BİTLİS 10 KİLOMETRE
Bitlis! Adını Makedonyalı
Büyük İskender’in bir komutanı olan Bedlis’ten alan, pek çok medeniyetin beşiği
muhteşem bir şehir. Atalarım kuşaklar boyu bu büyülü topraklarda eşsiz bir ağız
tadıyla, kardeşçe, barış ve huzur içinde mutlu bir yaşam sürmüşler. Benim bütün
çocukluğum ışıltılı bir su damlası güzelliğindeki anneannem Lusıntak’ın Bitlis
şehrindeki yaşantılarına dair bitmek tükenmek bilmeyen masalımsı anıları
dinlemekle geçti. Onun o muhteşem büyülü anlatımıyla; yüzlerce yıl ezan sesleri
kilise çanlarına büyük bir ahenkle katılıp hoş bir seda halinde, bu kadim
toprakların semalarında sevgililer gibi buluşuyorlarmış. Bin bir rengi ile var olan
kültürlerin; Türk, Kürt, Ermeni, Arap ve diğer kimliklerin şemsiyesi altında
buluştuğu, kaynaştığı, göz kamaştırdığı harikulade bir mozaik. Alabildiğine
geniş bir hoşgörünün, güzelliğin, tevazünün, insana dair üst değerlerin yer
bulduğu, sapasağlam ayakta durduğu bir birliktelik.
Oysa ben sürgündeki uzak
diyarlarda doğdum. Bu güzelliğe bir saniye olsun tanıklık etmedim. Yine de çok
uzun bir zamanımı bu topraklarda geçirmişim gibi bir duyguyla yıllardır
buraların özlemi içindeyim. Merak edip görmek, tatmak, dokunmak ve duymak
istediğim o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bu diyarda uçuşan kuşların
gagalarının rengi, kanatları, ağaçların dalları, verdikleri lezzetli meyveleri,
çağlayan dereleri, gürül gürül akan ırmakları, göğünün mavisi, çiçeklerin
renkleri, yaydıkları mis kokular, çimleri, otları, dağları, tepeleri,
insanların giyimleri, birbirlerinin gözlerinin içine duruşları, konuşmaları,
yemeleri, içmeleri, sevdaları, hal ve hareketleri, dahası aklınıza gelebilecek
her şeyi merak eder olmuştum. Ben onlara ne denli yakın veya uzaktım? Toprak
beni adeta çağırıyordu. Buradaki baba evinde yaşlılığımı geçirip bu görmediğim,
dokunmadığım, öpemediğim halde vurgunu olduğum topraklara gömülmek ve karışıp
kaybolmak istiyordum. Bundan daha da büyük bir emelim yoktu. Hissiyatı büyük
özlem yoğunluğumda, anneannemin anlatımlarının elbette payı çok büyük.
Rüyalarımda her daim buralardaydım. Bitlis’te doğmamış olsam da annem, babam ve
bütün atalarım burada dünyaya merhaba demişler ve kalplerinin büyük bir
mutlulukla attığı bu toprakları yurtları haline getirmişler. Kalbim “bum bum”
hep buralarda atıyor. Yaşıma başıma bakmadan, kolumdan tuttuğu gibi, söylemesi
abes; dünyaca ünlü bir yazar olduğum halde, yine de albenisini anlatmakta hayli
zorlandığım bu güzelim baba diyarına beni koştura koştura getirdi.
20. yüzyıla kadar bu
topraklarda yaşayan atalarım, gelinen bu zaman biriminde gidişatın eskisi gibi
seyretmediğini fark ederler. Fötr şapkasının hemen altından bir şelale misali
inen aksakallarını, titreyen ellerinin tedirginliği ile sıvazlayan büyükbabam
Minas, anneannem Lusıntak’a çocukları alıp Amerika’ya göç etmelerini sağlık
verir. Adım adım yaklaşmakta olan tehlikeyi gören ve kısa zamanda toparlanan
ailenin bireyleri uzun bir yolculuğun ardından Kaliforniya Eyaletine bağlı Frosna
kasabasına yerleşirler. Ben 1908 yılında Fronsa’da dünyaya geldim. Ailemin
Amerika’ya yerleşimi sırasında kendilerine çok yardımcı olan William adlı bir
doktorun adını vermişler bana. Dolayısı ile adım Willim Soroyan. Bana koca
bıyıklı Ermeni Yazar diyenler de var. Yazmak benim için yaşamakla eş anlamlı.
Yazmadan yaşayamam, aksi öldüm demektir. Kitaplarımla birçok ödül aldım. En
önemlisi Pulitzer ve sinemaya uyarlanan kitabımla Oskar ödülleri oldu. Bitlis’i
konu alan pek çok çalışmam da oldu. Anneannemin bu yöreye ait olan dillerden
Türkçe, Kürtçe ve Ermenice için güzel belirlemeleri vardı. Türkçe müzik, Kürtçe
kalbin, yani aşkın ve Ermenice ise acının dilidir derdi. Bu iki dil yatağını
bulup bir şarap ırmağı misali akadururken, oysa Ermenice ölümü, acıyı tatmış
bir dil olarak yatağında acı ve nefret yükü ile akar.
1964 yılında ilk kez
rüyalarımın şehri Bitlis’e geldim. Burada dostlarım Yaşar Kemal, Ara Güler,
Bedros Zoryan ve hemşehrim Fikret Otyam bana eşlik ettiler. Ev sahipliğinin
güzelliği ile yüreğim kafesinden fırlayacak gibiydi. Korku ile ürperen bir
tavşan misali kalbim mutluluktan, gördüğüm yakınlıktan tir tir titriyordu. En
güzeli de kendi insanlarımın arasındaydım.
Atalarımın izlerine
rastlamak için dağ tepe demeden dolandım durdum. Gördüğüm her insana, hayvana, ağaca, toprağa
“ahpariğim - kıymetli ağabeyim, büyüğüm, sevgilim” diye sarıldım, hasretlik
giderdim. Şaşkınlık içinde oradan oraya saklambaç oynayan çocuklar misali
koşturdum. Görenler telaşıma bir anlam veremediler. Ama öylesine mutluydum ki,
inanamazsınız. Ardından büyük bir burukluk yaşadım. Anneannemin bir masal gibi
anlattığı insanlarımdan eser yoktu. Tek bir Ermeni’nin izine rastlayamadım.
Kimsecikler yoktu. Kuşlar misali kanat çırpıp uzaklaşmışlardı. Anlatılan büyük
çanlı kiliseler, kesme taşlı evler hatta ve hatta mezarlıkların yerinde yeller
esiyordu. Allahtan babamın evi olduğunu tahmin ettiğim yıkık duvarların izine
rastladığımda, dizlerimin üzerine çöküp elime gelen taşı toprağı yüzüme
götürerek gözyaşlarımla buluşturdum. Ağladım… Ağladım. İçimdeki zehri attım.
Bitlis'in meşhur deyiminde ifade edildiği gibi mi oldu acaba? "Ayağıma yer
edem, gör sana ne edem." Kim bilir, belki de öyledir. Hiçbir öfkem, kinim
yoktu. İnsanlar çok güzeldi ve ben onları çok seviyordum.
Tek bir Ermeni, kilisesi
veya mezarlığı yoktu. “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.” Gel
dediniz, ben de geldim. Lakin hiçbir şey kalmamış ki. Ermeniler yok olmuş,
mezarlıklar ve kiliseler ise yerle bir edilmişlerdi. Beni bu yerle bir edilişi
göstermeye mi çağırdınız?
Hüzün devasaydı. Yine de
bakmayın siz bana, ne olur. Pek çok hayal kırıklığı yaşasam da rüyalarımın
maviliği Van Gölü’nün suyunu kana kana içtim. Ne kadar da inanılmaz bir
güzellikte. Çok kısa bir zaman sonra sanki bütün hayatım buralarda geçmiş ve
bundan öncesi de yoktu fikri, bir anda olanca ağırlığı ile üzerime çöreklendi.
Dağlar, tepeler, dereler, çiçekler, kuşlar ve bir bütün halinde tasavvur
ettiğimden çok daha güzeldi. Anneannemin sık sık anlattığı Sapkor çeşmesinin
suyundan içtim, saatlerce burada dolandım durdum. Yine anneannemin sözünü
ettiği kıpkırmızı gülyaz (kiraz) ve sulu şılorlardan (erik) doyasıya yedim.
Atalarımın izlerini sürdüm. Çeşme hala eskisi gibi kaynağından döne dolaşa
getirdiği su ile akmaya devam ediyordu. Alttan, üstten yandan, sağdan ve soldan
defalarca baktım. Her taşını bir bir beynimin kıvrımlı kanallarına kazıdım.
Çeşmenin etrafında çocuklar gibi koştum. Beni görenler şaşakaldılar. Her taşı
bir bir sevgili misali bağrıma bastırarak kucakladım, toprağı tekrar tekrar
öptüm. İnsanlarıma sarıldım. Mutlu, huzur dolu ve gönlüm krallığını yaşıyordu.
İçimde kinin ve öfkenin kırıntısı dahi yoktu. Her zamanki gibi kalbim her şeye
ve herkese karşı olan sevgimle dolup taşıyordu. Yüreğimin tatlı yükü ağırdı.
İnsan olarak kalabilmeyi becerdim.
“Toprağından
dönmemecesine ayrıldı babam
efsanelerin beslediği o
gökyüzünden uzak
ölüp gitti ama ardında
beni, küçük hayaletini
bıraktı yas tutsun diye;
soğuk, sislere gömülü,
yağmurların yıkadığı o
gölün, tüm ölümlü acıların,
toplandığı o havuzun
kıyısında ağıtını yakıp ağlasın diye.”
Bitlis’i gördüğüm zaman,
insanlara şöyle seslendim:
“Şurada biraz oturup
Bitlis’te olduğumu anlamak istiyorum. Bu benim için çok önemlidir. Bir
Bitlisliden, Bitlislilere selam… Bir Amerikalıyım ama bir Bitlisli olduğumu
hiçbir zaman unutmadım. Şayet bir söz söylemek gerekirse şöyle diyeceğim;
Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler… Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey
olduğunu tarif etmem imkânsızdır. Benim Bitlis’e yetişmem bir mucizedir,
inanın… Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum. Buraya gelmeyi hep
arzu ederdim. Nihayet ulaştım… Tek bir endişem vardı, acaba Bitlis, düşündüğüm
gibi değil mi? Şu an nasıl memnunum, anlatamam. Endişelerim gitti. Evime
geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar
içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum… Artık
yerime oturacağım, bana izin verin.”
Artık iyiden iyiye
yaşlandım. Kendi ölümümü görüp tanıklık edemeyeceğim için bilemeyeceğim. Nerede
ve nasıl ölürüm. Memleketlim şair Orhan Veli’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi,
benim bu dünyadan elimi ve eteğimi topraklarıma doyamadığım ömrümün sonlanışını
da “edebiyat tarihçileri-meraklıları araştırsın.” Olmaz mı? Ahpariglerim, araştırmak
için kollarınızı sıvadınız mı? Yes man. OK! Thank you. See you later.
Amsterdam, 17 Haziran 2018