31 Ağustos 2017 Perşembe

KUYRUK



KUYRUK

          Uzun zamandır, uzaktan uzağa, bin bir ihtimamla kollayıp kolaçan ettiğim, rüyalarımdaki ulaşılmaz av nihayet ağzımda. Avımı keskin dişlerimin arasında olabildiğince sıkı tutuyorum. Çok geçmeden ailecek oldukça leziz bir ziyafet çekeceğiz. Şükürler olsun, Tanrı bugün de yüzümü güldürdü. Yıldızlar gibi parlayan gözlerimi mutlulukla kırpıştırdı. Hakkım olan avı; her zamanki gücüm, zekam ve atikliğimle almasını bildim. İştahım adeta bir tavus kuşu gibi kabardı. Ağzımdan salyalar akıyor. İnce, uzun ve biçimli çenemin arasında Camili Köyü’nden Kör Zewe'nin üzerine titrediği, çok kıymetli Mor İbik horozu var. Çok geçmeden, taş çatlasın yirmi dakika sonra Mor İbik'le; değil zil, tam anlamıyla kilise çanları çalan karnımı doyuracağım.
          Mor İbik can havliyle, af edersiniz; kıçını yırtarcasına beyhude “imdat... imdaaat...” diye bas bas bağırıyor. Ortalığı yok yere velveleye veriyor. Kendileri şunu bilmeli ki, benden kurtuluşu yok. Böyle bağıracağını bilsem tek hamlede mor ibikli kafasından yakalardım. Böylelikle “gıkı” dahi çıkmazdı. Bu bana ders olsun. Böylesi cazgır bir horozla ömrü hayatımda ilk defa karşılaşıyorum. Aman Allahım Kör Zewe’nin Mor İbik horozunun canı ne kadar da tatlı. Anlaşılan biraz fazla şımartılmış. Canının tatlılığı zat-ı alilerinin ibiğinin morluğundan mı, geliyor acaba?
          O da ne? Yirmi metre kadar ileride Kör Zewe'nin kocasını görüyorum. Camili Köyünde kimilerinin de Çıtak dediği Heyderi Hecike tüfeğini bana doğrultuyor. Sakınımlı adımlarla, gözlerini belerterek benden yana ilerliyor. Hemen kümes duvarının dibinde soluğu aldım. Heyderi Hecike 'gez-göz ve silme arpacıktan' deyip nişan alana kadar postu deldirmekten kendimi zor bela kurtardım. Korkudan yüreğim ağzıma geldi. Nefes alıp veremiyorum. Dört ayağım birden adeta kötürüm oluverdi. Ama Mor İbik'i de dişlerimin arasında sıkıca tutmaya devam ediyorum. Kendimi bir an önce toparlamam gerekiyor. Bütün gücümü ayaklarıma salıp, her halinden keskin bir avcı olduğu belli olan Heyderi Hecike'nin menzilinden çıkmalıyım. Duvarın dibinden çıkmadığımı görünce nişan almayı bıraktı. Av tüfeğini yavaşça yanına saldı. Kaçmanın tam da anı. Pire gibi bir çırpıda ileri doğru sıçradım. Benim duvar dibinden çıkmamla birlikte, Kör Zewe'nin kocası da tüfeği yeniden bana doğrulttu. Bir el ateş etti. Ama hayli uzaklaştım ve O'nun atış menzilinden çıktım. Mor İbiğin de sesi kesilmişti. Muhtemelen o panikle dişlerimi iyice geçirmiş olacağım ki, o da can vermiş olmalı.
          Hızla yuvama doğru koşturuyorum. Evimiz hayli uzaklarda. Camili Köyü'nün dışında, Qolit Tepesi'nin kuytuluk bir yamacında. Bir civa damlası misali yolumda akıp koşturadururken, ansızın kuyruk kısmımda bir yanma hissettim. Ardımda aynı zamanda bir hafiflik de vardı. Dönüp bakmaya korksam da, merakla baktım. Kuyruğumun yerinde yeller esiyordu. Görünen o ki, Heyderi Hecike'nin av tüfeğinden seken saçmalar kuyruğumu koparmıştı. Bir an durakaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Kuyruksuz bir tilki herkes için alay konusu olmak demekti. Bu halimle karım Maviş'in karşısına nasıl çıkacaktım. Qolit Tepesi'nin maskarası olacak, bütün hayvanlar hep bir ağızdan halime güleceklerdi. Anlaşılan yaranın sıcaklığından, saçmaların değme anını hissedemedim.
          Nihayet yuvama yaklaştım. Kimseciklere görünmemeye çalışıyorum. Kendimden utanıyordum. Karizmam bir gölge misali yerlerde sürünüyordu. Nice kadının hayallerini süsleyen o güzelim kuyruğum Camili Köyü’nde O Kör Zewe'nin kümesinde kalmıştı.
Kuşluk vaktiydi. Yuvamın kapısına gelince ağrı dayanılmaz hale geldi. Kuyruğumu dik tutmalıydım, ama olmayan kuyruk da dik tutulamazdı ki. Kapıda beni karım Maviş, kızlarım Döne, Yeter ve Bese karşıladılar. Ağzımda Mor İbik'i görünce aynı anda arka ayaklarının üzerinde dikeldiler. Ön ayakları ile beni alkış yağmuruna tuttular. Ben çan çalan karnımı unutmuştum. Kuyruğumun yokluğunu göstermemeye çalıştım. Maaile sofraya oturduk. Yüzüme zoraki büyük bir gülümseme oturtmak zorunda kaldım. Kızlarım ve karımın sofradan aç kalkmamaları için dişimi olabildiğince sıkıyorum. Ağzımda bir iki lokmayı yuvarlayıp durdum. İçimde buruk bir mutluluk var. Bir kez daha ailemin karnını doyurmuş olmanın gururu yaşıyorum. Onları şimdiye kadar olduğu gibi kimselere muhtaç bırakmadım, diyerek kendi kendimi avutuyorum. Ama bu defa avlanma bana oldukça pahalıya mal oldu. Deyim yerindeyse, 'ava giderken avlandım.' Ailecek karnımız doydu. Geriye sadece Mor İbik'in gök kuşağı renklerindeki parlak tüyleri kaldı.
          Kuyruk acım yüzüme yansımış olmalı ki, karım Maviş korkuyla yüzüme baktı. Olup biteni anlatmak zorunda kaldım. Kızlarım kuyruksuzluğuma bakıp feryatlarla ağladılar. Çok geçmeden başımdan geçenler bütün Qolit Tepesi diyarındaki hayvan dostlarımız tarafından kulaktan kulağa yayılmayla duyuldu. İlk önce hem kapı komşumuz hem de kadim dostlarımız olan kirpi ailesi Mujik, karısı Tujik çocukları Jüjican, İpek, Zarife ve Kadife geldiler. Tujik çocuklarıyla kır çiçeği toplamışlar. Kocaman birbirinden güzel çiçeklerle bezeli bir buket getirdiler. Üzüntülerini dile getirdiler. Mujik şifalı otlardan yaptığı ve beraberinde getirdiği bir merhemi kopan kuyruğumun yarasına özenle sürdü. Acım biraz olsun dindi. Çaylarımızı yudumladık. Mujik ve Tujik'in gösterdiği yakınlık beni hayli mutlu kıldı. Öyle ki kopan kuyruğumu dahi bir an için unuttum. Müteşekkirdim. Duyduğum minnettarlıkla aniden içimden onlara sarılmak geldi. Hiç beklemedikleri bir anda kollarımın arasında bu değerli dostlarımı sıkı sıkı sarmaladım. Aman Allahım, bu nasıl bir acı? Bütün bedenime yayından kurtulan binlerce ok aynı zamanda saplandılar. Kuyruğumun acısı bunun yanında hiç bir şey değildi. Oysa beni bu konuda daha önce defalarca uyarmışlardı. Kirpilerle dostluk oldukça riskliydi. Acıdan kıvrandım. Tujik nasıl da mahcup olmuştu. Üzüntü ile:
          “Kahrolası dikenlerimiz diyeceğim ama, Allah bizi de böyle yaratmış. Böyle dersem isyan etmiş olurum. Allah’ın gücüne gider. Ne olur Cingöz kardeş kusurumuza bakma. Böyle olacağını bilsek uzak dururduk. Biliyorum canın çok yanmıştır. Her ne kadar ‘gül’ olmasak da, bu durumda şöyle desek yeridir. Kirpiyle dost olan, dikenlerine de katlanmak zorunda kalır.” Bir kez daha dişimi sıkıp acımı saklamak zorundaydım.
          “Ah Tujikciğim, sevgili dostum, üzülme geçti. Evet çok acıdı ama geçti. Ben duygusallığımdan, sürekli sevdiklerime dokunmak isteyen biriyim. İçime güzellikler salan herkese, dayanamayıp hemen sarılıyorum. İyi ki varsınız. Dost olarak verdiğiniz inanılmaz desteğiniz için de ne kadar çok teşekkür etsem azdır. Sizlerle dost olmak bizleri her daim onure etmiştir. Bunu bilesiniz.
          Mujik çay sonrası içtiği beş kadeh rakının ardından çakır keyif oldu. Bu kez de O bana sarılmak istediyse de, kendisinden can havliyle beş adım uzaklaştım. Tujik kocasını zor bela yatıştırabildi.   
          “Sarılacağım da sarılacağım” diye tutturdu.
          Zaman hayli ilerledi. Mujik, Tujik ve çocuklarını evlerine uğurladık. Çok mahcuptular. Kapıdan uzaktan uzağa onlarca öpücük yolladılar. Çocukları ne kadar da hoştular. Vakur birer kişilikleri olan Mujik ile Tujik'i her zaman takdir etmişimdir. Bu güzelim çocuklara iyi bir aile terbiyesi vermişlerdi. Saygıda kusursuzdular. İşin doğrusu ben ve karım Maviş de bu konuda elimizden geleni yaptık, yapıyoruz. Bunun övgüsünü ben yaparsam, elbette ki kimselerin katında yakışık almaz.
          Hala bütün bedenimde acı hissediyordum. O gece güzelce dinlendim. Bundan sonrasında kuyruksuz bir tilkiydim. Her şey olabilirdi, ama kuyruksuz bir tilki olmak, tabiatın kanununa aykırıydı. Geldiğim noktayı tasavvur bile edemiyordum. Bu yeri kapatılamayacak olan eksiklikliğin vermiş olduğu rahatsızlıktan dolayı en büyük desteği canımın içi, bir su damlası güzelliğindeki Maviş'imden alacaktım. Beynimin bütün kıvrımlarında; 'kuyruksuzluğun o dayanılmaz hafifliği' vardı. Gökyüzündeki güneşim olan karım Maviş, gece boyunca beni teselli etti. Nasıl da onca sevgisini dilinden kalbime yağ eyleyip, kaydırmayı ustalıkla biliyordu. Hatta biraz olsun, olup biteni unutmak için güzelce seviştik. Karım benim. Nasıl da her şeyi yerinde ve zamanında düşünürdü. Kuyruksuzluğa rağmen hayat güzeldi. Mavişim ile daha bir güzeldi.
          Heyderi Hecike av tüfeğini sırtlayıp evine döndü. Kör Zewe'nin dolaba sürekli koy-çıkar yaptığı serpme kahvaltıyla karnını güzelce doyurdu. Sonrasında balkonda ayaklarının dibine büyükçe bir bez serdi. Av tüfeğini parçalara ayırdı. Her parçayı güzelce silip yağladı. Heyderi Hecike'yi av tüfeğini yağlarken gören kör Zewe, kocasına alaylı bir edayla yanaştı.
              “Bak hele bak. Sanki büyük bir iş yapmış da, bir tilkiyi dahi on metreden vuramayan keskin nişancı tüfeğini yağlıyor.”
          Heyderi Hecike tüfeğinden birbirine karışarak yükselen yağ ve barut kokularını bir müddet ciğerlerine çekti. Bir taraftan da sinirlerine hakim olmaya çalıştı. Hiç istifini bozmadan arkasına sakladığı Cingöz Tilki'nin alımlı kuyruğunu havaya kaldırdı.
               “Peki buna ne dersin Zewe Hanım. Eğer vurmadıysam bu nedir söyler misin?” Kör Zewe burnundan solumaya devam etti.
               “İyi Heyder Bey tamam. Haklısın. O kör olası tilkinin kuyruğu burada. Peki benim Mor İbik horozum nerede? Söyleyeyim mi? Nerede olacak, kuyruksuz tilkinin kursağında. Ne yapayım bu kuyruğu? Harman yerinde anıran boz eşeğe ikinci bir kuyruk olarak takamam ya!”
          Karı kocanın tartışması köy muhtarı Molla'nın evlerine uğrak vermesiyle son buldu. Molla sunulan nar kırmızısı çaydan bir yudum aldı ve Heyderi Hecike'nin gözlerinin içine baktı.
             “Heyder dün ikindi vakti sizin evin bu tarafında bir tüfek sesi duydum. Hayır ola bir şey mi oldu?” Bu sorunun ardından, Heyderi Hecike ve Kör Zewe'nin serin gölgeli balkonunda büyük bir maceranın sohbeti başladı. Cingöz Tilki'nin kuyruğu elden ele dolaştı. Camililer Cingöz Tilki’nin kuyruğunu görmek üzere Heyderi Hecike’nin evine akın ettiler. Olan Kör Zewe’ye oldu. Kuyruk turizminde her gelen meraklıya çay sunmak zorunda kaldı. Mor İbik'in ise sesi artık duyulmuyordu.


Amsterdam, 31 Ağustos 2017




20 Ağustos 2017 Pazar

İĞDENİN DALLARI YERDE



İĞDENİN DALLARI YERDE

          Büyük cam kavanozun kapağını açtı. Yumru elini usulca derin kavanozun içine daldırdı. Bir avuç iğdeyi, küçük bir çocuk gibi, birileri görecekmiş hissiyle pantolonunun sağ cebine doldurdu. Ardından bir avuç kadar daha aldı. Pantolon cebi belirgin bir şekilde kabardı. Çok da büyük olmayan adımları, O’nu sabah güneşinin bütün parlaklığı ile yansıdığı evinin sarı boyalı duvarının dibine getirdi. Yeni bir güne merhaba diyecekti. Küçük, ‘çulha’ denilen yün dokuması kilimin üzerine koyduğu pamuk minderi kalçasının altına iyice yerleştirdi. Sırtını üstü halı kaplamalı, sert hasır yastığa yasladı. 
          Ellerini pantolon cebine koyup, iğdeciklerini okşar gibi yokladı. Aldığı yarım avuç iğdeyi hayranlıkla seyre daldı. Gri rengini andıran gözlerine doluşan güneş büyük bir sihirle, onları bir anda boncuk maviliğine dönüştürdü. İğdeler bir anda elmas parçacıkları gibi göz kamaştıran bir parıltıyla parladı. İştahı kabardı ve elmas parçalarından bir tanesini ağzına attı. Tam da ağzındaki değirmenin kırık dökük taşlı mekanizmasını harekete geçirecekti ki, evin sadık köpeği merakla gelip iki metre karşısında çömeldi. Önce biçimli ön ayaklarını mümkün olduğu kadar ileriye doğru saldı ve altına topladığı arka ayaklarının üzerine bütün bedenini gözlerini kırpa kırpa eşit bir şekilde yerleştirdi. Musa ile göz göze geldiler. Keleş Köpek karnesinde bolca zayıfı olan bir çocuk mahcupluğu ile sahibinin gözlerinin derinliklerine kaçamaklarla baktı. Sahibinin kafasından neler geçtiğini pek bir merak etti. Tam kafasının üzerini bütünüyle kaplayan siyah tüylerle; şapkalı bit köpeği andırıyordu.
          Musa, çeşitli melodiler halinde kulağına gelen kuş seslerini dinledi. Etrafta büyük bir sessizlik hakimdi. Mavi kanatlı bir kelebek süzülerek uçtu ve omuzuna kondu. Keleş, kelebeği kıskanırcasına havladı. Kısa bir süre sonra sustu. Uzaklardan eşek anırtıları duyulur oldu. Musa’nın Pullu dediği horozu Kömür Tavuğun ibiğini ısırıp, hışımla altına aldı. Şaşılası, anlık bir sevişme teşhirinde bulundular. Hızını alamayan Pullu Horoz diğer tavukların ardında yeni bir maraton ipini göğüslemek üzere koşturdu. Gökyüzündeki bulutlar tamamen gözlerden yitip gittiler. Bahçedeki domates fidanları yeni çiçekler açtı. Çiçekten meyvaya duran domatesler daha da kızıllaştılar. Ay çiçekleri askeri bir disiplinle yüzlerini aynı anda güneşe dönmesini bir kez daha bildiler.
          İğdelerin lezzetine diyecek yoktu. Dişlerinin arasını doldurup, tıkanıklık vermesi biraz zahmetliydi. Keleş hafiften duyulur hırıltılarla sahibini izlemeye devam ediyordu. Ara sıra uzun keskin dişlerle kaplı çenesini açıyor, uzun uzadıya düz ve uzun dili ile ağzının etrafını yalıyordu. Bu arada mavi kanatlı kelebek bilinmeze uçtu. İzini kaybettirdi.
          Musa’nın karısı on beş yıl kadar önce ölmüştü. Bu uzun zaman içinde çok zor günleri oldu. Adeta kendi hikayesinde dolanıp durmaktan bitap düştü. Zeliha ne kadar da çabuk kendisini yapayalnız koydu. Olacak şey değildi. Mutluluk sanki bir kibrit çöpüydü. Yandı ve bitti. Oysa Musa O’na nasıl da aşıktı. Ağzından dökülen her kelime kendisi için adeta bir emirdi. Karısı, Musa’nın gözünde tam anlamıyla şiirsel bir güzellikteydi. Bunca zamandır zaten O’nun yerine kimseleri konduramadı. Daha doğrusu uygun kimseler yoktu ve bu güne değin buna ön ayak olacak birileri de olmadı. Yüreğinin derinliklerinde yalnızlığını hep bir başına yaşadı. Yıllardır yaşadığı yalnızlık O’nu bir hayli yordu. Bir kızı ve oğlu vardı. Ama onlar da çoluk çocuğa karışıp kendi hayatlarını yaşıyorlardı. Çocuklarından da, akrabalarından da bir fayda yoktu. Her işini kendisi yapıyor ve kimselere bağımlı olmamak için didiniyordu. Bir odadan diğerine biçare bir halde gidiyor, aynalara ise sadece kendisinin solgun çehresi yansıyordu.
          Musa cebindeki iğdeleri yarıladı. Yeni bir iğdeyi ağzına attı. Yadına Zeliha’sı yeniden düştü. Her ne zaman Zeliha aklına gelse, O’nun güzelim uzun kömür karası saçları her daim gözlerinin karşısında belirirdi. Şimdi de aynen öyle oldu. Sonra kestane rengi gözleri, dolgun dudakları, biçimli burnu ve ince uzun parmaklarını görür gibi oldu. En büyük korkusu bir gün O’nun hayalinin gözlerinin önünden silinip gitmesiydi. Bunun olmaması için yatak odasında asılı olan Zeliha’nın çerçeveli resmini korkarak alıyor, dakikalarca bakıp bir kez daha zihnine kazıyordu. Gönlünün kuşu sıcak ve huzurlu yuvasından uçunca, bütün dünyası viraneye döndü. Kalbine karşı her nedense büyük bir mahcupluğu vardı.
Musa bu güzel hayale öylesine kapıldı ki, elini uzatıp Zeliha’ya dokunmak istedi. Bir kez daha eli boşlukta aranır oldu. Keleş sahibinin elini neden uzattığına anlam veremedi. İrkildi. Hatta bir iki adım gerilere kaydı. Musa köpeği Keleş’ten hicap etti. Düştüğü duruma bir kez daha derinden üzüldü.
         Cebinin kıyısında köşesinde bir kaç tane iğde daha vardı. Şimdilik bu kadar yeterdi. Zaten tıkanıklık veriyorlardı. Yanındaki sürahiden bir bardak su aldı. Bir solukta içti. Ferahladı. Tıkanıklığı yok oldu. Zeliha’nın saçlarını yıkaması için yağmur sularını biriktireyim diye nasıl da çabalıyordu. Islana ıslana oradan oraya bin bir telaşla koşturuyordu. İpek saçları yağmur suları ile daha da yumuşak ve parlaklık kazanıyordu. Yıllardır kimseler için yağmur suyu biriktirdiği yoktu. Hayatında öyle birileri daha da olmadı.
         Öğle üzeri güneş ışınlarını tepeden salmaya başladı. Duvar dibinde gölge olmadığından diğer duvara doğru hareket edecekti ki, Kaman köylerinden Çerçi Kötü Yusuf’un iki eşeğini koştuğu kağnı arabasının ardından evine doğru geldiğini gördü. Musa avlu kapısını açtı. Arkadaşı çerçi Kötü Yusuf’u sevecenlikle buyur etti.
             “Selamünaleyküm Musa Ağam. Bütün üzümleri sattım. Sana da bir iki kilo kadar ayırdım. Yol üzeri onları bırakayım, hem de özledim. Hal ve hatırını da sorayım dedim. Bilmem iyi ettim mi?”
             “Ne iyi yaptın Yusuf. Başım gözüm üstüne. Hoş geldin. Sefalar getirdin. Nasılsın iyi misin. Yengem ve çocuklar nasıllar?”
             “Ne olsun be Musa Ağam herkes iyi. Soranlara selamları var. Biz de bildiğin gibi ekmek parası deyip, bu iki ‘karakaçanın’ peşi sıra o köyden bir diğerine seyirtip duruyoruz. Hamd olsun Yüce Allah’ın bin bir nimetine. Bütün köylerde söylemesi ayıp adımız Kötü Yusuf’a çıktı. Allah senden razı olsun bir tek senden duymadım bu bana yakıştırılan methiyeyi. Allah seni inandırsın, ben onlara hep aha bu boz eşeğin gözleri büyüklüğündeki kehribar üzümleri fazlası ile veriyorum. Ama yine de yaranamıyorum. Başlarda ağrıma gitmiyor değildi. Ama alıştım artık. Mevzu ekmek parası olunca, insan her şeye katlanıyor. Milletin ağzı sizin şu tohumluk buğday çuvalı değil ki, büzüp bağlayasın. Ne ise anlat bakalım. Senin halin ahvalin nasıl? Aslında yolda gelirken seninle ilgili bir iyilik düşündüm.”
         Musa’yı bir merak sardı. Acaba Yusuf’un düşündüğü iyilik ne olabilirdi ki? Üzüm arabasının üzerine doğru eğildi. Arabanın köşesinde kalan iki kilo kadar siyah üzüme baktı. Arılar arabanın etrafında vızıldayıp duruyorlardı. Musa başını kaldırıp, kendisine doğru kanat çırpan bir arıyı elinin tersiyle kovdu.
             “Söyle bakalım Yusuf benim için ne gibi bir iyilik düşündün? Hayır ola.”
             “Hayırdır... Hayır. Merak etme senin için iyi şeyler düşünüyorum. Adım her ne kadar Kötü Yusuf olsa da.”
             “Estağfurullah. O kelimeyi kendisini bilmez bir iki kişi kullanıyor. Yoksa bu köyde çok seviliyorsun. Benim yanımda da senin yerin başkadır. Bunu sen de biliyorsun.”
             “Bilmez olur muyum Musa ağam seni der, seni bilirim. Sen benim en iyi arkadaşımsın.”
         Musa çay yapmak üzere mutfağın yolunu tuttu. Bu Yusuf hayırlı bir iş diyordu. Yoksa koca bir köyün, çocuklarının ve akrabalarının yapamadığını bu Yusuf mu yapacaktı? O’nu on beş yıl sonra yeniden baş göz mü edecekti? Zeliha’sının üzerine başka gül koklamayı elbette istemezdi. Ama yalnızlık da bir yere kadardı. Bu yaştan sonra çekilir gibi de değildi.
         Kötü Yusuf sunulan tavşan kanı çaya kırçıl bıyıklarını batırmamaya çalışarak höpürtülerle içti.
             “Musa ağam çay çok güzel olmuş. Eline koluna sağlık. Diyeceğim şu ki; senin de bildiğin gibi, yalnızlık ancak yukarıdakine mahsus. Diyorum ki, artık sana da bir can yoldaşı lazım. Yek başına nereye kadar? Bilirsin bu koca köyde seni sever sayarım. Bizim köyde ahlakı temiz, terbiyesi yerinde, arı namusu olan dul bir kadıncağız var. Geçen gün bizim hatuna çıtlatıvermiş. İyi biri olursa ben de evlenmek istiyorum diye ağzından bir lakırtı çıkmış. Benim de aklıma Allah bilir ya, ilk sen geldin. Bu hatun tam senin için biçilmiş kaftan. Eğer sen de rıza gösterir evet dersen, uygun bir zamanda bizim köye, bana gelirsin. Bizim çerçilik işi de zaten bu yıl bitti. Bu son arabaydı. Artık ben hep evdeyim. Uygun bir dille sorar çay içmek bahanesiyle misafirliğe gideriz. Baktın kalbinde atışlar başkalaşıyor, bir hal çaresi buluruz. Sayenizde biz de sevaba gireriz. Bence üzümün çöpü-armudun sapı demeden hemen evet demelisin. Senin de iyi kötü omuzunda uyuyan bir hatun olmalı. Yazıktır, kıyamam, günahtır sana. Mezara gömülür gibi içine gömülmenin ne alemi var? Bu köyde seni her gördüğümde yalnızlığına yüreğim alav alav yanar. Musa, ne olur bu dediğimi unutma. Sen benim has arkadaşımsın.”
         Hiç beklemediği bir anda bu dostunun getirdiği teklifle şaşkına dönen Musa, duraksadı. Ne diyeceği konusunda ikirciklendi. Ama bulunduğu durumdan daha da kötü olacağını sanmıyordu. Belki de Yusuf’un dediği gibi iyi bir insandı. Has arkadaşım dediği birine ciğeri beş para etmeyen birisi teklif edilir miydi? Musa, kaçarken yanlış bir sokağa girmişçesine bir duyguyla söze girdi.
             “Yusuf kardeş neler de düşünmüşsün. Sağ olasın. Demek beni baş göz etmek niyetindesin. Sen bütün bunları anlatadururken, ben ilk kez bu konuyu düşündüm. Neden olmasın dedim kendi kedime. Elim ayağım tutuyor. Çok şükür sağlığım da yerinde. Maddi bir sorunum da yok. Aslına bakarsan; derler ki: ‘İnsan içinden yenilemese dışından eskirmiş.’ Demek benim de artık içimden hepten yenilenmem gerektiğini, senin gibi temiz kalpli bir dostum gördü. Öyle ya bu dünyanın yükünü tek başına omuzlamanın alemi ne? Kafama takılan, bilmem O da beni kabul eder mi? Bana bütün kalbi ile hissederek evet der mi?”
             “Senden iyisini bulacak? Bunları hiç düşünme. Kafana da zerre kadar takma. Orasını sen bana, kardeşine bırak. Bak gör nasıl tereyağından kıl çeker gibi halledeceğim. Hiç değilse şu garip kardaşımın gönlümü de hoş tutacak bir yoldaşı olur. Adı Gülfidan. İsmi gibi tam bir güllü fidan. Dikenleri de vardır ve çokçadır muhakkak. Eh... Ne diyeyim, onlara katlanmak da sana kalacak artık. Sen hatunu sıcacık koynunda bil gayri. Bu kış yatağın sımsıcak olacak. Huyu da, suyu da güzel mi güzel. Ben ve yengen her konuda sana garanti veriyoruz. Senin kötülüğünü ister miyiz? Kaman’da o zamanlar ortaokulu bitirmişti. Kocası rahmetli olunca, gerisin geri baba evine dönmek zorunda kaldı kadıncağız. Bir iyi tarafı daha var ki, çoluk çocuğu da yok. Tam senlik anlayacağın. Bizim köylük yerde ne zaman görsem, elinde bir kitap okuyup duruyor. Yani senin kadar olmazsa da, O da kendince az çok ilim irfan sahibi. Bu Kürt köylerinde bilmem mi, sen parmakla gösterilen tek adamsın. Hatırı sayılır bir bilgin ve görgün var. Her konuda alimallah herkes sana danışır.”
         Musa sabah kahvaltısından arta kalan acılı menemeni ısıttı. Yanına zeytin, peynir, kayısı reçeli, bal, salatalık ve bir demet de maydanoz koydu. Orta büyüklükteki yuvarlak tepsiyi arkadaşının önüne koydu.
             “Zahmet ettirdim sana. Sağ olasın. Hacı sofrası olsun. Söyle bakalım evet diyor musun bu işe?”
             “Görüyorum ki sen yıllar sonra beni düşünmüşsün. Ne desem azdır. Ben de varım bu işe. Demek senin yanında hatırım varmış. Birbirimizi uygun bir ortamda görelim, tanıyalım bakalım. Kaderde varsa olur. Zelıha’mın da gönül koyacağını sanmam. O her zaman benim mutlu olmamı isterdi. Biliyorum sen gayet iyi niyetlisin. Ben de evet diyorum.” Kötü Yusuf geniş ve tatlı bir gülümseme ile elini arkadaşının omuzuna götürdü.
             “İşte bu. Musa kardaşım, sen bu işi evvel Allah olmuş bil. Gülfidan artık senin helalin. Ben tez elden elimden geleni ardıma komayacağım. Kardaşım iyilerin en iyisine layık.
         Musa, “sen Gülfidan’ı koynunda bil” kısmında kulaklarına kadar kızardı. Sonrasında yüzünü kaldırıp, ‘kötü’ dedikleri ‘iyi’ arkadaşının gözlerine aynı büyüklükteki gülümsemeyle baktı. Bu ince denli düşünebildiği için kendisine minnettardı. Yalnızlık denilen bu derin ve kanamalı yarasına, belki de bu arkadaşı derman olacaktı. Yaraları bir bir iyileşecekti.
         Çerçi Kötü Yusuf daha fazla oyalanmak taraftarı değildi. Musa’ya ayırdığı üzümü plastik bir kaba koydu. Musa her ne kadar parasını vermekte ısrar ettiyse de, Kötü Yusuf almadı.
Enişte oldu mu şimdi bu yaptığın? Bizim yılardır karşılıklı merhabamız var. Birbirimizin ekmeğini yemişiz, çayını- köpüklü kahvesini yudumlamışız. Olmaz asla olmaz. Üstelik bundan kelli, sen benim has be has eniştemsin de. Ayıp değil mi benim şuncacık üzümün parasını kıymatlı biricik eniştemden almam. Hiç yakışık almaz. Afiyetle ye. Unutmadan seni önümüzdeki salı günü bekliyorum. Ben o zamana kadar bütün hazırlıkları yapacağım. O konuda kaygılanma.” Musa kısık bir sesle karşılık verdi.
             “Tamam. Allah senden razı olsun.”
             “Hadi kal sağlıcakla. Kendine iyi bak. Allah nasip ederse salı günü görüşürüz.”
         Musa neye uğradığını anlayamadı. Adeta afallamıştı. Arkadaşı Kötü Yusuf, içine kor alavlı bir aşk düşürdü. Avlu kapısında durdu. Keleş de yanı başındaydı. Musa yavaşça ilerleyen arkadaşının ardından el sallayadururken, Keleş de mutlulukla kuyruğunu salladı. Musa’nın gözleri maviliklerini hala koruyorlardı. Pantolon cebinde arta kalan bir kaç iğdeden birini daha ağzına attı.


Amsterdam, 20 Ağustos 2017



2 Ağustos 2017 Çarşamba

PEMBE ŞALVAR









PEMBE ŞALVAR

           Gün ağardı. Akşamın ürperti veren o tatlı serinliği yerini insanı hoşlukla mayıştıran adeta çehresini şefkatle okşayan bir ılıklığa, ilmek ilmek büyüyen gecenin karanlığı da göz kırpıştıran alacalığa bıraktı. Camili’de güneş bir kez daha yürekleri ısıtan yüzünü göstermek üzere, kısa süreliğine gittiği diyarlardan çıkageldi. Anlaşılan gezip tozması hayli iyi geçmişti. Bodur Süleyman Hoca’nın okuduğu "uzun sesli" ezan, ölü sessizliğinin ortasına apansız bir çığ gibi düştü. Horozlar kendi kendilerine "Hay Allah yine şeytana uyduk, uyuyakaldık." diye hayıflandılar. Kanat çırpıp, haremlerinde horul horul uyuyan tavukları gagaları ile dürtüp uyandırdılar. Bu saatten sonra ötüp ütmemek konusunda ikirciklenseler de, "adam boş ver" deyip, "yarına Allah kerimdir" tesellisi ile gıklarını çıkarmadılar. Olanca hınçlarını hala uyuklamakta olan tavuklardan çıkardılar. Gagaları ile üst üste tavukların kafasına yaptıkları seri dalışlarla sakinleşmenin yolunu aradılar. Yine de bağırıp çağırmaktan kendilerini alıkoyamadılar.
"Kime diyorum? Hadi, kalkın tembel tenekeler. Önce elbirliğiyle şu kahvaltıyı hazırlayın. Ardından da yumurtlayacak mısınız, ne halt edecekseniz, bir an evvel işinize bakın. Etrafı bok götürüyor. Bütün gün kıç sallıyorsunuz. Hepinizde pasaklılık diz boyu. Akşama kadar 'tok tok' uyuyup duruyorsunuz. Yumurtlamasanız, sahibiniz sizi köye gelen jandarmalara kurban eder. Boyunlarınıza bıçağı çalıp, yağlı bulgur pilavının üzerine butlarınızı lime lime edip koyar. Kendinizi, mavzer çatan kurbağa giyimli jandarmaların midelerinde bulursunuz. Üstüne bir de ayran içtiler mi, keyiflerine diyecek olmaz. Gidecekleri bir dahaki köye kadar karınlarını ovuşturup dururlar. Gençliğinize yazık olur. Bana göre hava hoş. Koskoca 'kümes sarayda' benden bir tane var. Beni gözden çıkaramazlar. Ben sizin için söylüyorum. Sonra 'vay ben görmedim, ben duymadım' yok, bilesiniz. Benden söylemesi."
          Sonrasında evlerin loş ışıkları söz birliği yapılmışçasına bir bir odaları aydınlatmaya başladı. Namaz kılan Camilili erkeklerin çoğu evlerinde kalmayı yeğledi. Alaca karanlıkta kör topal uzaktaki camiye varmak için çukur ve dereleri aşmayı göze alamadılar. Serçe kuşlarının umut veren ötüşlerini dinleyip, ibadetlerini evlerinde ifa ettiler. Yozgat’a bağlı Yerköy Kasabası’ndan olan cami hocası Bodur Süleyman bir kez daha büyük bir hayal kırıklığı ile beş kişiden oluşan bir cemaate sabah namazını gönülsüz kıldırdı.
           Pur ve Paşa Dağı Yaylalarının ardından çıkagelen güneş, ortalığı bu kurak diyarda bir anda güllük-gülistanlığa çevirdi. Uzun uzadıya gülücüklerle işmarının ardından orkestrasına devasa büyüklükteki yüzlerce davulu ritim halinde çaldırdı. Yankısı Kızılırmağın coşkulu mavi sularında ustalıkla kulaç attıktan sonra karşı kıyıya ulaştı. Kaman ilçesi ve köyleri de uzaklardan gelen davulların hoş seslerine uyandılar. Ses dalgaları Ürgüp peri bacalarının arasında ve mağaraların içinde birer serçe bulutu halinde uçuştu. Uzun uzadıya çalınan davullara bir ara verildi. Güneş soluğunu devasa alevler halinde verdi. Kalın böğürtülü sesini olabildiğince yükseltti. Bakanların gözleri yangın yerine döndü. Kulakları bir müddet sağır oldu. Tutundukları toprak titredi. Etrafı bir anda gelip geçen yoğun toz ve duman bulutları kapladı. Ve güneş o gür sesini dört bir yanda yankılandırdı.

“Sabahlar hayrola, hayırlar feth ola.
Şerler def ola. Şerler def olaaa.......
.........................................................”
           Süt dolu arpa, buğday ve darı başakları boyun eğip, saygıyla, bir koldan selama durdular. Hep bir ağızdan;
“Sabahlar hayrola, hayırlar feth ola...
Şerler def ola, Şerler def ola...” diye bağırdılar.
                       Hatmi çiçekleri ve deve dikenleri uyum içinde coşkuyla başlarını salladılar. Ayrı bir koro halinde yol boylarında, ekin tarlalarının aralarında yer alan papatyalar, narin gelincikler, civan perçemleri, emzik otları, çirişler, kazayağı, yemlik, kekik, çıtlık, hindiba, şevketi bostanlar, hardal, ayrık otları, ebe gümeçleri, yoncalar, serçeler, keklikler, çinte ve keten kuşları, güvercinler, kargalar, tarla fareleri, solucanlar, çekirgeler, kara sinekler, eşek arıları, uğur-ateş ve cırcır böcekleri de cılız bir koro halinde, ürküntü, korku ve bir o kadar da istekle;
“Sabahlar hayrola... Sabahlar hayrola...” diye seslerini hep birlikte yükseltmeye çalıştılar.
           Nidalar Kızılırmak boylarındaki Kürt ellerini aşıp Kırşehir, Yozgat ve Sivas Türk ellerine kadar dalgalar halinde ulaştı. Pur ve Paşa Dağı yaylalarının ardından çıkagelen haykırışa, Türk elleri de elbette cevapsız kalmadı. Hazırlıkları tamamdı.
          Yiğitler yiğidi Dadaloğlu’nun sazının tellerinin inlemeleri ve dünyayı titreten gür sesiyle pür dikkat dinlemedeki Kürt ellerine doğru haykırdı.
“Çıktım yücesine seyran eyledim
Cebel önü çayır çimen görünür
Bir firkat geldi de coştum ağladım
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.”

          Dadaloğlu nöbetini avuçları patlatan bir alkış tufanının ardından büyük ozan Muharrem Ertaş’a devretti. Ve bu kez de yürek yakan bir ses İç Anadolu coğrafyasını darmadağın, toz duman eyledi.

“Aydost Aman
Yalandır bu dünyanın ahiri yalan
Aldatıp gül yüzlümü elimden alan
Mısır'a sultan etsen de istemem kalan
Ben ölüp ellere kaldıktan keri.”
           Kürt elleri bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Bu tam bir bombardımandı. Uzun süre düşünseler de verebilecekleri bir cevapları ne yazık ki yoktu. Kendi ellerinde yetişmiş, bu denli bir büyüklükte sazının döşüne vurup, ortalığı toza dumana boğacak bir ozanları yoktu. Hep bir ağızdan suspus kaldılar. Çok geçmeden Kırşehir ellerinden, baba Muharrem Ertaş sazını üç kez saygıyla öptükten sonra usulca, çoğu zaman kendisine gönlünün kırık-gücenik olduğu oğlu Neşet Ertaş’ın kucağına usulca bırakıverdi.
           Neşet Ertaş her zamanki gibi başladı.

“Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Rum, Ermeni, Roman, İngiliz veya Fransız hiç bir farkım yoktur benim. Ben bütün insanlığın ayağının turabı ve gönüllerinin hızmatçısıym. Sizlere çektiğimiz dertlerin türkülerini yakıp, dillendirmeye başarabiliyorsam; ne mutlu bana!” 'İnsan hazinesine' doğru İç Anadolu bozkırının dört bir yanından büyük alkış sesleri yükseldi.
“Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.”
Sıra Keskin ellerinden Hacı Taşan’daydı. O da büyük bir saygı ile ceketinin önünü ilikleyip, yine sazını üç kez öpüp, tezenesini dans ettirdi.
“Bugün ayın ışığı
Elinde bal kaşığı
Yine nerden geliyon?
Mahlenin yakışığı.”
           Hacı Taşan’ın bu güzel türküsüne ayakta kulak veren Büyükcamili’nin her zaman “iki dirhem bir çekirdek” giyinen, ayağında siyah rugan ayakkabıları eksik olmayan muhtarı Qefer, bir anda ayna gibi parlayan rugan ayakkabılarına parlaklığına uzun uzadıya baktı. Ceketinin önlerini iki eli ile aşağı doğru çekiştirip, düzeltti ve ardından güneş ışınlarının yansıdığı oturma odasının duvarındaki kırık aynada kendisini hayranlıkla seyreyledi. Saçlarını özenle taradı. Kaşlarını düzeltti. Vaziyet gayet berkemaldi. Evet, türküde adı geçen “mahlenin yakışığı” kendisinden başkası değildi.
Ozanlar geçidine uzak ellerden misafir sanatçı olarak katılan Ali Ekber Çiçek de diğer saz ustası arkadaşlarından geri kalmadı. Misafirliğinin ve sanatının hakkını verdi.
“Kırkların ceminde
Haydar Haydar Haydar Haydar
Haydar Haydar Haydar Haydar
Haydar dost dara düş oldum.”
           Üst üste büyük bir coşku ile adının telaffuz edildiğini duyan, Heyderi Hecike, kendisinden bahsedildiğini, ozanın kendisini çağırdığı intibasına kapıldı. Yüreğinde kıpırtılarla etrafına bakındı. Oysa etrafta kimsecikler yoktu. Gülümsedi. Bunun uzaklardan gelen bir deyiş olduğunu anlayınca, O da bildiği kadarı ile türküye eşlik etmeye çalıştı. Heyderi Hecike bütün canlılar ve var bitkiler yükselen türkülere kulak verip mest oldular.
Ali Ekber Çiçek’ten sonra sözü Şemsi Yastıman aldı. O da Kırşehir yöresinden şölene katıldı.
“Biter biter de Kırşehir’in gülleri biter.
Şakıyıp dalında bülbüller öter.”
          
            Bu oyun havasının Heciban Köylerinin semalarında yankılanmasının ardından kimileri ustalıkla, kimileri de acemi ve mahcup hareketlerle ceylanlar misali sekiyip, içlerindeki kıpırtılara boyun eğdiler.
Yüreğinin gözleri ile derinlerden dünyaya bakan ve gören; Sivas ellerinden Aşık Veysel çatallaşan sesi ve sazının melodileri ile yerini aldı.
“Uzun ince bir yoldayım.
Gidiyorum gündüz gece.
Bilmiyorum ne haldeyim.
Gidiyorum gündüz gece.”
           Hecibanlar bir anda kendilerini esrik bulutların altında uzun ve ince bir yolda buldular. Yorulanlar oldukları yere çömelip dinlendiler. Testiler dolusu Paşa Dağı ayranını yudumladılar. Yolun gerçekten de söylendiği gibi, ince ve uzun ama zahmetli de olduğunda hemfikir oldular. Tanrıdan kolaylıklar dilediler.
           Sıra Kamanlı Çekiç Ali’ye geldi ki, O da ustalığını göstermekte yoldaşlarından geri kalmadı. Çok hoş yerel bir aksanla ağzından bal akıttı.
“İrafa koydum narı
Ağlarım zarı zarı.
Küstürdüm de yolladım.
İreyhan boylu yarı.”
          Heciban Kürt ellerinde kimileri Çekiç Ali'ni rafa koyduğunu söylediği, köylerinde çok nadir olarak görülen narı beyhude aradılar. "İreyhan boylu" yarin küstürülmesine de gönülleri razı gelmeyen ve üzülenler de olmadı değil. Yar küsmeye görsün, işte o zaman en büyük zifiri karanlıklar yaşanacak demekti. Dünya hepten çekilmez olacaktı.
           Kızılırmak boylarında yer alan onlarca Kürt köyünden, onlarca yıl böylesine güzel ses ve seda çıkmadı. Derken Kesikköprü’den güzel mi güzel bir ses yükseldi ki, bu güne kadar hiç kimseler “Kardeş Türküler ve Bajar Gruplarının” solisti Vedat Yıldırım kadar, “Mirqut, Pembe Şalvar ve Kara üzüm habbesi” türkülerini böylesine muhteşem bir ses ve yorumla seslendiremedi. Onlarca yıldır yöresinden yükselen deyişleri dinleyen Kürt ellerinin de geç de olsa artık söyleyecek türküleri var.
“Seni Düşünmek
Seni düşünmek güzel şey,
ümitli şey,
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil,
şarkı söylemek istiyorum...”


Amsterdam, 2 Ağustos 2017














15 Temmuz 2017 Cumartesi

RIFO





RIFO  

    Hayli zor bir doğumla, İç Anadolu'da Kızılırmak boyunca yer alan, bu dev su kütlesinden faydalanamadıkları için kuraklıkla cebelleşen Kürt köylerinin birinde, bin dokuz yüz doksan yılında, bir sonbahar günü dünyaya geldi.
    Doğumu esnasında, köyde bu konuda tecrübeli olan bütün kadınlar annesine yardıma koştu. Kadınlar ellerinden geleni acı duyan bir kadının canhıraş çığlıklarına kulak vermeden, el birliğiyle yapsalar da, en nihayetinde bu beyhude çabalarının bebeğin ve annesinin hayatını tehlikeye sokacağında karar kıldılar. Doğum yapmaya çalışan kadının, ivedilikle yakındaki Kaman ilçesine götürülmesini söylediler. Kaman'da doktorlar bebeğin ters geldiğini görürler ve sezeryanla doğum yaptırırlar. Böylelikle hayatının ters gidişatı daha ilk adımını atacağı andan itibaren başlar. Sanki doğumunu zor kılarak, dünyanın kendisine getireceği güçlükleri, önsezisiyle hissedip, "Kalsın ben almayayım, alana da mani olmayayım." dercesine gelmemekte ayak diretir.
    Zorlu geçen çok sancılı doğumun ardından, bebek kar beyazı pamuk bir beze sarılıp, çektiği acılardan bitap düşmüş olan anne Hatçe'nin kucağına verildiğinde, O ameliyatını unutup, mutluluktan üst üste çığlıklar attı. Sevinçten adeta havaya uçmak istedi. Bebeğini yüz yıl hasret kalmışçasına bağrına bastırıp, kokladı. İki gün boyunca çektiği bütün acıları bir anda tuzla buz oldu. Tarifsiz mutluydu. Oğlunun ağzı, burnu, kaşları, kömür karası kıvırcık görünümlü saçları ve bedenin bütün hatları harikuladeydi. Adeta usta bir ressam kalemiyle kusursuz bir çizim yapmıştı.
    Bu güzeller güzeli bebeğin babası pala bıyıklı Hayri, oğluna çok sevdiği dedesinin adını vermek istedi. Böylelikle dünyaya gözlerini açan bebeğin adı Rıfat oldu. Tirşe gözlü annesi Hatçe Rıfat'ı severken adını kısaltarak kürtçede kulağa daha hoş geldiği için O'nu Rıfo diye sevdi. O nedenle herkes O'nu Rıfo diye çağırmaya başladı. Baba Hayri ve anne Hatçe için dünya bir tek oğullarının etrafında dönüyordu. Rıfo'nun hayatlarına katılımı ile oluşturulan çekirdek aile, İç Anadolu'ki bu köyde onları oldukça mutlu kıldı.
    Rıfo çok geçmeden, küçük yaşta kendisinde bir takım garipliklerin olduğunu sezmeye başladı. Köyünde ilkokula giderken, okulun son yıllarında erkek arkadaşları kızlarla oynayıp, arkadaşlık etmeye can atıyorlar, Rıfo'da ise böylesi içgüdüsel bir dürtü her nedense öne çıkmıyordu. Bu düşüncesi O'nu çok korkuttu. Bu yaşta gelinen durum, bulunduğu toplum ve aile çevresi göz önüne getirildiğinde hiç de iç açıcı değildi. Doğumu esnasındaki terslik hayatının bu evresinde de yakasına gelip yapıştı. Kendi dünyasındaki kuytuluğuna çekilip kendisini dinlediği zaman bunu bütün çıplaklığıyla gördü. Evet, görünen o ki, O'nun ilgisi kızlardan çok erkeklere karşıydı. Bulunduğu ortamda, bu haliyle kendisine yaşam hakkı tanınmıyordu. Bundan sonraki hayat mücadelesi, kişiliğini saklamak ve rolünü her daim çok iyi oynamak olacaktı.
    Yaşı ilerleyip, artık delikanlılık çağlarına geldiğinde, toplumda büyük tabu olarak görülen, yüreğinin en derinlerine korku ile sakladığı duygularını daha bariz hisseder oldu. Artık Ankara'ya taşınmışlardı. Lisede yıllarında derslerinde beklenenden çok daha başarılıydı. O güne kadar etrafındaki arkadaşlarından pek çoğuna karşı platonik aşklar besledi. Odasındaki yalnızlığında umutsuzluk içinde boncuk boncuk göz yaşları döktü. Bu karşılıksız tutkularının bir getirisinin olmayacağını bildiği halde, duygularına yenik düşüyor ve derken yeni bir insana karşı yeni hisler beyninde ve yüreğinde kelebekler misali uçuşuyordu.
    Zaman, O'nun hayata karşı olan buruk gücenikliğiyle çocukluğunu doyasıya yaşayamadan hızla yıl yıl geçip gitti. Lise son sınıfta ise olanlar oldu. Sıra arkadaşı Cemal'e tanıştığı ilk anda delicesine aşık oldu. Hem de ne aşk. Gönlü "ferman dizginlerini" koparıp, attı. Önüne set çekemez oldu. Dur durak bilmiyordu. Neredeyse günün yirmi dört saati O'nu düşünmekten kendisini alıkoyamıyor zihninde, kalbinde, hayalinde, rüyalarında ve yaşamının her alanına büyük bir gizlilik içinde sadece O'nu alıyordu. Kulaklarının dibinde O'nun nefesi, derin bakışları, kıllı kolları, çatık kaşları, dolgun dudakları ve tepeden tırnağa bir Yunan heykelini andıran büyüleyici bedeni aklını başından alıp, hayli uzak diyarlara götürüyordu. Başından uçup uzaklara kanatlanan aklı kendisi ile birlikte Cemal'i de koluna takıyor, çok ama çok uzaklara, gözlerden ırak diyarlara, kimselerin ulaşamayacağı onların dünyalarına gidiyorlardı. Rıfo uzun uzadıya dalıp, gittiği hayal dünyasından gerçek hayata döndüğünde, Cemal'in her defasında kendisine büyük bir şaşkınlıkla kendisine baktığını görüyordu. "Önemli bir durumun olmadığı" imasının ardından, tekrar dersini can kulağıyla dinlemeye koyuluyordu. O'nun gönül iğnesinden beyaz bir iplik olup, bir kez daha geçemedi.
    Okulda çok başarılıydı. Rıfo sınıfın en çalışkan öğrencisi olduğu halde, gönlünü fena kaptırdığı Cemal ise derslerinde tam tersine bir o kadar başarısızdı. Bu durumdan faydalanıp, Cemal'e daha yakın durabilmek gayesi ile derslerine yardımcı oluyor, ödevlerini yapıyor ve başarısını tehlikeye atma riskiyle sınavlarda kopya vermeye çalışıyordu. Duygularına kendisini alabildiğine kaptırıp, eşcinsel yönünü Cemal'e belli etmekten ödü kopsa da, birlikte ders çalışırlarken elini farkına varmadan omuzuna veya beline koymaktan kendisini alıkoyamıyordu.
    Ne olurdu, Cemal de O'nunla aynı hislere sahip olsaydı? Yüreğini gök kuşağı renklerinde ipek kumaşlar içinde yatırdığı sevda beşiğini tıngır-mıngır "O" sallasa, kalbinin sevda şarkısını dolgun dudaklarının arasından mırıldansa ve böylelikle gönlündeki is perdesi artık aralansaydı. Kendi hayatlarının bayrağını diledikleri gibi dalgalandırsalardı. Öyle ki, sanki ol bedeninde anlatmakta oldukça zorlandığı bir "mayi" dolaşıyordu. O'nu kördüğüm gibi seviyordu. Her şey ne kadar da güzel olurdu. O zaman mutluluk merdivenlerini ardına bakmadan, durup dinlenmeden nasıl tırmanırdı. Büyük bir özlemle kalbinden ve beyninin kıvrımlarından geçen bu düşünce ve duygular, adeta "Olmayacak bir duaya amin demekten" başkaca bir şey değildi. Yüreği iki ciğerinin arasında daha da sıkıştı. Rıfo da bunu biliyor, ama hayal etmekten de uzak duramıyordu. Halk ozanının bir türküde söylediği gibi;
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı.” Rıfo da Cemal için aşkın şarabını açtı, sevdanın o büyülü kokusu buram buram dört bir yanı sardı. Munis öpücükler konduramadığı, gönlündeki derin kederi dökemediği, her daim erkek erkek bakan Cemal şarabın yüzünden dahi içmedi. Açılan "fena kırmızı renkli" aşk şarabı "murt'u" ile ortada kalakaldı.
     Halbuki tamamen biyolojik olan cinsel kimliğini O seçmemişti. Bunu tabiat ana kendisine bahşetmişti. O'na kalsa aslında durumundan hiç de şikayetçi değildi. Ama bulunduğu coğrafyanın insanlarına, herkesten önce bunu ailesine dahi anlatamaz ve bu kabul görmeyeceği gibi, aksine yaşam hakkı da tehlikeye girerdi. Bilinmesi halinde bu hem kendisi, hem de ailesi için utanç meselesi olacaktı. "Gül hicap eder miydi, kendi kızıllığından?" O'nun da utanacağı bir durum yoktu ortada. Ne olacaktı, bütün hayatı boyunca bu duygularını yoğun bir şekilde, kendi içinde büyük bir gizlilikle mi yaşayacaktı? Rıfo'nun hareketlerinde gariplikler sezenler, O'nu "çöle gönderilen bir kutup ayısını süzer gibi" rencide ederek bakıyorlardı.
    Mutluluk merdivenlerini değilse de, başarı merdivenlerini başarı ile çıktı. İyi bir derece ile üniversiteyi bitirdiğinde, iş dünyasının kapıları sonuna kadar açıldı. Okul hayatı, yoğun ama gizlilik içinde yüreğinde yaşadığı duygular, Camal'e karşı duyduğu karşılıksız sevda kendisini çok yormuştu. Tıpkı bir gül misali açmadan solacaktı. Görünen o ki, bu kendisi için kaçınılmaz bir sondu. Kaderine ram olmaktan başka çözüm bulamadı. O nedenle iş hayatına başlamadan önce bir kaç aylığına her şeyden uzaklaşmak maksadı ile Avrupa seyahatine çıktı. Kendisine çok güvendiği, arkadaşı, yakın dostu Semih'in yanında uzun süre kaldı. O'nunla uzun uzadıya dertleşti. İçinde sımsıkı gizlice tuttuğu duygularını aktardı. O'ndan beklenen büyük anlayışı gördü. Hatta Semih bir sohbetleri esnasında, yazar bir arkadaşının haklı olduğu bir düşüncesine değindi. Eşcinsellerin dünyada yapayalnız olduklarını, kendisine "en demokrat benim-biziz" diyen kişi ve örgütlerin dahi onlarla dayanışma içerisine girmediklerini anlatınca, bu arkadaşına bütün yüreğiyle katıldı. Dayanışma amaçlı hiç bir kişi ve örgüt eşcinsellere reva görülen onca gayri insani vahşetin ardından, "Ben de-biz de eşcinseli(m)z-'gay'i(m)z." yazılı bir pankart taşımıyordu.
    Semih ve ailesi ile hoşça vakit geçirdi. Bu tatilde Semih ve ailesinin candan yakınlığı, O'nu bir nebze de olsa kendisine getirdi. Türkiye'ye dönmesine bir gün vardı. Hava oldukça güzeldi. Gökyüzü deniz maviliğinde, güneş her zamanki gibi bal rengindeydi. Son bir kez Semih ile bir kafeye gidip oturdular. Bisikletlerle devamlı hareket halinde olan pek çok insan telaşla pedal çeviriyorlardı. Acep güzergahları ne tarafa doğruydu? Bu Rıfo için bir anlık merak konusu olduysa da, anlaması mümkün görünmüyordu. Terasta oturup köpüklü soğuk biralarını yudumladılar. Karşılarında oturan oldukça güzel bir bayan, sıcaktan bunalmış bir şekilde sandalyesinde sere serpe oturuyordu. İnsanı cezbeden bu güzellik Semih'in de gözünden kaçmadı. Merakla Rıfo'ya döndü.
"Sevgili Rıfo şu an neyi merak ediyorum biliyor musun? Gördüğün gibi karşıda kusursuz güzellikte sarışın bir hatun oturuyor. Baktığım zaman, evli olmama rağmen şahsen benim içim kıpır kıpır oluyor. Şöyle baktığında, senin içinde hiç mi bir karıncalanma olmuyor? Bunu elbette anlayamıyorum. Bana göre eğer hiçbir hareketlenme olmuyorsa, sanki bu hayatta çok şey kaçırıyormuşsun gibime geliyor."
"İyi ama Semih'ciğim, peki sen hemcinsin yakışıklı birine baktığın zaman içinde herhangi bir kıpırtı oluyor mu? Bana göre de; belki de bu hayatta sen çok şeyi kaçırıyorsun." dedi. Semih'in kafası ansızın allak bullak oldu. Dönüş zamanıydı. Rıfo yük olarak gördüğü duygularından hafiflemişti. İlk defa mutluydu. Semih ise arkadaşının ardında bıraktığı kocaman soru işaretine cevap arayışı içinde, "güle güle" derken, sevgiyle yüreği derinden yaralı can dostuna el sallıyordu. Uçak kar beyazı bulutlar arasından hızla Cemal'e doğru yol alıyordu.

Amsterdam, 14 Temmuz 2017

1 Temmuz 2017 Cumartesi

FELEK



FELEK

    Hayata sıfırdan başlayan bal kokulu minik bebekler de dahil olmak üzere, geçen her saniye ile birlikte ol canlılar yaşlanmanın amansız pençesinden kurtulamıyorlar. Hayatın bilinen güçlükleriyle ardınızda bıraktığınız her saniyeyi süper starımız Ajda Pekkan misali, yaşlanmayı bütün imkanlarınızla ertelemeye çalışsanız da, bu kişinin kendi kendisini avutmasından başka bir şey değildir. Yaşlanmanın getirdiği güçlüklere ek olarak, hayata yenik başlamış olmak da çoğu insanın kaçınılmaz yazgısıdır. Ayarı bozuk kefelerde tartılmanın getirileri insanoğlu için oldukça ağır oluyor. Kimi insan hayata; adil olmayan hakemin haksız yere verdiği penaltılarla ve kendisi adına başkalarının attığı gollerle 10-0 galip başlarken, kimileri de aval aval baktığı, kalesinden içeri giren meşin yuvarlaktan bihaber 10-0 yenik başlıyor.
        Bütün gün dilime pelesenk olan, "gayri ihtiyari" (ihtiyarlamaya doğru yönelen bendenizin) mırıldadığım güzel bir halk türküsünün sözleri aynen devam edegelen satırlardı. 


"Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları, sağ iken
Kahpe felek vermez benim muradım
Viran oldum, mor sümbüllü bağ iken.
                              Karacaoğlan"
         Hal böyle olunca, belki de bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kültürde köklü bir kavram olan, çoğumuzu inceden inceye yaralayan "amansız felek" hakkında bu bir kaç satırdan oluşan karalamalar ortaya çıktı. Büyük ozanın da yüzlerce yıl önce dile getirdiği gibi; zıkkım ağuları tas tas içtiğimiz dönemler çok oldu. Hele şu kahpe feleğin oburca yediği naneye bakın! Olacak iş mi? Muradımızı her dem neden vermek taraftarı olmaz ki? Haklı olarak dimağımınız bunu bir türlü kavramaz. Acep ne çıkarı ola ki? Mendebur Felek sizi ihya edecek, manevi gidişatınızı düzlüğe çıkaracak olan muradınızı, sürekli içi sürpriz hediyeli çikolatadan bir çocuk yumurtası gibi ardına saklar durur. Bizler telaşla almak üzere ellerimizle çar naçar uzanırız. O da vermemek için olabilecek bütün zorbalığı ve şaklabanlığıyla, olanca zorluğu acımasızca önümüze çıkarır. Bugüne değin, kimi zaman söz konusu, bizi bahtiyar edeceğine pır pır atan kalbinizle inandığınız, toz pembe muradınızı size verecekmiş gibi yaptığı anlar da olmadı değil. Her defasında "işte bu" demenize ramak kala bir kez daha, ne denli yanıldığınızı, aldatıldığınızı görür ve bizimle birlikte yaşlanan, bedenimizde kuş tüyü değilse de, yumuşak bir minder görevini de üstlenmiş olan kutsal kıçlarımızın üzerine otururuz. Üstüne soğuk sularımızı bin bir pişmanlık ve hayal kırıklığı ile içmek zorunda kalırız. Viran olmasına oluruz. Ancak burnumuzun direğini titreten, mor sümbüllerinin rayihaları dört bir tarafı saran bir bağ olup olmadığımız da, altından çıkamayacağımız başkaca bir muamma.
 

"Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın." der, M. N. Selçuk.
        

          Feleğin ardına sakladığı muradınızı nihayet verdiğini sandığınızda, çoğu zaman yanılgı hayli büyük olur. Bir de bakmışsınız ki; bel bağladığınız, yoluna canınızı koyduğunuz, göklerde ararken yanı başınızda bulduğunuz, canözüm, yarim, yoldaşım, arkadaşım, muradım dediğiniz tarafından atıldığınız kör kuyularda merdivensiz bırakılmışsınız. Dahası denizler ortasına kadar sizi götürüp, yelkeninizi yırttıktan sonra tepenizdeki kavurucu güneşin altında bir başınıza kalakalırsınız. Esen rüzgar sizi hiç bir diyara götürmez. Denizin ortasında çakılı kalır kurda, kuşa, köpek balıklarına yem olur, fırtınalarda hayata elveda edersiniz. İnançlarınız tükenmiş, insanlara olan güveninizin köküne kibrit suyu dökülmüştür gayri. Duyduğunuz o güzelim sevginin getirisiyle, ayrım yapmadan yek vücut olarak gördüğünüz kişilikten, diğer anlamda kendinizden yoksun kalmış olursunuz.
        Feleğin en nihayetinde rıza gösterip, lütfedip verdiğini sandığınız sizi bulutlarda yürütecek, hafiften de olsa çıkıntılı göbeğinizde bin bir renkli kelebekler uçuracak, ayaklarınızı yerden kesecek, düşlediğiniz murat değildir. Yine yapayalnız kalacak ve biçare kollarız yanlarınızda salınacaklardır. Buğu biriktiren kirpiklerinizin ardındaki gözleriniz yere birer kıymık olup çakılacaklardır. Hayatınız boyunca yüreğinizde özenle barındırdığınız umudunuz da, kuruyan bir dere yatağına dönüşüp meçhul bir görünmeze çekilir. Kavun acısı tadındaki umutsuzluk üzerinize karabasan misali abanır. Sonrasında erinç içinde olmanın ve gövermenin çok uzağına düşersiniz. Felaketin varılan bu aşamasında yapılacak tek şey, büyüklerimiz tarafından her zaman sağlık verildiği gibi: "Enseyi karartmamak". Aksi halde; "keskin sirkenin küpe verdiği zarar" hayli büyük olur. Muradınız tez elden ve dilediğiniz gibi olsun!

Amsterdam, 1 Temmuz 2017
   

22 Haziran 2017 Perşembe

PORTAKAL




PORTAKAL

          Mavi göğün tepesinden bin bir kıvrımla, adeta kıvrak danslarla yeryüzüne inen kavurucu güneşin, dayanılmaz o sarı sıcak ışınları, zar inceliğindeki nemli derisini delip geçiyorlardı. Kocaman gözlerini merakla kırpıştırıp etrafına bakıyor, kayda değer bir gelişme olup olmadığını kararlılıkla gözlemliyordu. İçini alabildiğine burkan yalnızlığı uzun süredir var olageldiği gibi, yine diplerde seyrediyordu. Oraya buraya zıplayıp durmaktan bitap düştü. Zıplamaktan ibaret olan bir hayat ancak bu kadar sıkıcı olabilirdi. Dere kenarında boy gösteren, tepesi mor çiçeklerle bezeli, hafifçe esen rüzgârda nazla salınan bir deve dikeninin altına konuşlandı. Son zamanlarda dağları değil de, ancak payına düşen deve dikeninin altını kendisine vazgeçilmez bir mesken edindi. Dağlar O’nu saklayamaz, ele verir, ölürdü.
           Gözlerini belirli bir noktaya sabitledi. Derin bir soluk aldı. Ciğerlerine doldurduğu havayı aheste aheste keyifle dışarı saldı. Karnında oluşan şişlik bir süre sonra tamamen küçüldü. Bunalmış olsa da, olanca takatsizliğini zoraki bir tarafa bıraktı. Gergin bir yay misali zıplamaların ardından, yüzeyi yeşilimsi bir renk alan derenin sularına uzun bir uçuşla yeniden atladı. Yosunlu suda art arda oluşan daireler iç içe geçti. Suyun kirliliğinden hiç bir şeyi ayırt edemiyordu. Hayatta kalmak için bir kaç kez de olsa, bulduğu en yakın su birikintisine bir kaç dakikalığına dalmalıydı. Su yüzeyinde yeni açan nilüferlerin yapraklarının üzerine geçip, dinlenmeyi ihmal etmedi. Kısa soluklu bir kaç kulaçlık yüzmenin ardında tekrar karaya çıktı. Soluğu sevgili deve dikeninin yanında aldı. “Vrak… Gurk… Vraaak.. Graaak…” diye bağırıp, çaresiz bir halde etrafına bakınmayı sürdürdü. Gırtlağını yırtarcasına aşk davetini bütün dişi kurbağalar adeta duymazlıktan geldiler. Artık birilerinin O’nun sesine de kulak vermesi gerekmiyor muydu? Canına tak etti. Kimselerin kendisine dönüp bakmayacağı kadar da çirkin değildi. Bu denli itici olduğunu hiç sanmıyordu. Rıfkı Can Kurbağa’nın arka bacaklarının zarif uzunluğu, bedeninin her tarafında yeşil zemin üzerinde göz kamaştıran turuncu ve kar beyazı çizgiler, sırtındaki siyah noktalar, kristal parlaklığındaki güzelim altın gözleri, bu kirli su birikintisinin etrafında bulunan yüzlerce kurbağanın hiç birinde yoktu. Arkadaşları Zühtü, Sılo ve Şükrü O’nun onda biri kadar ne yakışıklı, ne de zekiydiler. Ama kendilerinde şeytan tüyü varmış gibi hovardalıkta işleri çok yaver gidiyordu. Bir damla su güzelliğindeki çıtır kurbağalarla sarmaş dolaş günlerini gün ediyorlardı. Kendisinin onlardan neyi gerilerdeydi. Doğrusu bunu anlamakta oldukça zorlanıyordu. Fazlalıkları var, eksiği yoktu. Zaman zaman bu arkadaşlarına da takıldığı oluyor, birlikte hovardalığa çıkıyorlar, ama gösterdiği onca çabaya rağmen, O kendi kovuğuna her defasında yapayalnız dönüyordu.
           Yakışıklılığı, cazibesi ve tartışılmaz albenisi bir tarafta kalsın. Yiğitliğine, hisli çatal yüreğine, yardımseverliğine, kalbinin güzelliğine ve daha pek çok meziyetine diyecek yoktu. Üstelik hiç bir kötü alışkanlığı da yoktu. Kimselerin tavuğuna kış demediği gibi, tek bir canlının etlisine sütlüsüne karışmıyordu. Son zamanlarda, yaklaşık bir kilometre ilerideki köyün çocukları, bu küçük göle dadanmışlardı. Ellerinde sapanlarla kocaman taşları kurbağaların üzerine acımasızca yağdırıyorlardı. Yakaladıkları kurbağaları ayakları ile ezip çiğniyorlardı. Rıfkı Can tek bir kurbağaya zarar gelmesin diye adeta erkete durmuştu. İleri gözetleyici edası ile tehlikeyi sezer sezmez, bütün kurbağaları uyarıyor, küçük yavruları kendisininmiş gibi koruyup kolluyordu. Daha iki gün öncesinde bu mendebur Şukufe’nin kızı Müberra’yı kuyruğundan tuttuğu gibi suyun derinliklerine çekip kurtardı. Şukufe Hanım patlak gözlerinin çirkinliğine bakmadan, yarım ağız teşekkür edebildi. Zaten iyi bir kurbağa olsa, lütfedip bir dal çiçek getirirdi. Kurbağalık ölmemişti ya, Rıfkı Can o an yüreğinin sesini dinleyip, kendi hayatını tehlikeye atarak, can havli ile bağrışan Müberra’yı kurtarmıştı.
           Dereden çıkıp, zıplaya zıplaya çalıların arasında avlanmaya giden, bön bakışlı, patlak gözlü Şukufe Kurbağa dahi, alabildiğine aymazlığıyla bir yol olsun dönüp bakmıyor. İşmar eylemiyor. Rıfkı Can ne günlere kaldığını içinden geçirip, bulunduğu durumdan çok hoşnut olmadan, bir kez daha önce “vraaak…” ve sonrasında da “graaak…” diye bağırdı. Dişi bir kurbağanın boynuna ayağını dolamayalı, dudağından öpmeyeli, "seni seviyorum - vraak gurak vraak" demeyeli, birlikte dans etmeyeli, gözlerinin derinliklerine durmayalı, şehvetle altına alıp ağız tadıyla çiftleşmeyeli belki de on asır geçmişti.
           Biteviye beklemekten hayli yoruldu. Uzun saplı bir papatya ile oynadı. Etraftaki iki gelincik çiçeğinin yapraklarını kazara döktü ve buna çok üzüldü. Ağaç dallarına konan kuş seslerine kulak verdi. Cırcır böceklerinin çıkardığı tiz seslerden oldukça rahatsızlık duysa da, yapabileceği bir şey yoktu. Hepsinin peşine düşecek hali yoktu. Midesi de iyiden iyi kazınmaya başladı. Bulunduğu deve dikeninin altında etrafına bakınıp yiyecek aradı. Otlar arasında dolanan bir böceği dilini hızla çıkarıp, yakaladı. Tez elden midesine indirdi. Sonrasında üzerinde uçmakta olan mavi ve sarı renkli kanatlarını yavaşça çırpan bir kelebek de kurbanı oldu. Şimdilik bu kadarıyla yetinebilirdi. Akşama daha çok vardı. Bu bir nevi ara öğün mahiyetindeydi.
           Göldeki dişi kurbağalar kendi aralarında Rıfkı Can’a ayaklarında ve bedenindeki turuncu çizgilerden dolayı Bay Portakal diyorlardı. Rıfkı Can bir zamanlar gönlünü, güzelliği dillere pelesenk olan Billur Kurbağa’ya kaptırmıştı. Billur’un en yakın arkadaşı Şerife kurbağa’ya yalvar yakar aracı olmasını istedi. O da daha fazla direnemediğinden kabul etmek zorunda kaldı. Verilen görevin ne denli zor olduğunu, Billur’u yakından tanıdığı için farkındaydı. Şerife isteksizce Billur’a gitmek üzere zıplamaya koyuldu. Rıfkı Can yüreği ağzında bir çalının ardına saklanıp, Şerife ile mağrurluğu üzerinden bir an için atmayan Billur’un konuşmalarına kulak verdi. Billur alaycı bir kahkaha attı. Ardından da; “Şerife Hatun sen ne dediğinin farkında mısın? Herkes haddini bilsin lütfen. Davul bile dengi dengine. O benim dengim mi? Hop dedik! Portakal Efendi, mümkünse benden uzak olsun, orada kalsın. Kala kala Portakal’a mı kaldım. Şerife Hatun bunu sen söylemedin ve ben de duymadım. Hadi sen de yoluna.” Pembe şemsiyesini bir kaç kez yere vurup, tehdit edercesine Şerife’yi kovdu. Rıfkı Can kulak misafiri olduğu hakaret dolu bu konuşmanın ardından aylarca kendisine gelemedi. Sırtından hançerlenmiş, bedenindeki o turuncu çizgiler sanki kazınmış gibi hissetti. Ne vrrak, ne de graaak diye bağırdı. Kalbine küstü. “Sen misin kendini olur olmaz herkese kaptıran” deyip yüreğini hak ettiği şekilde payladı. Yalvar yakarmalarına kulaklarını tıkadı. Ön ayaklarını başının altına alıp, sırt üstü uzanmadı. Su birikintisine dadanan çocukların gelişlerini görmedi. Müzik dinlemedi. Dans etmedi. Piyano çalmadı. Doğum gününü kutlamadı. Başka su birikintilerine gezmelere gitmedi. Çok sevdiği halde bademli dondurma dâhi yemedi. Rakı içmedi. Partilere katılmadı. Hayata bütün kapılarını sıkıca kapadı. Telefonlara çıkmadı. Nargile içmedi. Herkesle selam ve sabahı kesti. Derisi kurudu, daha da inceldi. Gözlerinin altın rengi kayboldu. Derede yüzmedi. Zoraki avlandı. Bir deri bir kemik kalakaldı. Geçen zaman nihayet ilaç oldu. Kendisini yeniden toparladı. Dere kıyısındaki hayatına yeniden döndü.
           Olduğu yerde uzandı. Çok geçmeden arka ayağından dürtüldüğünü hissetti. Dönüp baktığında gözlerine inanamadı. Kalbi göğsünü yırtıp, yerinden fırlayacak gibi oldu. Ön sağ ayağını kalbine bastırıp, sakinleşmeye çalıştı. Billur elinde pembe şemsiyesini sapından işveli bir edayla dönderiyordu. Gözlerini, tedirginliği her halinden belli olan Rıfkı Can’a kırpıştırarak uzun uzun baktı. Dudağına defalarca buseler kondurdu. Rıfkı Can’a sıkıca sarıldı. Başını O’nun göğsüne yaslayıp, kalbinin ahenkli atışlarını dinledi. Her ikisi de mest oldular. Ardından Billur Hanım’ın ağzından art arda bal sözcükler döküldü.
           “Rıfkı Can senden çok özür diliyorum. Yanılmışım. Geçen zaman zarfında kalbime kulak verdim, sesini dinledim. Benim o an gösterdiğim kabalığı olmadı say, lütfen. Kapris yaptım. Cahillik işte. Kalbim senden yana, senin için attığını gördüm. Seni çok seviyorum. Artık sensiz yapamam. Seninle yaşlanmak en büyük emelim. Senden onlarca kızım ve oğlum olsun istiyorum. Birlikte büyütelim. Kuyruklarının kopmasına şahitlik yapıp, mutluluğumuza mutluluk katalım. Ama önce büyüklüğünü göster ve beni affet. Yalvarıyorum. Sensiz yaşayamam.”
           Rıfkı Can ayağının bir kez daha dürtüldüğü hissine kapıldı. Olduğu yerde uyuya kalmıştı. Gözlerini kırpıştırıp ayıldığında; Şukufe’nin patlak gözlerini bütün bedeninde gezdirdiğini gördü. İkircikli duygularla “nasip kısmet meselesi” deyip, zıplaya zıplaya Şukufe’nin ardından seğirtti.


Amsterdam, 21 Haziran 2017

1 Haziran 2017 Perşembe

EVA






EVA
   
    Ellili yaşları geride bırakmıştı. Ardında bıraktığı tatlı ve acı anılarla dolu onca yıla, güzelliğinden ödün vermeyen saman sarısı kıvrım kıvrım saçlı Eva'nın siyah ayakkabıları düz ökçeliydi. Sıkıca koluna girdiği kocası Gerard'ın bileğini kendisine doğru çekiştirdi ve sonrasında ellerini sıkıca birbirine kenetlediler. Ayaklarını hafiften sürüyerek yürüyen Eva, kocası ile el ele hastanedeki bekleme odasına girdiler. Aynı anda yüzlerinden atmakta bir hayli zorlandıkları ürperti ile diğer bekleyenlere selam vermeyi ihmal etmediler. Yan yana usulca oturdular. Oturdukları yerde de Gerard'ın elini sıcacık tutmaya devam etti.
    Her ikisinin de derin düşünceler içinde oldukları belli oluyordu. Eva başını eğip, tedirginliği belirgin bir şekilde beliren kocasının yüzüne hayranlıkla baktı. Kıvrımlı uzun sarı saçları omuzlarından aşağı, coşkun bir şelalenin suları gibi omuzlarından aşağı apansız döküldü. Gerard eşinin başını sevgi ve şefkatle hafifçe tutup, omuzuna koymasını istedi. Eva'nın boynu hiç direnmedi, kafası bir kuş tüyü olup, eğildi. Olabildiğince büyük bir güvenle kocasının omuzundaki sarsılmaz yerini buldu. Başını kocasının omuzuna değil de, adeta bin bir çiçekten oluşan bir gülistana koymuş gibiydi. Yüreğini tatlı ürpertilerle masmavi bir okyanusun sularına, fırtınasız, rüzgârsız, alabildiğine sakin bir havada, kafasından geçen onca düşünceyle birlikte özgürce bırakmış gibiydi.
    Ben Hollandalı Eva. Hollandalı olduğum söz gelimidir. Yüreğimden geçen; elbette dünyalı olduğumdur. Bugün tanrının bana bir lütfu olan sevgili Gerard'ım ile birlikte kendince öyküler uyarlamaya çalışan, Türkiyeli öykücünün tam karşısında oturuyoruz. Mahcup bakışlı öykücüye acıdım, içim kırıldı. İşi zordu. Yükü hayli ağırdı. Altından kalkabilecek mi, bilemiyorum. Gerard'ın elini bırakmadan karşımdaki utangaç adama baktım. Oysa benim derdim bana yeterdi. Dağlara anlatmaya kalksam kan ağlarlar, dile gelirler ve beni teselli etmeye çalışırlardı. Hoş bulunduğum bu Hollanda düzlüğünde de içimi aktarabileceğim herhangi bir dağ da yok zaten. Uzun uzun baktım acemi öykücüye. Bakışlarımla mesajlar saldım O'na. Yeter artık; annen Kör Zewe'yi, uçsuz bucaksız bir çölü aratmayan İç Anadolu bozkırını, meşhur köyün Camili'yi anlatmayı bir anlık bırak.  Yetiyorsa yüreğin beni anlat derim. Tavırlarım ve mesaj yüklü bakışlarımla çok belirgin bir hal almış olmalıyım ki, dudaklarında belli belirsiz hafif kıpırtılar oldu. Sonrasında yine aynı utangaç bir edayla, ikirciklice de olsa, isteğimi boyun büküp kabul etti.  Ben de bu zor anlatımda kendisine yardımcı olacağımı aynı dost bakışlarımla anlattım.
    Bizimkisi bir sevda. Gerard'ım benden iki yaş daha büyük. Komşu çocuklarıydık. Günümüzün büyük kısmı dışarıda birlikte oynayarak geçerdi. Zaman nasıl akıp gidiyor farkında değildik. Birlikte olmanın ilk anından itibaren, her ikimiz de birbirimizi büyülüyorduk. Anne ve babalarımız da iyi görüşürlerdi. O sıralar ben daha yedi, Gerard ise dokuz yaşındaydı. Daha o zamanlar birbirimizi saf çocuksu duygularla sevdik. Bugün gibi hatırlarım, o çocukluk yaşımızda, şu an olduğu gibi, aman tanrım elimi nasıl da sıkıca tutardı. Ah canım benim. Hayatım, hayatımın biricik anlamı. Yüreğimin biricik sahibi. Her yönü ile insan olan kocam benim.
    Mahallenin bütün sokaklarını el ele dolaşırdık. Gerard mahalledeki yaramaz çocuklara karşı benim önüme geçip, göğsünü nasıl da bir kahramanlık edası ile siper ederdi. Değişen bir şey olmadı. Şimdilerde artık büyümüş olan o yaramazların herhangi birinin zarar vereceğini görmeye görsün, yine o yıllardaki kararlılıkla göğsünü gere gere önüme geçer ve beni savunur. Devasa bir aşk bizimkisi. Elli yılı aşkın bir zamandır, daha doğrusu çocukluğumuzdan bu yana birlikteyiz. O benim ilkim oldu, ben de O'nun. Bizim için her geçen gün bayramdı. Sanırım her ikimiz de biraz deliydik. Karşılıklı var olan sevgi ve saygımız daimdi. Hızla geçen onca zaman, sevgimizden bir zerre olsun alıp götüremedi. Aşkımızı erozyona uğratmadık, çünkü dört bir yana kök salan sevgi ağaçları ektik. Onlar dallanıp budaklandı ve bizleri sevgi dolu yüreklerle ayakta tuttu. Meksika'lı ressam Frida Kahlo sevgilisi Diego'ya yazdığı bir mektupta; "Bir dağın içini, ancak başka bir dağ bilir." diye yazıyordu. Buna ne denir, ancak şapka çıkarılır. Bizim tutkumuzu da ancak bizim gibi bütün kalpleriyle sevenler bilir.
    Bütün hayatımız boyunca Amsterdam'da kanallar boyu yüzümüzde geniş gülümsemelerle, el ele dolaştık. Laleler arasında, onlara zerre kadar zarar vermeden saklambaç oynadık. Sokakta dolaşan kedileri sevdik. Yel değirmenlerinin merdivenlerini tırmandık, durmadan indik ve çıktık. Aşkımızın meyveleri oğullarımız, kızlarımız ve birbirinden güzel torunlarımız oldu. Torun sevgisi anlatılır gibi değil. İki oğlan bir de kız torunumuz var. Çocuklarımız geç evlendiler. Haliyle çoluk çocuk sahibi olmaları da gecikmeli oldu. Anlayacağınız torun sahibi olmamız biraz uzunca sürdü. Kız torunumuzun adını annesi Eva Maria koydu. Biz de böylesi bir gelenek olmadığı halde gözleri, ağzı, burnu ile bana çok benzediği için benim adımı da verdiler. Daha altı yaşında. Güzelliğini anlatmak mümkün değil. Boncuk boncuk-maviş maviş gözler. Tıpkı gökyüzü gibi. İnsanın kanatlanıp içlerinde uçası geliyor. Oğlanlar da öyle. Remko dokuz yaşında. Uzun sarı saçlarını parmakları ile tarıyor. Kızlara şimdiden olmadık kurlar yapıyor. Gerard dedesine çekmiş. O da çocuk yaşta aklımı başımdan almamış mıydı? Paul ise henüz dört yaşında. İşi gücü abisi Remko'yu taklit etmek. Remko onun en büyük idolü.
    Evimizde yankılanan şen şakrak kahkahalarımız hiç dinmedi. Kadehlerimiz hep tiz bir sesle çınladı. Her alaca karanlıkta mumlarımızın gökkuşağı alevlerinin titremesini ihmal etmedik. En güzel filmlere gittik. O güzelim aşk sahnelerinde kendimizi bulduk. Mutlu olduk. Hisli yüreklerimizi hep bir eyledik. Aralarına hiç bir zaman duvarlar örmedik. Bugüne değin evimde en az iki vazom hiç boş kalmadı. Gerard her defasında ilk kez bana çiçeklerle geliyormuş gibi aynı heyecan ve yüzünde beni büyüleyen, beni benden alıp götüren gülümsemesiyle kucağımı dünyanın en güzel renklerine bezeli çiçeklerle doldurdu. Çiçekleri yan tarafımda tutup, kollarına atıldım ve ilk kez öpüşüyormuş gibi uzun uzun dudaklarımız kenetlendi. Gülüşü güzel Gerard'ımın yüzünü her an güler kılmaya çalıştım. Her hareketini izledim. Gözlerinde saklambaç oynadım. Yüzümü ellerine bıraktım. Klasik ve caz konserlerinde en ön saflarda yer alıp, güzelim melodilerle ruhumuza ziyafet çektik. Trenler, arabalar, gemiler, uçaklar ve yürüyerek bütün dünyayı dolaştık. Deliler gibi seviştik. Terlerimiz, nefeslerimiz, ruhlarımız ve bedenlerimiz birbirine karıştı. Aynı güle burunlarımızı dayayıp, mis kokusunu içimize çektik.
    Artık durum çok daha farklı. Yukarıda anlatmaya çalıştığım güzelliklerin, mutluluğun ve huzurun sonuna geldik. Ben Gerard'ıma ihanet ediyorum. O'nu yapayalnız bırakıp gideceğim. İki haftadır bu hastanenin yolunu tutuyoruz. On beş gün önce geldiğimizde yapılan tetkikler sonucu, hastalığın bütün vücudumu sardığını hiç söyleme ikircikliği göstermeden, iletti doktor. Bütün bedenim, içim, kollarım, ayaklarım, ellerim, beynim,  kalbim durdu. Yüreğime doluşan huzmeler, yerini o an zifiri bir karanlığa bıraktılar. En fazla üç aylık bir zamanımın kaldığını, yapılacak tedavilerin bundan sonrasında bir yarar getirmeyeceğine inandıklarını anlattı. Ama yine de ellerinden geleni yapacaklarmış.
    Nasıl bir halde olduğumuzu daha fazla irdelemenin de benim hastalığım gibi pek bir faydası yok. Her şey bitti. Sona geldik. Gerard ile bir eylediğim yüreğimi alıp, gideceğim. Mumlar sönecek, çiçekler solacak, müzikler dinecek, şiirler susacaklar, kadehler çınlamayacaklar, sevişmelerimiz bitecek, gezilerimiz duracak, torunlarım cıvıldamayacaklar, öpücükler havada kalacak, kocamın gülümsemesi donacak, ellerim tutulmayacak, gözlerimin içine bakılmayacak. Bilinen yolun sonu görünüyor. Mutlu ve huzurlu olmasını yaralı yüreğimle istediğim büyük insanlık sağ olsun. Kalın sağlıcakla!

Amsterdam, 1 Haziran 2017

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...