AŞK ACISI
"Hayattaki en güzel mutluluk sevildiğinden emin olmaktır." Victor Hugo
Ben üç milyar, siz 4
milyar yaşında olduğumu söyleyin. Akdeniz’de Ören tatil beldesinin sahilinde, sığ olan hemen kıyının yanı başında yer alan, nar kırmızısı, bir insanın avucunu dolduracak büyüklükte bir çakıl taşıyım ben. Yaşım milyarlarca
yıla yayılsa da yaşlı insanlar gibi saçlı sakallı veya cildi buruş buruş
değilim. Çakıllar arasında Deniz diye çağrılırım. Anlayacağınız ben denizin ak
olanında başka bir Deniz’im. Var olduğum andan itibaren kızıl rengimden bir şey
kaybetmedim. Kendimi bildim bileli nar kırmızısıyım. Rengimi sevdim, benimsedim ve korudum.
Sayısını bilemediğim bir o kadar yıldır da sevdiceğim, benden biraz daha küçük, yeşil bir çakıl taşı var.
Gözleri yeşil. Endamı zümrüt zümrüt yeşil ve adı Yaprak.
Akdeniz’in berrak, gökyüzü
mavisi sularında Yaprak'la her daim yan yanayız. Delişmen bir dalga çıkmayagörsün, sevdiceğimle nasıl da kucak kucağa geliyoruz. Birbirimizden uzağa düşeceğiz diye de ödümüz
kopmuyor değil. Kısa süreliğine ayrı düşsek de çıkan başka deli dolu bir dalga ile yeniden
bir araya geliyoruz. Bunlar anlık ayrılıklar olduğu halde, yüzlerce yıl ayrı kalmışız
gibi her defasında büyük bir özlemle birbirimize soluk soluğa sokuluyoruz. Yaprak mı? Adı gibi
ince, narin, nazik, cilveli, şuh ve de güzel mi güzel. Onun güzelliğinin üzerine
güzellik tanımıyorum. Yaprak anlatılamaz ki. O, Tanrı'nın büyük cömertliği ile bana vermiş olduğu en paha biçilmez armağanı.
Bulunduğumuz devasa bir akvaryumu andıran Akdeniz'in tuzlu sularında, her an milyonlarca renk irili ufaklı balık ve deniz canlıları gösteri şölenine katılmışlar gibi dolanıp duruyorlar. Bizim kıyıya kadar da geldikleri oluyor. Sudaki bütün canlılar ikimizi birlikte yan yana kırmızı ve
yeşil iki çakıl taşını görünce, bir an duraksıyorlar ve akabinde
gizleyemedikleri şaşkınlıkları ile kulaç atmaya yeniden koyuluyorlar. Belli ki,
bize hayranlıkla bakıyorlar. Bu da bizi fazlası ile mutlu etmeye yetiyor.
Bizimkisi iki çakıl taşının mavi sulardaki aşkı. Yan yana durduğumuz her anın tadını çıkarıyoruz. Denizdeki bütün canlılar hakkında konuştuğumuz gibi Akdeniz’in mavi sularına dalan ve maalesef pek çoğunun kendilerini bulunduğumuz gezegenin tek sahipleri olarak gören insanlar hakkında da konuşuyoruz. Onlar çıplak ayakları ile denizin tabanına dikkatli adımlar atarken onların nasıl insanlar olabilecekleri hakkında uzun uzadıya konuşuyoruz. Oysa içlerinde öylesine muhteşem kalpli insanlar var ki, konuşmaları, hatta mimikleri, yürüyüşleri, dimdik duruşları, hareketleri ve her halleri ile kendilerini hemen belli ediyorlar. Ve insanlar gıpta ile baktıkları bu kişilikler için "Adam gibi adam" tabirini kullanıyorlar. Elbette siz de biliyorsunuz, ukalalığımdan değil, inanın değil. Hani yeri gelmişken, sadece, çok sevdiğim bu tabiri kullanmak istedim. O kadar. Onların mevcudiyeti sayesinde, günümüzde alabildiğine hor muamele gören doğanın biraz daha iyiye gideceğini umut ediyoruz. İyi ki varlar. Sağlıklı ve mutlu yaşasınlar. Gamzeli yanaklarına Yaprak ile birlikte onlarca sıcacık buse kondurduğumuzu bilsinler.
Yaz ortası. Hava nasıl da
sıcak. Daha dün öğle üzeri Yaprak ile sarmaş dolaş derin bir sohbet
halindeydik. Suçsuz, masum, saf ve birbirinden güzel pek çok çocuk güle oynaya
suda çırpınıp duruyorlardı. Çocukların yüzlerine tek tek sevgi ile bakan, tek tek saçlarını okşayan, kırmızı mayolu, oldukça uzun boylu ve bir o kadar da güzel sarışın bir kadın da
sulara adım attı. Bu diyardan olmadığı her halinden belliydi. Gerçi uzaklardan
çok gelen oluyordu ama bu kadın ayrıcalıklı gibiydi. Hüzünlüydü. Dikkatimi bir anda çekti.
Tam bize doğru geliyordu ki, benim nar kırmızısı rengim dikkatini çekmiş
olmalı, eğildi ve beni sevdiceğimin yanından usulca aldı. Evire çevire bana dikkatle
bakmaya koyuldu.
İçime beni tir tir
titreten bir korku düştü. Korkutulmuş bir kirpi gibi kendimi toparlamadan edemedim. Belki de benimle biraz oyalandıktan sonra denizden
uzağa kumların arasına fırlatıverecekti. Kim olduğunu bilmediğim güzel kadının
avucunda uzandığı şezlonguna gittik. Elinde beni sıkıca tutmaya devam ediyordu.
Arada bir sırtımı usulca sıvazladığı da oluyordu. Ne yalan söyleyeyim duyduğum
korkunun yanı sıra mayışmamak elde değildi. Güneşin etkisi ile bütün yüzeyim
çok geçmeden kurudu. Kadın şezlongunun kenarına oturdu ve dikkatle beni incelemeye koyuldu. Belli ki yakışıklılığım kendisinde hatırı sayılır bir hayranlık
uyandırmıştı. Sevdiceğim Yaprak’ın gözlerini andıran zümrüt gözleri ile yeşil
yeşil baktı. Doğrusu benimle ne yapacağını çok merak
ediyordum. Sonrasında bana bir anda usulca bir ses tonu ile kah coşkulu, kah
neşeli ve kimi zaman da kederli anlatmaya koyuldu.
“Güzelim çakıl. Adını
bilmiyorum. Kocaman bir yakut taşı gibisin. Öyle güzelsin ki, sana vurulmamak elde değil. Benim adım Tarja. Çok uzaklardan geliyorum. Bilmem duydun mu? Finlandiya’dan biraz olsun kendimle kalabilmek, kafamı
dinlemek üzere geldim. Şansım yaver gitti. Yolum hemen seninle kesişti. Seni koca denizde onca
çakıl arasından ayırt edebildim. Seni görünce içimden bir şeyler koptu. Yüreğim ısındı. Merak etme, seni bulduğum yere tekrar
bırakacağım. Çünkü sen oraya aitsin. Seni mekanından uzaklaştırmaya hiç hakkım yok. Öyle sanıyorum
ki, bulunduğun yerde çok mutlusun. Belki de hemen yanı başında sevdiğin başka
bir çakıl taşı vardır.”
Söylediklerini duyunca
içimdeki bütün korku yok oldu. Bu kadından zarar gelmezdi. Ben de adımı bağıra
bağıra söyledim. Beni işitebildi mi? Bilemiyorum. Ama;
“Deniz… Denizz… Deniz.”
diye en az üç dört kez bağırdım. Yaprak’ın adını da duyurmak istedim, ama beni duymuş
olabileceğinden pek emin değilim. Adının Tarja olduğunu söyleyen Finlandiyalı
kadın içini dökmeye devam etti. Anlaşılan çevresinde ya kendisini kimseler
anlamıyordu veya dertleşeceği, güvenebileceği kimseciği yoktu. Bu şerefe ben
nail olmuştum. Ne mutlu bana. Sohbet her ne kadar güzel ve de ben bu güzel
kadının avuçlarında olsam da Yaprak’tan ayrı kalmak içime bir burukluk katmadı
değil. Ancak biraz daha sabretmem gerekecek ve böylelikle uzaklardan gelen bu
misafir kadın da bana anlatımı ile içindeki sıkıntılardan biraz olsun kurtulmuş
olacaktı.
“Güzel çakıl. Ben bir
zamanlar birilerini çok sevdim. Ona deliler gibi aşıktım. Olanca varlığımla onun varlığına kitlenmiştim. Adı Janne idi. O da
beni seviyordu. Annem ve babamla da iyi anlaşıyordu. Beş yıldır birlikte ve her an bir aradaydık. Ancak günlerden bir gün, beni yıllardır en yakın arkadaşım
Suvi ile aldattığını öğrenince, dünya başıma yıkıldı. Ne yapacağımı şaşırdım.
Hayatımdaki renkler gitti, allak bullak oldu. Aylarca bütün dünyaya küstüm. Güneş gülüşümüz kara bir buluta dönüştü, üşüdü. Gönül harımı söndürdü. Ayaklar altında hunharca ezilmiş bir gülün hüznünü yüreğimde hissettirdi. Payıma kalan bir kucak dolusu hayal kırıklığı oldu. Ne yaparsam yapayım, beynimde dolanan çalılara engel olamıyorum. İnsanlara karşı olan
güvenim tamamen sıfırlandı. Bana ihanet edenlerden biri sırılsıklam aşık
olduğum sevdiğim ve diğeri de en yakın arkadaşımdı. Aldatılmak oldukça onur
kırıcıydı. Güvenimin yok olması nedeni ile kimselerle bu konuyu konuşamadım. Aslında o bizden vazgeçti. Kısmette bu uzak diyarda, bu güzel sahilde senin bakışların altında içimi sana
dökmek varmış. Hemen suyun kıyısında fazla olmayan derinlikte seni görünce
içimin ılıdığını hissettim. Tuhaf bir duygu yoğunluğu ile seni alıp içimi sana
dökmek geldi. Çok da iyi oldu. Bu yaz ortasında üşüyen yüreğimi ısıttın. Gökyüzümdeki karanlığı sildin. Beni insanlardan daha iyi anlayacağını
seziyorum. En azından bana acıyan ve küçümseyen gözlerle bakmıyorsun. Benden
duyduklarını da hemen bir başkasına da aktarmayacaksın. Anlattıklarım öyle sır
sayılabilecek şeyler değil ve bana kulak verenlerden ketum olmalarını beklemem
de gerekmiyor. Ama dediğim gibi dinleyenlerin kahreden bakışları, insanı
zavallı durumuna sokmaya yetiyor. Zavallılığın kader olmaması gerektiği
kanısındayım. Hep ben konuşuyorum. Keşke sen de bir şeyler söyleyebilsen. Ama
kocaman kalbinle yanımda olduğunu ve beni çok iyi anladığını biliyorum. Bunu
hissediyorum. Benimkisi kendimden bile uzaklaşmaktı. Ama insan kendisinden ne kadar kaçar? Bunu da iyi biliyorum. Bundan sonrasında kendimden yeni bir ben doğurabilir miyim? Bilemiyorum. Ancak kendimi aldatılmış ve yenik hissediyorum.”
Can kulağı ile dinlemeye
devam ediyordum ve Finlandiyalı kadının yaşadığı aşk acısı benim içimi de
dağladı. Taş ya da çakıl olmam duygusuz olmam demek değildi. Biz de bu evreni
tamamlayan, kendimizce birer küçük detayız. Keşke elimden bir şeyler gelseydi
de yardımcı olabilseydim. Onun kirpiklerinin zulasında biriken gözyaşlarını silebilseydim. Yapabildiğim tek şey onu dinlemek, üzüntüsünü
paylaştığımı bilmesi için bedenimdeki olanca sıcaklığı onun yumuk ellerinin
avuçlarına yaymaktı. Sıcaklığımla her defasında bir ürperti duyduğunu ve
yüreğinin rahatladığını hissediyordum. Ama bir yandan da Yaprak gözümde
tütüyordu. Kim bilir nasıl da kaygılanmıştı. Yabancı bir kadının avucunda güle
oynaya kumlara uzandığımı ve derin bir sohbete daldığımız da gözünden
kaçmamıştır. Milyonlarca yıldır beraberiz. Benim Tarja’nın arkadaşı Janne gibi
bu denli çiğ davranmayacağım konusunda en küçük bir şüphesinin olmadığını
biliyordum. Zaten birliktelik güven demek değil miydi?
“Güzel çakılım benim. Ben
bir hafta daha burada kalacağım. Kimsem de yok. Bir başıma geldim. Üstelik
de burada konuşulan dili bilmiyorum. Ben salt kafamı dinlemek ve de
Finlandiya’dan, herkesten ve her şeyden biraz olsun uzaklaşmak için bu güzel
yere geldim. Tesadüf bu ya senin gibi bir dost ile karşılaştım. İyi ki
rastlamışım sana. Acılar içindeydim. Bana nasıl da iyi geldin. Nasıl desem? Sana rastlamadan önce, ışığı bilmeyen bir körden farksızdım. Sayende kendime geldim. Seni şimdi
bulunduğun yere tekrar bırakacağım. Ama istesen Ören’de kaldığım sürece gelip
seni bulunduğun yerden alır biraz sohbet ederiz. Sen de ister misin? Buna evet
diyor musun?”
Elbette “evet”
diyecektim. İçimin burukluğu devam ededururken, onun beklediği soruya cevap
vermek için bedenimdeki ol ısıyı bir kez daha avuçlarına yaydım. Zümrüt
gözlerinin içi orman gibi daha bir yeşillendi. Güzel çehresine kocaman bir gülümseme
geldi. Daha da güzelleşti. Onu mutlu görmek beni de mutlu kıldı. Buna vesile
olmak güzeldi.
Tarja sonraki günlerde de
gelip beni bulunduğum sudan, Yaprak’ın yanı başından usulca aldı. Zaman zaman
Yaprak’ın sanki kıskanırmış gibi olduğunu sezsem de “Çakılca” dilinde kendisine
buna gerek olmadığını, maksadımın sadece bir canlıya yardım etmek ve bu zor
gününde geçici de olsa yoldaşı olmaktı. Bir çakıl olarak bunu
yapabiliyorsam ne mutlu bana. O da sağ olsun beni anladı.
Tarja' ya dilim dönseydi de Yaprak’ı da beraberinde almasını ve ikimizin birlikte onu
dinlememizi söylerdim, görünen o ki bu mümkün değildi.
Bir hafta içinde
saatler boyu sohbet ettik. Artık Janne’den ve uğradığı ihanetten söz etmiyordu. Duyguları felce uğramış olan bu güzel kadın, yeniden sağlıklı düşünebiliyordu. Bu
olumsuzluğu bir elbise gibi üzerinden çıkarıp atmasını bildi. Derken ayrılık
vakti geldi, çattı. İşin iyi tarafı bütün sıkıntılarından bir
çırpıda arınmıştı. Bunu görmek benim çok mutlu olmama yetti.
Son günde de içinde bulunduğu ruh halini olduğu gibi ortaya koydu. Yüzünde hüzünden eser kalmamıştı. Gülüyordu. Sonrasında da sıcacık bir öpücük verdi. Zümrüt gözlerinden düşen iki damla yaş sırtıma damladı. Oysa bir kaç saniye önce gülüyordu. Daha sonra beni yerime
bıraktı. Sırtımda Tarja’nın rujlu dudağının izi çıktığından korkuya kapıldım.
Allah’tan ruju ile benim rengimin kırmızılığı aynıydı. Korktuğum olmadı.
Dudaklarının izinin olduğu tarafımı tesadüfen yere gelecek şekilde koydu. Yaprak da böylelikle o biçimli dudakların az da olsa olsa fark
edilen izini görmedi. Zira Janne olmaya hiç de niyetim yoktu.
Ama ne yalan söyleyeyim, laf aramızda içimde bir hoşluk da yok değildi.
Tarja sonraki yıllarda da
geleceğine dair söz verdi. Artık uzaklarda, çok uzaklarda, dağların ve
denizlerin ardında benim de bir dostum vardı. Tarja dostum, Yaprak ise Ören
sahilinin boncuk mavisi sularında hayat arkadaşım olarak çok güzellerdi. Tabii
ben de yakışıklıydım. Dünya güzellikleri yakalamak üzere dönmeye devam
ediyordu.
Akşam menevişlemeden önce, masmavi gülümseyen gökyüzünün altında saman sarısı
saçlarını rüzgarla savuran Romen Kızı Zarife de gülümsedi. Gökyüzü alabildiğine kuşlarla doldu. Zarife bütün zarifliği ve erkeklerin aklını başlarından alan
güzelliği ile haşlanmış mısır satmak için kimseleri rahatsız etmeme gayreti
içinde, çeşitli dillerde “Haşlanmış mısır… Haşlanmış mısırrrr…” diye gün boyu seslendi, yoruldu. Sahilde kısık bir radyo sesi. “Var olmanın dayanılmaz ağırlığının tadına doyamıyorum.”
Mutluyum. Siz de çok mutlu olun!
Amsterdam, 21 Kasım 2020