26 Mart 2018 Pazartesi

HEMZE Û EMNE







HEMZE Û EMNE

Hamza ve Kahramanmaraş’ın o güzeller güzeli kömür gözlü Emine’sí, onların nefeslerini kesecek kadar içlerini kıpır kıpır eden sevdaları ile birbirlerine deliler gibi aşıktılar. Uzun bir nişanlılık döneminin ardından, nihayet yirmi gün önce dünya evine girdiler. Tomurcuklu çiçekleri; Hamza’nın basık, Emine’nin ise o biçimli küçük burnunda olan evliliklerini, bütün dost ve akrabalarının davetli olduğu, pullu al mendillerin kelebekler misali tiril tiril sallandığı, dillere destan onlarca metre boyunda halayların çekildiği, üç gün-üç gece süren dillere destan bir şenlikle taçlandırdılar. Davullar ve zurnalar susmak nedir bilmedi. Dört bir yandan gelen akraba ve konuklar ağırlandı. Kurbanlar kesildi. Sofralar kuruldu. Aslan sütü kadehler havada art arda çınladı. Emine'nin ak gelinliği birbirinden değerli onlarca takıya bezendi. Doğrusu ağızları kulaklarında olan çiftin mutluluğuna da diyecek yoktu. Ağır Kürt aksanı ile Türkçeyi kendilerine has bir şekilde konuştuklarından, birbirlerine Hemze ve Emne diye sesleniyorlardı.
Mutlulukları ne yazıktır ki kısa sürdü. Yüzlerindeki o kocaman gülümsemeleri bir anda döküldü. 1978 yılının son günleri idi. Soğuğun iyice dayattığı bu kış günlerinde, insanlar yeni bir yılı bin bir umutla kucaklamaya hazırlandıkları bir zamanda, olanlar oldu. Şehrinin gök kubbesine kara bulutlar gelip bağdaş kurdular. Hemze o sabah çakır gözlerini yeni bir güne açtığında, kendilerinin ve çevredeki pek çok komşularının kapılarının üzerinde boya ile çizilmiş, uzun zaman baktığı halde anlam vermekte zorlandığı bir çarpı işareti ile karşılaştı. Çok geçmeden ürperti veren uluma sesleri eşliğinde, bütün evler barbarca yağmalandı. Masum insanlar her türlü silah, satır, orak ve baltalarla hunharca öldürüldüler. Büyük bir korku ve panik içindeki halk, çil yavruları gibi dört bir yana dağıldılar. Saklanabilenler öldürülmekten kurtuldular. Çocuklar hüngür hüngür ağlıyor, yaşlılar korkudan tir tir titriyorlardı. Evler kundaklanıp ateşe veriliyor, sokak orasında biçare insanlar katlediliyorlardı. Sokaklar bir anda birer kan gölüne dönüştü. Arşı ağıtlar sardı. Kim kimi neden öldürüyor bilinmiyordu. Yaşananlar inanılması güç, alabildiğine büyük bir barbarlık eseri idi. Kahramanmaraş isim değiştirip, kanlı Maraş oldu.
Görüldüğü üzere vaziyetlerinin pek berkemal olmadığını gören Hemze, kendisini kısa sürede toparladı. Emne'si ile sağ salim kurtulmuşlardı. Şehri hemen terk ettiler. Aklıselim düşünmek zorundaydılar. Doğup büyüdükleri, atalarının mezarlarının yer aldığı, yüzlerce anısının olduğu bu topraklarda yaşam hakkının kendilerine tanınmadığını gördüler ve bir karar almak zorunda kaldılar. Canından çok sevdiği Emne’sinin başına bir hal gelmeden onu alıp bu diyarlardan çok uzaklara gitmeliydi. Kimselerin bilmediği ulaşılmaz dağların ardı belki de en güvenilir yerdi.
O yılların siyah beyaz televizyonunda sürekli seyrettiği Heidi adlı çizgi filminde yer alan Alp Dağlarının etekleri yeni mekânları oldu. Bu sarp dağlar Heidi, arkadaşı Peter, Büyük Babasına ve keçilerine mutlu bir yaşam sürmeleri için kucak açtığına göre, biçare halde kapılarına dayanan Hemze ve Emne’ye de misafirperver davranırdı. Bütün bu hayallerle çarçabuk pasaport çıkartıp yüreklerinden atmalarının hayli zor olacağını bildikleri büyük bir gam ile atalarının topraklarını terk ettiler.
İlk yıllarında pek çok zorlukla karşılaştılar. Başta kültür olmak üzere, dil, din, gelenekler, insanların yürümeleri, oturmaları, kalkmaları, yemeleri ve içmeleri dahi çok farklıydı. Yapayalnızdılar. Zamanla her türlü zorluğun üstesinden gelmeye çalıştılar. Farklılıkları anlamaya ve yeni dostluklar edinmeye başlamakta fazla gecikmediler. Zirveleri oldukça yukarılarda olan Alp Dağlarının eteklerinde, başkent Viyana yakınlarında medeniyetin solunduğu, bütün renklerin yeşil ile cilveleştiği doğadan ibaret bir hayatla ayrılmamak üzere sıkıca kucaklaştılar.
Amansız hayatın içinde alabildiğine yer alırlarken, dayatılan zorluklarla mücadele içinde geçen her yıl, Hemze ile Emne’nin birbirlerine duydukları sevdayı azaltmanın yerine, bu güzelliği daha da çoğalttı. Oğulları, kızları ve torunlarının dünyaya gelmesi ile mesken ettikleri Avusturya’nın başı karlı dağlarında vasat hayatlarını renklendirdiler. Yaşanmış onca acıya karşın, yüzlerinde her an büyük gülümsemeleri bir an olsun eksik olmadı. Alp Dağlarından esen tatlı serinlikteki rüzgârlar yüreklerini okşamalarla geçedururken, onlar hayatı adeta alaya alıyorlardı. Birbirlerine karşı sürekli espriler yaparak, şakalaşıyor ve hayatın getirisi zorlukları bir tarafa atıp, günlerini gün etmeye çalıştılar.
Yüreklerinin en derininden birbirlerine “Hemze…  Emne…” diye seslenirlerken aşk dolu kalpleri adeta bedenlerini terk edip, havada buluşuyordu. Hemze günün yorgunluğuyla ağrıyan başından dolayı kıvranmalar içindeyken, kocaman bir patatesi tavada kızartacakmış gibi doğruyor, sonrasında da bu beşibirlik altın liraları bir ipe diziyordu.  Kolye halindeki patates dilimlerini alnına, boynuna doluyor, uzun kır bıyıklarının arasından geçirip bağlıyordu. Bir avize gibi oturma odasının içinde dolanıyor, geçmek nedir bilmeyen baş ağrısına isyan ediyordu. Odun ateşi ile yana kuzinenin başından ayrılmıyordu.
Günlerden bir gün hastalık sırası Emne’ye geldi. Hiç beklemediği bir anda apandisinin patlaması ile Emne’yi yakındaki hastaneye kaldırdılar. Hemze ameliyat sonrası elinde kocaman bir buket çiçek ile hayat arkadaşının ziyaretine gitti. Çiçekleri hemşireye bir vazo içine koydurup masanın üzerine koydu. Bir zangoç gibi karısının yanı başında durdu. Karısının solgun yüzünü gören Hemze hasta yatağına doğru geldi ve Emne’nin kulağına harf harf dökülen bir sesle seslendi.
“Emne, canım benim. Malum hastasın öldürmeyen Allah öldürmüyor ama yine de ben sorayım. Emne ölürsen seni nereye gömelim?” Duyduklarının ciddi olduğu kanısına varan Emne avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Çöpe at Hemze, çöpe… Anladın mı hiçbir yere götürmene gerek yok, bildiğin çöpe at.” Emne’nin bu beklenmedik haşin çıkışının ardından neye uğradığını şaşıran Hemze, tez elden yelkenlileri olduğu gibi suya indirdi. Getirdiği çiçek buketinden kızıl bir gülü seçip Emne’nin eline tutuşturdu. Alnından öptü. Espri yapayım derken, biraz aşırıya kaçmıştı.
“Yok, Emnem yok. Ben latife yapayım dedim. Yüzünü güldüreyim dedim. Sen beni yanlış anladın. Yoksa haşa nasıl böyle bir şey diyebilirim. Kimseye de değil, he mi de Emne sana, öyle mi? Haşa! Aha bu gül gibi sen de benim biricik gülümsün. Senin dikenin bile yok. Kurban olduğum.” gibi iltifatlarla Emne’nin gönlünü zor etti. Can yoldaşı çok geçmeden hasta yatağında Hemze’ye yeniden gülü gülüverdi.
Emne aynı zamanda Hemze’nin danışmanıdır. Her konu Emne’ye sorulur, gerektiğinde onay alınır ve akabinde icraata geçilirdi. En basit bir matematik işleminde dahi Hemze anında bu konuda Emne’nin derin görüşünü alırdı.
“Emne… İki kere iki kaçtı? Yaww…”
“Dört Hemze dört. Kuruş bilmez Hemze, dört.” Emne bu durumda işlem sonucunu büyük bir gurur ve bilmişlikle en az beş kez tekrarlardı. Hemze de bunun altında kalmaz tabi.
“Ee… Sağ ol Emne. Allah-u Teâla senin o kutsal gölgeni başımızdan eksik etmesin. Hızır yar ve yardımcın olsun. Sen olmasan biz ne yaparız. Perişan oluruz. O zaman ben sütçüye bu dört Euro’yu veriyorum ha!”
“Ver Hemze ver tabi. Adamın hakkı kalmasın. Hadi neyse Allah-u Teâla senin gibi bir tatlı belayı da başımızdan eksik etmesin.”
Hemze’nin iki tane oğlu ve bir de kızı vardı. Her üçü de evlenip çoluk çocuğa karıştıklarından Emne’si ile yalnız yaşıyorlardı. Oğullarından biri veya kızı, kış mevsiminde geleceklerse ve o gün kar da yağmış ise, Hemze şafakla birlikte kalkar, evinin bahçesine kadar olan en az yüz metrelik yoldaki bütün karları kürerdi. Bunu gören Avusturyalılar büyük bir şaşkınlıkla ona bakar, bir anlam veremezlerdi. Lakin bu sık sık tekrarlana gelince onlar da artık Hemze’nin ya oğlunun ya da kızının geleceğini anlarlardı. Bazıları bu duruma alışık olduğundan, kimi Hemze’ye kahve, çay, ekmek arası peynir ve hatta çorba dahi getirenler vardı. Böylelikle onlar da bu renkli kişilikle yakınlaşıp, yaşamlarını daha anlamlı kılmaya talip oluyorlardı.
Eğer yaz mevsimi ise ve çocukları geliyorsa, gelmeden bir saatlik yolda onları en az on kez arayıp geldikleri güzergâh hakkında bilgi alıyor, daha ne kadar yollarının olduğu konusunda bilgi sahibi oluyordu. Arabalarının yaklaşması ile de hemen yola çıkıyor, üzerine fosforlu sarı bir yelek giyip trafik polisi görevini üstleniyordu. Sigaradan sararmış dişlerinin arasında tuttuğu düdüğünü sert komutlarla öttürüp, dur ihtarlarında bulunuyordu. Bütün bu zorlu uğraşıların ardından, çocuklarını sağ salim evinin bahçesindeki parka alıyordu. 
Geçmişin serpiştirdiği ağular güzelim yüreklerine çimdikler ata ata bugüne geldiler. Kalplerindeki gamı defetmekte bir hayli zorlandılar. Şimdilerde Hemze ve Emine iyice yaşlandılar. Ama Alp Dağlarının eteklerindeki hanelerinde hala onların karşılıklı sevgi dolu sataşmaları duyulur. Komşular anlamadıkları bir dilden bağrışmalar dahilinde yapılan bu esprilerden anlamasalar da, bu gürültülerin her birinin birer ilanı aşk olduğunu bilirler. Hatta onların yıllardır sönmek nedir bilmeyen, emek verdikleri aşk ateşlerini kıskanırlar. Onların semalarında gökyüzü maviş gülümser.
Tek olumsuz bir durum vardır ki o da, Hemze üzerinden onlarca yıl da geçse, gördüğü her çarpı işareti karşısında biraz ürker, yüzüne bir anda kan yürür ve o yerden uzaklaşma eğilimine girer. Belki de bir çarpım işleminde, çoğu zaman bildiği halde bilmiyormuş gibi yapması, iki işlem arasındaki X harfinden dolayıdır. Dağlar kızı Heidi ile Alp Dağlarının havasını soluyor, buruk bir mutluluğu vardır, ama kapısının üzerine çarpı işareti koyan kimselerin olmamasından dolayı da kendilerini oldukça güvende hissediyorlar. Şayet çarpı işaretleri ile bir ilginiz yoksa, olur ya, sizin de yolunuz günlerden bir gün Alp Dağlarının eteklerine doğru düşerse; Hemze ve Emne’nin evlerinin ve gönüllerinin kapıları sonuna kadar açıktır. Onların muhteşem mutluluklarına tanık olur, defi gam eder, güzelim aşk duygusundan doyasıya tadar, haz ve feyiz alırsınız.

Amsterdam, 26 Mart 2018












8 Mart 2018 Perşembe

Don Juan - SEYİT








DON JUAN - SEYİT

Camili’de Molla Raşit’in evinin alt tarafında, boz ve kara iki eşeğin büyük bir yılgınlık ve yorgunlukla çekiştirdiği kağnı arabası, köyde içilen tavşankanı beş çayı esnasında Hacı Ali’nin evine doğru kaplumbağa hızında ilerliyordu. Yağsız tekerleklerinden dolayı, çıkardığı gürültülerle rahatsızlık veren kağnı arabasını, etrafına bakına bakına aynı tempo ile takip eden Mucurlu şahsın adı Çerçi Rükneddin idi. Serin bir rüzgârın estirdiği bir sonbahar günü. Saklandığı yerden çıkagelen soğuk hava, Camililerin de artık daha kalın giyeceklere bürünmeleri gerektiğinin sinyalini veriyordu. Güneş irili ufaklı onlarca toprak damın arkasında, adeta ine–çıka, ipil ipil ışınları ile gözleri kamaştırmak için elinden geleni ardına koymuyordu.
Çerçi Rükneddin’in tedbir amaçlı da olsa arabasında getirdiği yün paltosu bütün haşmetiyle geniş omuzlarındaydı. Paltosunun altında gürgen ağacından yaptığı uzun değneğini ardı süre sürüyor, onu görenlerin gözünde iri kıyım boyu ile bir çerçiden çok, heybetli bir külhanbeyini andırıyordu. Hiç acelesi yoktu. Satmak üzere arabasında getirdiği kilolarca kuru üzüm ve kırık leblebilerin çoğunu yol boyu satmıştı. Geriye kalan on kilo kadar yemişi de köyün bu kısmında bir çırpıda satması an meselesiydi.
Kuru üzüm ve leblebi almak isteyenler bir anda Rükneddin’in etrafını sardı. Aynı mahalleden ve sülaleden irili ufaklı çocuklar Selahattin, Hacı, Melek, Şiho, Seyit’in kızları Şeker, Çıro ve oğulları Kamber ile Ethem de meraklılar arasındaydı. Çerçinin başındaki üşüşmeyi uzaklardan gören Seyit de çömeldiği duvar dibinden dizlerine tutunup ayağa kalktı. Çerçinin Rükneddin olduğunu birkaç adım attıktan sonra fark etti. Ne satıyordu ki acaba?
Camili köy meydanında kuru üzüm ve kırık leblebi satıldığında takvimler 1930'lu yılları gösterirken, Seyit de otuzlu yaşlardaydı. Evli, aynı zamanda Rükneddin’in etrafını saran iki oğlu ve kızı vardı. Seyit dünya tatlısı bir insandı. Ancak ruhundan bütün zorlamasına rağmen başının belası hovardalığını bir türlü söküp atamıyordu.
Seyit’in babası Hacı Ali, oğlunun bu zaafının getirisi her vukuatının ardından, onu huzuruna çağırıyor, bir güzel kalaylayıp kulağını çekiyordu. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, bir tek pata küte dövmediği kalıyordu. Fakat Seyit her böylesi amansız paylamanın ardından, gönlündeki depremlere en fazla iki gün destur veriyor ve çok geçmeden yeni bir flört için gardını yeniden alıyordu. Uzun ince boyu, kömür karası sırma bıyıkları, geniş anlı ve çapkın bakışları ile köydeki dulların gönüllerinde, evli olmasına rağmen taht kuruyordu.
Seyit’in annesi oğlunun babasından yediği azardan hayli etkilendiğini görünce, kendisi de kızgın olmasına rağmen annelik hormonlarının baskın gelmesi üzerine çehresini daha fazla asamadı. Sağ kolunu sevgili oğlunun boynuna doladı. Ardından günlerdir ip ip ettiği Karakoyun ve Akkız’ın yünlerinden, yaklaşan kış günleri için ördüğü çorapları getirdi. Küçük bir çocuk gibi elleri ile oğlunun ayaklarına geçirdi. Seyit anasının hafiften pörsüyen yanağına teşekkür mahiyetinde sıcacık bir öpücük kondurdu.
Rükneddin’in keyfine diyecek yoktu. Çocuklar ve kadınlar, babaları veya kocalarından kopardıkları küçük harçlıklarla ceplerini ve önlüklerini doldurdular. Müşterileri ile başa çıkamayacağını anlayan çerçi, omuzlarına attığı paltosunu boz eşeğin sırtına attı. Kadınları ve çocukları nizami bir sıraya koydu. Herkes sabırla sırasının gelmesini bilecekti. Kimselere asla taviz verilmeyecekti. Sol gözünü kapatıp, terazisinin kefelerinin yan yana gelmesi için kılı kırk yardı. Parası olmayanlar onun yerine evlerinde buldukları yünleri, buğday ve arpayı getirip yemişlerini aldılar. Birbirine karışmış olan siyah kuru üzümleri ve leblebileri avuçlayıp iştahla ağızlarına götürdüler.
Seyit’in karısı Şıdo kocasının her dillere destan vukuatının ardından çocuklarının ellerinden tutup, “Yok böyle olmayacak. Canıma tak etti. Zerre kadar sabrım kalmadı. Çocuklarımla babamın evine gidiyorum. Ben de bir kadınım. Benim de bir gururum var.” diye ağlamaklı, iç çekmelerle serzenişte bulunsa da, kayınbabası Hacı Ali’nin korkusundan bu yönelmesinden tez elden vazgeçiyordu. Bütün bu yaşananların yanı sıra, bu konuda köyde dedikodular, yakıştırmalar, bir ise on edilmelerle dizginsiz bir şekilde ağızdan ağıza dolanıp duruyordu.
Çerçi Rükneddin için eşekleri her şeyden çok daha önemliydi. Müşterileri ile canhıraş meşgulken bir ara gözleri eşeklerinin melül bakan iri gözlerine ilişti. Belli ki acıkmışlardı. “Ah benim boz ve kara eşeklerim. Canımın yongaları, kıymetlilerim benim. ” diye kendi kendisine mırıldandı. Kıyamazdı onlara. Onlar olmadan bu koca Rükneddin bir hiçti. Ekmeğini onlar sayesinde kazanıyor, çocuklarına bu canlarının emekleri ile bakıyordu. Hemen terazisini bir kenara koydu. Arpa ve samanın karıştırıldığı torbaları, eşeklerinin alınlarını okşaya okşaya taktı. Acele ile gelip, en ön sırada bekleyen Hesko’nun annesi Çıro’dan kendisinden beklenmeyen bir kibarlıkla, bağışlanmasını dileyip bir sarraf titizliği ile kırık leblebi ve kuru üzümleri tartmaya devam etti. Kimsenin hakkı kimselere geçmesindi. Yoksa bu Kürt ellerinde kendisini tefe koyarlar ve bir daha da köylerinden içeri adımını attırmazlardı. Bu Kürtlerin “huyları ve suları” Kaman – Mucur çevresinde yer alan Türk köylerine göre biraz daha farklıydı. O nedenle ince eleyip, sık dokumakta fayda görüyordu.
Seyit de bir müddet sonra çerçinin yanı başındaydı. Çocuklarının da çerçinin başına üşüştüğünü görünce, cebindeki elli kuruşu çıkarıp Rükneddin’e uzattı. Dört çocuğuna da leblebi ve kuru üzüm vermesini söyledi. Ceplerini dolduran Seyit’in çocukları Kamber, Ethem, Çıro ve Şeker yüzlerinde büyük bir mutlulukla kenara çekildiler. Çıro ve Şeker’den bir avuç dolusu yemişi alıp ağzına götürdü. Ona göre kız çocukları daha paylaşımcıydılar. Çocukları evlerinin yolunu tutarken, kağnı arabasının etrafı da iyice tenhalaştı. Seyit uzaklardan son zamanlardaki göz ağrısı Mişe’nin salına salına geldiğini gördü. Acele ile bıyıklarında ellerini gezdirdi. Daha sonra elbiselerini düzeltti. Bir elini arabanın kenarına koyup, Rükneddin ile sohbet ediyor havasına girdi.
Mışe gözlerinin altından Seyit’i bir güzel süzdü. Seyit büyükçe güldü. Ellerini ceplerine götürdü ama ceplerinde tek kuruş yoktu. Aklına müthiş bir fikir geldi. Anında ayağındaki ayakkabıları çıkardı. Acele ile anacığının büyük bir özenle günlerce, el emeği göz nuru ördüğü sanat eseri yün çoraplarını Rükneddin’in boş olan terazisinin kefelerinden birisine koydu. Aldığı üç avuç yemişi cebinde çıkardığı mendiline doldurdu. Gülen gözlerinden yayılan büyük bir aşkla yemişleri yavuklusu Mışe’ye buyur etti. Rükneddin olup biteni görse de, o kendi ticaretine bakıyordu. Bıyık altından gülümseme ile işine koyuldu.
Don Juan-Seyit, daha fazla beklemeden, Mışe’nin başını döndüren kösnül işvesine kendisini kaptırmaktan alıkoymadı. Yakındaki Dinte’nin evinin kuytuluğuna çektiği Mışe’nin dört yıldır el değmeyen, yemek üzere avuçladığı leblebi ve kuru üzümlerin şişirdiği dul-al yanaklarında sırma bıyıklarını acele ve büyük bir gizlilik içinde gezdirdi. Camili semalarındaki gökyüzü olanca maviliği ile gülümsüyordu. Evine doğru seğirten Seyit’in çorapsız ayakları, pabuçlarının içinde garip sesler çıkarıyordu.

Amsterdam, 8 mart 2018



27 Şubat 2018 Salı

SEVGİLİ









SEVGİLİ

Görünen o ki; ölümün adamları yeniden kanın ılgıt ılgıt aktığı bir savaş çıkaracaklar. Hava koyu puslu. Canavarlar sivri dişlerinin arasından salyalarını sala sala cirit atıyorlar.  Kardeşi kardeşe kırdıracaklar yani. Bıyıkları yeni yeni terlemiş gencecik ömürleri, bir sinek gibi ölmeleri için zorla cephelere sürecekler. Sevgili eli tutacak titrek ellerine kan kusan soğuk silahları tutuşturacaklar. İşte düşman orada deyip kardeşlerinin üzerine salacaklar. Buyruklar bıçak misali keskin ve kesin. Hedef gösterecekler. İşte düşman! Sevgili durma, gel.

Şehirlerde, dağlarda ve ovalarda tanklar, tüfekler, mavzerler, şarapneller, mayınlar ve bombalar art arda patlayacak. Yüreklerin kulakları vurdumduymaz olacak. Elma aromalı gazlarla on binlerce insanı bir anda zehirleyecekler. Metalden devasa ölüm kuşları attıkları ağır bombalarla dünyayı yerle bir edecekler. Misket bombalarını canlıların başlarına yağdıracaklar. İnsanlık bir anda elden kayıp gidecek. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, gençler; yani insanlar hiç uğruna ölecekler. Masumların kolları, bacakları, başları kopacak. Yoksulları büyük bir ölüm korkusu alacak. Duyguları, aşkı ve sevgiyi yok edecekler. Hayatlar son bulacak. Daha çok da güzelken, toyken, telli duvaklı gelin çağındayken, gencecikken, dolanı dolanı taze bir sarmaşıkken, dal gibi incecikken. O nedenle, sevgili artık gel.

Hayata incelikler katma yoksunları, kin ve nefret kusuyorlar. Oluk oluk al insan kanı akacak. Evler yıkılacak, insanlık molozların ve beton yığınlarının altında kalacak. Bağlarımız, bahçelerimiz ve bostanlarımız talan edilecek. Kuşların, böceklerin ve her türlü canlının yuvaları başlarına yıkılacak. Çiçekler koparılacak, çimler ezilecek, ormanlar yanacak, bütün canlılar nefessiz, aç ve susuz kalacaklar. İnce belli karıncalar telaşla yerin alabildiğine altına çekilecekler, tavşanların ödleri kopacak, küçük dillerini yutacaklar. Kelebekler olanca albenileri ile kanat çırpamayacaklar. Kirpiler gül yüzlerini saklayıp dikenlerine kapanacaklar. Gel derim sevgili gel.

Geniz yakan barut kokuları saracak dört bir yanı. Yeryüzünün göz kamaştıran alının allığı, morunun morluğu kalmayacak.  Çocuklar yok olacak. Çelik çomak, saklambaç ve seksek oyunları yarım kalacak. Oysa yüreklerine doldurdukları güneşi selamlıyorlardı gök gözlü çocuklar. Bütün kalbimle gel diyorum sevgili gel.

Gelirsen, yeniden allı yeşilli bahar gelecek. Hayat, her şeye rağmen bütün güzellikleri ile kaldığı yerden devam edecek. Bilinen halk türküsü devam edecek. "Gel gidelim bahçeye loy, sen gül topla ben seni." Sevgililer uzun uzun koklaşacaklar. İpek mendiller verilecek bergüzar. Ağlayanlar gülecek. Yeniden maniler yakılacak. Başı ve sonu olmayan kardeşlik halayları çekilecek. Zılgıtlar kulakları sağırlaştıracak. Yar dizi yine yumuşak ve sıcacık kalacak. Sevdalıların gözlerinin içi gülecek. Ölümden beter hicran sona erecek. Rüyalar bölük pörçük kalmayacak. Kâbuslar görülmeyecek. Anneler şefkatle yavrularının başlarını okşayacaklar. Yarpuzlar, domatesler ve fırından yeni çıkan ekmekler mis gibi kokmaya devam edecekler. Nergisler, çiğdemler korkusuz açacaklar. Arılar çiçekler arasında tozları taşıyacaklar. Ne olursun sevgili gel.

Altı yaşındaki Suna işinden dönen babası Salih’i öpücüklerle karşılayacak. Sevinç ve coşkuyla ellerini çırpması yarım kalmayacak. Kucağına atlayacağı babası yaşamaya devam edecek. Küçük Suna’nın açtığı kolları boş kalmayacak. Bizim de göğümüzde güneş ol. Sevgili iş işten geçmeden, geç kalmadan gel.

Kurtlar, kuşlar ve börtü böcek insanlarla aynı dünyayı paylaşılıyor olmaktan kendilerinden hicap edecekler. Anneler dizlerini dövüp biçare yitirdiklerine ağlayacaklar. Zeval bulasıca, zayıf canavarlar kazanacak. Savaş naraları atılacak. Özgürlük ve kardeşlik çıraları yerlere atılıp söndürülecek. Reva görülen, zehir zemberek, cehennemi aratmayan bir hayat. Haramilerin, bezirgânların elinde halk inim inim inleyecek. Cihat çağrıları dinmeyecek. Tiratların ardı arkası kesilmeyecek. Ve tonlarca uzun kuyruklu yalan. gel olmaz mı? Sevgili gel!

Mehteranlar bir sağa bir sola dönüp davullarını dövecekler. Fakirler kardeş savaşının en ön saflarında yer alacaklar. Varsıllar teraslarında şampanya kadehlerini keyifle tokuşturuyor olacaklar. İnsanlık onuru ayaklar altına alınacak. Silah tüccarları kasalarının kapılarını kapatmakta zorlanacaklar. Huşunet kazanacak. Başımızda bitler palazlanacaklar. Semalarımızda bayrakları dalgalanan zulüm diz boyunu aşacak. İnsanlarımız üryan ve malamat. İrademiz dumura uğrayacak. Kemikleri bir bir sayılan fukaraların sırtında kırbaçlar şaklayacak. Ömrübillah sefalet. Halimiz hayli yaman. Gelmemezlik etme ey sevgili, yalvarırım gel.

“İbrahim, Kemah’ın Çit köyünde kasketini afili yıkıp kaşının üstüne, eşeğine yan binecek. Bir günün beyliği beylik deyip, boz kulağı anırta anırta, ayaklarını sallaya sallaya köyünden içeri girecek. Belki ona da Şahmaran’ın da bağı var diyecekler. Evdekiler zaten paçanın kokusunu çoktan almış olmalılar. Yılmaz beklediği şehir ekmeğini iştahla bölüp yiyecek.” İbrahim’in mütevazi hanesinde de kendilerince erinç içinde bir yaşam olacak. Olur ya, ihmale getirip gelmemezlik edersen, gülün cehennemi cennet yeryüzünde yaşanacak. Her şey, bil ki Kemahlı şairin dediği gibi “kirtim kirt” olacak. Yollarına kırmızı halılar serdik. Mis kokulu güller serpiştirdik. Umudumuz suyunu çekmeden, de hadi gel sevgili gel!

Amsterdam, 27 Şubat 2018



25 Şubat 2018 Pazar

AŞK





AŞK
“Dedikodu
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpegündüz?
Melahat'i almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galataya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikâyesi? 
Orhan Veli”
Bu fani dünyada Süheyla’ya vurulduğu söylenecek en son insan benim. Yok öyle, benim Süheylalara durduğum yerde vurulmuşluğum. Vurulmuşsam da ben “Kum Kent Öyküleri’nin” kahramanlarından bir tek Kör Zewe’nin vurgunuyum. Bana her biri “tuh tuh kırk bir buçuk kere maşallah” oğullar-kızlar doğuran namı diyar Kör Zewe’ yedir, benim gem almaz-dizginsiz vurgunluğum. Aman Tanrım kimleri doğurmadı ki bana, güzeller güzeli Kör Zewe. Kocaman kabak kafalı (Qaf Kündır) Aydınlar, gerçekten de güzelliği, aklı ve zekâsı ile kırk bir buçuk kere maşallah diyeceğim Muazzez hanımlar, Kel Mıstolar, Sağır Mineler ve kara-kuru ama Sexy Bilolar doğuran bir kadındır, "dili mercan, dizi mercan, dişi mercan" benim vurgunu olduğum dillere destan Kör Zewe. Ben onun vurgunu olmayayım da, şaşırıp kimlerin olayım dersiniz? Bana ne Süheylalardan. Tanımam etmem. İsteyen buyursun vurulsun. Ama ben almayayım. Onun için derim ki; geçin bunları, anam babam geçin bir kalemde.
Hele Eleni’yi öptüğümü zaten kimseler asla söyleyemez. Olur ya, dedikodusu da yapılsa kimsecikler inanmaz. Ne diye öper benim gibi dini bütün bir adam, elin Rumunu. Yok, anam babam yok olmaz öyle bir şeycikler. Geçin bunları bir kalemde. Gerçi Rum kızlarının pek bi güzel olduğu söylense de, yok vallahi de billahi de öpmedim gençliğimde, öpemedim yaşlılığımda. Ne Yüksek kaldırımlarda, ne de alçak kaldırımlarda. Ne gece ne de güpegündüz yoktur kimseleri öpmüşlüğüm. Bizim için kendi yârimizin, yani Kör Zewe’min al yanağı kutsaldır. Bunu bilir bunu söylerim. Başkaca da ne diyebilirim ki, o benim tek aşkım. O nedenle tek kalemde geçmek lazım bütün bu ayyuka çıkan dedikoduları.
Melahat’ı falanda alıp bir yerlere gitmişliğim olmadığına, bunca anlatımımdan sonra; sanırım sizler de elinizi vicdanınıza usulca götürüp kanaat getirmişsinizdir. Allah kuru iftiradan saklasın. Olsa olsa sadece Kör Zewe’ yi alıp Pur Yaylası’na veya en fazla yanı başımızdaki Kaman ilçesine götürmüşümdür. Zaten resmimize dikkatle bakanlar, böyle bir şeyin olmayacağını çoktan anlamışlardır. Çıkan dedikoduları duymazdan gelin, ne olur. Biraz olsun hatırım varsa, bütün bu çalkantıları kulak ardı edin lütfen. Sonradan anlatmama gerek kalmadan, şimdi peşinen anlatayım. Yok, anam babam yok böyle bir şey. Eloğlunun ağzı un çuvalı değil ki, büzüp bağlayayım, bundan gayrı olur olmaz lakırdıları sarf etmesin diye.
Galata’ya falan dadanmışlığım da olmamıştır. Galata’nın nerede olduğunu dahi bilmem. Sonra kafa çekmelerim falan hiç olmamıştır. Bu da külliyen yalan. Allah’ın hiçbir kulu çıkıp da kafayı çektiğim gibi bir iftirayı veya yakıştırmayı bana yapamaz. Beni bilen bilir. Ben de ne yaptığımı ve kim olduğumu çok iyi bilirim. Demem o ki; geçin derim bütün bunları, geçin hem de bir kalemde. Çünkü ben kime aşık olduğumu biliyorum. Tanrı şahidimdir o da biliyor. 
Hele tramvayda birilerinin bacağını mı sıkıştırmak. Töbe haşa. Ne gençliğimde, ne de yaşlılığımda böyle bir şey zinhar olmamıştır. Bizim Ankara’da tramvay bile yoktu. Hoş şimdilerde de yok ama olsa da ne diye elin kadının bacağını sıkıştırayım. Acır elbette. Yazıktır, günahtır. Hem de tramvayda. Bir kez daha külliyen yalan diyorum. Bakın bir kez daha bakın resmimize, benim Kör Zewe’me olan aşkımı benim ona sarılmamda göreceksiniz. Nasıl da gülü gülüveriyor Kör Zewe’min yeşil, yosun, mavi, kestane, ela, siyah gözlerinin içi. Nasıl desem aşk böyle bir şey işte. Aşk olunca insanın gözü gönlü yalnızca vurulduğunu görür oluyor. Ondan gayrısına gözü de ferman dinleme özelliği olmayan gönlü de körleşiyor. Siz siz olun mademki davet edilmediğiniz halde, gelmek durumunda kaldığınız bu fani dünyada, son nefesinize kadar aşkı tadın ve bütün hücrelerinize kadar yaşayın. Duygu yüklü kalbinize kovalar dolusu aşk doldurun. Bütün benliğinizle sevin sevilin. Aşkı yaşamak isteyenlere de elinizden geldiğince yardımcı olun. Yollarını açın. Var olan kar veya benzeri engelleri bir çırpıda küreyin, gitsin. Sevapların en büyüğüne girersiniz.
Yemin billah Mualla’yı falan sandala atmışlığım da yoktur. Evet, bir sandala atmışlığım vardı günün birinde. Bir defasında Ankara Gençlik Parkı’nda, kem gözlerden ırak, vurgunu olduğum Kör Zewe’ yi sandala atıp, bir sefa sürmüşlüğüm elbette olmuştu. Önce bir semaver dolusu nar kırmızısı çayımızı içtik. Çekirdek çitledik. Ve sonrasında da, bizim de bir sandal sefamız olmuştu. Yıllar- yıllar önceydi. O gün söylediğim şarkıyı bugünmüş gibi hatırlıyorum. Sanat güneşimiz Zeki Müren’den öğrenmiştim. “Gözlerin bir içim su” adlı bir şarkıydı. “Aman güzelim, canım güzelim. Ben sana yanmışım. Yeşil gözlerine, şirin sözlerine hep aldanmışım.” Kör Zewe’min o çekik gözleri her ne kadar yeşil olmasa da, insan aşığı olduğu, derinine durduğu gözleri; yeşil, mavi, siyah, ela kestane ve nasıl görmek isterse öyle görür oluyor. Bence siz bu sandal hikâyesi ile karıştırmış olmalısınız. “İnsan beşer, kuldur şaşar.” derler. Sanırım siz bu konuda da yanıldınız. Üzgünüm. “Ruhumda hicranı” şarkısını ne ben, ne de biricik yârim Kör Zewe bilir. 
Geçin bütün bunları. Size diyeceğim açın gözlerinizi de bizim aşkımızı görün. Bastırmasanız, gurur meselesi yapmasanız, belki sizin içinizdeki dürtüler de ayağa kalkar. Sevin, sevilin. Sevgi fukarası olmayın. Sevdiklerinize sevginizle dokunun!
Amsterdam, 24 Şubat 2018

17 Şubat 2018 Cumartesi

ŞEKER






ŞEKER

         Kömür karası suların yıllar yılı indiği yorgun-emektar ayaklarını dinlendirmek üzere rastgele uzattı. Sonrasında ayakları üst üste gelecek şekilde, yemek yiyeceği masanın altındaki boşluğa dizlerini özenle yerleştirdi. Uzun ve boğumlu parmaklarını birbirine geçirip, tek bulutun olmadığı gök mavisi gözlerini tatlı bir edayla kırpıştırıp etrafına bakındı. Bir başına ve memleketinde çokça esen kuzey rüzgârları gibi alabildiğine yorgundu. Ütülü siyah kumaş bir pantolonun sarmaladığı uzun bacaklarını biraz daha ileri doğru uzatsa, ayakları masanın dışına taşacaktı. Dizlerine doğru apansız harekete geçen kan ile birlikte, ürperti halinde bütün bedeninde huzur veren bir rahatlama hissetti. Gülümsedi.
         Her halinden gerçek bir beyefendi olduğu belli olan adam, adının Fred olduğunu söyledi. Bir hayli ilerlemiş olan yaşı rakamlara döküldüğü zaman, hatırı sayılır bir büyüklükteydi. Bugüne değin zamana art arda bir hayli çentik attığından, düz saçları kar beyazıydı. Çehresi biçimli ve güzel olduğu gibi, aynı zamanda insanın içine huzur veriyordu. Tam bir şekerdi.
         Yavaş adımlarla restorandan içeri tatlı bir gülümseme ile süzüle gelmişti. Beyninin buhuru hala gençliğindeki gibi sönmek nedir bilmeden ak saçlarının arasından tütmeye devam ediyordu. Bulduğu en yakın boş masaya el yordamı ile yerleşmesinin ardından, gözlerini hafifçe belertip kendisine yardımcı olacak garsonu arandı. İçerisi kalabalık, fonda caz müziği ve yoğun uğultu halinde hararetle konuşan şen şakrak yemek yiyen, kadeh kaldıran, kahkahalar atan, hoş sohbet insanların sesleri birbirine karışıyordu. İnsan olabilmek müthiş güzeldi.
         Çok geçmeden derin gamzeli, yirmili yaşlardaki genç garson kızla göz göze gelmiş ve şu an oturduğu iki kişilik masaya yönlendirilmiş, hal hatır sorulmuştu. Belli ki mekânın saygın ve devamlı gelen “şeker” müşterilerindendi. Şekerdi o.
         Ceketinin cebinden yuvarlak camlı gözlüklerini çıkarıp taktı. Masanın kenarına usulca iliştirilen menüyü dikkatle gözden geçirdi. Çok geçmeden; garson kızla karşılıklı, sırayla bakışmalar halinde siparişini verdi. Hafiften titreyen elleri ile kremalı, tabakta minik turuncu bir gölet görünümündeki kabak çorbasını içmeye başladı. İki kaşık aldıktan sonra masada küçük cam vazodaki kırmızı laleleri incitmeden okşadı. Laleler onu çok eskilere zoraki götürdü. Laleler güzeldi.
         Kız kardeşi Betty ile hayatta kalmalarını aslında bu lale soğanlarına borçluydular. İnişli çıkışlı kıvrımlı yer kabuğunda birbirinden güzel sayısız çiçek hayat bulmasına rağmen, lalelerin onun hayatındaki önemi bir başkaydı. Bütün çiçekler güzeldi.
         Çorbasını içmesinin hemen ardından gamzeli garson, göz hapsinde tuttuğu Fred Beyin masasından boş çorba tabağını aldı. Fred Bey bir baş eğimle teşekkür etti. Daha sonra garson kızı yanına çağırdı.
         “Çok güzeldi. Bayıldım çorbaya. Aşçıya komplimanlarımı iletir misin, lütfen? Teşekkür ederim.”
         “Biz teşekkür ederiz efendim.” Çorba çok enfesti.
         Dönüp içindeki yola baktığında her defasında bu denli ince uzun olmasına şaşmadan edemiyordu. Babası Hugo İkinci Dünya Savaşında Hitler’e karşı yeraltı örgütünün bir neferi olarak direnişin en ön saflarında yer alan bir kahramandı. Uzun yıllar kavga arkadaşları ile verdiği mücadelenin ardından, hain bir pusuda hayatını kaybetti. Onu ve kız kardeşi Betty’i annesi bin bir zorluk ve tehlike içinde büyüttü. Kış aylarında yorganların altında yaprak gibi titreyip birbirlerine sarılmakla geçirdiler. Giyecekleri paramparçaydı. Savaş dolayısı ile her şeyde olduğu gibi yiyecek sıkıntısı da çok büyüktü. Savaşın getirdiği kıtlık diz boyuydu.  Çocuklar ve yaşlı hastalar açlıktan kırılıyorlardı. Fred Bey o zamanlar dokuz, kız kardeşi Betty ise altı yaşındaydı. Annesi Hanna bulduğu lale soğanlarını getirip çocuklarına yediriyor, böylelikle onların açlıktan kırılmalarının önüne geçiyordu. Lale soğanlarının tadı önceleri garip gelse de, açlık her şeyin yenilebilir kılıyordu. Doyasıya doymak harikaydı.
         Çok beğendiği kabak çorbasının ardından sipariş verdiği, küçük bir salatanın da yer aldığı, orta derecede pişmiş bifteği de masasındaydı. Normal bir insanın en fazla on lokmada yiyeceği bifteği en az elli parçacığa bölüp ağzına götürdü. Lokmasını her defasında uzun uzun çiğnedi. Belki de; kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, inlerin ve de cinlerin top oynadığı da diyebileceğimiz bir dağ başında da olsa, Fred Bey yemeğini aynı kibarlıkla yiyecekti. Medeni olmanın getirisi buydu, zaman ve mekânın ehemmiyeti hiç olmuyordu. Medeniyet canavar değildi.
         Büyük ve onurlu bir direnişçi olan babası ile her daim gurur duydu. Babasını çok net olmasa da az çok hatırlıyor, o siyah beyaz film kareleri gibi gözlerinin önünden bir silüet olarak gidip geliyordu. Savaş yıllarında gizlice eve gelişleri, kendisini, kız kardeşini ve annesini sıkıca kucaklayışı gözlerinin önünden gitmiyordu. Babası ölmüştü ve onu ne yapsa bir daha getiremezdi. Arkadaşları gibi sakalları çıktığı zaman babasının tıraş sabununu yüzüne sürüp sakallarını kesmedi. Kız arkadaşını evlerine götürüp; "Baba bak bu benim kız arkadaşım." diyemedi. Bunu sadece annesine diyebildi, ama yarım kalan bu duygunun burukluğunu uzun yıllar üzerinden atamadı. Ondan çapkınlık dersleri de alamadı. Baba konusunda bir tarafı hep yarım kalakaldı. Ayrıldıkları zaman nasıl da sıkı sıkıya birbirlerine sarılıyorlardı. Fred babasının gidişinin ardından ağlıyor, günlerce küsüyordu. Annesi de onu duyduğu korku ile susturmak için akla karayı seçiyordu. Babalar ve anneler, varlıkları ile harikulade varlıklardı.
         Fred Bey elindeki kırmızı şarabının son yudumunu, boncuk gözlerini hafifçe kıstıktan sonra alıp, kadehini kenara koymuştu ki, garson kız güzel gülümsemesi ile bir yenisini daha sundu. Bu kadehin restoran sahibinden olduğunu söyledi. Duyduğu mahcubiyetinden yanakları al al oldu. Bir anda nutku tutulur gibi oldu. Ne söyleyeceğini kestiremedi. Barın arkasındaki sarışın genç bir adama uzaktan teşekkür mahiyetinde elini salladı. Ardından da kadehini sarışın adama doğru kaldırdı. Dostluklar güzeldi.
         Eşi iki yıl önce, birlikte el ele girdikleri bütün dünyaya açılan kapının ardında, onu bir kalp krizi sonucu yapayalnız bıraktı. Kalbi paralandı. Kirpikleri yere düştü. Acısı katlanılacak türden değildi. Bugüne değin onsuz ardında kalan iki yılda saniyeler geçmek nedir bilmedi. Bir başına olmak çok ağırdı. Eşi Heleen’in hayali gözlerinin önünden gitmek nedir bilmiyordu. Gurur vesilesi babası Hugo’nun adını verdikleri torununu nasıl da bağrına bastırıyor, ilgileniyor ve arkadaş olup oyunlar oynuyor, minik yumuş ellerini defalarca öpüyordu. Fred Bey onun bu halini hayranlıkla izliyordu. Heleen onun için tabiatın kendisine sunduğu paha biçilmez bir armağandı. Hayata müteşekkirdi. Heleen'i hayatı boyunca el üstünde tutmaya çalıştı. Bir dediğini iki etmedi. Yaşanabilecek en güzel sevgiyi yaşadı ve yaşattı. Aman Tanrım dünyasını nasıl da dolduruyor ve hayatına bin bir çeşitlilikle renk katıyordu. Oysa şimdilerde bıraktığı boşluk katlanılır türden değildi. Yapabildiği tek şey anılara tutunarak yaşamaktı. Evinin her köşesinde Heleen'den bir iz veya hatıra vardı. Elinin değmediği en küçük bir yer yoktu. Duyulan sevgi bitmese, ışıklar sönmeseydi. Hayatı o varken aydınlık ve renkliydi.
         Vestiyerden uzun siyah paltosunu aldı, kırmızı yün atkısını özenle boynuna doladı. Büyük bir bahşişi hak eden garson kız gamzelerini daha da derinleştirip büyük bir gülümseme ile Fred Beyi uğurladı. Velhasıl o; insanlık düşmanlarına karşı savaşmış büyük bir direnişçinin dingin, güzel, dalgın ama imrenilecek oğluydu. O şeker bir ihtiyardı.



Amsterdam, 17 Şubat 2018




6 Ocak 2018 Cumartesi

SOKAKLARIN ADAMI




SOKAKLARIN ADAMI


Amsterdam şehrinin batı kesiminde kenar mahallelerinden birinde yer alan bu küçük meydanda bulunan dükkanlar; her sabah saat sekiz sularında kepenklerini gürültüyle açıyorlar. Bu meydanda, aynı yer ve noktada benim de günlük rutin bir işim var. Büyük bir marketin hemen önünde her zamanki yerimi bir kez daha aldım. Çantama doldurduğum evsizlere ait dergilerden bir kaçını alıp, bir Yunan heykeli misali dikeldim. Bu devasa gezegende üst üste yığılı milyarlarca konutun, dar da olsa bir odacığına dahi başını sokamayan bir evsizim ben.
Oldukça işlek bir market burası. Yüzlerce insan gün boyu bu kapıdan cepleri dolu, elleri boş olarak giriyorlar. Çıktıkları zaman ise bunun tam tersi oluyor. Bu defa cepleri boş, çantaları balık istifi tıka basa dolu oluyor. Neler yok ki bu çantalarda; çikolatalar, bisküviler, meyveler, etler, balıklar, şaraplar, likörler, çorbalar, çoraplar, diş macunları, aklınıza gelebilecek her türlü yiyecekler ve insani gereksinimler. Çok geçmeden her yaştan insan satın alma duygularını bastırmış olmanın mutluluğuyla sıcak yuvalarının yolunu tutuyorlar.
Dergilerimi çıkarıp, bir sevgili misali kucağıma aldım. Kocaman gülümsememi çantamdan veya cebimden almama gerek kalmadı. Çünkü o her zamanki gibi hazır ve de nazır yerli yerine konuşlanmış durumda. Bana kalırsa; şayet bugüne değin benim gülümsememi görmediyseniz inanın çok şey kaçırdığınız anlamına gelir. Yüreğinizin ısınmasından yoksun kaldığınızın göstergesidir bu.
Güzeller güzeli bir sevdiceğim var. Adı Shanti. Barış anlamına geliyor. Adı gibi tam bir barış tanrıçası. Her şeyden önce ve en güzeli kendisiyle barışık. Benim adım ise Orlando (Görüyorsunuz değil mi? Ne kadar da centilmenim. Her zaman olduğu gibi önce bayanlar.) Suriname dilinde parlayan güneş demek. Pek parladığımı söyleyemem ama her daim bildiğim her zaman ve her yerde durmaksızın gülümsediğimdir. Abartı gibi gelecek ama Shanti'm benim uykumda dahi gülümsediğimi, rüyalarımda ağız dolusu kahkahalar attığımı söylüyor. Mutsuz olmam için bir neden göremiyorum. 
Görenler kalın dudaklı büyük ağzımla gülümsememin gökyüzündeki duran ay gibi olduğunu söylerler. Shanti ile her ikimizin anne ve babaları Hollanda'nın eski sömürgelerinden Suriname'dan gelmişler. Bu arada hoş şimdi de ülkemizin bağımsız olduğu söylenemez. Bu da ayrı bir konu.
Her müşterinin markete giriş ve çıkışında başımı büyük bir saygıyla eğer, majestelerine kalın dudaklı kocaman ağzımla daha belirgin gülümserim. Kimisi ya alış verişlerinden arta kalan bozuk paralarla dergi alır. Bazıları ise çantalarında çıkardıkları bir veya iki elmayı, mandalinayı veya bir parça çikolatayı elime tutuşturur. Anlayacağınız herhangi bir evim yok. Yüreğimin ince sızısı, siyah lalem Shanti gibi. Bizim evimiz dünya. Kışları Kızılhaç'a ait evsizler yurdunda kalıyoruz. Havaların ısınmasıyla birlikte her köşe veya kuytuluk bir kovuk bizim için çatısı olmayan, ama deniz mavisi gökyüzünün altında yer alan yuvadır.
Ellerim çok üşür benim. Olmayan evimize varır varmaz üşüyen ellerimi Shanti'nin avuçlarımdan taşan kara diri memelerinde ısıtırım. Güzel Shanti'm benim, ellerim O'nun başımı döndüren memelerindeyken nasıl da kikirdiyor. Sonrasında ellerimi avuçlarını alır ve o büyüleyen nefesiyle, avurtlarını şişire şişire hohlayıp ısıtır beni. Ben de kendisine müteşekkir gülümsememe es vermeden kalın dudaklarımla O'nun vurgunu olduğum bedeninde bir seyahate çıkarım.
Shanti, benim O üşüyen ellerimi fırından yeni çıkmış mis kokulu sıcak iki somun ekmeği gibi olan dolgun memelerinde ısıtırken ben de gülümsememle insanların umutsuz ve mutsuz yüreklerini ısıtırım. Bu ömür törpüleyen olumsuzluklarla yüreklerini tıka basa doldurmamayı yeğlemelerini sağlık veririm. Küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmalarını tavsiye ederim.
Dergi satışım esnasında bir yandan da bildiğim, beni benden alıp götüren jazz parçalarından mırıldanırım. Favorilerim arasında Luois Armstrong ve Ella Fitsgerald var. En sevdiğim şarkı ise, Armstrong'un “What a wonderful word.” Bugüne değin eminim yüzlerce kez dinlediğiniz olmuştur. Zamanınızı alacağım. Bu defaya mahsus bir de benden dinleyin, lütfen! Kabul ettiğiniz için teşekkürler. Çok naziksiniz. Beni kırmadınız. Ama pişman da olmayacaksınız. Koyun şöyle alış verişinizi bir kenara. Gelin şöyle yanı başıma, uzak durmayın. Şimdi can kulağınızla beni dinlemeye koyulun. Sizin de kulağınıza mırıldanayım, pası silinsin. Umarım beğenirsiniz.

Yeşil ağaçları görüyorum, kızıl gülleri de
Sen ve ben için açtıklarını,
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
Mavi gökleri görüyorum ve beyaz bulutları,
Işıkla kutsanmış gün, karanlık kutsal gece
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
Gökkuşağının renkleri ne güzeller gökyüzünde
Ve bir de geçip giden insanların yüzlerinde
Nasılsın diyerek el sıkışan dostları görüyorum.
Gerçekten seni seviyorum diyorlar.
Ağlayan bebekleri duyuyorum, büyümelerini izliyorum.
Hiç bilmeyeceğim kadar çok şey öğrenecekler
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye
Evet düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.”

Hollanda'lılar jazz ve blues müziklerinin kendileri sayesinde ortaya çıktığını söylerler. Onlara göre eğer köle ticareti nedeniyle Afrika'lıları gemilerle silah zoruyla doldurup Amerika'ya götürmeselerdi, biz kara derililer de böylesi hüzün müziklerini yapmayacaktık. Belki de haklılar. Bu konuda bir şey diyemeyeceğim. Ama müzik harika.
Umarım sıkmamışımdır sizi. Müzik başlı başına müthiş bir güzellik demektir. Madem ki bir güzellik var. O halde onu çoğaltmak için paylaşılmalı derim.
İnsanlar beni sıradan bir sokak adamı olarak gördüklerinden beni herhangi bir yere konduramıyorlar. Yerim belli. Ancak sürekli yineleyip durduğum doğal gülümsememi gördüklerinde yanıma yanaşıp bir iki kelime konuşma ihtiyacı duyuyorlar. Övünmek gibi olmasın belki maddi bir yatırımım yok. Ama kendime yaptığım yatırım azımsanacak türden değil. Sohbetlerimizde bir iki kelime derken, yanımdan yarım saat geçtiği halde ayrılmayanlar var. Bu uzun uzadıya yapılan sohbetlerin ardından bu sokak adamının derinliğini görüyorlar. Ayrılırlarken “woow” deyip açık gözlerle uzaklaşıyorlar. Bir sonraki market ziyaretlerinde yanlarında bulunanlara parmakla gösterip, benimle ilgili konuşuyorlar. Derken namım şehrin bu dış mahallesinde aldı yürüdü.
Söylemekte sakınca görmüyorum. Gösterdiğimiz iradeyle gurur duyuyoruz. Yaklaşık üç yıl önce Shanti ile ikimiz de uyuşturucu bağımlısıydık. Bu beladan kurtulmamız gerektiğine karar verdik ve yılmadan birbirimize olan sevgimiz sayesinde başa çıkılması oldukça zor olan bu canavardan yakamızı kurtarmayı başardık. Oldukça zor oldu elbet. Fakat gelinen noktada bedenlerimizi bu illetten tamamen arındırıp, pürü ak eyledik. Uyuşturucu ahtapotunun kollarının bizi bağlamasına izin vermiyoruz artık. Kollarımızla birbirimize sevgi ve ihtimamla sarılıyoruz.
Akşam oldu. Soğuk iyice bastırdı. Belki birazdan lapa lapa karlar yağar. Bastıran karanlığı beyaz rengiyle loş kılar. Kalın dudaklarımın arasında yeni bir jazz şarkısı dökülüyor. Çantamı topladım. Marketin hasılatı kadar olmasa da hatırı sayılır sayıda dergi sattım. Müşterilerden sevimli bir yaşlı teyzenin avuçlarıma bıraktığı narı Shanti'ye götüreceğim. Ellerim ayaklarım iyice üşüdü. Müsaadenizle ben Shanti'me gidiyorum. Isınmam lazım. Sevdiceğimin cenger yeşili gözlerinin içine durmamın vakti geldi. Kalın sağlıcakla.
Shantiii... Sevgilim ben geldim.





Amsterdam, 6 Ocak 2018

10 Aralık 2017 Pazar

MİRİM




MİRİM

Bir çocuğun gözlerinden saçan ışıltıyla, minik avuçlarına doldurduğu harçlığını kumbarasına doldurması gibi, bizler de kanamalı irili ufaklı dost menşeyli yaralarımızı bir bir yüreğimize aktarırız, Mirim!

Çocuğun çınlamalarla kumbaraya düşen her metal paranın sesiyle daha bir umutlu ve mutlu olduğunu, dolu dolu yeni hayallere doğru nasıl da yelken açtığını gözlemlemek, ne büyük bir güzelliktir. Elbette çok iyi bilirsiniz, Mirim.

Onulmaz yeni bir yara daha aktarımıyla naçar kalan insan ise, daha bir mutsuz, umutsuz ve yüreği daha bir zifiri karanlığa gömülür. Sizce de öyle değil midir? Güzel Mirim.

İçinizi; Çingene Ladko tarafından koca bir kazana sürülen kalay gibi, dayanılmaz  bir kavun acısı kaplar. Duyduğunuz acıdan yüreğinizi pır pır çarptığı yerden neredeyse söküp atmak istersiniz, Mirim.

Her yeni yarayla bir o kadar daha küçülür, yok olursunuz. Alabildiğine özgürce uçsuz bucaksız mavi sularda süzüledururken kazara kapıldığı oltanın iğneli ucunda, bir lüfer misali biçare yarasının verdiği sızıyla çırpınır durursunuz, Mirim.

Yapabileceğiniz hiç bir şey yoktur. Hele de en yakınınız  bildiğiniz, dostunuzun ve arkadaşınızın açtığı yaralar ne denli inim inim inletir. Bilirsiniz, Mirim.

Dost bildiğinizin açmış olduğu yaranın sancısı daha bir dayanılmaz hal alır. Bu yok etme misyonlu, bir nevi ihanet acısını yıllar yılı içinizden söküp atamazsınız. Dönüp dolaşıp sil baştan kanamalı yaralarınızla yek başınıza kalırsınız, Mirim.

Yaralarınızı incelemek bir çözüm bulmak gayesiyle, onları laboraturınıza alırsınız. Büyük merceklerin, mikroskopların altında uzun uzadıya incelersiniz. Analiz için arta kalan dostlarınızı çağırırsınız. Bu acının ve kelimenin tek anlamıyla “adama koymuşluğunun” getirisi olan yük ağırlığının tarifi mümkün değildir. Bu benim de malumumdur, Mirim.

Tam olarak ne olduğunu anlatamazsınız. Uğradığınız hayal kırıklığını, sizde bıraktığı kıvrımlı derin izi, sızıyı anlatmaya lügatınız elbette kifayetsiz kalır, Mirim.

Belki de bir duvar çatlağından sızan uğultulu bir rüzgar gibi kulaklarınızı apansız bir türkü tırmalar. Dost yaralarından dolayı duyduğunuz o dayanılmaz acıyı, dile getirmeye, bir nebze de olsa ortaya koymanıza bu türkü size bir çırpıda tercüman olabilir. Bilirsiniz, Mirim.

“Lan gardaş bu nasıl yara?
........................................
Yılan bana, çıyan bana,
Hastir çeker, yılan bana... 
.........................................
Lan
gardaş bu nasıl yara? 
Kanar, her yerinden! 
Dövülmüşüm, sövülmüşüm, kovulmuşum ben, 
Siktir çekilmişim yani, kendi öz yurdumdan, 
Çeker giderim!.. “

Bu türkü imdadınıza hızır gibi yetişir. Yüreğinize durmaksızın bastırdığınız yaralarınızın ne denli acı verdiğini, nasıl da kanamalı olduğunu, sebebiyet verenin ne kadar da yakınınızda olduğunu, düştüğünüz yanılgıyı anlatımınızda ne kadar da yardımcı olacağı naçizane bildiklerim arasındadır, Mirim!

Aynı yaranın verdiği acıyı ülkenizin gidişatının kötü olması, iyi yönetilememesi, bireyi olduğunuz halkın layık olmadığı kültürel, sosyal, ekonomik, eğitim ve diğer değerlerin yoksulluğunu yaşıyor olması da içinizi burkan derin yaralardır. Bilirsiniz, Mirim!

Böylesi bir durum karşısında da adeta isyan eden, kahreden bir kişiliğe bürünür, dört bir tarafı yakıp yıkmak istersiniz, Mirim.

Olmadı rakı muhabbetlerindeki çilingir sofralarına yüreğinizin yara çıkınının düğümlerini titreyen ellerinizle çözer, paylaşmak-anlaşılmak üzere mezelerin yanı başına koyarsınız. Lakin kafalar sermest olsa da, memleketin hali acı belirsizliğini korumaya devam eder. Kişisel acılarınız da yüreğinizdeki ağırlığından hiç bir hafifleme yoluna gitmeden olduğu yerde kalakalırlar, a be canımın yongası Mirim.

Yeşilçam filmlerinde yer alan, dramatik vurulma anını perdeye yansıtma esnasında atılan meşhur nida olan; “yandım anaaammm” yerine tam da bir halk deyişiyle “Lan gardaş bu nasıl yara?” sualini kendi kendinize iniltili bir halde sorar bulursunuz kendinizi, á benim Mirim.

Çünkü siz de sırtınızdan hançerlenmişsinizdir, hem de en yakınınız olduğu yanılgısına kapıldığınız tarafından. Bilirsiniz, Mirim. 

Hayıflanırsınız, kahredersiniz. İnsanınızın eğitim seviyesinin daha çok yükselmesini, güzelliğin, barışın, kardeşliğin, demokrasinin, hak, hukuk, adaletin, insan haklarının ve medeniyetin yaşamınızı idame ettiğiniz topraklarınızda bağdaş kurup rahat oturmasını istersiniz, Mirim.

Anadolu’nun bütün dilleri bir halk türküsünde harmanlansın isterdiniz, Mirim.
Lakin olmaz, canına kurban olduğum Mirim!

Halbuki; çok şey değildir istediğiniz, ki arzuladıklarınız salt insanlarınız içindir. Coğrafyanızda daha çok sanat, müzik, edebiyat, kitap, resim, tiyatro, sinema, opera, bale ve sanatın bütün dalları salkım saçak olsun, insanlar bu güzelliklerden doyasıya faydalansın, kendilerini donatsınlar istersiniz. Bilirim, Mirim.

Devinim halindeki insanınızın tıka basa doluştuğu lokomotifin yönünü her geçen gün güneşe-aydınlığa doğru çevirmesini istersiniz. Bilirim, Mirim.

Ama örümcek kafalı bir demir yolu makasçısı hızlı gidişatı bir hamlede kör karanlıklara doğru yönlendirir mi, yönlendirir, Mirim.

Yaşamınızı sürdürdüğünüz zaman zarfında çeşitli yaralar bir bir sökün eder ve peşinizi gölge misali bırakmazlar. “Ensenizin kararmasını” bırakın bir tarafa, kararan yüreğinizdir. Bilirsiniz, Mirim.

Bütün bu olup bitene karşın, kötü söylemeye varmaz diliniz. Küfür bazında bir isim konduramazsınız, ama olmaz ki, böyle de olunmaz ki derim. Size “siktir çekenlere” adeta “suç benim, günah benim” deyip, sil baştan gönül alır, boyun bükersiniz, Mirim.

Sonunda tıpkı türküde dillendirildiği gibi; siktir çekilir, çeker gidersiniz. Ayrık otu olur, kökünüzden koparılıp yabana atılırsınız. Ve sonrasında fitiliniz söner, bu film de burada biter, Mirim!

Amsterdam, 10 Aralık 2017

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...