28 Kasım 2016 Pazartesi

KULIKA


 KULIKA
        

         Öylesine dar, havasız ve kapalı bir yere tıkıldım ki, anlatılır gibi değil. Üstelik de vıcık vıcık garip, bulamaç gibi bir sıvının içindeyim. Burada hiç hareket etmeden daha ne kadar kalacağımı da bilemiyorum. Üstelik gün geçtikçe daha da büyüyor, oramda buramda garip tüyler ediniyor ve kabuğuma sığamayacak bir hale geliyorum. Zaman zaman nefes alamıyor, ayağımı var gücümle, hızla etrafımı çepeçevre kaplayan kabuğa vurup, Berlin duvarı gibi yıkarak, kendimi alabildiğine özgür kılmak istiyorum. Her geçen gün bulunduğum alan daha bir daralıyor ve bazan “nerede ince ise orada kopsun,” kırılsın diyorum.
         Ama bütün bu süreci hiç yaşamayıp, kısmette belki de kızgın bir yağın üzerine, kabuğu çıt çıt kırılıp, “coooss…” diye düşüp, karabiber veya isot ekilerek iştahla, ekmekler bandırılarak, hiç ilintimin olmadığı, tanıyıp bilmediğim birilerinin midesinin ıslak karanlıklarına inmek de vardı.
         Kürtçedeki adı “Kulıka” olan Tepe Köy’deki Topal Fate Teyze’den Allah razı mı olsun desem bilemedim. Aksak olduğu için Allah’ından zaten bulmuş. Bari ben bir hayır duasında bulunayım da, belki Tanrı hayatın başka taraflarında yüzüne güler. Topal Fate Teyzem yaklaşık iki hafta önce kocası Gaso ile aylar sonra ilk defa böylesine o ağzında tat bırakan geceyi yaşamasaydı, kafası başka yerlerde olacak, aklına anacığım Kınalı Tavuk’un gurk olmak üzere olduğu büyük ihtimalle gelmeyecekti. Yumurtalarından biri olan bendenizi ve dokuz tane yumurta kardeşimi kuluçkaya yatırmaya karar vermeseydi, şimdi burada olmayacaktım. Yine de Tepe Köylü Topal Fate Teyzemin çok akıllı bir kadın olduğu kanaatindeyim. Neden derseniz o köylü hali ile günlerin artık uzamaya başladığını, haliyle anacığımın da Camgöz Horoz ile sürekli kırıştırdığını gözlemlemez ve Kınalı’da iş olduğunu görmeyebilirdi. Yılların vermiş olduğu hayat tecrübesinin bir getirisi olsa gerek.
         Hiç unutmuyorum, o gün Gaso Amca ile geçirdiği oldukça debdebeli gecenin ardından, nasıl da  mutluydu. Bütün elektriklenmelerinden arınmış, pır pır eden yüreğindeki duygular kanatlanarak uçup gitmişti. O gün topal ayağında en hafif bir sızlama hissetmedi.  Aldığı gusül abdesti ile var olan topal ayağına rağmen, alımlı bedeninden aşağı sıcacık sular dökünüp, süngeri iyice köpürtüp paklandı. Vücuduna yeni bir zindelik katarak, el ile değdirilen sert bir spiral yay veya başını bir metronom gibi sallayarak kümesten içeri daldı. Anacığımın yumurtalarına nasıl da sevgi ile baktı. Laf aramızda gözleri gülerek en çok da beni o yumuşacık avuçlarının arasına aldı ve kardeşim yumurtalardan daha farklı olduğumu, kabuğumdaki minik benekler ile farklılığımı hayranlık ile seyretti. Tekrar yumuşacık bir hareketle sarı samanların üzerine bıraktı. Kınalı anacığım belki altın yumurtlayan bir tavuk değildi, ama görünen o ki Topal Fate Teyzemin gözünde benekli güzel bir yumurta olan bendenizin de çil bir altından farkım yoktu. Beni avucunda uzun uzadıya tutup, okşayınca ödüm koptu. Aklıma hemen kendisine güzel bir gece yaşatan Gaso’yu ödüllendirmek üzere beni alıp, o cehennem sıcağı tereyağını üzerine el yordamı ile döküp, kızarttıktan sonra kocasına mı sunacak olması geldi. Sarı samanların üzerine yeniden usulca, anacığımın o yumuşacık, sıcacık, bin bir renkli parlak tüylerinin altına bırakılınca, içimden derin bir oh çektim, ama Topal Fate Teyze’min bunu duyup duymadığından pek emin değilim. Aklıma gelen, başıma gelmedi. Allah vurup, bir ayağını topal eylemiş Fate Teyzemin, iyi kadındır, has insandır, yüreği sevgi doludur. Tanrım kalbine göre versin. Varsın mutlu olsun derim. Zaten çocukları da olmadı. Kocası Gaso’yu oldum olası sevmedim. Deyyus kendine hiç toz kondurmadan, çocuk olmamasını hiç araştırmadan Topal Teyzemin üzerine atmış. Hatta üzerine kuma getirmekte diretmiş. Fakat o gün Fete Teyzem bir şahin misali Gaso’nun karşısında durmuş, hem de kardeşleri Millo, Feyzo ve Ali de ablalarının arkasında durmuşlar. Tandırlara yuvarlanasıca deyyus Gaso süt dökmüş kedi misali ayaklarını sürüye sürüye Kemikli Kuyu tarafındaki tarlasına gidip, uzun süre gelmemiş. Aradan uzun süre geçtikten sonra, Fate Teyzem bir gün içini döktü.
         “Eh ne yapayım, kocamdır, yine de bana kaldı. Anası olacak o çatlak Asiye’nin yönlendirmesinin fazla etkisinde kalmadı. Hani benden ve kardeşlerimden zoru görünce diyeceğim ama, ne yapayım. Başka çare bırakmadı bize. Bu saatten sonra benim gibi kör topal giden düzenimi bozamazdım. Bende de bu topallık olunca, kırık olan kıçımı bir kez daha kırıp, Gaso’nun yanında yer almakta karar kılmak zorunda kaldım. Gaso da anası olacak o çatlağın etkisinden uzaklaşınca, daha iyi bir insana dönmedi değil. Ama Gaso’yu elimde tutmak için de bütün dişiliğimi, kadınlığımı kullandım.” Bunları Tepe Köy’e Büyükcamili Köyü’nden İsmetlere gelin gelen, oğulları Yusuf’un hanımı Yeter’e nasihat olarak, kümesin yanı başında anlatırken, ben de ister istemez bu heyecanlı konuşmanın kulak misafiri oldum. Kulaklarıma inanamıyordum. Gagamı hızla vurup, içinde yer aldığım yumurta kabuğunu kırmamak için kendimi zor tuttum. En çok da sırtı sürekli dönük olan Yeter’in yüzünü merak ettim. Gider ayak Yeter geline son bir nasihat vermeyi de ihmal etmedi.
         “Hani atalarımız boşuna dememişler; Güzellik ondur, dokuzu dondur. Bu atasözü de kulağına küpe olsun.” Yeter gelin ağzı kulaklarında gitmiş olacak. Art arda minnet dolu gözlerle gözlerini kırpıştırarak dönüp dönüp, baktığı için nihayet o alımlı yüzünü görebildim. Fazla tanımasam da, o anda kendisine kanım kaynadı. Bir yandan da yüreğim acıdı. İçim kıyım kıyım burkuldu. Umarım dilediği gibi bir birlikteliği yakalamakta zorlanmaz.
         Kınalı anacığımın şefkat dolu bedenin altında güvende yata dururken, babam Camgöz Horoz kümese gelip, anamın etrafında dört dönse de, O’na yüz vermiyordu. Babamın hareminde daha onlarca tavuk vardı. Ama yine de aklı fikri anamdaydı. Kafasını kaldırıp, uzun uzadıya ötüp, ardından da anama laf atıyordu.
         “Ne o kız, aramıza kara kedi mi girdi? Niye hiç suratıma bile bakmıyorsun? Sana kışşş falan da dediğimiz yok.” Anam gagasını önüne eğip, oralı olmadı. Çok geçmeden babam haremindeki başka tavukların ardında, yüreği ağzında koşturmaya koyuldu. Gagası ile ibiğinden tuttuğu gibi tavukları bir bir altına çekti.
         Tahminim yaklaşık üç hafta sonra nihayet kabuğumu kırarak dışarı çıktım. Güzel ve sıcak bir gün. Güneş Tepe Köy diğer adıyla Kulıka Köyünde bulutları kızıla boyayıp, allayıp pullamak ile meşgul. Tam bu sırada büyük bir istekle, ortaya çıkıp anacığım ile göz göze geldim. Gagası ile beni uzun uzadıya sevgiyle okşadı. Bedenimin her yanını bir bir inceledi. Ardından aynı işlemi kardeşlerime uyguladı.
         Ben hariç dokuz kardeşim daha var. Baktığınızda, ben diğer kardeşlerime kıyasla daha da sarıyım. Tüylerim öylesine parlak ki, sormayın gitsin. Anacığım bütün yavrularını bir araya getirip, Topal Fate Teyze’nin avlusunda görücüye çıkardı. Gaso sigarasından yoğun duman bulutlarını kömür bağlamış ciğerlerinin derinliklerine çekerken, bir yandan da göz ucu ile küçümser bir eda ile bize baktı. Ardından da Fate Teyzeme seslendi.
         “Kaç tane civcivi var, senin bu Kınalı’nın? Yemlerini verdin mi bari?” Topal Teyzem isteksizce cevap verip geçiştirdi. Biz de acemi adımlarla ilk turumuzu başarı ile tamamladık. Teyzemin gözleri gururla bizi takip ederken, babam Camgöz Horoz da turumuzun sonunda gelip bize katıldı. Babamın kafasını göğe değecek şekilde kafaya kaldırmasından, O’nun da en az Fate Teyzem kadar gururlu olduğunu gördüm. Birlikte kümese dalarken, akşamın alaca karanlığı usulca çöktü. Sağ olsun Teyzem akşam yemeğimiz olarak toprak bir kaba bolca darı koymuştu. Yani başında da suyumuz vardı. Ailecek hep birlikte akşam yemeğimizi yedik. Cik cik… Cik cik…Tepe Köy’de büyük bir sessizlik hakimdi.

Amsterdam, 28 Kasım 2016
        
        








23 Kasım 2016 Çarşamba

MEKTUP



MEKTUP

Çok sevgili ağabeyim;

Sabah uyku mahmurluğu ile gelen telefonda, hiç beklemediğim bir anda sesini duyunca çok sevindim. Duyduğum mutluluk ile uzun uzadıya pamuk bulutlarda gezinip durdum. Böyle erken bir saatte, memleketimden, uzaklardan çok değer verdiğim birisinin, beni merak edip, ardından da araması ne güzeldi.
Haliyle telefondaki konuşmamız beni olduğum yerde bırakmadı. Kanatlandırdı hemencecik, çok uzaklardan gelen sesin geldiği yere, hem de çok eskilere götürdü. Evet, hayli zaman oldu. Neredeyse bir insan ömrü, otuz yılı aşkın bir zaman öncesiydi. O zamanlar amcamın oğlu ile kapını aşındırır, her hafta sonu rahatsız ederdik. Ankara’da Emek ve Balgat mahalleleri arası, üç dört kilometrelik, kışları oldukça çamurlu olan patika yolu yaya halde, soğuktan titreyerek ayakkabılarımıza bulaşan çamur ile daha bir ağırlaşarak, içimizde ise her daim var olan ezikliği, kıçımıza iyice kenetlenmiş bir kene veya yürek yarası gibi istemimiz dışında bütün benliğimizde taşıyarak gidip gelirdik.
O zamanlar bizim açımızdan çok titiz olduğun gibi, aynı zamanda da idolümüz konumundaydın. Fakir ayakkabılarımıza yapışan bunca çamur ile, örnek aldığımız titiz bir ağabeyin evine nasıl giderdik. Şaşkınlıktan elimiz ayağımız birbirine dolanırdı. Balgat Mahallesinin hemen girişindeki beyaza sıvalı, tek katlı evine yaklaştığımızda ilk yaptığımız iş, hemen bir mıntıka taraması yapıp, bir çubuk veya benzeri bir cisim ile çamurlu ayakkabılarımızı bir güzel temizlemek olurdu. Çatıyı andıran kapalı bir yerden geçip, yol boyunca üzerimizden atamadığımız ezikliğimiz ile ikiye katlanmış bir vaziyette büyükçe bir koridoru geçip, kar beyazı duvarların yer aldığı ve her eşyanın itina ve titizlikle yerli yerine yerleştirildiği oturma salonunda kendimizi bulurduk. İlk göze çarpan, bir yanda rahmetli babanın, diğer tarafta da o günlerin deyimi ile Karaoğlan’ın birer kara kalem portresi oluyordu. Karaoğlan ile o zamanlar ne kadar büyük bir yanılgı yaşadığımızı, çok geçmeden anladık. Bu resimlere hayranlık ile bakar, böylesine çizme yeteneğinden yoksun olduğum için de kendi kendime hayıflanırdım.
Şimdilerde o uzun yıllar öncesini anımsayıp, içinde bulunduğumuz konumu göz önüne getirdiğimde, olanaklarımızın bu denli insan onurunu kıracak kadar yetersiz oluşunu bir türlü kabullenemez ve her defasında içimi derinden ve inceden bir sızı kaplar. Belki de şimdilerde içimiz başka gayri insani haller için sızlasa da, günümüzde hissettiğimiz sızlamalar da azımsanacak türden değil. Deyim yerindeyse, ki yerindeydi; ne üstte vardı, ne de başta. Olsa ne olacaktı ki; kare desenli bir ceketimiz, genelde yine kare bir gömlek ve işin garip tarafı çok uzun boylu olmadığım halde, hep kısa paçalı bir pantolonum olurdu. Amca oğlu ile oluşturduğumuz ikili ile Lorel ve Hardy'den pek fazla farkımız yoktu. Bizlere talebe dendiği için, kısacık ve küçük bir boğum ile bağlanmış olan kravatlarımız da elbette ki olmazsa olmazımızdı. Oluşturduğumuz bu komik ikilinin kravatlarını her ne zaman apansız bir Bolywood filmlerinden birinin karesi olarak gözlerimin önünden geçirdiğimde, acı acı gülümsememin önüne geçemem.
Söz kravatlardan açılmışken, oldu olacak çok tuttuğum, saygısızlık etmek istemem ama biraz da müstehcen olan bir fıkra anlatayım, müsaadenle.
İri kıyım kömür karası bir zenci, bir aksam resmi bir tören için yakınındaki bir kiliseye davet edilir. Adamcağız iş çıkışı apar topar kendisini soluk soluğa kilisenin kapısında bulur. Kilise girişinde görevli olan izbandut, zenci adamı baştan aşağı süzer ve kendisini takım elbisesi olmadan içeri alamayacağını söyler. Yalvarıp, yakarsa da görevli “Nuh der ama peygamber demez” ve bizim zenciyi evine gönderir. Evinde gardırobunda takım elbisesi olmadığını bildiğinden, ne yapacağını acele ile düşünür. Sonunda elbise giymek yerine, nasıl ise dışarı karanlık ve benim tenim de geceden karanlık, çıplak gidersem siyah takım elbise giydiğimi sanırlar ve beni de davetli olduğum bu geceye alırlar. Ve derken öyle de yapar. İzbandut efendi, tekrar karşısında bulduğu bizim tatlı zenciyi bir kez daha baştan aşağı süzer;
“Ha şöyle şimdi olmuş, içeri girebilirsin, fakat bence kravatı epeyce aşağıdan bağlamışsın.” der.
Fıkra bu ya, baktığımızda bizim ikilinin durumu belki böylesine zenci yoldaşımız kadar vahim değildi, ama bizde de doğrusu, var olagelen malum çelişkilerin bini bir paraydı.
Okul tatillerinde soluğu, büyük bir özlem duyduğumuz köyümüzde alırdık. Tabi yola koyulurken, o meşhur pantolonumuzu, kareli ceketimizi ve çelişkiye bakın ki bütün bu şıklığın altına spor ayakkabılarımızı giyerdik. Günlerden Pazar olmasına rağmen, koltuğunun altında buruşuk dosyalı vergi memurları gibi “iki dirhem bir çekirdek” ince boğumlu, göbeğimizin üst kısımlarında bir kısalıkta yer alan kravatımızı da takmayı ihmal etmezdik. Ayrıcalıklı olmanın sembolü olan kravatlarımız ile araçta yer alan koyun, tavuk ve hayvanlar aleminden başka canlıların da olduğu köy minibüsüne biner, bütün mütevaziliğimiz ile yöremizin medarı iftarları olan bizler bir yerlere ilişir, turşu, soğan ve sarımsak üçlüsü ve sigara dumanının o dayanılmaz kokularını içimize çekerek yolculuk ederdik. Ailelerimizin ve yakınlarımızın  büyük gururu olan bizler, anne ve babalarımız tarafından büyük bir coşku ile karşılanırken, yerlere kırmızı halının neden döşenmediğine hayretler içinde kalarak, etrafımıza bakınırdık.
Yukarıdaki satırlarda anlatmaya çalıştığım mütevazi evinin penceresinden baktığımızda; hemen karşıda büyük avlusu ile Ömer Seyfettin Ortaokulu, karşı sokakta bir dizi dükkan yer alıyordu. Bu sokak bana hep uzak bir taşra kasabasını andırırdı. Her ne zaman bu sokağa gözüm ilişse,  o an sanki Silopi, Cizre, Kızıldere veya Pervari gibi bir ilçedeymişim gibi bir duyguya kapılırdım. Sokağın hemen başında mavi boyalı duvarına bütün ihtişamı ile hep eğri duran tabelası ve onun yanı başında da bir kasap dükkanı yer alıyordu. Kasap dükkanının tabelasında ciğer, dalak, beyin, işkembe, böbrek, kelle, paça gibi canlı organlarının sergisi ile tam bir canilik ortaya konulurdu. Kasap dükkanının dışında, aynı zamanda vitrin görevi de gören buzdolabında, derileri yüzülmüş koyunlar baş aşağı ayaklarından asılı bir şekilde dururlardı. Koyunlar başlarına gelen bu vahşeti işaret eder gibi, dillerini ısırmış bir şekilde asılı dururlarken, dışarı doğru bakan kıçlarına plastik kırmızı karanfiller konularak, dünyada bugüne değin var olagelen estetiğin çıtası da böylelikle yükseltilmiş olurdu.
Abartı gibi gelecek ama bizim de konumumuz o günün koşullarında kıçlarına kasabın kırmızı karanfiller koyduğu koyunlardan pek de ayrıcalıklı değildi. Bizim karanfillerimiz de kravatlarımızdı ki, Allah’tan takılan yerlerimiz farklıydı.
Sözünü ettiğim uzun yıllar öncesine ait olan arzu halimiz böyle. Bunu çok daha uzatabiliriz, ama ne gerek var, daha fazla yazıp, bu trajikomik halimizle vaktini almaya.
Olanca saygı ve sevgimle…

Aydın


Amsterdam, 20 Şubat 2005 

18 Ekim 2016 Salı

HASBİHAL



 HASBİHAL

         Altın sarısı ağaç yapraklarının, o nazlı-boğumlu-kıvrımlı dallardan, tabiatın karşı konulamaz döngüsüne bir kez daha dayanamayıp, asiliği usulca yanı başına bırakıp, birer birer yerlere düştüğü, çisil çisil yağan bir sonbahar yağmuru sonrasında yüzünü gösteren, serin ama güzel bir sabah. Güneş bulutların arasından ustaca sızmasını biliyor. Görünen o ki, hiçte acemisi değil bu işin. Komşunun altı yaşlarındaki oğlu mutlu, el sallıyor bisikletinin üzerinde. Sokağı bir baştan bir başa geçiyorlar, cellabeler içindeki Faslı karı koca. Erkek önde, karısı beş adım ardında yürüyorlar. Kadın sırtı dönük olan kocasının arkasından koşturmayı kader bilip, sürekli sağa ve sola bakışlar atıyor. Onun arkası sıra yürüdüğünden dolayı, şikayetçi değil, tam tersine belki de mutlu. Kargalar buldukları bir ekmek parçasının üzerine üşüşmüşler. Gagaları ile vurdukları darbeler ile ekmekten parçalar koparıp, midelerine indiriyorlar. Karşı binadaki yeni evli çiftler işlerine gitmek üzere birbirlerinden uzaklaşırlarken, ayrılık öpücüklerini alıyorlar. Evet sabah bir kez daha güzel. Madem sabah bu denli güzel. O halde; bu upuzun elli altı yıllık ömrü hayatımda, çağırayım hele bir kez de kendi kendimi. Buyursun gelsin, ben olan ben, yüce olduğunu hiç bir zaman iddia etmediğim huzuruma. Çağırdım, hemencecik ışınlanmış gibi buyur etti de.
         Usulca, çok ürkek bir eda ile tıklattı kapıyı, perde aralığından sızan bir ışık gibi gelip geçti, her ikimizin de evi olan hanemizden içeri. İlk defa döküp içimizi, özsöyleşiler eyleyecektik. Neden çekingen ve huzursuzdu karşıma geçip, kurulan ben. Hesap sorulmasından çekinceli idi besbelli. Bakarmısınız, tıpkı ben. Gidip gelen halogram bir görüntü sanki. Ellerimle tutamadım karşımdaki bedenimi. Yine de tokalaşma uğraşısı içinde biçare buldum kendimi. Ancak hissedemedim elimde, elimin sıcaklığını, terini, kızıl kanın ırmaklar misali devinimini. Öpüştük, kucaklaştık, sıkıca bağrını bağrıma bastırdım kendimin. Sormayın, hayli uzak kalmışız, meğer ne kadar da çok özlemişim ben beni.
         Tıpkı benim gibi giyinmişti. Bende olduğu gibi üzerindeki sade uzun kollu bir gömlek ve siyah bir pantolon. Aynı anda gülümsüyor ve yine aynı anda göz kırpıştırıyorduk. Bir ağzı ve burnu vardı. Tıpkı benim ağzım ve burnum gibi. “Pek biçimli olmamakla birlikte.” Göz göze geldik, gözleri gözlerimdi. Diz dize geldiğimiz dizleri dizlerim, elleri ellerimdi. Mumlar yaktım, ışığı kıstım, loşlaştırdım ortamı. Biliyorum pek bir romantiktir kendileri.
          “Hayırola bir şey mi oldu?” der gibi uzun uzun baktı gözlerimin derinliklerine. Gözleri gözlerim gibi buğulu idi, karşımdaki “ben”in.
         “Hiç ne olsun, bir ömür ki, gelip geçiyor. Hasbelkader şöyle bir oturup istişarede bulunalım. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hani doğrusu halimiz, hiç hal değil. Başkalarını kendimizden hep daha yüksek tutup, daha çok sevip ihanet mi ettik derim, kendimize. Koca bir hayatı; bıkıp usanmadan sürekli altan almalar, hakkını savunmamak, her daim kendini incitmek, kırmak ile pul eyleyip, harman gibi savurduk. Yerlere eğilerek olduk müteşekkir, bir tek bizim ağzımızdan çıktı, her daim özür ve teşekkür.” Hiçte yabancısı değildik bütün bu masum düşünce ve davranışların. Aynı anda kırpışan gözlerimiz daldı, kıvırcık saçlı başlarımız önümüze eğildi.
         “Yerden göğe kadar, ne desen haklısın. Baltayı acımasızca ormana dalar gibi hep ama hep kendimize vurduk. Olur olmaz herkesi salt insan diye, zerre kadar hak etmediği olabildiğince ayyuka çıkardık. Kendimizi adeta pas pas eyleyip, sere serpe yerlere serdik. Bizim de insan olduğumuzu unutarak, kadir ve kıymeti yerlerde sürünerek sadece başkalarına verdik.”
         Bizimkisi açıldıkça açılıyordu. Görünen o ki, O da bugüne değin olan gidişatımızdan pek hoşnut değildi. Belli ki bir dokunsam, bin ah işitecektim. Özümüzü, belki de kanamalı yaramızı derince deştik böylelikle. Omuzunu arayıp, dokunmaya çalışıp teselli ettim, aynı zamanda ben de teselli oldum. Göz yaşlarını kurutmaya çalışırken, göz yaşlarım o anda kurudu. Apansız gülümsedi, gülümsedim. Dost oluverdik, üzüldük halimize ve birbirimize.
         Yok yere hayli uzaklardan alıp, gelmiştim kendimi. Değişecek veya değiştirilecek bir şey yoktu sanki. “Eski köye yeni adetler gelmeyecekti.” Böyle gelmiş böyle gidecek gibiydi. Tıka basa dolu sineye mi atılacaktı yine her şey. Acımasız yargılamalar, yine hep kendi kendimize yönelik olacak. İzdüşümlerimizden oluşacak olan mahkeme heyetimizde, ne yazıktır ki; yargılanan da kendimiz olacağız. İhaleyi tekrar tekrar kendimize çıkaracağız. “Gelen ağamız, giden paşamız” olmaya devam edecek. Andavallık bir kene gibi yaşantımız boyu bedenimize yapışık kalacak. Kolonyalar, bayram şekerleri tutacağız. Zamanımızı hunharca öldürürken, ölecek olan bizim ömrümüz.
         “Her hıyarım var diyene, nemlenmesin deyi, içine Tosya pirinci taneleri koyduğumuz “yerli Himalaya tuzu” doldurulmuş tuzluğumuz ile oradan oraya koşturacağız. Kendimize bir kase cacığı dahi reva görmeyeceğiz. Tuz olup, hıyarlara dökülüp, şırıl şırıl eriyeceğiz.
         Karşılıklı bakışa kaldık birbirimize.
         “Ben gideyim artık. Her ne kadar, elle tutulur, gözle görülür bir sonuç alamadıysak da, davetin için teşekkürler. Ben, sen olan benden kopup uzaklara gidiyorum yine. Bu gidişat ile bizden beklenen kişilik oluşmayacak elbette ki. Müsfette olmasak da, eminim temize çekemeyiz kendimizi. Yine de insan olabilmekte ve bu çizgide kalabilmekte fayda var elbette. Böyle gelmiş, böyle gider, gitsin de derim. Söyle bakalım can kardeşim sen ne dersin?”
         Diyecek bir şey yoktu. Kendime geldiğimde, karşımdaki "ben" çoktan seyirtmişti. Boynum bükük, gözlerim buğulu idi yine. Bitmişti hasbihal. Kendisine bir Diyaribekir karpuzu olsun kesip, ikram edememiştim. Masada lale işlemeli tek bir kahve fincanı duruyordu. Demek ki tek fincanda aynı kahveyi içmiştik. Hanede olmasa da kırk yıllık bir ömür, hatırı vardır, yine de bir onca sene. Ve hayatım kendi rutin güzergahında seyri sefer eylemeye koyuldu, kaldığı yerden. “Hoş geldiniz ağam, güle güle paşam.”




Amsterdam 18 Ekim 2016    

10 Ekim 2016 Pazartesi

ANAVATOS


ANAVATOS

         O kahrolası yıl içinde bizlere yaşatılanlar ile dünya, gayri insanlığın alabildiğine dibine vurdu. Zaman denilen kavram, yine insanlığa dair olanca emarenin tamamen toprağa gömüldüğü bir noktada seyir etti. Bize reva görülen, benim ise her an insanlığımdan baştan ayağa utanç duyduğum anılarımı anlatmaya çalıştığım bu öykü; şu an mavi, yeşil, kahve rengi, kestane veya ela gözlerinizin önünden kelimeler halinde geçip tarafınızdan okunuyorsa, bire bir yaşayıp tanıklık ettiğim, yaşanan o içler acısı olayın üzerinden yüzlerce yıl geçmiş, ben ise bu dünyadan çoktan kanatlanıp gökyüzünde, Ege’nin boncuk maviliğinde kayıp olmuşum demektir. İstedim ki bu yürek dağlayan dram gelecek kuşaklar tarafından da bilinsin, insanlık bir daha böylesi acılar ile karşı karşıya gelmesin. Anılarımı kaleme aldığım şimdilerde takvimler bin sekiz yüz yetmişleri gösterirken, ben yetmiş sekiz yaşında Yunanlı bir bayanım. Sakız Adasında yaşıyorum ve adım Melani. Bütün yakınlarımı, şefkat abidesi annemi, pos bıyıklı babamı, çakır gözlü civan delikanlı oğlumu, güzeller güzeli kıvırcık kızımı ve can kardeşlerimin hepsini art arda bir kaç gün içinde kaybettim. Aileden, bir tek ben ve eşim sağ kalabildik. Bir kaç yıl önce kocamı da sonsuzluğa uğurladım. O da, bana sorma gereği bile duymadan, beni Ege Denizi’nin mavi suları ile çevrili Sakız Adası’nda acımasızca yapayalnız, bir başıma bıraktı.
         Yıllar, acılara gark olmuş bir halde, art arda bağlı tren vagonları gibi birbirini kovaladı. Zehirli acımı, içimi acıta acıta yüreğimin derinliklerinde sakladım, saklıyorum. Ailemin acısını da elbette unutmadım. Ama asıl anlatacağım, beni daha farklı bir üzüntüye boğan, ölümsüz bir aşktan geriye kalan, olabildiğince insani ve bir  o kadar da devasa olan bir aşkın acı anıları. Ancak yok edilen bu aşkın acısı benim olduğu kadar, bütün adalıların da yüreklerinin derinliklerinin adeta bir “kavun acısı.”
         Bin sekiz yüz yirmi ikili yıllardı. Sakız Adası’na bahar bütün güzelliği ile hükmediyordu. O zamanlar eşimle yaklaşık kırk yaşlarındaydık. On sekiz yaşında bir kızımız ve on altı yaşında bir oğlumuz vardı. Aktarmaya çalıştığım yaşadıklarımızı; benden önce veya sonra belki de pek çok kişi tarafından yazılmış ve daha yazılacaktır da. Bir kez de ben anlatmadan, içimdeki ağuyu dışarı atmadan, bütün bedenimi saran kavun acısından kurtulamayacağım.
         Onların aşkı dünyada yaşanan en güzel, saf, temiz ve en insani duyguları barındıran, ada halkının gıpta ile baktığı sımsıkı bütünleşmiş, iki insanın bütünlüğünü  simgeleyen bir sevgi yumağını andırıyordu. Aşıklar Asta ve Milo’ya kalsa, günün yirmi dört saati bıkıp usanmadan el ele tutuşacaklar ve her ikisi de açık yeşil gözlerini hiç ama hiç birbirinden ayırmayacaklardı. Dünyaya geldikleri Avgonima Köyü’nde ve Sakız Adası’nda onların kalplerinin göğüs kafeslerini delercesine çarpmalar eşliğinde dile getirdiği, dillere destan bağlılık, iki insan arasındaki sevgiye, sakız ağaçlarının altında, köy kahvehanelerinde, panayırlarda ve her sohbet ortamında örnek gösterilen bir aşktı.
         Bahar mevsiminin bütün albenisi ile adaya bir defa daha sökün ettiği bu günlerde, Milo yine sevdiğinin elinden tuttuğu gibi, O’nu Avgonima dışındaki sakız ağaçları bahçelerine götürdü. Her defasında olduğu gibi, yüksek bir kayalığa çıktı. Ellerini kıllanmaya yeni başlayan yüzünün iki yanında tutarak, avazı çıktığı kadar uzaklarda sere serpe yayılmış Chios şehrine doğru bağırdı.
         “Astaaa.. Seni seviyorummm…” Ses yankılanıp bir bumerang gibi dönünce, gülümseyerek çıktığı kayalıktan indi. Sakız ağaçlarına kesitler atan köylüler, bıçaklarını bir müddet bırakıp, bu yankılanmaya gülümseyerek kulak verdiler. Milo görevini yerine getirmiş olmanın edası ile yerini Asta’ya bıraktı. Bu kez aşklarını, kurda, kuşa, börtü böceğe ve bütün Sakız Adası’na ilan etmenin sırası Asta’da idi.
         “Miloooo… Ben de seni seviyorummmm…” Chios şehrine çarpıp gelen sevgi çığlıkları iki sevdalıyı bir kez daha alabildiğine mutlu kıldı. Birbirlerine sıkı sıkı sarılırlarken, Milo sevdiğinin gül yüzünü avuçlarının içine aldı. Kıvrımlı dolgun dudaklarına defalarca buseler kondurdu. Düz kömür karası saçlarını parmakları ile taradı. Onlar kendilerini, tabiatın ve adalıların huzurunda dünyanın en mesut gençleri olarak ilan ettiler. Hiç ama hiç ayrılmayacaklarına dair, uzun uzadıya göz göze gelip, bir kez daha kavli karar ettiler.
         Milo her zamanki gibi, sakız ağacına elindeki küçük uçlu bıçağı ile kesikler atarken de sol kolunu Asta’nın beline doladı. Üst üste sakız ağacından billur damla sakızlarının ağaç altındaki beyazlığa damlaması için çok derin olmayan ustaca kesitler attı. Adanın dört bir yanı sakız, nar, karabiber, çam, bal tadında incirler veren ağaçlar ve kehribar üzüm bağları ile kaplıydı. Dağ taş tam bir doğa harikasıydı. Ataları bunu yüzlerce yıl koruyup bugüne değin getirmişlerdi. Dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan sakız ağaçları huzurun, barışın, insanca yaşamın ve güzelliklerin hüküm sürdüğü ismi ile özdeşleşen güzelim adalarına özgüydü.
         Aile arasında sözlenmişler, bereketli olacağını umut ettikleri sakız hasadının ardından, bütün adalıların davetli olduğu güzel bir düğünle dünya evine gireceklerdi. Avgonima Köyü’nde babasının yaptırdığı taş evlerine taşınacaklar, diledikleri kadar boy boy çocukları olacaktı. Üzerinden onlarca yıl da geçse, birlikteliklerine özenle kattıkları güzellikler dolu her yıl, sakız ağaçlarına atılan her kesit gibi dibine aşk damlacıkları olarak akacak, sevgileri damlaya damlaya mavi Ege olup, büyüyecekti.
         Milo komşularının sakız ağacı bahçesinde telaşlı bir hareketliliğin olduğunu görünce, kolunu Asta’nın narin belinden çekip, O’nun telaşlanmaması için elinin tersi ile yanağını okşayıp, acele ile taş duvarı atlayıp, soluğu komşularının bahçesinde aldı. Köylüleri Nikos Halkio Köyü’nden bir kaç kişinin korku ile askerlerin adayı karış karış taramaya başladıklarını ve bir kaç güne kalmadan da buralarda olacaklarını anlatıyorlardı. Milo duyduklarına inanamadı. Gelenler Osmanlı askerleri idi. Önüne gelen herkesi çoluk çocuk, yaşlı kadın ve hasta demeden yakaladıkları gibi asıyorlardı. Hemen telaş ve korku içinde olup, biteni bir sakız ağacının gövdesine sarılmış olan Asta’nın yanına geldi. Asta’ya hiç bir açıklamada bulunmadan, elinden tuttuğu gibi, tepeden aşağı koşturarak, nefes nefese bir kilometre ilerideki köylerine geldi. Bütün köylüler şaşkınlıkla köy meydanına toplanmışlardı. Çok geçmeden kendisi ile Asta’nın anne ve babasının bir arada onları telaş içinde ararlarken buldular. Anne ve babaları onları gördükleri zaman sıkıca sarılıp her ne kadar rahatlamış olsalar da, durum oldukça vahimdi.
         Komşu köyler Zyfias, Chalhios, Lithi, Vavilli ve Halkio’dan da insanlar gelmişlerdi. Hararetle ne yapabileceklerini yüksek sesle tartışıyorlardı. Avgonima köyünün ileri gelenlerinden yaşlı ve bir o kadar da saygın bir insan olan Mikis bıyıklarını çekiştirip, etrafındaki kalabalığı teskin etmeye çalıştıysa da, bunun pek bir yararı olmadı. Mikis yüksek bir kayanın üzerine çıkıp, köylülerine seslendi.
         “Sevgili insanlar, sevgili Sakızlılar. Kulağımıza gelen haberlerin hiç hoş olmadığını sizler de artık biliyorsunuz. Bu haberler hiç te hayra alamet değiller. Osmanlı askerleri insanlarımızı katlederek adamızın içlerine, yani bize doğru hızla ilerliyor. Bu durumda bizim yapabileceğimiz ne yazık ki pek bir şey yok. Moralinizi daha fazla bozmak istemiyorum. Ama Osmanlı askerlerinin dünyanın dört bir bucağındaki daha önceki istilalarını bilmiyor değilsiniz. Dünyanın her tarafında oluk oluk kan akıttılar. Şimdi sıra biz masum ve savunmasız Sakızlılar da. Bizden ne isterler, doğrusu bilemiyorum. Acı olan da şu ki, kendimizi savunacak her hangi bir gücümüz de yok. Edindiğim bilgilere göre bütün adalılar Anavatos surlarına sığınmak için hızla ilerlemeye başlamışlar. Bizim de hemen toparlanıp, Anavatos’a tırmanmamız belki de tek kurtuluşumuz olabilir. Diğer komşu köylere de haber saldık. Bir saat sonra yanımıza yük olmayacak şekilde çok az miktarda yiyecek ve içecek alıp, Anavatos’a gideceğiz. Hepinizi Avgonima dışında bekliyorum. Tanrı yardımcımız olsun.” Mikis kayanın üzerinden indi ve köy meydanındaki evine doğru yöneldi. Köylüler korku içinde evlerine dağılırken;
         “Amin… Amin.” Sesleri hepsinin ağzından uğultu halinde bir anda yükseldi. Ve adalılar geçitsiz, aşılamaz, çıkılamaz anlamına gelen Anavatos’a doğru ilerlemeye başladılar.
         Homeros gibi büyük bir Yunan ozanına ev sahipliği yapan bu şirin adayı, korkunç büyüklükteki bir katliam bekliyordu. Sakızlılar hızla Anavatos’a doğru koşturup, tırmanmaya çalışırlarken, Osmanlı askerleri de, bahar ile birlikte dört bir yanı bezeyen gelincik, papatya, menekşe, çiğdem ve sümbül çiçeklerini ayaklarının altında ezerek hızla ilerlediler. Ellerine geçirdikleri günahsız bütün adalıları, yakaladıkları yerde acımasızca astılar.
         En nihayetinde Milo, Asta ve öykü anlatıcınız ben-Melani’nin aileleri de Anavatos’a her tarafımız yara, bere ve çizikler içinde, ölü yorgunluğunda ulaşabildik. Görünen o ki, burada da günlerimiz, belki de saatlerimiz sayılı idi. Can havli ile korku içinde olup biteni beklemeye koyulduk. Yiyecek ve içeceğimiz oldukça sınırlı idi. İdareli kullanmamız gerekiyordu. Anavatos’taki birer kaleyi andıran taş evlere sığındık. Anavatos’lular başka köylerden ölüm korkusu ile akın eden bizleri sımsıcak bağırlarına bastılar. Ancak tamamı ile savunmasızdık. Geçit vermeyen, aşılamayan, çıkılamayan Anavatos da, gözlerini masum insanların kanına dikmiş olan Osmanlı askerleri tarafından geçilip, aşılıp, çıkılacaktı.
         Anavatos’un surlarının ve taş evlerinin duvar diplerinde yorgunluktan çoğumuzun uykuya daldığı, yükseltinin de etkili olduğu biraz serince olan günün sabahında, şafak sökerken askerlerin dört bir yandan tırmandığını gördük. Korkumuz çok büyüktü. Etrafta çıt çıkmıyordu. Adalıların yapabileceği tek şey yukarıdan askerlerin tırmanışını engellemek için, büyük kayaları ve taşları onların üzerlerine doğru yuvarlamaktı. Bu önlem belli bir zaman askerlerin tırmanışını engellese de, çok geçmeden yeni yollar bulup, sinsice ilerlediler. Yakaladıklarını anında olduğu yerde öldürüyorlardı. Bütün insanlar titreye titreye birbirlerine sarılıyor, kadınlar, çocuklar ağlıyorlardı. Ölüm korkusu ile bu ölüm adamlarının eline geçmektense kendilerini kayalıklardan aşağı atmaya başladılar. Kadınlar kucaklarında sıkı sıkıya sardıkları bebekleri ile yüzlerce metre yükseklikteki Anavatos kayalıklarından aşağı atmaya başladılar. Bütün Sakız adası Anavatos’a kurtuluş umudu ile gelmişlerdi. Fakat Anavatos da bizim için bir kurtuluş olmadı.
         Milo ve Asta bulunduğum yarı yarıya yıkık duvarın on metre kadar ilerisinde korku ile birbirlerine sokuldular. Milo’nun aniden ayağa kalkıp, Asta’nın elinden sıkıca tutup, uçuruma doğru koştuklarını gördüm. Bütün köylüler, anne ve babaları engel olmaya kalktılarsa da, bunun önüne ne yazık ki geçemediler. Onların önüne geçmekte çok geç kalınmıştı. Uçurumun başına geldiğimizde, Milo ve Asta çoktan kendilerini uçurumdan aşağı bırakmışlardı. Avgonima Köyü’nün bu dillere destan aşkı, insanımızın yüreğine su serpen, gülümseten sevdası böyle ölümsüzleşti. Bütün köy halkı feryat, figan eyleyip, ağıtlar yakıp, dövünüp çaresizce ağladılar. Anavatos’a tırmanan askerler bütün Sakızlıları yakalayıp, meydanda topladılar. İnsanlar arasında maddi durumu iyi olduğunu gözlemledikleri bir grup insanı ayrı bir köşede topladılar. Bunların arasında ben ve kocam da vardı. Ama ailemin diğer kalanları, oğlum, kızım, annem, babam ve kardeşlerim diğer kalabalığın arasındaydılar. Neden ikiye ayrıldığımızı anlayamadık. Boynu bükük başımıza gelecekleri beklemeye koyulduk.
         Milo deliler gibi sevdiği nişanlısı Asta’nın elinde tutup, kayalıklardan aşağı atlarken;
         “Seni seviyorummm…” diye avazı çıktığı kadar som defa bağırdı. Asta yere çakılırken ancak;
         “Seni sevi….” Diyebildi. Kanlar içinde birbirlerine yakın, uçurumun dibinde düştüler.
         Askerler bütün sakız ağaçlarımızın kuruması için, o güzelim canlıların köklerine tuz serpiştirdiler. Yani yalnız insanlarımızı değil, damla damla elmas zerrecikleri halinde gözyaşı döken ağaçlarımızı, üzüm bağlarımızı, kırlarımızdaki gelincikleri, papatyaları, menekşeleri de katlettiler. Ağaçlarımızda öten yüzlerce çeşit kuşumuzu, ürkek tavşanlarımızı, baykuşlarımızı, kaplumbağalarımızı, evet bütün canlılarımızı korkutup, uzaklaştırdılar, katlettiler.
         Ailem de dahil olmak üzere yaklaşık 47.000 insanımızı hunharca astılar. Binlerce insan Milo ve Asta’yı takip edip, uçurumdan aşağı atladılar. 50.000 Sakızlı Kahire ve İzmir’deki esir pazarlarına sürüldüler. Benim ve kocamın da içinde bulunduğumuz, varsıl olduğumuza inandıkları 2.000 kişilik bir grup, katliamdan arta kaldık.
         Büyük ozanımız, dünya mirası Sakızlı Homeros’umuzun dediği gibi;
         “Temiz kalp, zehirli dillerin bozduğunu düzeltir.” Zamanla temiz kalpler, zehir dillerin gayri insani tahribatını düzelecektir. Zehirli diller yok olmaya mahkum olurken, Ege denizinin kıyılarında yer alan halklar, bu eşsiz maviliğe bakıp, mavimtırak bir renk alan gözleri ile semalarında kanat çırpan barış güvercinlerini, büyük gülümsemelerle izleyecekler.
          Ve yine ozanımız Homeros, Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayıp, Ege insanlarını katlederek insanlıktan alabildiğine uzaklaşanlara, Odeysseia’da olduğu gibi aynen şöyle seslenecektir.
         “Yanıp kül olmuş bir şatodan başka bir şey bırakmayın ölüme.”
         Ege’de, daha doğrusu bütün dünyada, barış yer edinirken, dünyada ölüm ve öldürmenin yeri dar olacak. Ölüm yanıp kül olmuş şatosu ile baş başa kalacak. Milo ve Asta’lar; her daim sımsıkı el ele tutuşacaklar. Kalplerde aşk yoksulluğu asla yaşanmayacak! Yürekler, barındırdıkları aşklar ile Ege kıyılarındaki mavi dalgalar gibi durmaksızın çarpacaklar.



Amsterdam, 10 Ekim 2016

26 Eylül 2016 Pazartesi

“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”


“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”
         İstanbul Üsküdar’da sevgili Roman akrabalarımın düğünündeyim. Tekdüze hayatın getirisi çekilmez olanca sıkıntı, bir anda bilmediğim zulalarına çekildiler. Büyük bir yükten kurtulmanın geçici rahatlığını bütün bedenimde hissettim.  Üzerinde yaşamımızı idame ettirip, bir yandan da kısa ya da uzun olacağını kestiremediğimiz miadımızı doldurma uğraşımızı sürdürdüğümüz yaşlı gezegen, apansız prizden fişi çekilmiş gibi durdu. Dünya alabildiğine nasıl da toz pembeliklere bürünüverdi. Roman akrabalarımın kınalı ellerinde şavkı apartmanların duvarlarında oynaşan  “aynalar ve cımbızlar.” Ne hüzünle düşen yaprağın, ne de Marmara depremi fobisinin önemi var. Denilen o ki, yaşanacaklar bugün ve şu an yaşanmalı. Düğünse; krallara layık bir düğün bütün ihtişamı ile eylenmeli, renga renk elbiseler giyilip, çıkarılmalı diye düşünüyor sevgili akrabalarım.
         Mahallede Roman düğününü görünce kıpır kıpır eden içimin dizginini elimden kaçırdım. Hayatım boyunca var olagelen mahcup, çocuksu utangaç ve çekingen hallerimi nasıl olduysa, bir taraflara atmayı benden beklenmeyen bir ustalıkla becerdim. Bir anda bu güzel insanların arasında buluverdim kendimi. Böylesine muhteşem bir şölene ilk defa tanık oluyorum. Adeta Tony Godlief’in büyük beğeni ile izlediğim Romanları anlatan filmlerinin birinde sıradan bir figürandım. Aman Tanrım, nasıl bir sihirdir bu, inanılır gibi değil. Bu insanlar Dünyayı ne kadar da yaşanır kılıyorlar. Tam anlamı ile “vur patlasın-çal oynasın.” Renkler o kadar göz alıcı ki. Tesadüf bu ya, ben de bugün pembişlerimi üzerime geçirdiğimden, akrabalarımın yanında, bir nebze de olsa soluk kalmadığımdan dolayı, kendimi mutlu hissediyorum. Gelin ve damat öylesine güzeller ki, sormayın gitsin.
         Davul ve klarnet eşliğinde oynanan oyunlar ara sıra es veriyor. Ansızın bir kavgadır başlıyor. Güzelim küfürler sıcak havada kanatlanıp uçuşuyorlar. Öyle vurma, kırma türünden şiddet söz konusu değil. Ardından hiç bir şey olmamış gibi, Roman havası kaldığı yerden devam ediyor. Tekrar rastık çekili albenili gözler süzülüp, kıvrak göbecikler atılıyor. Gerdanlar kırılıyor. Zarif hareketler ile eller bir çırpıda havada uçuşuyor. Kaynanalar karşılıklı raks edip, aynı zamanda da atışıyorlar. Çocuklar kafalarını yukarılara kaldırıp, anne ve babalarını izlemeye koyuluyorlar. Dünyanın tek sahibi Romanlar. Yer yüzü yuvarlağının dört bir yanını yurt edinmişler. Gülümsemeler dünyayı gülistanlığa ve bayram yerine çeviriyor.
“Oynamaya geldik oynamaya
Düğün dernek göbek atmaya
Limoncu derler adıma
Kimseler doyamaz tadıma
Ayılana gazoz bayılana limon
Ayılana gazozu da bayılana limon.”
         Ve çok geçmeden yeni bir kavga için davul ve klarnet kısa bir ara veriyor. Eller bellere sıkıca konulup, meydan okunuyor. Söz düellosu tam gaz bastırıyor. Karşılıklı küfürleşmeler başlıyor. Bacaklar “caarrrtt” diye ayrılıyor.
         Gelinin o dillere destan, göz kamaştıran güzelliği, anlatılması güç asaleti, genç delikanlı dayım-damat Figaro, gururlu, vakur, mağrur duruşlu, nasıl da yağız bir delikanlı kendisi. Sağ olsunlar, gelin ve damat, her Romanın sol göğsünün altında yer aldığı gibi; onların gönüllerinde de taht kuran sönmeyen, harlı özgürlük ateşi, “an”ın ve kuralsızlığın tadı çıkarılarak alabildiğine yaşandığı yürekleri ile mutluluklarına doğru yol alan arabalarının şoförlüğünü (tekin olmayan İstanbul trafiğinde) yapmam için beni onurlandırdılar. Güzeller güzeli zarif Zarife ve hüsnü cemali bir o kadar güzel olan Hüsnü’ye sonsuz mutluluklar dileği ile… Onlar ersinler muratlarına, biz çıkalım kerevetine!
  

İstanbul, 30 Ağustos 2016

12 Eylül 2016 Pazartesi

BAYRAM


BAYRAM
         Asırlardır, her yıl yapılagelen, dört gün boyunca süren ve bütün yurt sathına yayılacak olan yeni bir savaşın, arefesindeyiz. Yarın, sabah şafağında hazır olacak imama uyularak kılınacak bayram namazının akabinde, dört bir koldan; değil silahları, siperleri dahi olmayan düşmana karşı taarruz emri verilecek. İki ayaklı canlılar günlerce öncesinden hazırlıklarını en ince detaylarına kadar yaptılar. Biledikleri kara saplı hançerlerini, saplarını yenileyip jilet keskinliğine getirdikleri baltalarını, satırlarını, palalarını, bıçaklarını, düşmanın her hangi bir firar anında pompalı tüfeklerini büyük bir şuhuyla cephanelerini bir araya getirdiler. Seferberlik hemen ilan edildi. Şimdilik mehter takımı, tamtamlara, Hasan Mutlucan türkülerine, kılıç ve kalkan ekiplerine ihtiyaç yok gibi. Bu savaşta böylesi dolduruşlar rağbet görmüyor.
         Yarın “Kurban bayramı.” İki ayaklı savaşçı canlılar, kendilerinin insani yönden fukaralığına bakmaksızın, dört ayaklı masum-biçare canlıları Tanrı katında çok daha yüksek mertebeler edinmek için, kurban eyleyecekler. Yapılan coşkulu sohbetlerde, verilecek olan savaşın stratejileri belirleniyor. Dost birlikler, kırmızı ve mavi kuvvetler nerelere konuşlandırılacaklar, hangi siperlere kimlerin yerleştirilecekleri teker teker belirleniyor. Taarruzun nereden, nasıl ve hangi öncü birliklerin bilgisi dahilinde yapılacağı da bütün detayları ile saptanmış durumda. Hedef dört ayaklı tek düşmanın canlı kalmaması. Tek tek boğazlanıp, al kanları oluk oluk kara toprağa akıtılacak. 
         Köylüler sohbetlerinde “Biz yedi kişi bir danaya girdik.” gibi garip terimler kullanılıyor. Önceleri bu kadar kişinin bir danaya nasıl girdiklerini kavramakta elbette zorlanıyor insan. Birer birer mi girecekler? Girdikten sonra orada kalacaklar mı? En çok merak edilen de, o kadar iki ayaklı girecekleri yere nasıl sığacaklar? Sonradan yedi kişinin bir araya gelerek, bir danayı hep birlikte katledecekleri, edinilen sinerji ile bu işin üstesinden ancak gelecekleri çok geçmeden anlaşılıyor. Yani adil bir savaş değil. Taşkın bir ırmak olup, öylece saldıracaklar. Toplu halde savunmasız tek başına olan dört ayaklı düşman katledilecek. Eğer hayvan bir koyun veya keçi olursa, bunun hakkından bir kişinin gelebileceğini söylüyorlar.
         Yarın kurban bayramı; milyonlarca hayvanın kelleleri bir anda kırılan ağaç dalları misali yanı başlarına düşürülecek, kanlar akıtılıp, kelleler alınacak. Hayvanların boğazlarına acımasızca vurulan hançerlerden dolayı çırpınışları, böğürmeleri, can havli ile debelenmeleri zerre kadar kâle alınmayacaktır. Dört ayaklı düşmanların esameleri okunmayacak, toplu katliam yapanların vicdanları milim sızlamayacak, onlar duyulmayacaklar ve görülmeyeceklerdir. Danaya giren yedi kişi, kalabalık olmalarına rağmen canını savunacak olan dana ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden, yeni teknikler geliştirme konusunda da bir hayli kafa yoruyorlar. Söylediklerine göre kurban edilecek dana zincirlerle ayaklarından traktörün hidroliğine bağlanacak ve kafası tam yere gelecek kadar havaya kaldırılacak. Tamamı ile bedeni yukarıda savunmasız halde kalan dananın boğazını, kendisine güvenen bir babayiğit, hayvanı gözünü kırpmadan hayvanın boynunda önlü arkalı sürtmeler dahilinde, art arda getireceği tekbirler eşliğinde kesecek. Ve yarın namazının hemen akabinde, günümüz Ortadoğu coğrafyasında karşılıklı saldırılarda daha çok duyulur olan tekbir sesleri, bu kez mırıltılar halinde dört bir yanda duyulacak.
         Etrafta yarın telef olacak olan danaların, koyunların ve koçların sesleri geliyor. Görünen o ki, şimdiden başlarına gelecekleri sezmiş olmalılar. İnilti halindeki bağrışları, adeta yalvarma-yakarma halinde. Otlaklarda anıran eşekler hallerinden memnun olsalar da, her ne kadar “bizlik bir durum yok” deyip, seslerinde arkadaşlarının başlarına gelecek olan felaketten dolayı belirli bir hüzün de yok değil. Köpekler daha uzun uzadıya ulur oldular. Tavuklar, horozlar da pek mutlu gözükmüyorlar. Hayvanlar aleminde hüzün diz boyu. İnsanlar yarınki cihat için ellerini ovuşturuyorlar.
         Hayvanlara yönelik bu amansız savaş, üç veya beş yaşındaki çocukların masum bakışları altında yapılacak. Çocuklar savaş alanından uzaklaştırılmayacak, bizzat tanılık ettirilerek, travmatik bir devreye girecek olan bu masum insancıkların alınlarına zafer nidaları atan, cennet diyarında Huri ve Nurileri garantileyen büyükleri tarafından parmakla, kurbanlık hayvanın pıhtılanan al kanı sürülecek.
         Daha sonrasında da; bilindiği gibi kanı yerlere akan cansız hayvanın bedeni ustura keskinliğindeki bıçaklar, hançerler, satırlar, keserler ve bilumum kesiciler ile lime lime edilerek parçalara bölünecek, etler hemencecik ateşte pişirilip, kavrulacak. Bir batımda, başka bir canlı etinin açlığını çeken midelere lop lop indirilecek. Hayvanın bedeninden kopartılan kilolarca et insanların midelerini dolduracak. İnsanoğlunun kendisine besin olarak gördüğü, başka bir canlının etine olan özlemi bitecek, bugüne değin edindikleri negatif yüklü elektriklenmeler minimum bir seviyeye inecek, öldürme iç güdüsü belli bir zaman dilimi için kafalardan silinecek. 
          Danaya giren yedi kişi karşıya tek geçit olan “kıldan ince-kılıçtan keskin” Sırat Köprüsünden kurbanlıklarına binip, ayaklarını sallaya sallaya, hiç bir ücret ödemeden, "Buyursunlar ağam-paşam hoş geldiniz. Boş gelmiş olsanız da hiç bir ehemmiyeti yok." bir çırpıda 'yedi katlı cennet yakasına' geçecekler. Bu durumda danalara giremeyenlerin durumu biraz zor gibi görünüyor. Cennete giden yol 'danaya girmekten' geçiyor. Giremeyenlerin, Allah taksiratlarını affetsin. 
          BARIŞIN BAYRAM GÖRÜLDÜĞÜ YARINLAR BİR AN ÖNCE GELSİN. BAYRAM KUTLU OLSUN!



Büyükcamili, 11 Eylül 2016

28 Ağustos 2016 Pazar

DİKKAT!


DİKKAT!

Ve koca bir yılın ardından, yine insanın üstüne üstüne sökün edegelen, "beni benden alan" İstanbul sokakları. Dön dolaş, bilinen balık istifi değil, insan istifi, alabildiğine hınca hınç bir kalabalık. Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Sokaklar tıklım tıklım kalabalık. Her bir yanda, her türden insan mahşeri. Mini etekli, bıyıklı, sakallı, yakışıklı, güzel, çirkin, şişman, zayıf, çarşaflı, peçeli, turbanlı, pantolonlu, şortlu, kasketli, külahlı, silahlı, sarıklı, kravatlı, yalvaran gözlüler, az da olsa gülümser gibi-gibi olanlar, somurtanlar, hayat yorgunları, asık suratlılar, masum çocuklar, işportacılar ve dilenciler. Ama her elde son model mobil telefonlar.
“Aloo… Beni duyuyor musun. Tamam AVM’de buluşalım. Fazla vaktim yok, zamanında gel canım. Olmaz mı. Hadi öptüm.”
Hava sarı sıcak, sokaklar kalabalık.
Kafaya dikkat!
Kıça dikkat!
Yanı başında yürüyen, karına dikkat!
Çocuğuna dikkat!
Çantana dikkat!
Ceplerine dikkat!
Kazıklanmamaya dikkat!
Acaba taksici sizi doğru yoldan götürüyor mu, dikkat!
Tarhana çorbası trafiğe dikkat!
Konuşmalarına dikkat!
Akla gelebilecek her şeye dikkat!
Hayatta kalmak adına dikkat!
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Ol bedenden pıtır pıtır akan “tüh tüh kırk bir buçuk kere maşallah” mavi boncuk terler. Siyah poşette kilosu 1,5 tl. olan, hani salatasının tadı da pek bir merak edilen Çanakkale tarla domateslerinin ağırlığı.
Kafanıza her an her yerden bir şeyler düşebilir.
Kıçınıza her an parmak atılabilir.
Karınıza birileri her an laf atabilir.
Çocuğunuz her an kaldırım taşına takılıp, tökezlenip yüz üstü düşebilir.
Çantanız her an sizden uzaklaşabilir.
Ceplerinizde her an başka eller dolaşabilir.
Yüzlerce yıl önce keşfedilen ve dünyanın kaderini değiştiren tekerlekler her an bedeninizin üzerinde seyr-i sefere çıkabilirler.
Korsan kitap tezgahında Orhan Pamuk’un altı yılda yazdığı kitap 5 tl. Müşteriler arasından, güç bela sıyrıldı önlere doğru ve ardından bağırdı (modern görünümlü Cumhuriyet kadını olarak kabul gören teyze);
“Evladım Nutuk var mı?”
Kitaplarına iyice göz gezdirdi ve ardından üzgün bir eda ile yanıt verdi, tezgahtar Kürt çocuk.
“Abla Nutukkk… mu dediniz (O da nedir loo? Yenilir mi, içilir mi?). Yoktur abla ama yarın mutlaka gelir. Abiler, ablalar buyurun; Orhan Pamuk sadece 5 lira.”
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Yeşil poşette kilosu 2 tl. iştah açıcı rengi ile tadı merak edilen, mürdüm eriklerinin kurşun ağırlığı.
Eşarp 5 tl. Üç eşarp alırsan 10 tl. Renk renk buyur seç beğen al.
Ona dikkat, buna dikkat. Engelleri aşıp akıp giden, yoran, bitap düşüren hayata dikkat.
Jan janlı vitrin camlarında “Bizimle çalışmak ister misiniz?” gibi abes sorular.
Kalabalık çok kalabalık. Daha da kalabalık olacak. Suriye’deki iç savaştan daha çok insan can havli ile kaçacak. Rivayet o ki, var olagelen kalabalık daha hayli çoğalacak. Hareket halinde insan kolonileri.
Kampanyamızı sakin kaçırmayın. Ooh ne güzel, ne rahat, yan gelde keyfine bak, Kampanyalı lüküs hayat."
 Öylesine bir güven veriyordu ki pala bıyıklı pazarcı, olmadık anda nutkumuz tutuldu, akıl edip tadına da bile bakmadık. Acı olduğunu söyledi. Acaba beyaz poşetteki kıl biberler acı mı?
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Dikkat etsen de etmesen de kıçından maviş maviş boncuk terler akacak! “Ve hayat her şeye rağmen güzel be kardeşim.” Kısmet bu, hani olmasa da ince belli çıtır bir sevgilin, al çıtırından susamlı bir simit, çıtır çıtır hayatın tadını çıkar.

İstanbul, 28 Ağustos 2016


7 Ağustos 2016 Pazar

SAKLAMBAÇ





SAKLAMBAÇ  

         Aah… Canımın içi, canım, cicim, güzel, tatlımsı, kekremsi, ekşimsi, balımsı, reçelimsi, gamzeli-gamzesiz, şekerimsi, gül kokulu, çiçek, sevecen, ivecen, sevgili insanlar. “Karadutlar, çatal karamlar, çingeneler, gülen ayvalar, ağlayan narlar, kadınlar, kısraklar…” Sevgili, sevgili insanlar. Bir ağaç dalı kırmak vicdanları sızlatırken; ne kadar da çabuk birbirinizi kırar, yorar, olmadı marifetmiş gibi hakaretler yağdırır, en dibe vurdurur, düşene bir tekme de siz atar, size karşı gösterilen onca insanlığın köküne bir anda kibrit suyu çeker oldunuz. Şaşmamak elde değil. Aman Tanrım bu ne yaman çelişki, bu ne aymazlık, ne akıl almaz bir durum, bu ne kısır döngü? Ne denir sana bilinmez ki. Dil lal olur, söylemeye varmaz insan, zavallı insanlık mıdır seninkisi? Oysa alnının süt beyaz akı ile sana yakışan, heyhat; asaletli büyük insanlıktan olabilmek de vardı.
         Kiminiz, insanlığınız gereği benliğinizde olabildiğince var olagelen bütün iyi yanlarınızı beraberinizde bir gölge gibi taşırsınız. Yüreğinizden kopaduran ince duyguların getirisi gereği, karşınızdakine, elinizden geldiğince iyi davranmaya ve bir dediğini iki etmemek için bir kereye mahsus yeryüzüne gönderilen tatlı canınızı dişinize takarsınız. Dişinize taktığınız canınız inim inim acısa da, bir kez, sevdiğiniz kişinin o kutsal ağzından “bir” çıkmıştır. Bu sayının milim kıpırdamadan, yukarılara çıkmaması gerekir. İnsanlığınız, sevginiz, kendinizce yaşadığınız coşkulu aşk, kalbinizin pır pırları bunu gerektirir ve bunu harfiyen yaparsınız da.
         Ve gün gelir, yaptıklarınızın hiç bir kıymeti harbiyesi kalmaz. “Halik bilmezse Malik bilir” diye yaptığınız iyilikler ile deniz dolup taşar. Nerede bu Halik ile Malik diye boşuna bakınıp, durursunuz. Bir kez daha hayat size dibin en derinine vurdurur. Derinlikte ellerinizi yukarı doğru kaldırıp, yalvarır, debelenir, Tanrı’dan nerede ve nasıl yanlışlıklar yaptığınıza dair aman dilenirsiniz. Bir yanıt gelir mi, bilinmez. Ama siz yalvarıp yakarmaya devam edersiniz.
         Elbette diplere vurdurulduğunuzda, tam da içinizdeki derinliğin rengine dönmüşken, Tanrı’nın da bulunduğunuz derinliklerde yanı başınıza gelmiş olmasını çok arzularsınız. Belki de size en büyük teselliyi Tanrı’nın kendisi verecektir.
         Var mıdır yumuş yumuş elleri bilinmez ama ola ki var, başınızı okşamasını, parmakları ile yüreğinize dokunmasını istersiniz. “Yapma oğlum, yapma kızım” veya akrabalık dereceniz ne ise kendileri ile neyi iseniz artık O’nun, öylesi bir hitap ile teselli edilmeyi bütün yüreğiniz ile beklersiniz.
         Var mıdır gözleri, yalvaran buğulu gözleriniz ile O’nun gözlerine durmak, yalvarmak, medet ummak istersiniz. Utanma, sıkılma, mahcup olma duygusuna hiç kapılmazsınız. Anneniz, babanız, kardeşleriniz, dostlarınız ve arkadaşlarınızdan önce belki de bu güce aitsiniz, O sizin Tanrınız. Anneniz, babanızın zamanı geldiğinde size dirsek gösterme ihtimali olduğu halde, Tanrınızda böylesi bir ihtimale sıfır olasılık tanırsınız.
         Var mıdır bilinmez ama hani varsa kolları kucaklanmak, bağrına basılmak da istersiniz elbet. Sizi size getirecek olan sıcaklığını hissetmek en doğal hakkınız gibi görürsünüz.
         Var mıdır bilinmez ama ola ki varsa yüreği, Tanrı’nın yüreğinin kapılarını sonuna kadar açmasını beklersiniz. Yüreğine sığınıp, oraya kıvrılıp, güven içinde kıvrılıp kalmak istersiniz. Sığındığınız bu güvenli limanda dilediğiniz kadar demirleyebilmelisiniz.
         Var mıdır kocaman ayakları bilinmez. Varsa ayakları siz O’na O size doğru koşsanız. Nefes nefese kalsanız.
         En yakınınız tarafından çelme takılıp, acılar içinde yerlere kapaklandığınızda, “merdivensiz kör kuyulara” atıldığınızda, “denizler ortasında yelkensiz bırakıldığınızda” ve dolayısı ile yeniden, hak etmediğiniz halde hayata on sıfır yenik başladığınızda, gizemin ortadan kalkmasını, Tanrınızın yanı başınızda olmasını istersiniz ki, bu sizin en doğal hakkınızdır.
         Tanrı bir gizem olmasa, “elma” diye bağırdığınızda ortaya çıksa. Her daim “armut” duyumlarını algılamasa. Gelip, günah veya sevaplarınızın kabarıklığına bakmaksızın, beyaz ipek bir mendil ile gözyaşlarınızı silse. Ellerinin, kollarının, gözlerinin ve yüreğinin olup olmadığını bilmediğimiz Tanrı, Tanrılığını gösterse.
Oldu olacak karşılıklı oturup, verilen, sizi size getiren, on sıfırlık yenilginizin üzerine sünger çeken, dibe vuruşunuzu unutturan tesellinin ardından, karşılıklı oturup, birer köpüklü kahve içseniz hiç de fena olmaz değil mi?
         Bağır bağıra bildiğiniz kadar: “Elma… Elma…” Belki kulakları vardır, sizi duyar, aniden çıkıverir ortaya ve akabinde hemen size koşar!

Amsterdam, 7 Ağustos 2016






2 Ağustos 2016 Salı

VE



VE

         Açık balkon kapısından gelen öğle vakti ezanının sesi ile içi geçtiği halde daldığı bir anlık uykudan uyandı. Eşarbını uzandığı koltuğun yanındaki sehpadan alıp, çenesinin altından çok sıkmayacak şekilde bağladı. Ankara’da oldukça bunaltıcı bir yaz günü idi. İlerleyen yaşı itibarı ile iyice derine kaçmış, büyük birer pırlanta taşı misali hala parlamaya devam eden kara gözlerini oğuşturup, ayaklarını sürüyerek balkona çıktı. Balkon, evin içine kıyasla daha serince idi. İnce parlak ve yumuşacık bir deri ile kaplı boğumlu ellerinin yardımı ile balkondaki sandalyeyi altına gelecek şekilde gürültü ile çekiştirip, yavaşça oturdu. Çıkık çenesini, balkon demirine üst üste koyduğu ince kemikli kollarına dayadı. İki ayrı kuyudaki birer kömür parçasını andıran gözlerini kısıp, sokağı seyre daldı.
         Ezan sesi kesileli çok olmasına rağmen mahalle camisine doğru hala telaşla koşturanlar vardı. Sokağı, beklenmedik bir anda davul ve zurna sesi sardı. Kurdele ve çiçekler ile süslenmiş bir kaç araba, var olan dayanılmaz gürültülerine klakson seslerini de katıp, karşı binanın önünde durdular. Davul ve zurnanın sesi kulakları tırmalarken, arabalardan süslü püslü giyinmiş kızlı erkekli gençler indiler. İçlerinde damat olanı, acemi adımlarla komşu eve doğru gençler ile birlikte yöneldi. Düğün bu akşamdı ve gelini baba evinden alacaklardı. Bir anda çevredeki bütün binaların pencerelerinden meraklı kadın ve erkek kafaları uzandı. Balkonlara çıkanlar, balkon demirlerine yaslanarak, hafif aşağıya doğru eğilip, gelin alma seremonisini izlemeye koyuldular. Gelin evindeki gerekli işlemlerin yapılmasının ardından, çok geçmeden ak bir gelinlik içinden komşunun bir kuğuyu andıran kızları, mahcup damadın kolunda, davul zurna ve gençlerin alkışları arasında merdivenleri indiler. Yüzlerinde büyük gülümsemeler ile gürültülerini artırarak, yeniden geldikleri arabalara doluştular.
         Emine iyice konsantre olup, seyre dalmış olmalı ki, çene kemiğinin kolunu bir hayli çukurlaştırıp, acıttığını hissetti. Kalabalık sokaktan el etek çekti. Sessizlik hakim oldu. Emine sandalyede oturmasını sürdürüp, balkon demirinden uzaklaştı ve sırtını sandalyeye dayadı. Balkona kadar dalları uzanan büyük çınar ağacının dalına konan serçe Emine’nin ilgisini çekmek için cik cik de cik cik olmadık diller döktüyse de olmadı. Pençe, kaş, işmar, göz etti, ama yine de olmadı. Tamamen umudunu kesince de apansız pır pır edip, çırptığı kanatlarla hayal kırıklığı ile uzaklaştı. Emine ise genç kızlığı yıllarına gitti ve o zaman diliminde kalakaldı.
         On yedi yaşında, O da böylesine kuğu görünümünde bir gelin olup evlenmişti. Zaman nasıl da çabukça geçti. Hesabına göre o mutlu gün, yaklaşık altmış yıl kadar gerilerde kaldı. Yüzünde önce belirsiz bir gülümseme ve ardında duraksama oldu ve ardından kendisinin de o yoksulluk yıllarında ruhunun derinliklerinde uyuklayan ilk evliliğine ait anılar bugün gibi kömür gözlerinin önünde gidip, geldi.
         Gözlerden ırak, iki insan arasında gizli gizli büyüyen bir sevdaydı onlarınki. Emine’nin  Şahin’e dair yüreğine doluşan duyguları, O’nu ondan alıp adeta uçuruyorlardı. Kocaman birer kahkaha gibi birbirlerinin hayatlarını dolduruyorlardı. Bulutlarda gezinen, karnına doluşan renga renk kelebekleri okşayan ve biçimli dik göğüsleri ile gurur duyan güzeller güzeli genç bir kızdı, o zamanlar. Genç ve güzeldi. Onca sıkıntılı yılın sonrasında; gençlik de, güzellik de kendisini “ve” ile baş başa bırakıp, gittiler. Ne yazık ki bu gidişin dönüşü de, haliyle olmadı.
         Araya akrabaların girmesi ile birbirlerini ölesiye seven iki genç güzel bir düğün ile dünya evine girdiler. Artık gizlilik ve saklılık ortadan kalkmıştı. İstediği zaman Şahin’in beline sıkı sıkıya sarılıp, gece karası dalgalı saçlarını savurup, kafasını sevdiğinin göğsüne yaslayabilirdi.
         Emine sevdalı yüreğini Şahin’in avuçlarına, başını O’nun göğsüne ancak bir yıl kadar koyabildi. Beklenmedik bir anda gelen amansız bir hastalık, ölesiye bir sevda ile tutkunu olduğu kocasını elinden aldı. Gökyüzündeki güneş yandı, kül oldu. Küller Emine’nin başına yağdı, dünya zifiri karanlığa büründü. Sular, seller çekildi, dünya çoraklaştı. Emine yüreğinde büyük bir boşluk ve eziklik ile tekrar babaevine döndü. Bir başına yasını tuttu. Dünyaya küstü, üzerinde uçuştuğu bulutlar O’nu tekrar yeryüzüne bıraktı. Karnında uçuşan kelebekler yok oldular. Gözlerinin feri kayboldu, dizlerinin bağı çözüldü, kalbinin atış ritmi dibe vurdu, dünyası tarumar oldu.
         Baba evine dönmesinin ardından, yeni talipleri çıksa da bunlara karşı direndi. Her geleni, elinin tersi ile geri çevirdi. Dört yıl kadar çok güç koşullarda evin içinde hayalet gibi dolaşan, hiç bir kimse ile tek kelime konuşmadan yüreğini ezen acısını yaşadı. Yeni talipleri gelmeye devam ediyordu. Bu talipliler arasında Orhan da vardı. Sonunda Emine’nin dayanacak gücü kalmamıştı. Baba evinde de bir ölü gibi dolaşıp, ailesine daha fazla sıkıntı vermek istemiyordu. Anne ve babası da kendi hayatlarını yaşayabilmeliydiler. Onlar için sorun olmak istemiyordu. Bu nedenle dört yıl aradan sonra Orhan’ın teklifini kabul etti. Kendi halinde, uzaktan baba tarafından da akraba olan iyi bir insandı. Babasının da baskısı ile bu isteğe boyun eğdi. Böylece ikinci defa dünya evine adım attı. Ama ikinci kez gelen adımlarda hiç bir istek, yüreğinin tellerini titreten, O’nu ondan alıp götüren, karnında daha önceki gibi kelebekler uçuran, bulutlarda gezdiren en küçük bir hareket yoktu. Alnımın kaçınılmaz çizgisi deyip, yeni kocasının yanında yer almaya çalıştı.
         Orhan elinden geldiğince, yüreği yaralı eşi Emine’yi anlamaya ve duyduğu acıyı O’na unutturmaya, iyi bir koca olmaya çalıştı. Belli bir süre sonra Emine ile çocuklarının olmasını, kendisini baba yapmasını istedi. Aradan, iki, üç, dört ve derken beş yıl geçtiği halde, bu konuda herhangi bir gelişme olmadı. Orhan’ın annesi ve babası baştan beri bu evliliğe pek razı değillerdi. Oğullarının isteği karşısında razı gelmişlerdi. Ama buraya kadar deyip, yaşı daha fazla ilerlemeden kendilerine torunlar verecek birini aramaya koyuldular. Bütün akrabalarını bu konuda seferber ettiler. Sonunda komşu köyde Kel Mustafa’nın kızı Songül’e oğulları için talip oldular. Songül’ün her ne hikmetse ağzı, burnu, kalçaları, göğüsleri, elleri ve ayakları kocamandı. Emine hayata küstü. Orhan’ın bu girişiminden sonra, O’na da küstü,  bir kaplumbağa gibi büsbütün kabuğuna, kendi derinliklerine çekildi. Orhan eşi Emine’nin üzerine getirdiği kuma Songül ile cicim aylarını uzun uzadıya sürdürdü. Songül kocaman kıçını, sarkık ve oldukça büyük göğüslerini sallayıp, Emine'ye de küçümseyen bir bakış atıp, Orhan ile saatlerce yatak odasına kapanıyordu. Bu kapanmalar bir süre sonra meyvesini verdiği için, Songül’ün karnı da diğer organları gibi gün geçtikçe büyüdü. Emine ile her göz göze gelişlerinde nispet yapar gibi karnını okşuyordu. Emine ise olup biteni görecek durumda değildi. Ne Songül’ün Orhan ile saatlerce kikirdeyip odaya kapanmaları, ne yaptığı nispet, ne de kocasının gözünde bütün önemini yitirmesi umurunda değildi.
         Yıllar böyle geçti. Songül her yıl bir çocuk dünyaya getirdi. Dört erkek ve üç kızın ardından üretimi sonlandırdı. Kocaman olan her tarafı daha da irileşti. Çocuklarının ve Orhan’ın arasında yuvarlanaduran devasa bir topa dönüştü. Çocuklar büyüdüler. Emine onları kendi çocukları gibi görüp, sevgisini esirgemedi. Buna karşılık çocuklar annelerine benzemedi. Hepsi Emine’ye saygıda kusur etmediler, O’nu da anneleri gibi gördüler. Hatta yeri geldiğinde kendi öz anneleri Songül’ü eleştirmekten geri kalmadılar.
         Yarım asrı aşkın bir süre, el ele verip ateş topları gibi Emine’nin üstüne üstüne gelerek geçti. Bu uzun yıllarda tek mutlu anları çocukların evlilikleri ve onların mesut zamanları oldu. Kocaman ömrüne yaklaşık bir yıllık bir mutluluk sığdırabildi. Onlarca yıl karanlık kasvet, sıkıntı ve yaşanmamışlık ile geçti.
         Karanlık bastırmak üzereydi. Uzaktan Songül ile Orhan’ın kahkahalar atarak geldiklerini gördü. Dönüp dolaşan serçenin aklına Emine takılmış olacak ki, sohbet etmek üzere bir kez daha gelip çınar ağacının dalına kondu. Emine mutfaktan aldığı küçük bir ekmek parçasını serçeye tuttu. Minik kanatlarını küçük uçuşlarla çırpıp, Emine’nin elindeki ekmek parçasının etrafında dolandı. Bu arada Emine ile iletişim kurmaya çalışıp, etrafı cıvıltılara boğdu. Oturma odasından kahkahalar yükseldi. Emine’nin elindeki ekmek parçası bitince, serçe ile vedalaşıp odasına çekildi. Serçe kursağı dolu, mutlu bir şekilde kendisini uzaklaştıran kanatlarını üst üste çırptı. Yıldızlar karanlığı delip, yeryüzüne ulaştılar. Sokak lambaları dizili bir inci kolyeyi andıracak şekilde art arda yandılar. İşlerinden gelen, yorgun oldukları her halinden belli olan insanlar, elleri kolları dolu bir şekilde kapılarını açıp, evlerine girdiler. Ankara’da bastıran karanlık oldukça bunaltıcı bir yaz akşamına dönüştü. Odasında uzandığı yerde gördüğü rüyada Şahin gülümseyerek, Emine’nin gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Emine’nin yüzündeki kırışıklar bir an için kayboldu, gamzeleri derinleşti.

Amsterdam, 2 Ağustos 2016
       
          

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...