CAMİLİ’Lİ NERON
Altmışlı yılların
sonu, çiftçiliğin altın yılları idi. İç
Anadolu’ya yüzlerce yıl önce öbekler halinde serpiştirilmiş Kürt köylerinde de
artık kara sabandan makineli ziraata geçişin de zamanıdır. Çorak toprakla
örtülü evinin önüne bir traktör çeken her Camili’li, makineli çiftçiliği
yapamayanların tarlalarını ortak almak için kolları sıvıyorlardı. İki yüz
haneli Camili Köyü’nde yörede o zamanlar “çap” da denilen tarla tapularını bir
araya getiren her çiftçi, Tarım Kredi Kooperatifinden kredi ile bir traktör
alabiliyordu.
Camili Köyünün
yüksekçe bir yerine çıkıp yavaşça kafanızı sağdan sola ve tekrar aynı hızda
soldan sağa doğru çevirdiğinizde, pek çok evin önünde sahibinin medarı iftarı,
emir ve komuta hazır “gavur” icadı traktörleri görebilirdiniz. Her renk ve
modelden traktörler, İç Anadolu bozkırında boylu boyunca uzanan binlerce
dönümlük tarlanın, bir çırpıda altını üstüne getirip toprağın “ooh be” deyip,
nefes almasını, Dünyanın olanca düzlükleri ve yükseltileri kırışıklıklarla dolu
yaşlı kabuğunun yenilenmesini sağlayan birer canavardı.
Heyderi Hecike ömrü
hayatında hiç köpek sahibi olmadığı için komşusu Memed, kendisine saldırının
olmayacağı ihtimali ile yerden taş toplama tedarikine girme gereğini görmedi.
Elini kolunu sallaya sallaya evin avlusundan usulca girdi. Yaz mevsiminin son
demleri de olsa, hava hatırı sayılır derecede sıcaktı. Ev sahibi Heyder ve
karısı Kör Zewe yine her zamanki gibi balkonda oturuyorlardı. (Daha önceki
öykülerden de anımsayacağınız gibi, Heyder’in karısının bir gözü görmediğinden,
Camili’ler bir gözü kör demek yerine, her iki gözünü de devre dışı bırakıp,
kendisine kısaca Kör Zewe diyorlardı.) Kör Zewe komşuları Memed’in sekiz köşe
kasketini biraz daha yukarı doğru kaldırarak geldiğini görünce, yükü ağır olan
kısa bacaklarına bütün bedenini yükleyip, saygı göstermek mahiyetinde ayağa
kalktı. Memed hafiften elini kaldırıp, “selamun aleyküm” derken Heyder kör
Zewe’ye kıyasla daha da hafif olan vücudu ile fazla bir zorlanmaya mahal
vermeden, O da gelen misafiri karşılamak babında ayağa kalktı. Memed komşusu
Heyder ile tokalaştıktan sonra Kör Zewe’nin oturma odasından, bir koşuda
diyemeceğimiz bir hızda getirdiği güllü desenlerin art arda sıralandığı yün
mindere bağdaş kurup, oturdu.
Memed tavşan kanı
üçüncü bardak çayına iki kesme şekeri atıp, kaşığın sesi uzaklardan duyulacak
şekilde karıştırdı. Büyük bir zevkle bu bardaktan da, ince dudaklarını ileri
doğru gerdirerek ilk yudumunu höpürdederek aldı. Sağ eli ile altına topladığı
sağ ayağını yavaşça çekip, kurtardı. Artık asıl meseleye gelebilirdi. Heyder’in
gözlerine bakıp;
“Heyder biliyorsun
yıllardır komşuyuz seninle. Düşündüm taşındım tarlalarımı başkasına ortak
vereceğime sana vereyim diyorum. Komşuluk gereği yüz yüze bakıyoruz. Bildiğim
kadar ile senin diğer ortakların da senden oldukça memnunlar. Ekim ve biçim
işini zamanında ve yerinde yapıyorsun. El kazanacağına, var hayrını gör
kısmetse ikimiz de kazanalım. Çoluk çocuğumuzun nafakasını çıkaralım, diyorum.
Sen ne diyorsun?”
Heyder komşusu olduğu
için Memed’i iyi tanıyordu. Gözlerini Memed’in ince zayıf bedeninde baştan
aşağıya, kendisini ilk defa görüyormuş gibi gezdirdi. Kendi halinde de olsa, sadece
biraz sinirli, ileri geri küfürler savurmaktan başka kimseye zararı
olmayan biri olduğunu çok iyi biliyordu. Kendisine teklifin gelmesi ile her ne
kadar sevinse de, bu asabilik konusu kafasına takıldı. Memed’in içtiği sigara
dumanının ardında kalan zayıf, çökük suratında yer alan feri kaçık gözlerinin
içine bakıp;
“Memed sağ olasın. Bu
teklifi elbette başkasına yapmayıp, bana gelmiş olmana çok sevindim. Senin
tarlalarını seve seve ortak alırım. Lakin en hafif bir aksilikte kızıp, küplere
bineceksen, bu işin taraftarı olmadığımı da bilmeni isterim. Benim çekindiğim
tek nokta bu. Yoksa seni bir komşu olarak çok severim de, sayarım da. Söylememe
gerek yok, bunu sen de biliyorsun. Tabi ki komşuyuz ve senin tarlalarını da
kendi arazimi nasıl ekip, biçiyorsam, öyle aynı şekilde yapacağımdan şüphen
olmasın. Elimden geleni yapacağım. Hiç bir masraftan çekinmeyeceğim. Gerisi
Allah’a kalmış. Umarım birbirimize karşı mahcup olmayız.”
“Yok yahu ne kızması,
ne küplere binmesi. Öyle bir şey olmaz. Ben sana güveniyorum, sen de bana
güven. Kızma konusunu da kafana takma. O bende gelip geçici. Bazen
heyheylerimin gelmesinin önüne geçemiyorum, o kadar. Senden şüphem olsa, zaten
böylesi bir teklifle sana gelmem. Bak kapısının önünde traktörü olan,
ortakçılık yapmak isteyen bir yığın insan var. Sen de biliyorsun. Ancak ben en uygun
seni gördüm, hani sen de istersen, iyi olur diye düşünüyorum.” Çok geçmeden iki
komşu köy ortasındaki camiden yükselen ezan sesi yankılanırken anlaşıp,
tokalaştılar. Olup bitene kulak misafiri olan Kör Zewe anlaşmadan pek hoşnutluk
duymasa da bir şey söyleme gereğini duymadı.
Diğer bütün
ortaklıklar gibi bu yeni oluşum da, Camili Köyü’nde misafir odalarında, cami
avlusunda ve evlerin duvar diplerindeki gölgeliklerde bir araya gelip, sohbet
eden köy erkekleri tarafından kulaktan kulağa aktarıldı. Sohbetlerinde köylüler
bu yeni, “çiçeği burnunda” ortaklığı, Demirel hükümetinin tarım politikalarını,
buğday taban fiyatını ve günlük politik gelişmeleri dilleri döndüğünce
anlatmaya çalışıyorlardı. Onların gözünde sembolik fötr şapkası ile Demirel
sürekli aksamalara uğrayan gidişatı yoluna koyacak, Allah tarafından
gönderilmiş kelli-felli yeni bir kahramandı.
Heyderi Hecike yeni
ortağı Memed’e söz verdiği gibi tarlaları zamanında sürüp, ekti. Kış bütün
uğultuları ile gelip çattı. Kusursuz melodilerle ıslıklar çalan sonbahar
rüzgarları, kurak ve ağaçsız Camili Köyü’nde sararan yaprakları dallarından
koparmayıp, bir yerden diğer bir tarafa savurmadı. Kış mevsimi uçsuz bucaksız
tarlaları ve Camili Köyünü kar beyazı çarşaflara bir kez daha bürüdü. Memed
yeni ortağının evine sık sık oturmaya gidip gelirken, eriyen karlardan sonra çamur
deryasına dönen patika yollarda lastik ayakkabılarını bulduğu küçük bir tahta
parçası ile silip, Heyderi Hecike’ye selam verip, mümkün olduğu kadar gürül
gürül yanan sobanın yanı başında yer almaya çalışarak, Kör Zewe tarafından
sunulacak nar kırmızısı çayını beklemeye koyuluyordu.
Kış mevsimi bir kez
daha sırasını savıp, yerini bozkırda dahi bir başka olan, gelin güzelliğindeki
bahara bıraktı. Bahar beraberinde insanın içini hoş eden bir sıcaklığı, sakal
tıraşları uzamış olan Camili’li erkeklerin ve genelde armut görünümlü
kadınların suratlarına büyük bir gülümsemenin konmasına neden oldu. Bu tatlı
gülümsemenin konmadığı tek çehre, çukur avurtlu Memed’in suratıydı. Evet bahar
her ne kadar güzel ve sıcak olsa, çiçek ve böceğin yanı sıra ekinlerin yeşerip,
büyümesi ve verimli bir hasat için gerekli olan yağmurun da olması gerekiyordu.
Memed’in huzuru hiç yerinde değildi. Kah kendi evinde, kah sık sık uğradığı
ortağı Heyder’in evinde ellerini kıçının üst tarafında birleştirip, oltu taşı
tespihini şaklatarak volta atıyor ve sürekli küfürler savuruyordu. Yağmurun yağmamasından
dolayı kahrediyor, karşılaştığı herkesi bu uğursuzluğun potansiyel elebaşı ve
başlıca sebebi olarak görüyordu.
Geçen her yağmursuz
gün Memed’in daha da çileden çıkmasına ortam sağladığı gibi, O’nun artık her
şeye ve herkese küfretmesine bahane oluyordu. Verimli bir hasat alamayacağı,
bütün emeklerinin boşa olduğunu yinelerken bağırıp, çağırıyordu. Günler
haftaları arka fonda Memed’in küfür ve
bağrışları ile kovalayıp geçerken, yaz mevsimi de bunaltıcı sıcaklığı
ile hepten sökün etti. Bundan sonra yağmur yağsa da bunun ekinlere bir faydası
olmayacaktı. Elbette Memed’in haricindeki diğer Camili’li çiftçiler de bu
gidişattan endişe duyuyorlardı. Önlerindeki kış açlığı getirecek, harman
sonrası borçlarının ödenmesine dair verdikleri sözlerini yerine
getiremeyecekler, kızları ve oğullarına düğünler yapamayacaklar, ailelerinin
üst başları yenilenmeyecek ve bütün hayalleri suya düşecekti.
Ekinler oldukça
cılızdı. Boyları iki karışı geçmediği gibi ekin kelleleri yarı yarıya boştu ve
biçilse dahi elde edilecek hasat masrafını karşılamayacak cinstendi. Allah’ın
takdiri böyleydi, yapılacak bir şey yoktu. Demek ki kullarına bu yıl da bunu
reva görmüştü.
Heyderi Hecike’nin
uyku ile bir sorunu olmadığı halde her nedense o gece uykusu kaçtı. Sabaha
kadar sağa sola döndü ama gür kirpiklerinin ardından uykuyu bütün
çabalamalarına rağmen buyur edemedi. Olmadı erkenden yorganı üzerinden atıp,
kalktı. Güneş yeni bir güne göz kırpıyordu. Sabah serinliği hakim olsa da çok
geçmeden bozkırın bağrına sarı bir sıcak gelip oturacaktı. Dünya yeni bir güne
başlıyordu. Kümeslerde tavuklar ve horozlar tüylerinin üzerinde toz toprak
varmışçasına silkinip, tünedikleri yerlerden kanat çırpıp kalktılar. Tavuklar
etrafı kolaçan ederken horozlar ilk ötüşleri için büyük bir gururla kafalarını
iyice havaya kaldırıp ötmeye başlarken, aynı anda köy camisinin minaresinin
merdivenlerindeki karanlıkta ellerinin yordamı ile tırmanan hoca da, ezan için
elini kulağına götürüp, avazı çıktığı kadar yüksek bir ses ve melodik bir
tonlama ile ezan okudu. Dış kapının anahtarını çevirip, yeni bir güne merhaba
diyen Heyder, avlu kapısından hiddetle Memed’in geldiğini gördü. Yine nedensiz
yere bağırıp çağırıyordu.
“Yok Heyder yok. Hani
elinden geleni yapacaktın, iyi bir hasat elde edecektik. A…. koduğumun yağmuru
bir damla dahi yağmadı.” Cebinden bir kutu kibriti çıkartıp;
“Yok a…. koduğumun
yağmuru da yağmadı. Ben de gidip o ekini yakmaz mıyım. Yağmadı kardeşim
yağmadı. Bir damla dahi yağmadı. Bütün uğursuzluk gelip beni buldu. Yakacağım o
ekinleri. Ne hayri var yansın daha iyi. Yağmadı. Bir damla dahi yağmadı.”
Heyder duydukları karşısında şaşırmış gibi gürünse de Memed bu canlı
performansla Camili açık hava tiyatrosundaki oyununu günlerdir sergiliyordu.
O’nu teselli etmeye çalıştı.
“Memed yapma etme,
yaptığın ayıp. Biz elimizden geleni yaptık. Gerisi Allah’a kalmış bir
şey. O’na şart koşamayız. Yalnızca bizim ekinlerimiz bu durumda değil. Yağmur
diğer ekinlere de yağmadı. Yapma
etme, şu kibriti de cebine koy. Gel bir bardak çay içelim.”
“Yok Heyder yok.
Göreceksin, bak ne yapıyorum. Çayını falan da içmiyorum. Git çayını kendin iç.
Yağmıyor, yok yağmıyor. A…. koduğum bir damla dahi yağmıyor.”
Memed’i ikna edemeyen
Heyder, karısı Kör Zewe’yi uyandırıp, kahvaltı hazırlamasını söyledi. Kör Zewe
yatağında bir iki gerinmenin ardından emrin büyük yerden geldiğinin farkındalığı
ile uyandı, çaydanlığın altını yakıp, çay kaynattı. Yer sofrasına yumurtalar
kızartıp, bir tabak yoğurt ve zeytinler koydu. Çocukları ile siyah desnlerle süslü
basma sofra örtüsünü dizlerinin üzerine çeken Heyder iştahla yumurtanın kayısı
sarısına bandırdığı ekmeği ağzına yeni götürmüştü ki, köy içinde bağrışmaların
geldiğini duydu.
“Yangın…. Yangın…”
diye bağırıyorlardı. Kahvaltısından kalkan Heyder, köyün ilerisinde tarlalardan
büyük bir dumanın yükseldiğini gördü, üzüntü ile kafası uzun süre yere eğik
kalakaldı. Kör Zewe de kahvaltı sofrasından kalkıp, kocasının yanına geldi.
Çocuklar sofradaki kızarmış yumurtaları ve zeytinleri büyük bir iştahla
midelerine indirdiler. Uzaklarda yoğun bir duman bulutu göklerde tırmanmaya
devam ediyordu.
“Yağmadı, bir damla
dahi yağmadı.”
Amsterdam, 1 Şubat
2016