuşak Limburg aksanını da benliğine katıp, zarif makyajı ile birlikte telli duvağını takıp takıştırmış, kurbağanın bütününden ayrıcalık gösteren, özgün, oldukça şirin, aydınlığa uzanan Maas nehri üzerindeki birbirinden güzel köprüler ile adeta bir masal şehri.
         Şehrin görülmesi gereken dört bir yanını kolaçan edip, gezdikten sonra biraz dinlenmek gayesi ile gezimize ara verdik. Hava sıcak olduğu için kafenin terası balık istifi doluydu. Kafenin konumu ve Maas nehri kıyısına olan terası ile manzarası çok hoş olduğundan, biraz beklersek masalardan birinin boşalacağı umudunu taşıyarak, sabırsızlık ile beklemeye koyulduk. Belçika, Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden oldukça yoğun bir turist akını olduğu için pek çok farklı dil birbirine karışıyor. Bu arada Mastricht’in şık, bakımlı ve güzel bayanları da göz kamaştırıyorlar.
         Şansımız varmış. Çok geçmeden masalardan biri boşaldı ve anında kimsenin oturmaması için tez elden yerimizi aldık. Siparişimizi henüz vermiştik ki, karşıdan iki yaşlı ama, bakımlı ve yoğun aksesuarlı iki ninenin tıngır mıngır bize doğru geldiğini gördük. Yanımızdaki iki boş sandalyeye göz koymuşlardı. Boş sandalyeleri gösterip, masayı birlikte paylaşmamıza izin olup, olmadığını yumuşak Belçika flemenkçesi ile sordular. Biz de herhangi bir sakınca olmadığını, başımızı hafifçe “evet” mahiyetinde eğince, iki şık nine yanı başımıza usulca konuşlandılar.
         Nineler meraklı gözler ile alttan alta bize bakıp, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi anlamaya çalışırlarken, doğrusu bizim merakımız da hatırı sayılır bir yoğunluktaydı. Ama biz biraz daha şanslı durumdayız. Onların konuşmalarından nereden geldiklerini hemen anladık. Kısa bir süre sonra daha yaşlı olan; boynuna, kollarına, parmaklarına, kulaklarına ve takılabilecek her yerini pahalı olduklarını düşündüğüm takılar ile bezemiş, kokoş görünümlü olanı söze girdi.
“Afedersiniz, çok merak ettik, siz nereden geliyorsunuz?”
“Türkiye’den geliyoruz ama Amsterdam’da oturuyoruz ve buraya bir günlüğüne gezmeye geldik.” deyip süslü ninemizin merakını giderdik. Türkiye adını duyunca, yine konuşkan olan nine, bir an gözlerini Maas nehrinin kenarına dizili olan mimarisi bir birinden güzel binaların hemen üzerinde yer alan, yer yer bulutların pamuk öbekleri halinde dağılmış olan mavi gökyüzüne kaldırıp, anılarına dalar gibi oldu. Yüzlerce irili ufaklı kırışığın ardında yer alan çağla yeşili gözlerini bir müddet yumduktan sonra, mutlulukla bize baktı,
“Aa… Ne güzel. Bakın ben seksen üç ve bu arkadaşım ise yetmiş sekiz yaşında. Yaklaşık otuz yıl önce Türkiye’de, Kemer’deydik. Biz dört arkadaş kocalarımızı evde, Belçika’da bırakıp, iki haftalığına Türkiye’ye gittik. Bu arada diğer iki arkadaşımız da, kocaları da öldüler.”
         Bol aksesuarlı yaşlı ninenin susacağı yoktu anlattıkça anlatıyordu. Nehir kenarında cılız sazlıkların arasından dört tane yavrusu ile yola doğru süzülüp gelen yeşil başlı bir ördek, yanlara doğru yata yata süzülüp, geldiler. Bir kıyıcıkta buldukları ekmek parçası ile daha zümrütleşmemiş olan yavruları birlikte ziyafet çekecekken, bir iki tırtıklamanın ardından apansız kanat çırpıp gelen bir karga “kime nasip, kime kısmet” demeden ekmek parçasını kaptığı gibi havalandı. Yeşil başlı ördek kargaya bildiği bütün bedduaları okuyup, lanet yağdırarak, uğradığı saygısızlığa bir anlam veremeden, yeniden yalpalaya yalpalaya yavruları ile sazlıkların arasından süzülüp, Maas üzerinde biri büyük dördü daha küçük iç içe açılıp büyüyen daireler oluşturarak, görünmez oldular. Bu arada soluklanmasının ardından nine iştahla anlatmaya davam etti.
“Dediğim gibi otuz yıl önce Kemer’de idik. O iki hafta nasıl çabuk geçti anlatamam. Belki de hepimiz için bugüne değin geçirdiğimiz en güzel tatildi. Bir gün sahilde dolaşırken yirmi beş yaşlarında dalgalı saçlı, uzun boylu bir gencin bana uzun uzadıya baktığını hissettim. Yanıma cesurca yaklaşıp, yarım yamalak ingilizcesi ile birlikte bir şeyler içmeyi teklif etti. Baktığım zaman kendisinden iki katı daha yaşlıydım. Hani nerede ise torunum olacak yaştaydı. O an yüreğimden bir şeyler koptu, beni çağıran bu sese yok diyemedim. Bir kafeye gidip oturduk. Arkadaşlarım da bizimle beraber geldiler. Adını hiç unutamadığım delikanlı isterlerse arkadaşlarım için de birilerini bulabileceğini söyledi. Kocalarımız Belçika’daydılar. Bilinmeyen ama oldukça heyecanlı bir macerada kendimizi bulmuştuk. Arkadaşlarım teklif üzerine biraz nazlandılarsa da kabul etmek daha cazip geldi. Murat limonatasını usulca kenara koydu, çıplak kolumu okşayıp, cebinden telefon defterini çıkardı. Üç ayrı yere telefon etti. Yarım saat içinde üç delikanlı daha çıkageldi. Onlar da oldukça genç ve oldukça yakışıklıydılar. Arkadaşlarım nerede ise yazı tura atıp, gençlerden birini seçeceklerdi ki, Murat her bir arkadaşını diğer üç kadına yönlendirdi. Akşama kadar aynı mekanda yiyip, içtik. Keyfimize diyecek yoktu. Biz dört arkadaş kafenin masraflarını ödeyip, kalktık. Murat yine devreye girip, istememiz halinde bizimle otele gelebileceklerini ve güzel bir gece geçireceğimizi söyleyince, doğrusu ne inkar edip saklayayım, geçmiş gün geçmişte kaldı, hepimizin de ağzı kulaklarımıza vardı. Onlara sarılıp kabul ettik. Uzun lafın kısası Kemer’de kocalarımızın haberi olmadan, iki hafta gibi unutulmaz bir tatil geçirdik. Tabi gençlerin bütün masraflarını karşılayıp, kendilerine pek çok hediyeler almayı ihmal etmedik. O nedenle ne zaman Türkiye adını duysam, biraz önce olduğu gibi kalbim hızla atıyor ve kulaklarım, çınlıyor. Böyle işte niye saklayayım ki, dediğim gibi; geçmiş gün geçmişte kaldı.”
         Ara sıra bakışlarımı başka yönlere çevirmeye çalışsam da pek faydası yoktu. Terasta dünyaca ünlü Belçika biraları yudumlanırken, sadece bizim masa değil, kümeler halinde herkes yoğun bir sohbet içindeler. Genç ve yaşlı ele ele dolaşan gençler ve temiz giyimli yaşlılar birbirlerine bütün şirinlikleri ile gülümsüyorlar. Serçeler korkusuzca masalara konuyorlar. İnsanların uzattığı ekmek parçalarını minik gagaları ile parçalayıp, yutuyorlar. Kanal turu yapan büyük botlarda insanlar, nehir kıyısındakilere el sallıyorlar. Fakat nineler dönüp bakmıyorlar. Onlar yıllar sonra yeniden kendilerini Kemer’de hissederek, o anları yaşlı gözlerinin önüne getirmeye çalışırken, üst üste göz kapaklarını kırpıştırıyorlar.
         Daha genç ve üzerinde az miktarda aksesuarı olan bayan yan gözler ile bakıp, bütün sırlarının ifşa edilmesine pek razı gelmemiş gibi görünse de, O da memnuniyetini gözlerine kırpıştırarak belirtti.
         Ne diyeceğimizi şaşırmış bir halde nineyi kesintisiz dinledik. Öylesine güzel anlatıyordu ki, gayet doğal, gizli ve saklı demeden bütün kutuları açıp, gözlerimizin önüne seriyordu. Derken uzun uzadıya yaptığımız sohbetin ardından, bizden izin isteyip, kalktılar. Ağır adımlarla ayaklarını sürüye sürüye ve bastonlarına dayanarak uzaklaştılar.
         Ninelerimizi savmıştık ki, iki tane gencin ellerindeki mobil telefonlarına bakarak bize yaklaştığını gördük. Ne olup bittiğini anlamadan, yanı başımızda telefonları bize yönelik gelip, durdular. Birisi telefonunu sırtıma doğru tutup, bir düğmeye bastı. Merakla dönüp ne olup bittiğini sordum. Genç kekeler gibi mavi gözlerini büyükçe açarak, meramını anlatmaya başladı.
“Çok affedersiniz beyefendi. Biz pokemen yakalıyoruz ve bunlardan biri sizin sırtınızdaydı. Onu yakaladım. Bu yeni bir oyun, hani eskiden pokemon vardı ya, şimdi Nintendo pokemon go adlı bir oyun geliştirdi. Pokemonlardan biri de sizin sırtınızda olunca, sizi rahatsız etmek zorunda kaldık. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı tekrar özür dilerim.”
         Kemer’de Belçika’lı yaşlı bayanlar, para karşılığı Anadolu’lu çiçeği burnunda  gençlerin kemerlerini çözüp, onların sırtından iki hafta boyunca hazlarının doruklarında doyuma ulaşırlarken, Maastricht’te benim sırtımda da pokemonlar avlanıyordu. Hay Allah, ne işi varsa pokemonların da benim sırtım da, demeden edemedim. Hayır ama neden benim sırtımda? Kim yükledi sırtıma bu garip yaratıkları?
         Yeşil başlı ördek yavruları ile bir kez daha sazlıkların arasından yola doğru sökün etti. Belli ki aksam yemeğini olsun kimselere kaptırmamak arzusundaydı. Vakit geç olmuştu ve eve dönmek üzere uzun, ince ve kıvrımlı yollar bizi bekliyordu. Ihlamur kokulu şehri, gülümseyerek ardımızda bıraktık.

Amsterdam, 20 Temmuz 2016
      





20 Haziran 2016 Pazartesi

BİR KERTE DAHA KAL BENDE





BİR KERTE DAHA KAL BENDE
                                                                           *Babalar gününde
 “Sen, olgun kavun!
Ben, delikanlı peynir!
Hemhal olur söyleşirdik.
Genç babam, gencecik babam.
                    Haydar Ergülen”

            Nedendir bilinmez ama, çocukluğundan beri kavun karpuz bostanlarına vurgundu. Yıllar sonra yaşlı bir halde de olsa, yeniden fırsat bulup geldiği ve şu an kendisinden geçmiş bir halde dolaşmakta olduğu kavun-karpuz bostanı O'nu bir kez daha alıp götürdü. Çocukluğunda bostanları uzaktan seyre dalmaya, güneşin ışınları ile parlayan kavun ve karpuzların arasında dolaşmaya bayılırdı. Dünya, ömründen çabukça öylesine uzun bir zamanı alıp gitti ki, gelinen günde, her şey ve herkes dört bir koldan üstüne üstüne gelip, oldukça yordu O’nu. Mahmut Beyi tarumar edip, bitap bıraktı. Açık kahve rengi gözlerinin feri kaçtı. Yüzü kuruyan dereler gibi çizgilerle doldu. Dalgalı saçlarına karlar yağdı. Uzun parmaklı elleri titrer oldu. Gelip sırtına yuva kuran küçük bir tepeyi andıran kambur da “ben buradayım”diye sesini yükseltince, işin vahameti biraz daha arttı. İlerleyen bir yaşta da olsa sonunda elini eteğini her şeyden çekip, ilk fırsatta soluğu burada, doğduğu topraklarda aldı. Mutluydu ve en nihayetinde gözünde tüten bostanların arasındaydı.
            Onlarca yıldır özlemini duyduğu topraklara, iki büklüm bir halde gelip, kucak dolusu getirdiği sevginin ışığını, kavun karpuzların arasına, bostan tarlasının kenarındaki iğde ağaçlarının kokularına serpiştirdi. Otlara dokundu. Kuşların cıvıltılarına dikkatle kulak verdi. Karınca kolonilerini izledi, yollarında engel oluşturan küçük çakılları kaldırdı. Gökte uçan turnalara el sallayıp, yolculuklarının nereye olduğunu sordu. Toprağı avuçlayıp kokladı. Eline konan uğur böceğini uzun uzadıya inceledi. Gözleri ışıl ışıl oldu. Üstündeki kasvet yükü uçup gitti. Dünyaya yeniden gelmiş gibi hisseti kendisini. Alabildiğine geniş boncuk mavisi gökyüzünün altında bahtiyarlığına diyecek yoktu. Kalbi seri atışlarla, mutluluğunu dillendirip, saklandığı yerden çıkıp, özgürleşmek ister gibi zorluyordu O’nu. Mahmut Bey bunu sezip, küçücük bir kız çocuğunun dalgalı saçlarını okşar gibi sol göğsünü sıvazlayıp, bastırdı.
            “Uslu dur oğlum, dur kızım… Olduğun yerde kal, boynu bükük yalnız koyma beni. Çekip gitme benden. El ele verip, ne denli büyük zorluklara katlandık seninle. Haksızlıkların önüne Amed’in aşılmaz surları gibi dimdik çıktık. Gönlümüzün kollarını, sıcacık dostluklara Hevsel Bahçeleri gibi açtık. Dicle ve Fırat ırmakları olup, sevgi doluluğu ile olabildiğince coştuk. Karıncaların incinmemesi için pür dikkat kesildik. Serçenin gagasındaki yemi yavrusunun minik gagasına aktarmasından büyük mutluluk duyduk. Kırlarda bin bir naz içinde açan gelinciklerin narin yaprakları ile rüzgarda danslarını sevgi ile izledik. Yaşamın yelkenlerimizi rüzgar ile doldurup, hep bildiği limanlara doğru sürüklediği bu gezegende, bordo şarabı dostlar ile kadehlerimizi çınlamaların ardından, güzellikler olsun diye yudumladık. Onurumuzdan zerre kadar ödün vermeden, insanlık dışı işkencelere dişlerimizi un ufak edercesine sıkıp, katlandık. O karanlık, rutubetli hücrelerden dimdik çıktık. Nice zalimi sabrımız, bilgimiz, görgümüz ve hayat tecrübemizle başımızı göklere değdirerek dize getirdik. Zulmün kalelerini nice kalem darbeleri ile al aşağı ettik, insanlık ve onur kavgamı yarım bırakma. Bi yol müsaade et, bayrağımı teslim edeyim, yerlere düşmesin isterim. Dur oğlum, yağız delikanlım, çakır gözlüm, gül dudaklım, duygu yüklüm, yorgun bedenimin ince sızısı, kızıl saçlım, dur güzeller güzeli kızım… Yapmam gerekenler var daha. Yorgun ayaklarımla gitmem gereken yol bitmedi. Toprağıma istediğim bahar henüz gelmedi. Nice güçlüklerle toplamaya çalıştığım ve saçmam gereken ışıklar var daha. Delinmesi gereken zifiri karanlıklar bitmedi. Terk edip, yalnız koyma beni. Olduğun yerde, ne olur bir kerte daha kal bende!”
            Sol göğsünün altındaki fırtınalara ve depremlere yine de aldırmamaya ve tınmamaya çalışarak, çapalı yumuşak toprakta dolandı. Bostan teveklerine basmamaya dikkat edip, garip giyimli, yırtık şapkalı korkuluklara alaylı gülümseyip, karpuzları hastasını muayene eden bir doktor edasında, adeta darbuka çalar gibi parmakları ile tıklattı. Gelen seslere büyük bir dikkatle kulak verip, ürünün hangi olgunlukta olduğunu anlamaya çalıştı. Kavunların bir Van Gogh çalışmasını andıran sarı, yeşil, beyaz ve kırmızının iç içe geçmiş o güzelim renklerine hayranlıkla bakıp, dallarından koparmadan mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine çekti. Her defasında mest oldu. Sonunda dayanamayıp, tıkırtılanmalarında tok seslerin geldiği kan kırmızısı bir karpuzu ve güneşte oldukça büyük paha biçilmez bir elmas taşı gibi ışıldayan bir kavunu kesip, kendisine yıllardır hasretliği olan ziyafeti çekecekti. Bostan sahibinin oğlu, köyden uzaktan akrabası olan Osman kulübenin gölgeliğine bir tabure ve sehpa getirdi, kesilmiş kavun ve karpuz karışımının olduğu tabağı ortaya koydu. Ardında yaşlı ve genç bir elde yer bulan çatallar, art arda yakalanan kavun karpuz dilimleri, iştahla beklemede olan midelere indirildi.
            Üç sene kadar önce; yaklaşık elli yıldır, ıp ışıl başlarını bir yastığa koyduğu, ağzının tadının bir an olsun kaçmadığı, huzurun, güvenin ve mutluluğun her daim yüreklerinin başköşesine bağdaş kurduğu, ayaklarının dibinde her an eridiği, gül yüzlü, bal gözlü, ipek elli, geniş ufuklu, sırtını yasladığı yıkılmaz kalesi, yoldaşı, hayat arkadaşı Şükran, O’nu yapa yalnız bırakıp, göğe yükseldi. Belki şimdi de, özlemini duyduğu bu güzelim bostan tarlasında mest olup, kavun, karpuz ve iğde ağaçlarının kokularını, zorlayıcı sızılarla tepineduran duygulu yüreğinin yanı başındaki ciğerlerinin derinliklerine çekerken, “sol memesinin altındaki cevher,” kendisini acımasızca terk edecekti.
            Osman çay demlemek üzere isli çaydanlığa su doldururken, güneş gölgesini Mahmut Bey’den daha uzun kılarken, tekrar dolaşmak üzere bostanın en uç noktasına doğru yorgun ayaklarını harekete geçirdi. Alabildiğine bunaltıcı, sarı bir sıcak hakim olsa da, O bunun farkında değildi. Kuşlar koro halinde kondukları ağaç dallarında ötüşüp, derin bir tartışma içine girmişlerdi. Gagaladıkları iğde taneleri patır patır yere düşerken, Mahmut Bey’in yüreğindeki patırtılar da arttı. Bütün bedenini soğuk bir ter kapladı. Dayanılmaz bir sızı, güzelliklerle dopdolu yüreğinden bütün bedenine doğru hızla ilerledi.
            Yeryüzünden büyükçe bir tutam ışık yıldızlara yükseldi. Mahmut Beyin ışıklarını yüklenen büyük bir yıldız kaydı. Gök kubbenin boncuk maviliği bal rengi bir aydınlığa büründü. Ansızın büyük bir ahenkle yağan yağmurlar, toprakla buluştu, Anadolunun ücra bir köyündeki bostanda karpuz teveklerinin üzerine düşen Mahmut Bey’in bedeninin ağırlığından ezilen dallar tekrar canlandı, yere düşerken vücudunun yerde oluşturduğu iz yağmur suları ile yok oldu. Dört bir yanı mis gibi bir toprak kokusu sardı.
            Ertesi gün çıkan gazetelerde büyük puntolar ile atılan başlıklarda; Anadolu’nun ücra köylerinin birinde, onlarca kitabın sahibi ünlü muhalif yazarın, bir bostan tarlasında geçirdiği kalp krizine yenik düştüğünü ve hayata gözlerini yumduğunu yazdılar.

  

Amsterdam, 19 Haziran 2016 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...