21 Kasım 2020 Cumartesi

AŞK ACISI



AŞK ACISI

 

        "Hayattaki en güzel mutluluk sevildiğinden emin olmaktır."  Victor Hugo


Ben üç milyar, siz 4 milyar yaşında olduğumu söyleyin. Akdeniz’de Ören tatil beldesinin sahilinde, sığ olan hemen kıyının yanı başında yer alan, nar kırmızısı, bir insanın avucunu dolduracak büyüklükte bir çakıl taşıyım ben. Yaşım milyarlarca yıla yayılsa da yaşlı insanlar gibi saçlı sakallı veya cildi buruş buruş değilim. Çakıllar arasında Deniz diye çağrılırım. Anlayacağınız ben denizin ak olanında başka bir Deniz’im. Var olduğum andan itibaren kızıl rengimden bir şey kaybetmedim. Kendimi bildim bileli nar kırmızısıyım. Rengimi sevdim, benimsedim ve korudum. Sayısını bilemediğim bir o kadar yıldır da sevdiceğim, benden biraz daha küçük, yeşil bir çakıl taşı var. Gözleri yeşil. Endamı zümrüt zümrüt yeşil ve adı Yaprak.

Akdeniz’in berrak, gökyüzü mavisi sularında Yaprak'la her daim yan yanayız. Delişmen bir dalga çıkmayagörsün, sevdiceğimle nasıl da kucak kucağa geliyoruz. Birbirimizden uzağa düşeceğiz diye de ödümüz kopmuyor değil. Kısa süreliğine ayrı düşsek de çıkan başka deli dolu bir dalga ile yeniden bir araya geliyoruz. Bunlar anlık ayrılıklar olduğu halde, yüzlerce yıl ayrı kalmışız gibi her defasında büyük bir özlemle birbirimize soluk soluğa sokuluyoruz. Yaprak mı? Adı gibi ince, narin, nazik, cilveli, şuh ve de güzel mi güzel. Onun güzelliğinin üzerine güzellik tanımıyorum. Yaprak anlatılamaz ki. O, Tanrı'nın büyük cömertliği ile bana vermiş olduğu en paha biçilmez armağanı.

Bulunduğumuz devasa bir akvaryumu andıran Akdeniz'in tuzlu sularında, her an milyonlarca renk irili ufaklı balık ve deniz canlıları gösteri şölenine katılmışlar gibi dolanıp duruyorlar. Bizim kıyıya kadar da geldikleri oluyor. Sudaki bütün canlılar ikimizi birlikte yan yana kırmızı ve yeşil iki çakıl taşını görünce, bir an duraksıyorlar ve akabinde gizleyemedikleri şaşkınlıkları ile kulaç atmaya yeniden koyuluyorlar. Belli ki, bize hayranlıkla bakıyorlar. Bu da bizi fazlası ile mutlu etmeye yetiyor.

Bizimkisi iki çakıl taşının mavi sulardaki aşkı. Yan yana durduğumuz her anın tadını çıkarıyoruz. Denizdeki bütün canlılar hakkında konuştuğumuz gibi Akdeniz’in mavi sularına dalan ve maalesef pek çoğunun kendilerini bulunduğumuz gezegenin tek sahipleri olarak gören insanlar hakkında da konuşuyoruz. Onlar çıplak ayakları ile denizin tabanına dikkatli adımlar atarken onların nasıl insanlar olabilecekleri hakkında uzun uzadıya konuşuyoruz. Oysa içlerinde öylesine muhteşem kalpli insanlar var ki, konuşmaları, hatta mimikleri, yürüyüşleri, dimdik duruşları, hareketleri ve her halleri ile kendilerini hemen belli ediyorlar. Ve insanlar gıpta ile baktıkları bu kişilikler için "Adam gibi adam" tabirini kullanıyorlar. Elbette siz de biliyorsunuz, ukalalığımdan değil, inanın değil. Hani yeri gelmişken, sadece, çok sevdiğim bu tabiri kullanmak istedim. O kadar. Onların mevcudiyeti sayesinde, günümüzde alabildiğine hor muamele gören doğanın biraz daha iyiye gideceğini umut ediyoruz. İyi ki varlar. Sağlıklı ve mutlu yaşasınlar. Gamzeli yanaklarına Yaprak ile birlikte onlarca sıcacık buse kondurduğumuzu bilsinler.

Yaz ortası. Hava nasıl da sıcak. Daha dün öğle üzeri Yaprak ile sarmaş dolaş derin bir sohbet halindeydik. Suçsuz, masum, saf ve birbirinden güzel pek çok çocuk güle oynaya suda çırpınıp duruyorlardı. Çocukların yüzlerine tek tek sevgi ile bakan, tek tek saçlarını okşayan, kırmızı mayolu, oldukça uzun boylu ve bir o kadar da güzel sarışın bir kadın da sulara adım attı. Bu diyardan olmadığı her halinden belliydi. Gerçi uzaklardan çok gelen oluyordu ama bu kadın ayrıcalıklı gibiydi. Hüzünlüydü. Dikkatimi bir anda çekti. Tam bize doğru geliyordu ki, benim nar kırmızısı rengim dikkatini çekmiş olmalı, eğildi ve beni sevdiceğimin yanından usulca aldı. Evire çevire bana dikkatle bakmaya koyuldu.

İçime beni tir tir titreten bir korku düştü. Korkutulmuş bir kirpi gibi kendimi toparlamadan edemedim. Belki de benimle biraz oyalandıktan sonra denizden uzağa kumların arasına fırlatıverecekti. Kim olduğunu bilmediğim güzel kadının avucunda uzandığı şezlonguna gittik. Elinde beni sıkıca tutmaya devam ediyordu. Arada bir sırtımı usulca sıvazladığı da oluyordu. Ne yalan söyleyeyim duyduğum korkunun yanı sıra mayışmamak elde değildi. Güneşin etkisi ile bütün yüzeyim çok geçmeden kurudu. Kadın şezlongunun kenarına oturdu ve dikkatle beni incelemeye koyuldu. Belli ki yakışıklılığım kendisinde hatırı sayılır bir hayranlık uyandırmıştı. Sevdiceğim Yaprak’ın gözlerini andıran zümrüt gözleri ile yeşil yeşil baktı. Doğrusu benimle ne yapacağını çok merak ediyordum. Sonrasında bana bir anda usulca bir ses tonu ile kah coşkulu, kah neşeli ve kimi zaman da kederli anlatmaya koyuldu.

“Güzelim çakıl. Adını bilmiyorum. Kocaman bir yakut taşı gibisin. Öyle güzelsin ki, sana vurulmamak elde değil. Benim adım Tarja. Çok uzaklardan geliyorum. Bilmem duydun mu? Finlandiya’dan biraz olsun kendimle kalabilmek, kafamı dinlemek üzere geldim. Şansım yaver gitti. Yolum hemen seninle kesişti. Seni koca denizde onca çakıl arasından ayırt edebildim. Seni görünce içimden bir şeyler koptu. Yüreğim ısındı. Merak etme, seni bulduğum yere tekrar bırakacağım. Çünkü sen oraya aitsin. Seni mekanından uzaklaştırmaya hiç hakkım yok. Öyle sanıyorum ki, bulunduğun yerde çok mutlusun. Belki de hemen yanı başında sevdiğin başka bir çakıl taşı vardır.”

Söylediklerini duyunca içimdeki bütün korku yok oldu. Bu kadından zarar gelmezdi. Ben de adımı bağıra bağıra söyledim. Beni işitebildi mi? Bilemiyorum. Ama;

“Deniz… Denizz… Deniz.” diye en az üç dört kez bağırdım. Yaprak’ın adını da duyurmak istedim, ama beni duymuş olabileceğinden pek emin değilim. Adının Tarja olduğunu söyleyen Finlandiyalı kadın içini dökmeye devam etti. Anlaşılan çevresinde ya kendisini kimseler anlamıyordu veya dertleşeceği, güvenebileceği kimseciği yoktu. Bu şerefe ben nail olmuştum. Ne mutlu bana. Sohbet her ne kadar güzel ve de ben bu güzel kadının avuçlarında olsam da Yaprak’tan ayrı kalmak içime bir burukluk katmadı değil. Ancak biraz daha sabretmem gerekecek ve böylelikle uzaklardan gelen bu misafir kadın da bana anlatımı ile içindeki sıkıntılardan biraz olsun kurtulmuş olacaktı.

“Güzel çakıl. Ben bir zamanlar birilerini çok sevdim. Ona deliler gibi aşıktım. Olanca varlığımla onun varlığına kitlenmiştim. Adı Janne idi. O da beni seviyordu. Annem ve babamla da iyi anlaşıyordu. Beş yıldır birlikte ve her an bir aradaydık. Ancak günlerden bir gün, beni yıllardır en yakın arkadaşım Suvi ile aldattığını öğrenince, dünya başıma yıkıldı. Ne yapacağımı şaşırdım. Hayatımdaki renkler gitti, allak bullak oldu. Aylarca bütün dünyaya küstüm. Güneş gülüşümüz kara bir buluta dönüştü, üşüdü. Gönül harımı söndürdü. Ayaklar altında hunharca ezilmiş bir gülün hüznünü yüreğimde hissettirdi. Payıma kalan bir kucak dolusu hayal kırıklığı oldu. Ne yaparsam yapayım, beynimde dolanan çalılara engel olamıyorum. İnsanlara karşı olan güvenim tamamen sıfırlandı. Bana ihanet edenlerden biri sırılsıklam aşık olduğum sevdiğim ve diğeri de en yakın arkadaşımdı. Aldatılmak oldukça onur kırıcıydı. Güvenimin yok olması nedeni ile kimselerle bu konuyu konuşamadım. Aslında o bizden vazgeçti. Kısmette bu uzak diyarda, bu güzel sahilde senin bakışların altında içimi sana dökmek varmış. Hemen suyun kıyısında fazla olmayan derinlikte seni görünce içimin ılıdığını hissettim. Tuhaf bir duygu yoğunluğu ile seni alıp içimi sana dökmek geldi. Çok da iyi oldu. Bu yaz ortasında üşüyen yüreğimi ısıttın. Gökyüzümdeki karanlığı sildin. Beni insanlardan daha iyi anlayacağını seziyorum. En azından bana acıyan ve küçümseyen gözlerle bakmıyorsun. Benden duyduklarını da hemen bir başkasına da aktarmayacaksın. Anlattıklarım öyle sır sayılabilecek şeyler değil ve bana kulak verenlerden ketum olmalarını beklemem de gerekmiyor. Ama dediğim gibi dinleyenlerin kahreden bakışları, insanı zavallı durumuna sokmaya yetiyor. Zavallılığın kader olmaması gerektiği kanısındayım. Hep ben konuşuyorum. Keşke sen de bir şeyler söyleyebilsen. Ama kocaman kalbinle yanımda olduğunu ve beni çok iyi anladığını biliyorum. Bunu hissediyorum. Benimkisi kendimden bile uzaklaşmaktı. Ama insan kendisinden ne kadar kaçar? Bunu da iyi biliyorum. Bundan sonrasında kendimden yeni bir ben doğurabilir miyim? Bilemiyorum. Ancak kendimi aldatılmış ve yenik hissediyorum.”

Can kulağı ile dinlemeye devam ediyordum ve Finlandiyalı kadının yaşadığı aşk acısı benim içimi de dağladı. Taş ya da çakıl olmam duygusuz olmam demek değildi. Biz de bu evreni tamamlayan, kendimizce birer küçük detayız. Keşke elimden bir şeyler gelseydi de yardımcı olabilseydim. Onun kirpiklerinin zulasında biriken gözyaşlarını silebilseydim. Yapabildiğim tek şey onu dinlemek, üzüntüsünü paylaştığımı bilmesi için bedenimdeki olanca sıcaklığı onun yumuk ellerinin avuçlarına yaymaktı. Sıcaklığımla her defasında bir ürperti duyduğunu ve yüreğinin rahatladığını hissediyordum. Ama bir yandan da Yaprak gözümde tütüyordu. Kim bilir nasıl da kaygılanmıştı. Yabancı bir kadının avucunda güle oynaya kumlara uzandığımı ve derin bir sohbete daldığımız da gözünden kaçmamıştır. Milyonlarca yıldır beraberiz. Benim Tarja’nın arkadaşı Janne gibi bu denli çiğ davranmayacağım konusunda en küçük bir şüphesinin olmadığını biliyordum. Zaten birliktelik güven demek değil miydi?

“Güzel çakılım benim. Ben bir hafta daha burada kalacağım. Kimsem de yok. Bir başıma geldim. Üstelik de burada konuşulan dili bilmiyorum. Ben salt kafamı dinlemek ve de Finlandiya’dan, herkesten ve her şeyden biraz olsun uzaklaşmak için bu güzel yere geldim. Tesadüf bu ya senin gibi bir dost ile karşılaştım. İyi ki rastlamışım sana. Acılar içindeydim. Bana nasıl da iyi geldin. Nasıl desem? Sana rastlamadan önce, ışığı bilmeyen bir körden farksızdım. Sayende kendime geldim. Seni şimdi bulunduğun yere tekrar bırakacağım. Ama istesen Ören’de kaldığım sürece gelip seni bulunduğun yerden alır biraz sohbet ederiz. Sen de ister misin? Buna evet diyor musun?”

Elbette “evet” diyecektim. İçimin burukluğu devam ededururken, onun beklediği soruya cevap vermek için bedenimdeki ol ısıyı bir kez daha avuçlarına yaydım. Zümrüt gözlerinin içi orman gibi daha bir yeşillendi. Güzel çehresine kocaman bir gülümseme geldi. Daha da güzelleşti. Onu mutlu görmek beni de mutlu kıldı. Buna vesile olmak güzeldi.

Tarja sonraki günlerde de gelip beni bulunduğum sudan, Yaprak’ın yanı başından usulca aldı. Zaman zaman Yaprak’ın sanki kıskanırmış gibi olduğunu sezsem de “Çakılca” dilinde kendisine buna gerek olmadığını, maksadımın sadece bir canlıya yardım etmek ve bu zor gününde geçici de olsa yoldaşı olmaktı. Bir çakıl olarak bunu yapabiliyorsam ne mutlu bana. O da sağ olsun beni anladı.

Tarja' ya dilim dönseydi de Yaprak’ı da beraberinde almasını ve ikimizin birlikte onu dinlememizi söylerdim, görünen o ki bu mümkün değildi.

Bir hafta içinde saatler boyu sohbet ettik. Artık Janne’den ve uğradığı ihanetten söz etmiyordu. Duyguları felce uğramış olan bu güzel kadın, yeniden sağlıklı düşünebiliyordu. Bu olumsuzluğu bir elbise gibi üzerinden çıkarıp atmasını bildi. Derken ayrılık vakti geldi, çattı.  İşin iyi tarafı bütün sıkıntılarından bir çırpıda arınmıştı. Bunu görmek benim çok mutlu olmama yetti.

Son günde de içinde bulunduğu ruh halini olduğu gibi ortaya koydu. Yüzünde hüzünden eser kalmamıştı. Gülüyordu. Sonrasında da sıcacık bir öpücük verdi. Zümrüt gözlerinden düşen iki damla yaş sırtıma damladı. Oysa bir kaç saniye önce gülüyordu. Daha sonra beni yerime bıraktı. Sırtımda Tarja’nın rujlu dudağının izi çıktığından korkuya kapıldım. Allah’tan ruju ile benim rengimin kırmızılığı aynıydı. Korktuğum olmadı. Dudaklarının izinin olduğu tarafımı tesadüfen yere gelecek şekilde koydu. Yaprak da böylelikle o biçimli dudakların az da olsa olsa fark edilen  izini görmedi.  Zira Janne olmaya hiç de niyetim yoktu. Ama ne yalan söyleyeyim, laf aramızda içimde bir hoşluk da yok değildi.

Tarja sonraki yıllarda da geleceğine dair söz verdi. Artık uzaklarda, çok uzaklarda, dağların ve denizlerin ardında benim de bir dostum vardı. Tarja dostum, Yaprak ise Ören sahilinin boncuk mavisi sularında hayat arkadaşım olarak çok güzellerdi. Tabii ben de yakışıklıydım. Dünya güzellikleri yakalamak üzere dönmeye devam ediyordu.

Akşam menevişlemeden önce, masmavi gülümseyen gökyüzünün altında saman sarısı saçlarını rüzgarla savuran Romen Kızı Zarife de gülümsedi. Gökyüzü alabildiğine kuşlarla doldu. Zarife bütün zarifliği ve erkeklerin aklını başlarından alan güzelliği ile haşlanmış mısır satmak için kimseleri rahatsız etmeme gayreti içinde, çeşitli dillerde “Haşlanmış mısır… Haşlanmış mısırrrr…” diye gün boyu seslendi, yoruldu. Sahilde kısık bir radyo sesi. “Var olmanın dayanılmaz ağırlığının tadına doyamıyorum.” Mutluyum. Siz de çok mutlu olun!

 

 

Amsterdam, 21 Kasım 2020

 


9 Kasım 2020 Pazartesi

TEKTAŞ




TEKTAŞ

 

“Gözlerimden

Tut da

Ciğerlerime kadar

Kırgınım…”  Cemal Süreya

 

Komadan haftalar sonra uyanabildi. Başını hafifçe çevirmeye çalıştı. Fakat bütün çabasına rağmen bunda başarılı olamadı. Gözleri ile etrafını kolaçan etti. Kendisini kar beyazı çarşaflar içinde boylu boyunca uzanır halde bulduğu hastane odasında kimselerin olmadığını gördü. Kollarına ve vücudunun çeşitli yerlerine anlayamadığı kablolar ve hortumlar bağlıydı. Aynaya baksa uzaylı olduğu hissine kapılacaktı. Başından neler geçtiğine dair aklında hiçbir iz yoktu. Bu cevabını bilmediği devasa bir soruydu. Kendisinin bihaber olduğu bu durumu, olup biteni birilerinin baştan sona iyice anlatması gerekiyordu. Kaç gündür bu hastane odasındaydı? Neler olmuştu? Görünen o ki, başından çok da iyi şeyler geçmemişti.

Alabildiğine yorgundu. Kafasında sanki tonlarca ağırlık vardı. Bedenini kontrol etti. Uyuşturulmuş gibi hiçbir yerinin hareket etmediğini anladı. Yüreğini apansız bir korku kapladı. Konuşabiliyor muydu? Bilemiyordu. Hırıltı halinde bağırmaya çalıştı. Kimseler duymadı. Etrafına bakınsa da birer şelale misali omuzlarına düşen lüle saçlarını göremedi. Belki de kafasının altına toplamışlardı. Neredeydi ve kendisine ne olmuştu? Galiba bir hastane odasındaydı. Sürekli bunları sordu.

Hastane yatağında yatan yirmi yedi yaşındaki Gülay’dı. İlkbahar gecesinin bu ilerleyen saatlerinde ay bütün haşmeti ile dünyaya  gülümsüyordu. Odasının penceresinden yansıyıp el kol hareketleri ile bin bir türlü şaklabanlık içinde işmar ediyordu. Gülay gökyüzünde bir aynayı andıran aya cevaben de olsa gülemediği gibi kollarını dahi kaldıramıyordu.

Yeniden bağırmaya çalıştı. Nihayet sesini bir hemşireye duyurabildi. Haftalardır kıpırtısız yatan hastasının uyandığını gören hemşire, odasında Gülay’a sevinçle çarçabuk göz attıktan sonra hemen doktorları çağırdı. Uzun uzadıya yapılan tetkiklerin ardından hastanın geçirdiği bir beyin kanaması sonucunda altı haftalık bir komada kaldığını, kafası hariç bütün bedeninin felç olmasına rağmen bilincinin yerinde olduğu ve konuşabildiği teşhisini koydular.

Günün keskin ışıklarının odaya doluşması ile birlikte annesi ve babası da hasta yatağının baş ucunda soluğu büyük bir tedirginlik ve buruk bir sevinçle aldılar. Odasındaki yoğun trafik arasında nişanlısı Nevzat’ı gözleri arasa da onu göremedi. Baş ucunda gözyaşları içinde kızının bir şelale halinde omuzlarından aşağı düşen, ama ameliyat öncesi kesilen lüle saçlarını okşayamayan annesi Behiye Hanıma sakız beyazı dişlerini usulca aralayıp kekeledi.

“Aaannee… Nevvvzaat… Nevzat…” diyebildi.

“Nevzat bütün gece buradaydı benim güzel kızım. Çok yoruldu, biraz dinlenmesi için eve gönderdik. Baban şimdi arayıp çağırır. Senin uyandığını müjdeler kendisine.” Gülay “tamam, oldu” mahiyetinde annesine bütün sevecenliği ile gözlerini kırptı.

Annesi Behiye Hanım kızının kesilen saçlarını, ameliyat sonrası görevli hemşireden alıp bir poşete koydu. Poşeti de el çantasına yerleştirdi. Her ne zaman kızını hissetmek istese hemen eli çantasından içeri dalıyor, uzun dalgalı saçları okşuyor ve koklayıp kızının kokusunu içine çekiyordu. Bu ona iyi geldiğinden her daim bir eli de omuzunda asılı çantasındaydı. Zaman zaman çantasını diğer omuzuna alıyor ve kızının ipeksi gür saçlarını okşamada sağ ve sol eli ile ayrı ayrı okşuyordu.

Doktorlar hastanın dinlenmesi için anne ve babasını odadan çıkardı. Gülay’ın sağlığı ile ilgilenen doktorlar yeni tetkiklerin yapılması ve bundan sonrasında uygulanacak olan tedavinin belirlenmesi amacıyla toplandılar.

Hasta yatağında bir başına kalan Gülay da büyük bir şanssızlık eseri düştüğü bu oldukça ağır ve de altından kalkılamaz vahim durumunun değerlendirmesini yaptı. Büyük bir karamsarlığa kapıldı. Ve en önemlisi de uyandığında nişanlısı Nevzat görünürlerde yoktu. Uyandığında baş ucunda ve elini tutuyor olsaydı, içine düştüğü bu vahim duruma rağmen kendisini belki de bu denli bedbaht hissetmeyecekti. Olan olmuştu. Hayatındaki bütün renkleri birileri alıp götürmüş, geriye belli belirsiz siyah ve beyaz olduğu seçilen iki silik renk kalmıştı.

Nevzat, nişanlısı Gülay'ın beyin kanaması sonrasında birkaç kez gelip gitmiş ve bir daha da hastaneye uğramamıştı. Annesi Hayriye Hanım oğluna sürekli telkinlerde bulundu. Oğlunun nişanı bozması için elinden geleni ardına koymadı.

“Oğlum benim Gülay’dan artık sana yar olmaz. İyisi mi yol yakınken unut gitsin. Sana kız mı yok. Deyip aklını çeldi ve birkaç gün içinde de nişan yüzüğünü Gülay’ın babası ve annesine gönderdiler.  Behiye Hanım ve kocası Tahsin Bey bu durumu Gülay’a hemen söylemediler. Biricik kızları yaralıydı ve böylesine ağır bir durumu kaldıramazdı. Bunun için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Kızlarının şimdilik bedeninde hiçbir yeri tutmasa da Allahtan umut kesilmezdi ve bir mucize çıkagelirdi. Lakin o zamana kadar kendisini biraz toparlaması gerekiyordu ki, beyaz yalanlarla bu da biraz daha ertelenebilirdi.

Oysa Nevzat’ı nasıl da sevmişti, nasıl da yüreğini kanatlandıran bir sevdaydı onunkisi. Birazdan mutlaka çıkagelir, elini güvenle sıcacık tutar, gözlerinin içine durur, belki de anne ve babasından cesaret alıp dudaklarına küçük bir buse dahi kondurabilirdi. O an gözlerinin önüne geldi. Uyuşuk hissettiği bütün bedeninde tatlı bir hoşluk hissetti. Nevzat en kısa zamanda yanı başında olur ümidine sımsıkı sarıldı.

Öğrenciliklerinin son yılında tanışmışlar, üç yıllık arkadaşlığın ardından altı ay önce de aileler arasında nişanlanmışlardı. Sonbahara girmeden de evleneceklerdi. Aralarındaki sevginin saflığı, güzelliği, inceliği ve alabildiğine insaniliği gıpta edilecek cinstendi. Duyduğu sevginin bu denli güzel olması Gülay’ı adeta büyülüyordu. Kendisini pamuk bulutçuklar arasında kanat çırpan bir prenses, bir peri gibi hissediyordu. Kanat çırpmaları esnasında düşmemesi için sıkıca tuttuğu sihirli çubuğunu dünyaya hafifçe dokundursa, belki de bütün yeryüzü bir sevgi deryasına dönüşecekti. Sevginin kutsanıp insanlar tarafından baş tacı edildiği, çorak gönüllerde sevdanın gelip yerini bulduğu, güzelliğin, vicdanın, adaletin ve bütün insani değerlerin yüceltildiği, kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı ve kuzunun da en nihayetinde kurttan hesap sorduğu bir dünya olacaktı. Gözlerinin önünde uçuşan peri bir anda dile geldi, yakınlaştı ve kulağına doğru fısıldadı.

“İyi ama neden o zaman çubuğunla dünyaya dokunmadın? Her şey güzel ve güllük gülistanlık olacaktı. Cennet dünyada olacaktı. Ama artık çok geç. Sen bundan sonrasında değil kanat çırpmak, kılını dahi kıpırdatamasın. Dünyaya dokunduracağın çubuğun da zaten kayboldu.”

Gülay’a perinin söylediklerini biraz zalimce geldi. Bir periden bu ses perdesinden bütün bunları işitmek hiç de hoş değildi. Anlaşılan periler konusunda büyük bir yanılgıya düşmüştü. Demek ki, böylesi periler de vardı. Oysa ne de güzel gülümsemişti, o an yanaklarındaki goncalar pıtır pıtır ak güllere dönüşmüştü. Gözlerinin önünde beliren peri zaten sonrasında da hatır bile istemeden çekip gitti. Belki o da iyi gününde değildi.

Anka kuşu değildi. Küllerinden yeniden doğabilir miydi? Kendisinden yeni bir Gülay doğar mıydı? Bütün bunlar şüpheliydi. Olur ya olması halinde, ayaklanır ayaklanmaz, hiç hissetmediği kollarında güç bulur bulmaz, söz dünyaya çubuğunu hafifçe dokunduracaktı.

Aklına Nevzat’ın tir tir titrer halde, büyük bir heyecanla gittikleri restoranda çatalını bıçağını bir yana bırakıp kırmızı kadife bir kutu içinde tektaşla, diz çöküp kendisine evlilik teklifinde bulunması anı geldi. Ne kadar da zevkliydi. Nasılda zarif ve göz kamaştıran bir yüzük almıştı. Nevzat’a bir çırpıda “evet” demesi ve yüzüğün parmağına takılış anı gözlerinin önünde bütün güzelliği ile belirdi. Parmağındaki tektaşın olup olmadığını kontrol etmek istedi, ama anlayamadı. Bedeninde en hafif bir kıpırtı yoktu. Hala bilinci yerinde olan bir ölüydü o.

Bir kitabın iki sayfası kadar kendisine yakın olan Nevzat, sonraki günlerde de uğrak vermedi. Sevdiği onu bir başına bıraktı. Ağrısını derinden duyduğu kalbi onulmaz derin bir yara aldı. Gururu büyük bir vitrin camı gibi kırıldı. Kendisini kızgın bir tavaya düşüp buharlaşan savunmasız bir su damlaması gibi hissetti. Dünyaya sırtını dönmek zorunda bırakılan, yükü sevda olan yüreğinin duvarına sırtını dayamaktan başka elinden bir şey gelmedi. Gülay terkedildiğini anlamakta gecikmedi.

Bundan sonrasında gönlündeki harı söndürmekte ne denli başarılı olurdu, bilemedi. Gözlerini hastane odasının tavanına dikti. Gözyaşları boncuklar, sular seller halinde aktı. Bilinmezlik dayanılır bir durum değildi. Umutsuzluk yüreğine bir sis halinde çöreklendi. Gökyüzünde bütün gece gülü gülüveren ayın doğmasına daha saatler vardı. Yirmi dört ayar hüznü ile ömrü bitmeden aşkı bitti! Hayat acımasızlığı ile burnunun dikine bildiğini okudu. Biçare kaldı. Daha yeni yeni filizlenirken parmağını dahi kıpırdatamaz hale geldi. Canından sevdiği nişanlısı kendisi ile vedalaşmaya dahi gelmedi. Her şeye rağmen, sağ olsun ve mutlu olsundu.

 

Amsterdam, 10 Kasım 20202

 

 

 

 

  

 

23 Ekim 2020 Cuma

KEL BAYRAM’IN KIRILGANLIĞI




KEL BAYRAM’IN KIRILGANLIĞI

 

 

Adım Sonbahar

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır

oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar”

                                        Attila İlhan

Yaseminlerin bahçeleri bağları basmasının ve yaz sonrası solup gitmelerinin ardından, sonbahar kendisine özgü şölen halindeki gösterişi ile koşar adım Ankara’ya gelmeye görsün bütün şehri bir telaş kaplardı. Sokaklarına tahsis edilen soluk mavi elbiseli çöpçüler bir ellerinde uzun saplı süpürgeleri, diğer ellerinde büyükçe bir tenekeden kestikleri ve paslı çivilerle kalınca bir sopaya sabitledikleri kürekleri ile aheste aheste bütün gün dört bir yanı süpürür, o günün mesaisini aceleci olmayan bir didişimle doldururlardı.

Güzelim sonbaharda; bulutları ileri geri savuran rüzgar yapraklardan da çekilmek nedir bilmediğinden, daha yolun sonuna varmadan, her defasında ağaçlardan gözleri kamaştıran bir dans eşliğinde yerlere düşen bin bir renkli yapraklar, sokakları ve kaldırımları hiç süpürülmemiş gibi yeniden mevsimin tipik kızıl sarısına boyarlardı. Bilinen rock şarkısında söylense de insanın dilinin aslında telaffuz etmeye pek de varmadığı, gaddarca kör olmaları istenen çöpçüler; aşkları da süpürürler miydi orası başka bir bilinmezdi. Kör olmasınlar. Yazıktır günahtır. Candır.

Aşkları süpürmekle itham edilen çöpçülerden biri de Sungurlu’dan gelip bir akrabası aracılığı ile Ankara Belediyesinde işe başlayan Kel Bayramdı. Başkentte umduğunu bulmuş, işini yoluna koymuş ve Mevla’sı da en nihayetinde onu görüp “Yürü ya kulum Kel Bayram.” demişti. Tanrının bu gününe şükürler olsundu. Çok emek vermiş olsa da sonunda paçayı kurtarmıştı.

Üç yıl bıkıp usanmadan kan ter içinde kala kala Ankara sokaklarını baştan aşağı sararan yapraklardan, kafasına patır patır düşen dikenli at kestanelerinden ve diğer atıklardan arındıran Kel Bayram’ın da artık evlenme zamanı gelmişti. Yine hem son hem de bahar olan bir sonbahar günü, kızarıp tunçlaşan yaprakları Ankara sokaklarında yüzüstü bıraktı. Yıllık iznini alır almaz soluğu Sungurlu’ya bağlı Beşkız Köyü’nde aldı. Köyünün adı Beşkız olsa da beşten çok daha fazla kız vardı ve onun evleneceği en güzeliydi.

Aslında denildiği gibi kel falan değildi. Çocukluğunda boynunun üst bölgesinde çıkan bir yaradan sonra saçlarının küçük bir yuvarlak halinde dökülmesinin ardından adı Kel Bayram’a çıktı. Öylece de kaldı. Oysa boylu boslu, çakır gözleri ve sündürülmüş yay misali gece karanlığını andıran ve kel yerini de iyice kapatan saçlarıyla, Beşkız Köyü’nün en yakışıklı delikanlısıydı.

Çocukluğundan beri aşık olduğu, uğruna yanıp tutuştuğu Yeter’i ile dünya evine girdi. Gözünün ondan başkasını gördüğü yoktu. Birbirlerine söz vermişlerdi ve sevdiği de kavlinde durmuş, bütün sadakati ile onu beklemişti. Onun rahat etmesi için bir müddet çalışıp kıyıda köşede biraz paraları olmalıydı. Her ikisi de sabretti ve sonunda muratlarına erdiler. Sevdiği rahat etsin diye Beşkız Köyü’nü ardında bırakmıştı. Yaban elde tutunmak için canını dişine taktı. Yeter’inin gözlerinin, hiçbir zaman gözlerinin önünde yitip gitmemesi en büyük tesellisi oldu. Sevdiğinin gözlerinin mavilikleri belerttiği çakır gözlerinin önünde belirmeye görsün, her şeyi o an unutuveriyordu. Onların sevdası bir başkaydı!

Büyük bir heyecanla annesi ve babasını da yanına alıp Yeter’i istemeye gittiklerinde “kız evi naz evi” olmadı. Yeter’in anne ve babasının ağzından aynı anda ve coşkuyla;

“Verdik gitti.” Sözleri bir çırpıda çıktı. Ne de olsa damat adayı devlete sırtını dayamış ve geleceği alabildiğine parlak olduğundan, biricik Yeter’leri de rahat edecek, bir eli yağda bir eli de balda olacaktı. Başkente konaklara gelin gidecekti. Evinin hanımı olacaktı.

Hayatı bekletmeye gelmezdi. Hemen nişan ve düğünü aynı anda yaptılar. Zaten peygamber sabrı ile yeterince beklemişlerdi. O nedenle Sungurlulu Kel Bayram tez elden şenlikli büyük bir düğün eyledi. Keskinli zurnacı Cezo ve davulcu Bulduk Kel Bayram’ın cüzdanının ucunu göstermesi ile hepten coştular. Onlarca metre uzunluğunda halaylar çekildi. Kurbanlar kesildi. Hatırlı misafirler ağırlandı. Beşkız ve çevre köyleri dillere destan bir düğün gördüler.

Dünyanın bütün ressamları bir araya gelip sonbaharın rüzgarını boyama çalıştılar ama üstesinden gelemediler. Boyalarının rengi yetmedi. Şairler mevsimin kulaklardaki uğultulu esintisini dile getirme uğraşısı içine girdilerse de kelimeleri buna kifayetsiz kaldı. Yazarların dağarcıklarındaki kelimeleri suyunu çekti. Kan kızılına çalan meşe ağaçlarının yapraklarını bütün uğraşılarına karşın betimleyemediler. Kolları yanlarına sarktı. Kalemleri ellerinden düştü, uzaklarda yuvarlana yuvarlana gözlerden kayboldular.

Ama Beşkız Köyünden Kel Bayram sonbaharı bir hazan mevsimi olmaktan sihirli elleri ve keskin zekası ile çıkardı. Sevdasının mevsimi yaptı. Mutluluğa sağlam adımlar attığı mesut bir zaman dilimi kıldı. Mus mutlu oldu. Yüreğinde her daim var olan kuşkonmaz kırılganlığını söküp attı. Kel Bayram’mış. Varsın olsun, söylenip dursun boşboğazlar. O artık devlet kapısında başında kasketi ve soluk da olsa mavi elbisesi ile bir görevliydi. Üstelik de anlının akı ile uzun sonbahar gecelerinde güzeller güzeli Yeter’inin koynundaki kocası, deliler gibi sevdiği sevdiğinin eriydi.

Ayrılık vakti geldi çattı. Turna kuşları uçmayı öğrettikleri yavruları ile sıcak ülkelere, Nil nehri kıyılarına doğru kafileler halinde kanat çırptılar. Köylüler tarlalara tohumlarını attılar. Bu konu da o da gereğini yaptığına inanıyordu. Yeter’i de ona bir çocuk verecekti. Bundan emindi.

Mavi semalarda turnalar ve Sungurlu yolunda Ankara’ya doğru Kel Bayram aynı anda ilerlediler. Hayat bekletilmeye gelmediği gibi Ankara sokaklarını kaplayan yapraklar da bekletilemiyor, Kel Bayram olmadan süpürülmüyordu. Süpürülse de kimseler bu maharet isteyen işi onun gibi yapamazdı. O allı, sarılı, morlu yapraklar ancak onun küreğine sığardı. Sokakları en iyi o paklardı. Devlet bu işle onu yetkili kılmıştı.

Aylar geçti. Yaseminlerin Ankara’nın bahçeleri ve bağlarını yeniden sarması ve baş döndüren kokularını dört bir yana salması ile birlikte, turnalar yeniden kafileler halinde Beşkız Köyü diyarlarına sökün edecekler. Kel Bayram da karnında bebeği ile Yeter’ini kaptığı gibi alıp memleketinin başkenti Ankara’ya getirecekti. Karısını Gençlik Parkında sandala bindirecek, mutluluklarına doğru kürekleri pazılarını şişirmelerle o çekecekti. Sevdiğinin maviş gözlerinin içinde kaybolacak, elini şefkatle onun karnına koyacak ve bebeğinin attığı tekme ile elindeki çayı dökecekti. Bindiği Sungurlu minibüsünde bunları düşledi. Kendi kendisine gülü gülüverdi.

Oğlan olursa babasının adını, kız olursa annesinin adını koyacak. Oğlanın adı Cemşid, kızın adı ise Dudu olacak. Dudu annesi gibi deniz gözlü, oğlu da kendisi gibi kıvır kıvır saçlı olsundu.

Karısının yokluğunda devletin sokaklarını süpürürken aklına her ne zaman o gelse, onun deniz mavisi gözleri gözlerinin önünde belirse, yüreğinde kanatlanan sevdasının etkisi altında kalıyor ve bütün neşesi ile yöresinin bir türküsünü söylemeden kendisini alıkoyamıyordu.

“Çorum ile Sungurlu'nun arası, arası
Yaktı beni kaşlarının karası aman aman

Sende hançer bende gönül yarası, yarası
Ölürüm de vermem seni ellere aman aman

İnsafsız seni seni
Öldürdün beni beni
Alırım doymam heri.”

Sokakta kimseler görünürde yoksa, süpürgesini ve küreğini usulca

yere koyup tüttürdüğü türkü ile birlikte ellerini havaya kaldırıp parmaklarını şaplatarak aşağı yukarı gidip gelip oynuyor, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşiyordu.

Ankara sokaklarını kızıl sarısı sonbahar yapraklarından her defasında arındırmasının ardından, koştura koştura mutluluğuna doğru soluk soluğa yol alıyordu. Zaman günler ve aylar halinde akıp gitti. Hayat devlet kapısında oldukça mühim bir görevde olan Kel Bayram’a güzeldi. Felek çelme takmadı. Ona kıyamadı. Belki de sevdasına hürmet gösterdi. Yeter’inin de bir eli yağda, bir eli baldaydı.

Turnalar yeniden Beşkız Köyüne dönmüşler. Yeter de kocasının süpürdüğü Ankara sokaklarında kucağında kızı Dudu ile büyük bir gururla yürüyordu. Sonbahara daha aylar vardı. Yaz mevsimi tepesinde yakan güneşle bir hayli sıcaktı. Sonbahar yeniden gelsin ve dünya püfür püfür essindi. 

 

 

Amsterdam, 23 Ekim 2020

 

 

15 Ekim 2020 Perşembe

GÜZEL BİR FİLMİN ARDINDAN - “KELEBEK VE DALGIÇ”






GÜZEL BİR FİLMİN ARDINDAN

 

“KELEBEK VE DALGIÇ”

 

Kelebek ve Dalgıç. Fransız gazeteci, yazar ve Elle dergisinin editörü Jean-Dominique Buby’nin milyonlar satan kitabının adı. Yazar, eserinde dünyanın en ilginç ve bir o kadar da dramatik olan kendi yaşam öyküsünü anlatıyor. Kitap daha sonraları yönetmen Julian Schnabel tarafından çok başarılı bir şekilde filme uyarlanır ve 2007 yılında Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülüne layık görülür.

Kitabı okuma şansım buğüne değin ne yazık ki olmadı, ama filmi izledikten sonra az sarsılmadım değil. Bu denli uzun süre etkisi altında kalınca da bu muhteşem yapıt hakkında bie şeyler yazmak ve naçizane duygularımı paylaşmak istedim. Umarım yine naçizane olarak adlandıracağım anlatımımın ardından, bu satırları okuyanlar da biraz olsun etkilenir ve bu güzelim filmi izlemek için fırsat kollar.

Filmi anlatmaya kendimi kaptırıp bilinen bir fıkradaki gibi; katilin şoför olduğunu ümit ederim ki, ağzımdan kaçırmam. Yeri gelmişken konudan fazla da uzaklaşmadan, fıkrayı anlatmamak olmaz.

Kasabanın birinde dedektif filmleri tutkunu bir adam varmış. Adam hangi sinemaya bir dedektif filmi gelse, soluğu anında o sinema gişesinin önünde alırmış. Günlerden bir gün bulunduğu kasabaya da çok ünlü bir dedektif filmi gelir. Adamcağız hemen koşa koşa sinemaya gider. Lakin biraz geç kalmıştır. Sinemaya gittiğinde, neredeyse bütün biletler satılmıştır. Anlaşılan dedektif filmlerinin bir tek müptelası kendisi değildir. Zor bela bir bilet bulur ve sinema salonunun karanlığına dalar. Hemen teşrifatçıyı bulup kendisinin dedektif filmlerinin hastası olduğunu ve yalvar yakar ön sıralardan kendisine bir yer bulmasını rica eder. Teşrifatçı şans eseri önlerden bir yer bulur ve adamı koltuğa oturtur ve ardından da bahşiş için elini uzatır. Adam araya taraya cebinin derinliklerinden parmaklarını örümceğe kaptırmadan ortası delikli bir 25 kuruş çıkarıp teşrifatçının avucuna koyar. Bahşişe bakan teşrifatçı bu kadar küçük bir bahşiş karşısında çok bozulur ve adamın kulağına fısıldar.

“Abi sana bir şey söyleyeyim mi? Katil şoför.” der.

Korkuya kapılmayın. Katilin şoför olduğunu söyleyecek kadar acımasız olmayacağım, sizlerden alacağım bahşiş az olsa bile.

Kitabın yazarı Jean-Dominique Bauby 1995 yılının soğuk bir kış gününde, arabası ile on yaşlarındaki oğlunu da yanına alıp bir yere doğru giderken, geçirdiği ani bir beyin kanaması ile uzun süreli bir komaya girer. Yaklaşık üç hafta sonra çıktığı komadan  tıp dilinde “lockked-in syndrome" olarak bilinen tanının ardından, vücudun bütün işlevlerini ve fonksiyonlarını yitirdiği görülür. Bir tek sol gözünü kırpabilmektedir ve bundan sonrasında çevresindeki insanlarla iletişimini yılmadan hayati öneme haiz bu organı ile sağlar.

Yazar Bauby kendisi ile iletişim kurmak adına geliştirilen bir yöntem sayesinde, sol gözünü kullanarak yüzlerce sayfa metni yardımcılarına dikte ettirir.

Geliştirilen yöntem çok ilginçtir. Yardımcısı her gün hastaneye gelir, Fransızca dilindeki harfleri kullanım sıklığına göre tek tek sıralayıp söyler ve yazar Bauby söylemek istediği kelimede yer alan harf okunduğu zaman gözünü kırpar. Büyük bir sabır ve azmin ardından yazarın hayatını anlatan biyografik kitap hazırdır. Kitap dünyada büyük bir yankı uyandırır ve bu unutulmaz kitaptan yapılan uyarlamadan da muhteşem bir film yapılır. Ne yazıktır ki yazar Bauby kitabın yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra hayata veda eder.

Kullanım sırasına göre en çok kullanılan harfler E, L, A, O, I, N, S ve D harfleridir ve her kelimenin oluşturulması yaklaşık iki dakikayı alır. Filmin yönetmen koltuğunda rahat rahat oturmayı hak eden yapımcı Julian Scnabel’dir. Oyuncu kadrosunda; Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner ve Marie-Josee Croze yer alır.

Baştan sona insanda büyük hayranlık uyandıran fimin ilk yarım saatlik kısmında ana karekter yazar Bauby’i göremiyorsunuz ve merakla oyuncuyu görmek için sabırsızlanıyorsunuz. Usta yönetmen ana karakteri hemen ifşa etmek yerine filme seyircinin onun gözünden bakmasını yeğler. Film insanı adeta büyüleyen repliklerle devam eder. Örneğin: İçinde bulunduğu durumu aynen şöyle betimler.

"Uzaklaşıyorum... Yavaş, fakat emin bir şekilde. Tıpkı bir denizcinin demir aldığı kıyıdan uzaklaşması gibi geçmişimden uzaklaştığımı hissediyorum... Eski hayatım hâlâ içimde alev alev yansa da, yavaş yavaş anıların küllere dönüştüğünü biliyorum..."

Geçirdiği talihsiz kazadan sonra kendisini sürekli bir dalgıç elbisesi içinde hapis gibi hisseden Bauby bu durumu da aynen şu dizelerle ifade eder.

“Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para?”

Kendisini zaman zaman alaya aldığında da şu soruyu sorar.

“Bir kurbağaya dönüştürülmeyi dileseydim ne olurdu acaba?”

Ve devamla ruh halini ortaya koyar:

“Duygulanmaya, sevmeye ve sevilmeye nefes almak kadar ihtiyacım var. Yine de tetikte olmak ve ılık bir teslimiyete kapılmamak için bir parça hiddet, bir parça nefret barındırıyorum içimde, ne az ne çok; tıpkı bir düdüklü tencerenin patlamasını önleyen supap gibi.”

Yorgundur ve vücudu bütünü ile işlevsizdir.

“Özgürlükle aramda sadece bir kapı varsa bile, onu açmaya gücüm yok.”

İnsanı büyüleyen film boyunca, adeta sağlam naylon bir ipe itina ile bir incigerdanlık misali dizilen diğer replik de aynen Şöyledir:

“Entelektüel potansiyelimin bir hıyarınkinden daha yüksek olduğunu kanıtlamak için yalnızca kendimden medet umabilirim.”

Kendisini alaya almaya devamla kapanıp açılan sol gözü bir diğer cümleyi dikte ettirir.

“Yirmi haftada 30 kilo kaybettim. Kazadan sekiz gün önce sıradan bir rejime başladığımda böyle bir sonuç beklemiyordum.”

Ders veren bir üslupla:

“Haftalarca bir konu üzerinde çalışırsınız, işinin ehli kişilerin elinden defalarca geçer ve on beş günlük bir stajyerin bile fark edebileceği bir hatayı kimse görmez.”

Mutluluğu kimi zaman öylesine küçük bir noktaya takılır ki:

“Şimdilik, şu ağzımda sürekli biriken tükürüğü yutabilsem dünyanın en mutlu insanı olabilirdim.”

Kendisinin deyimi ile bir dalgıç elbisesi içinde bir hapis de olsa, bu hayata oynatabildiği tek sol gözü ile tutunur ve her türlü fonksiyonu yerine getirebilen kusursuz bedenlere sahip milyonlarca insanın yapamadığını yapar, böylesi bir kitaba imza atar.

Yaşlı babası da onun kadar biçaredir. Oğlunu görememesi, nasıl ve ne halde olduğuna tanıklık edememesi onu kahreder. 

“Zaman zaman bana telefon ediyor babam ve yardımcı bir elin kulağıma yerleştirdiği ahizeden, onun titreyen, sıcak sesini duyabiliyorum. Cevap vermeyeceğini çok iyi bildiğiniz oğlunuzla konuşmak, kolay olmasa gerek.”

Bu ve buna benzer daha her cümlesi hafızalarda yer edecek olan muhteşem bir kitap ve güzelim yavrusu film.

Umarım bakla ağzımda yeterince ıslanmıştır. O halde yine de size bir şey söyleyeyim mi?

“Katil şoför değil. Hizmetçi. Yok… Yok. Şaka… şaka… Katil falan yok. Ne güzel, dünyayı kan deryasına çeviren ve diz boyunu aşan ölmek öldürmek de yok. Bir karıncaya dahi zarar vermek yok. Muhteşem güzellikte, sizi hayata daha çok tutunmaya davet eden, seyredilmeye değer, büyüleneceğiniz bir film var. İyi seyirler.”

 

Amsterdam, 15 Ekim 2020

 

 

 

 

18 Eylül 2020 Cuma

DE RODE FIETS




DE RODE FIETS

 

Het regent al twee dagen, alsof de regen onophoudelijk uit glazen wordt geleegd. Het is vreemd maar er vormen zich geen plassen in de straat. Ik kan er niets aan doen mij te verbazen waar zoveel water naar toe gaat. Ik maak voor het eerst mee dat het zo lang regent. Het  is nogal koud.

Alhoewel er vanuit de hemel naar de aardoppervlakte vloedwater discreet naar beneden valt, gaan de mensen onverstoord met de fiets naar hun werk of school. Het ritme van het leven gaat zonder onderbreking in hetzelfde tempo  en harmonie door.

Mijn vader zegt dat hij een fiets voor mij gaat kopen. Dat maakte me zo blij dat ik hem een aantal keren op de wang kuste. Ik zei dat ik graag een rode wilde hebben. Hij zal vandaag of morgen de fiets wel kopen, hoop ik. In dit kleine land heeft iedereen wel een of twee fietsen. Voor elk gebouw staan op z’n minst dertig à veertig fietsen waarbij de een op de ander ligt en die met kettingen op slot zijn. Ik denk niet dat Nederlanders arm zijn maar de meeste fietsen zijn oud. Ik vermoed dat het hen niet uitmaakt of hun fiets oud of nieuw is. Als zij zo denken, is dat natuurlijk goed oké.

          Het is herfst. Op de dag dat wij aankwamen werden we verwelkomd door een stormachtige wind. Om precies te zijn was het geen warm welkom.  We hadden niet de verwachting dat wij met de rode loper zouden worden ontvangen, maat de eigenwijze wind waaide al bulderend van alle kanten tientallen bladeren in het rond. Het stof van onze voeten verspreidde zich naar ons haar en gezicht. Zoveel verontwaardiging op de eerste dag! Eigenlijk een gastvrijheid om je voor te schamen.

          Natuurlijk bleef er geen stof op onze schoenen liggen. Als ik zeg dat we met een slecht humeur werden ontvangen, dan denk ik dat het zo is. De droge en geelgekleurde boombladeren bedekten de voetpaden en straten. Nadat de bladeren door de wind omhoog werden geblazen en samen met de wind in onze gezichten, bleven ze in de gleuven van de muur bewegingloos liggen. Het is de eerste keer dat ik zoveel boombladeren bij elkaar zie. Ik zal hier een principe uit de doeken doen dat alles verklaart. Zolang de droge en geel geworden bladeren in de lucht rondvliegen, kun je niets zien. Met het liggen van de storm in de namiddag, landen de gevleugelde bladeren een voor een als een mus op de grond. Eenmaal op de grond verlaten de bladeren de gedaante van een mus en vormen ze weer een geel tapijt.

Nee, ik moet terugkeren naar de plaats waar ik toen bij de eerste gelegenheid kwam. Het is in Diyarbakir nog niet koud geworden. Trouwens, het is een week geleden dat ik in dit verre land verre land ben aangekomen. Of ik wel of niet zal wennen, weet ik niet. Mijn vader is al achttien jaar hier. Omdat zijn verlangen naar ons ondraaglijk werd, haalde hij mijn moeder, mijn dertienjarige zus Zelal en mij naar Nederland. U zult vast wel willen weten hoe mijn naam is? Ik heet Halil en ik ben zestien jaar jong. Mijn snor en baard geven mijn gezicht geleidelijk aan een nieuwe vorm. Een nieuw gezicht waardoor ik mij vreemd voel, maar duurt niet lang. Daar ik eindelijk bij mijn vader ben, heb ik veel tijd om hem te imiteren.

          Ik laat mijn kindertijd langzaam maar zeker achter mij. Mijn eerste schreden in een moeilijke tijd. Mijn vader wilde dat de naam van mijn grootvader in mij zou voortleven. Ik houd van mijn naam. Misschien wel omdat ik van mijn grootvader Halil houd. Hij is niet met ons meegekomen. Mijn oma is twee jaar geleden overleden. De toestand van mijn grootvader op die dag zal mij altijd bijblijven. Hoe hij zo eenzaam achter bleef. Hij was kleiner geworden, als een afgebroken tak die met angst naar beneden viel. In zijn ogen die op de kleur van de zon lijken, kon je dit heel makkelijk zien. Door hem zo achter te laten denk ik dat zijn eenzaamheid ook ondraaglijk werd. Ik weet niet wat er dan in zo’n situatie met je gebeurt. Toch was hij bij mijn ooms en de rest van onze familie, waarbij hij het gemis van Zelal en mij diep in zijn hart voelde. Als ik daar zou blijven zou mijn vader hetzelfde gemis ervaren. Hier heb ik een betere toekomst.

          Veel vrienden die ik vertrouw en lief zijn, waren wel achter gebleven. Ik mis ze nu al. Hoe we elkaar voor de gek hielden en plaagden. Dat ik kon genieten om met hen samen te zijn. Elk van hen was zoveel als een broer van mij, Zou ik dezelfde vriendschappen kunnen krijgen? Dat is voor mij nu de grootste zorg.

          Zelf heb ik nooit een fiets gehad. Fietsen heb ik op de fietsen van mijn vrienden geleerd. Ik denk dat mijn vader, als hij van zijn werk thuiskomt mijn fiets zal meebrengen. Hij kan zo komen. De deurbel kan elk moment gaan. Als ik mijn fiets krijg kan ik dan in deze regen wel fietsen? Eindelijk kwam mijn vader opdagen én wel met een rode fiets, ja echt heel mooi. Ik kon mijn ogen bijna niet geloven. Urenlang zou ik er naar kunnen kijken. Het leek wel of mijn

handen de lamp, de bel, het stuur, het zadel en de voor- en achterkant met bewondering liefkoosden. Ik voelde mij enorm gelukkig. Ik ging met mijn fiets er op uit, ook al regende het hevig.  En ook al waren mijn moeder en vader wat bezorgd, beloofde ik ze dat ik snel zou terug komen. Is het niet zo dat Nederlanders in dit weer wel op de fiets zitten?

          Op de snel ronddraaiende pedalen liet ik ons huis meer en meer achter me. Als mijn vrienden er bij waren, wie weet hoe jaloers ze zouden zijn. Ik zou zonder aarzeling ze op mijn fiets laten fietsen.  Zo graag zou ik willen dat mijn opa dit moment van geluk kon mee maken.  Hem gelukkig zien is voor mij het allerbelangrijkste. Zijn liefde en goedkeuring ervaren. Ik geloof dat het mij tegen het kwaad zal beschermen. De ogen van mijn gevoelige opa wisten zich meteen met tranen te vullen. Ik kan de blikken van mijn vrienden en van mijn opa niet goed uit mijn hoofd zetten. Ik mis ze! Zeven dagen ben ik van hen weg, maar het voelt als zeven jaar.

          Ik ben erg nat geregend. Mijn bovenlichaam en hoofd zijn drijfnat. Ik had beloofd dat ik snel weer thuis zou komen, maar ik ben al een uur buiten. Ik moet terug gaan want ik ben al aardig ver van huis. Dat lijkt wel leuk, maar welke weg moet ik terugnemen? Ik denk dat ik verdwaald ben en begin bang te worden, want waar ben ik? Het blijft hard regenen. Onder een dakrand van een huis kan ik schuilen en wacht af. Niemand komt of gaat. Hoe zou ik een voorbijganger in een taal die ik niet ken, vertellen dat ik verdwaald ben. Daarbij weet ik ook ons adres niet. Het was een gebouw van rode baksteen bestaande uit vier verdiepingen. De straten zijn kopieën van elkaar zoals je in Diyarbakir,

Dagkapi, Urfakapi, Yenikapi en de Mardinkapi hebt. Kunt u zich een stad zonder poorten voorstellen? Als ik in mijn stad  zou zijn, zou ik niet verdwalen, maar zou dat wel zo wezen er op dat ogenblik ik weet niet hoeveel mensen om mij heen draaien om mij te helpen.

          ‘Mijn broeder, van wie ben jij er een? Waar is jouw huis? Hoe heet jouw vader?' Een ander zou zich er meteen mee bemoeien.

          ‘Hou op met het stellen van vragen en pak hem bij de andere arm beet zodat wij hem omhoog kunnen helpen.’

          Met soortgelijke kreten in mijn hoofd viel ik na een tijdje in slaap onder een trap waar ik schuilde. Tijdens dat slapen moest ik zoveel hoesten, waardoor de verontruste bewoners van de bovenste verdieping de politie belden. Met politiesirenes en blauwe zwaailichten keerde ik terug naar de bewoonde wereld. Ze vroegen me de hemd van het lijf, waar ik niets van begreep. Ik kon geen enkele vraag beantwoorden. Ik zocht naar mijn fiets maar die was nergens te zien en was behoorlijk in de war.  

          Twee politieagenten pakten mij gelijktijdig bij de armen beet. Ze sleepten me naar de politieauto waarvan de sirenes uitgezet waren. Ik verzette mij, maar de agenten waren zeer sterk. Ik kon geen weerstand bieden. Voortdurend keek ik achter mij en zocht naar mijn kostbare rode ‘schat’. Wat zal ik tegen mijn vader en moeder zeggen? De dag waarop ik aankwam,  werd de dag waarop ik verdwaalde.

          Op het politiebureau wachtten mijn vader en moeder die  ongerust waren, op mijn komst. Toen ik binnenkwam overlaadde mijn moeder met veel affectie. Zij droogde mijn haren en hoofd met de handdoek die een agent haar had aangereikt. Aan de ene kant drukte zij kussen op mijn voorhoofd, dat van koorts leek te branden en ook op mijn wangen. Aan de andere kant kreeg mijn vader verdere informatie van de politie.

          Na te zijn verzonken in de wereld van mijn dromen, moet er iemand daaruit geweest zijn die net zo nat was als ik en die er met mijn fiets vandoor is gegaan. Dit betekent dat het niet uitkomen van mijn dromen nu genoeg was. Hij heeft geen geweten, waardoor hij het geluk in mijn hart niet kan zien.

          Mijn vader werd niet boos. Alleen omdat ik niet thuis was op het beloofde tijdstip, vond hij dat wel vervelend. Ze waren bang omdat ze dachten dat ik misschien in een van de kanalen zou zijn gevallen.  Hij zei verder dat ik mij geen zorgen hoefde te maken om mijn fiets en dat hij met geld van zijn salaris weer een nieuwe zou kopen. Ik wilde dat de fiets opnieuw rood van kleur zou zijn.

          Wel een maand moet ik wachten om mijn fiets in handen te krijgen. Tot die tijd zou ik vanwege het missen van mijn vrienden en van mijn opa nieuwe vriendschappen kunnen sluiten. Morgen ga ik voor het eerst naar school. Ik krijg les in een taal waarvan ik geen woord ken.  Hoe zullen de kinderen in de klas naar mij kijken, lachen en voor de gek houden.

          Misschien zou ik vriendschap sluiten met een meisje met blond haar en rode wangen, dat mij zou denken aan Nederlandse rode tulpen en zoals de kleur van mijn fiets die ik kwijt ben? Ik zou haar van school halen en haar met mijn fiets naar huis brengen. Ook zou ik haar hand  vasthouden  en haar blonde haren met mijn vingers kammen. Ik zou haar omhelzen en met een grote glimlach een foto van ons samen laten maken. Deze fantasie dromen van ons zou ik dan naar mijn vrienden sturen die ik heel erg mis.

          Het is beter om ze niet naar mijn opa te sturen want dan zou ik mij wat schamen!

          Nu voel ik mij niet op mijn gemak en heb veel twijfels. Ik ben bang. Denkt u dat de vader van het blonde meisje net zo boos wordt als de vaders met enorme snorren uit Diyarbakir? Ik denk niet dat hij een snor heeft, maar zouden ze mij met een dikke stok slaan terwijl ze daarbij ‘die straat is van jou en deze straat is van mij ’roepen en me verjagen. Zullen ze me als een hond laten leven die ze verwaarlozen. Zal mijn wereld ineenstorten? Zullen ze de vaders uit mijn stad na-apen? Zullen ze met de snelheid van het uitspugen van een haar mij genadeloos met de stok in hun handen op mijn hoofd, mijn rug of mijn achterste slaan? Ik weet dat u zegt dat het zo niet zal gaan, het echt niet kan.

          Dit was jaren geleden. Ik kan nu pas over mijn weggestopte gevoelens praten. De tijd is als water weggevloeid. Ik ben nu in de veertig. Mijn vader is met pensioen. Ik ben met een bloedmooie vrouw getrouwd. Haar haar heeft niet de kleur geel van Nederlandse tulpen. Het is niet anders, maar is zo zwart als steenkool. Ik houd erg veel van haar. Net zoals mijn ouders heb ik een dochter en een zoon. Ik ben niet geslagen door Nederlandse vaders. Zo’n gewoonte hebben ze niet.

          Ik heb nog steeds mijn rode fiets. Ik pas er goed op en sper mijn ogen wijd open om alles goed in de gaten te houden, hij heeft geen enkele kras.  De herinnering blijft levend. Ik heb alleen de handremmen en de banden vervangen toen het noodzakelijk was. Mijn opa leeft niet meer en ik blijf hem missen. Ik bezoek al mijn vrienden als ik naar Diyarbakir ga. Ik heb Nederland aanvaard en mijn draai gevonden en ik houd van Nederland. Amsterdam is mijn tweede stad geworden die mij dierbaar is. Kort gezegd, ik ben gelukkig, Ik hoop dat iedereen die deze alinea’s leest ook gelukkig is.

 

 

Amsterdam, 17 november 2018.

 

 

 

 

Vertaling : Corry de Broer

12 Eylül 2020 Cumartesi

KÖR ZEWE VE MANDELA




KÖR ZEWE VE MANDELA

        

           İki yıl gibi sıkıntılarla geçen uzun bir aradan sonra biricik anacığım, nam-ı diğer Kör Zewe ile memleketimiz Ankara’da birlikteyiz. Başkent aheste adımlarla yol alan mevsime, bir kez daha kendisine has griliğiyle yeni renklerle kendisni süsleyeceyini vaat eden hazan mevsimine içten merhaba diyor. 

Eylül ayı, Temmuz ve Ağustos aylarının o bunaltıcı sıcaklarını en nihayetinde alıp bir yerlere götürdü. Düşmeye yüz tutan zümrüt yapraklar, bir o kadar kıymetli olan birer altına dönüşmek üzereler. Kaldırımları ve sokakları her daim olageldiği gibi, çok da geçmeden altın renkli yapraklar kaplayacak. Görünen o ki; insanlar bu mevsimde sokaklarda daha telaşlı bir koşturmaca içinde mi oluyorlar gibi. Çıkan rüzgara kapılıp davranışları ve yürümeleri daha mı aceleci bir hal alıyor? Bilemedim. Kimi canlılara göre ise, beraberinde duygulu yüreklere tatlı bir hüzün, muhteşem bir gülümseme eşliğinde gelip kendisine ayrılan tahtında bağdaş kuracak.

        Büyük bir özlemin ardından bir araya gelme fırsatını nihayet yakaladığım anacığım Kör Zewe artık iyiden iyiye yaşlanmış. Bize reva görülen uzun bir ayrılığın hasretliğini gideriyoruz. Hemen edindiğimiz duygu sanki iki yıl hiç de ayrı kalmamışız gibi kapıldığımız his. Öylesine ayrı, öylesine yalnız kalanlar bizler değildik. Bu ayrılık ve diğer ayrılıklar hiç yaşanmadı. Yanyanalığımız kaldığı yerden devam ediyor. Yine de büyük bir merak ve anlatılmaz bir özlem ile torunlarının sevgisinin dolup taştığı yüreğini bir anda orta yere koyuyor. Orta yerde kıpır kıpır kuş misali kanat çırpan telaşlı bir anne yüreği. Oğullarım 'Filinta nasıl? Robin nasıl?' diye kırpıştırdığı kestane rengi gözleri ile ağzımdan çıkacak kelimelere pür dikkat odaklanıyor. Çocukların artık büyüdüklerini, birer yetişkin birey olduklarını, sevindirici olan sorumluluklarını bildiklerini, sağ olsunlar iyi birer insan olma çabası verdiklerini, okullarında, işlerinde babaları bendenizin gösteremediğim başarının çok üstünde bir başarı gösterdiklerini, biraz da bir baba gururu ile dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Büyük bir mutluluk duyuyor ve rahatlıyor. Fersiz gözleri ışık saçar hale geliyor.

        Torunlarını her yönü ile merak ediyor. Çünkü onları çok az gördüğünden bir o kadar da az tanıyor. Tanımasının azlığı da kendisinin olarak gördüğü bu insanları her yönü ile tanımak istiyor. Heyecanını dindirdi. Durdu. Gözlerinde tüten torunlarının da 'başka ülkelere tatile gidip gitmedikleri' gibi bir kaygıya kapılıp sordu. Her ikisinin de tatil için farklı ülkelere gittiklerini, dünyanın başka diyarlarını onların da çok merak ettiklerini ve hatta Robin’in neredeyse dünyanın büyük bir bölümünü Marco Polo misali gezdiğini söyledim. İki ay kadar önce de Robin’in Güney Afrika’yı da kapsayan uzun soluklu farklı bir geziden döndüğünü anlatım. 

        Annemde merak bitmiyordu. Her kurduğum cümlenin ardından onun kafasında oluşturduğu merak zincirine yeni bir halka ekleniyordu.

        “Güney Afrika neresi?” diye sorunca ben de belki hatırlamasında yardımcı olur diye;

        “Mandela’nın ülkesi var ya, orası işte,” demek durumunda kaldım. 

        Bunun üzerine annem kızlarını istemeye gelen pilotların, doktorların, avukatların ve mühendislerin kollarında getirdikleri rengarenk çiçek buketlerinin yanı sıra lüks kutularda yer alan “Madlen” çikolatalarının üzerinde onlarca yıl geçse de ağızlara verdiği o “bitter” tadın etkisinde kalmış olacak ki;

        “Mandela çikolata değil mi?” diye sordu. Önce gülümsedim. Ne diyeceğimi şaşırdım. Çok yerinde ve güzel bir benzetmeydi. Mandela bundan daha güzel anlatılamazdı.

        Tutuklu konuşan halimle anneme Mandela’yı ve onun verdiği özgürlük mücadelesini anlatma zorluğunu doğrusu göze alamadım. Bunun üstesinden gelemeyeceğimi o an anladım. Varsın, annem bu güzel insanı çikolata olarak hatırlıyor-biliyor olsun. Böylesi daha güzeldi. Fazla derine inmeye gerek görmedim. Dünya insanlığının anısı önünde saygı ile eğildiği Madiba Amcam da zaten çikolata gibi değil miydi? Hani biraz da “bitter” türünden.

        Allah daha uzun ömürler versin. Annem Kör Zewe de Mandela’nın mücadelesinden tamamen bihaber, onun kim olduğunu bilmeden günün birinde bu dünyadan göçüp gidecek. “Apartheid” savaşçısının o büyük mücadelesi, annem Kör Zewe gören tek gözü ile Madiba hakkında bilgilere, aynı zamanda şimdilerde biraz da ağır işiten kulaklarına ulaşmamış. Ne dersiniz, anneme Mandela’yı yine de anlatmaya çalışsam mı? Veya tutuklu konuşma halimle beni zora sokmadan, siz bu pek de kolay olmayan işi üstlenmek ister misiniz?

 

Amsterdam, 12 Eylül 2018

 

 

6 Eylül 2020 Pazar

LO SENE PIX EDEREM HA!




LO SENE PIX EDEREM HA!

 

Yazmak gibi biteviye bir didinim içinde olan şair Refik Bey, henüz ülke çapında hak ettiği istenilen üne sahip değildi. Ancak şiirlerinin belli bir okuyucu kitlesinin dilinde dolaşması, zevkle okunması ve gelecek vaat etmesi kendisinin ziyadesi ile mutlu olmasına yetiyordu. Edineceği ünü aslında hiç de umursadığı yoktu. Yükü duygu olan yüreğindekileri insanlarla paylaşımı çok daha önemliydi. O gece gündüz yazmak yazmak durumundaydı. Duygularını nadasa bırakmak gibi bir lüksü zaten yoktu. Bu hayatının bittiği ile eş anlamdaydı. Büyük harfli cümleler kurmak gibi bir iddiası da yoktu. Sadece dağarcığındaki kelimelerle oynamak onu yeterince mutlu ediyordu. Dimağında ele geçirdiği her harfi bir bir bacaklarından kavrayıp oraya buraya çekiştirmenin tadına doyum olmuyordu. Zihninde avlamaya çıktığı kelimeleri uzun uzun süzer ve ardından hangi şiirde, hangi mısrada birer kelime halinde yer edinmeleri konusunda kendi kendisine fikir teatisinde bulunurdu.

Hangi sözcük insanı alıp götüren bir sevda şiirinde yer almak istemezdi ki? Refik Bey’e göre “her kelime sabahın köründe uyanır uyanmaz kendisini zaten şiir hissediyordu.” Sözcüklerin de dünyanın dillerinde kendilerine göre gururları vardı. İnsanların dilinde telaffuz edildikçe her kelime iyiden iyiye mayışır ve kendilerinden geçerlerdi. Lakin yine de kelimelerle oynamak çocukların saklambaç veya çelik çomak oynamasına pek de benzemiyordu. Bunun için belli bir ölçü ve tartıya gereksinim vardı. Kullanılacak terazinin hassasiyetine diyecek olmamalıydı. Bu birimleri yakalamak da ustalık gerektiriyordu. Bunlar edinilmese, gösterilen uğraşı laf u güzaf olarak olduğu yerde kalakalırdı.

Sözcüklerle bu denli iç içe olan yaşantısını düşünedururken bir an kalakaldı. Durdu. Çıt çıkmayan bir sessizliğe büründü. Düşüncelere daldı. Gözlerinin önünde bir anda binlerce kelime “nanik” yapıp serçeler misali uçuştu. Ne kadar da çok evsiz, barksız, sahipsiz ve başıboş sözcük vardı. Başlarında bir çatıdan yoksun kelimelerin inanılmaz yoğunluğuna şaşakaldı. Sonsuz sayıdaki bunca kelime neden şimdiye değin bal tadında bir cümlede yer alıp okuyucularının hayal dünyasında yer almamıştı. “Başkalarının da bu denli çok sözcüğü var mıdır, acaba?” diye düşünmekten kendisini alıkoyamadı. 

Gözlerinin önünde uçuşaduran bütün bu kelimeleri bir bir hizaya getirip anlam kazandırmalıydı. İçinde bulunduğu uğraş anlamlı ama bir o kadar da sonsuzluğu olan bir güzellikti. Kelimeler böylesine başıboş uçuşmamalıydılar. Korunaklı bir çatı altında toplanmalarının zamanı gelmişti. İyide bu "ha demekle" olacak iş değildi. Her biri olması gereken yerde yerini alıp şiir, roman, öykü ve köşe yazıları olarak yüreklerdeki yerlerini almalıydılar. Kuşlar misali onları evrene salmalıydı. Böylelikle daha bir anlam kazanıp bir araya gelmeleri ile bir öyküye dönüşebilirlerdi.

Ah Türkçe dili ah! Öylesine karmaşıktı ki, her defasında hayretler içinde kalıyordu. Her yörenin kendisine göre kelime dağarcığı olduğu gibi, aynı zamanda şiveleri de aynı zenginlikteydi. Başka dillerden pek çok kelime kabarık sayfalı sözlüklerde ve Türkçe diline konuk olarak gelip kalmışsalar da zamanla entegre olmakta fazla zorluk çekmemişler. Bazı harflerle başlayan tek kelime Türkçenin olmaması çok şaşırtıcıydı. M, L ve J harfleri ile başlayan bütün sözcükler yabancı kökenliydi. Ve çoğu zaman bu kelimelerin kullanımı ile ifade edilmek istenenler daha yerli yerine oturuyordu. Teknik, tıbbi, hukuk ve bilimsel konularda bu kelimeler kullanılmaksızın kaş göz yarsanız da meramınızı istenildiği gibi anlatamazsınız. Yöreye göre lisan öylesine bir farklılık alır ki, çoğu ifade edilmeye çalışanı anlamakta büyük zorluklar yaşarsınız. Refik Bey bu konu ile oldukça ilgiliydi. Edindiği tecrübe ile artık bütün yörelere mahsus olan bu söylemleri anlayacak kadar bilgi sahibi oldu. Lakin Türkiye bu açıdan çokça renkli bir coğrafyaydı. Kulaklarını tırmalayan her yöresel konuşma onu hem güldürüyor hem de çok hoşuna gidiyordu.

Egeliye kulak verdiği zaman onun aynen şöyle çıkışına tanıklık ediyordu.

              “Akideş, götüyü vereceksen götüyü ver, götüyü vermeyeceksen götüyü verecekler var. Hadi diyiver gaadeş. Asfalyalarımı attırma. Niredeyse ımızan (ramazan) geldi. Ne bakıp durun? Hönkürüde (orada) dikelip durun. Götüyü vermezsen ben de garıgola (karakol) gitçem.

Diğer taraftan Trakyalı söze girer ve gösterisini aynen şöyle sürdürür.

          “Er gün aber salarım Asana a be yapasın bu işi derim.” Refik Bey içsesi ile kendi kendisine söylenmekten kendisini alamaz.

“Kardeşim neler oluyor orada? Hasan ne zaman adını değiştirdi de Asan oldu. Hasan kimi astı da Asan oldu? Nereye gitti bu koskocaman H harfi? Yedin mi? Yuttun mu? Nedir kardeşim bu senin yaptığın? Kaşla göz arasında iki ayağının üzerinde sapasağlam yere basan “H” harfini nasıl da iç ettin. Evet bencileyin bir şair, yani Refik olarak ben dahi harfleri ayaklarından yakalayıp sadece sallıyorum. Olmadı ama Hamdi. Pardon Amdi sen zavallı harfcikleri gözümüze baka baka resmen boğazlıyorsun. El insaf yani.”

Serhat ili Kars’ a da Türkçe yol alıp ulaşana kadar bir hayli deforme olur. Belki de ulaşma işi sıcak bir yaz ayına denk geldiği için sözcükler iyiden iyiye yayvanlaşmışlardır.

“Gardaşımla barabar yaylaya gidecağdığ uyuya galmışım.” Harfler nasıl da Kars’a gelene kadar “K” inanılmaz bir dönüşümle “G” haline geldi. Bu durum aynen D ve T harflerinin de kaderidir.

“Taha yeni tiktirdiğim köhneğimin üzerine süt töktüm. Hanımdan bi tayak yemediğim kaldı. Başımdan aşağ kaynar sular töktü.” Aynı şaşkınlık bu diyarda da böylesi bir halde görülüyordu.

Karadeniz Bölgesine gelindiğinde de renklilik bir hayli artıyordu. Bir akarsu coşkusu ile bir dil gürül gürül konuşuluyordu.

“Sizleri Pilmem ama Penum Pabam, Annem, Emicelerum, Tedelerum, Tedemun tedesi boyle konuşuyorlar. Yani içabinda pen da bazen boyle konuşapiliyorum... Habu kismi unutmiştum, temeden keçemeyurum. Bilirsinuz, Alamanya’ya çok kurbetçi göndermiştur karadenuz… Bunlar Malum Almançayi da  teğuşturduler... Bizumkiler:  ‘Danke Schön...’ diyemeyur..  yerine ‘Tançe Şon…’  kullaniyurlar…”

İç Anadolu bölgesini gözünün önüne getirdiği zaman da havada ilginç pek çok sözcük uçuştu.

-Gadasını aldığım (Günahını aldığım anlamında sevgi gösterisi.)

-Nöryon? (Ne yapıyorsun, nasılsın?)

-Galaba (Kalabalık)

-Göbel (Yaramaz, aptal, çocuk)

-Zaar (Galiba)

-Ellam (Herhalde)

-Bıldır (Geçen yıl)

Ve ülkenin kalbinde yer alan İç Anadolu bölgesinde de daha yüzlerce kelime böylesine bir üslupla sürüp gidiyordu.

Ülkenin dört tarafından buna benzer şivelerin manzaraları Refik Bey’i şaşkına çeviriyordu. Bu büyük bir zenginlikti ve bunun korunması için gereken çaba gösterilmeliydi. Ama her geçen gün bu konuda alabildiğine bir erozyonun yaşandığı da başka bir gerçekti. Refik Bey en çok da Diyarbakır şivesine katıla katıla gülerdi. Şiirlerinde bu söylencelere yer vermek istese de bütün ustalığına rağmen bunu doğal haliyle yerli yerine kondurmak hiç de olası değildi. Çiçek nasıl dalında güzelse, bu söylenceler de bütün doğallıkları ile güzeldi. Bunları allayıp pullamanın hiçbir getirisi olmayacaktı. O nedenle her defasında bu girişiminden tez elden vazgeçerdi.

Diyaribekir’de şairliği tutan Hançepekli bir Qırıx yüreğinde barındırdığı bastırılmış duyguları, değil Refik Bey, en usta şairin dahi dillendiremeyeceği bir ustalıkla şöyle dile getirir.

“Baxçalarda eluce

Gel yanıma bû gêce

Sen sator ol ben piçax

Oturax şerab içax

Adım Evdoş’tır benim

Qafam da xoştır benim

Gelen giden qarışi

Zar bextım reştır benim…”

Ya kocaman yaşlı başlı bir Diyaribekirlinin arsızlık yapan bir çocuğu korkutmak maksadı ile tehdit dolu sözlerine ne demeliydi.

“Lo sana diyem. Qewaşe. Bana qıllo pıllo etmeyesen. Kafamı da bozmayasın, seni pıx ederem ha…” Her defasında bunu duyduğu veya anımsadığı zaman, Refik Bey gök kubbede kendiliğinden yükselen kahkahalarını dizginlemekte zorlanırdı.

Her dilin bir insan olduğu söylenir. Her dil güzeldi, her dil lehçeleri ile birlikte güzellik ve aynı zamanda zenginlik demekti. Refik Bey belki çok ünlü değildi ama bu zenginliği özümsemiş bir şair olarak, kelimelerle ısıttığı yüreği ile çok mutluydu.

 

 

Amsterdam, 7 Eylül 2020

 


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...