PİNTİ CELAL
Şikâyet etmesini
gerektirecek en hafif bir pürüz yoktu. Tam tersine vaziyet alabildiğine berkemaldi.
Dolayısı ile işleri yolunda gidiyordu. Amsterdam
kentinde üç yıl kadar önce açtığı tekstil atölyesi gün geçtikçe daha çok
büyüyor ve daha fazla para getirir hale geliyordu. Büyük giyim mağazaları kendileri
ile çalışmak için adeta yarış halindeydiler. Bu gelişmelere birebir tanıklık
ederken, tıpkı karikatürlerde de çizildiği gibi dolar işaretleri, namı diyar
Pinti Celal’in gözlerinde çok belirgin bir halde gözlemleniyordu. Mutluluğundan
ol bedeni gözlerine eşlik edip her tarafı gülüyordu. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsı
da bir yandan içini kemirmiyor değildi. Ama bu da elbette olacak ve görünen o ki, ereğine
tez zamanda kavuşacaktı.
Var olan sermayesine ha
gayret deyip, biraz daha katabilmek için canını dişine takıyordu. Masraf olur
diye araba almadığı gibi, yine tasarruf amaçlı işine gidip gelirken toplu
taşıma araçlarını dahi kullanmayı düşünmüyordu. Bir kendisi vardı, varsın onu
da bacakları oradan oraya taşısındı. Yoksa başka ne işe yarayacaklardı. Cimriliği
öyle ki, gözlemlenmesi halinde insan havsalasını anında durduracak kadar hastalıklı
bir boyuta gelmişti. Bu amansız hastalık bir ahtapot misali Pinti Celal’i
hareketsiz bırakıp tamamı ile esareti altına aldı.
Devasa büyüklükteki biriktirme
küpünün bir an evvel dolması gerekiyordu. Bunu yapmadan, haliyle yeni küplere
geçemezdi. Serveti her geçen gün başını alıp gitmesine rağmen, o bundan
kimselere zırnık koklatmadığı gibi, varlığını kendisi de en asgari düzeyde
kullanıyordu. Rast geldiği herkese parasızlıktan yakınıyor, iki yakasını bir
araya getirmekte oldukça zorlandığını bıkıp usanmadan anlatıyor, fırçası her daim
karamsar tablolara imza atıyordu. Masrafa girecek diye memleketinde bir başına
bıraktığı hasta annesini bayramda dahi aramıyordu. Yemiyor, içmiyor, giymiyor,
yanında çalışan gündelikçi işçilerden dahi çok daha fakir bir yaşantı
sürüyordu. La Fontaine’in bir deyimi tam da burada devreye giriyordu. “Parasından
en az yararlanan cimrinin kendisidir.”
Yıllarca gece gündüz insanüstü
bir azim ve güç ile çalıştı. Lakin ülkede yaşanan ekonomik kriz ve ucuz
işgücünden dolayı aynı giyim mağazalarının gelişmekte olan ülkelere yönelmesi
ile Pinti Celal de, pek çok işveren gibi bu denli yükselişe geçen işyerinin
kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Ama birikimi onu on beş ömrü de olsa hiç
çalışmadan krallar gibi yaşatabilirdi. Çünkü küpler tıka basa doluydu. Fakat
kral gibi yaşamak isteyen yoktu. Küplerden bir akçenin dahi eksilmesini
istemiyordu. Bunu göz önünde bulundurduğundan yaşı gelip geçtiği halde evlenip
çoluk çocuğa dahi karışmadı. Işığından hiçbir şey kaybetmeyeceği halde, başka
bir mumu titrek alevi ile yakmadı. Kasvetli loş karanlığı yeğledi. Yek başına kalakaldı.
Cimrilik hastalığı
arkadaşları arasında sürekli alay konusuydu. Onu tanıyanların hepsi bu olumsuz
yönünden dolayı; ona karşı neredeyse nefret edercesine bir yaklaşım içindeydiler.
Ama hiç de umursamıyordu. Pinti Celal’i sürekli alaya alan ve Türkiye’de
bulunan Süleyman adlı yakın arkadaşı sürekli yaptığı gibi bir kez daha
kendisine bir oyun oynadı. Türkiye’de ortak arkadaşları olan Fikri, Süleyman’ı
misafir olarak evinde ağırlıyordu. İki kafadar uzun uzadıya Pinti Celal’in
kulaklarını çınlattılar. Uzun sohbetlerinin ardından Süleyman oynayacakları
oyunu Fikri’ye anlatmaya koyuldu.
“Bak Fikri, sen Amsterdam’a gittiğin zaman, ilk işin Pinti
Celal’i bulmak olsun. Onu görür görmez hemen kendisini bir kenara çek ve
anlatacaklarının olduğunu söyle. Tatil için Antalya’ya gittiğini ve burada üç yüz
dönümlük bir alana kurulmuş, yedi yüz odalı beş yıldızlı bir tatil köyünde
kaldığını abartarak anlatacaksın. Ve sonrasında bu tatil köyü kimin biliyor
musun? İnanmayacaksın ama bu muhteşem yer Süleyman’ın ve bir görseydin bizi
krallar gibi nasıl da ağırladı, anlatamam. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz
ardımızdaydı. Çok ama çok mutlu oldum. İnsanın böyle hem varlıklı, hem de iyi
bir arkadaşının, dostunun olması ne kadar güzel. Bu kadar parayı nereden bulmuş
bilemiyorum ama hayli şanslı bir arkadaş. Allah kendisine ‘yürü ya kulum’
demiş. O da almış ve son hızla yürüyor. Allah daha çok versin. Etrafında geleni
gideni eksik olmuyor. Senin yerinde olsam ben de Süleyman’a bir alo der ve
bavulumu topladığım gibi Antalya’ya giderim. Süleyman senin de iyi arkadaşın.
Seni de krallar gibi karşılayacaktır. Hem sen de biraz dinlenir kendine
gelirsin.”
Devresi gün Fikri
Amsterdam’a dönmek üzere yola koyuldu. Gelişinin hemen ardından Pinti Celal’i
arayıp, bir kafede buluşmak üzere sözleşti. Kahvelerinde kendisinden olacağını
belirterek arkadaşını rahatlattı. Bu durumda öyle veya böyle, Pinti Celal
gelmemezlik etmeyecekti.
Anlaştıkları saatte ve
yerde buluştular. Hal hatır ile ilgili soruların cevapları alındıktan sonra,
ince belli genç garsonun masalarına koyduğu kahve fincanlarına uzandılar.
Pinti Celal alttan alttan garson kızı süzmeden de edemedi. Gözleri öylesine
maviydi ki, sanki gökyüzü içlerine bağdaş kurup oturmuştu. Öylesine derin bir
mavilik vardı. Son bir kez daha baktı. Genç kız çoktan başka müşterilerin yanı başında
bitivermişti. Fakat Pinti Celal’i yutkunduran hal ve hareketleri de Fikri’nin
gözünden kaçmadı.
Kahvelerin tadına diyecek
yoktu. Çok az duyulur caz müziğinin ritmik bir parçasını uğultu halinde gelen
derin sohbetlerin sesleri bastırıyordu. Fikri’nin sabırsızlıkla beklediği an
nihayet geldi. Arkadaşı Süleyman ile konuştuklarını daha da abartılı bir
şekilde Pinti Cemal aktardı. Üstelik Rus bayanların
da tatil köyünde çokça olduğunun da altını çizerek anlatımına katarak, durumu
daha cazip hale getirdi. Yüzü renkten renge girdi. Süleyman’ın bir
anda bu denli zengin olmasına şaşakaldı. Hemen Fikri’ye bir dakika geliyorum
deyip kafeden çıktı. Fikri onun hemen Süleyman’ı telefon ile arayacağını
biliyordu.
“Alo… Süleyman’ım, canım
kardeşim. Nasılsın? Görüşemiyoruz be gözüm. Bu kardeşini hiç arayıp sorduğun
yok. Umarım iyisindir. İyi haberlerini alıyorum. Biraz önce Fikri ile
beraberdik. Senin tatil köyünden bahsetti. Öve öve bitiremedi.”
Buluşma öncesi Fikri
hangi saatte buluşacaklarını Süleyman’a bildirdiğinden o sabırsızlıkla telefon
etmesini bekliyordu. Süleyman avını kurduğu tuzağa düşürmüştü. Şimdi yapacağı
konuşmayı mümkün olduğu kadar uzatıp, onun sabırsızlıkla beklediği tatil köyü
konusunu öteleyip telefon masrafı oluyor diye onu huzursuz kılmaktı.
“İyiyim kardeşim. Sen de
iyi misin bana diyorsun ama senin de hiç arayıp sorduğun yok. Sen gelip
gidenlerle olsun, sanki paralıymış gibi selam dahi göndermiyorsun.”
Konuşmanın uzayacağını
fark edip bunu geçiştirmek istese de Süleyman buna müsaade etmedi. Her
defasında yeni bir soru ve konu ile telefon görüşmesini uzattıkça uzatıyordu.
Pinti Celal yerinde duramıyor, sadede gelmek için kıvranıp duruyordu. Sonunda
Süleyman’ın konuşmasını kesip can alıcı sorusunu patlattı.
“Yahu kardeşim nereden
buldun sen o kadar parayı? Nasıl oldu da Allah sana bu denli yolunu açtı?”
Süleyman ağına avını düşürmüştü.
Onunla artık kedinin fare ile oynadığı gibi tadını çıkara çıkara oynayabilirdi.
“Celalim, ramazan ayında
hiç Taksim meydanına gittin mi? Gittiysen eğer kurulan iftar çadırlarının
önündeki yemek kuyruklarını mutlaka görmüşsündür. Diyelim üç bin kişilik bir
kuyruk ama bu en sondakilere yemek sırası gelip gelmeyeceği belli değildir.
Gelse dahi bu kadar kalabalığa ancak birer kepçe yemek düşer. Ama ben ne
yapıyorum biliyor musun? Ben Allah’tan dilekte bulunurken, dua ederken ona
Kürtçe yalvarıyorum. Türkçe dua eden milyonlarca insan var. Ama Kürtçe öyle
değil. Kürtlerin dahi çok büyük bir bölümü Türkçe dua ediyor. Oysa Kürtçe dua
eden insan sayısı öylesine az ki, dolayısı ile Taksim meydanında dağıtılan
iftar yemeği gibi, size bir kepçe ya düşüyor ya da düşmüyor. Benim avantajım
Kürtçe biliyor olmam. Ben senin yerinde olsam bir an evvel Kürtçe öğrenir ve
Allah’a olan yakarışlarımı bu az kullanılan dilde yaparım. Böylelikle senin de
tabağına bir bile olacağı meçhul olan kepçe yerine, tabağın dolup taşar. Kürtçe
öğrenmek için tez elden kolları sıvamaktan başka çıkar yolun yok senin. Hadi
sağlıcakla kal. Kendine iyi bak. İyi haberlerini bekliyorum, canım kardeşim benim.
Öptüm.”
Pinti Celal’in kafası
durmuş, adeta afallamıştı. Yarım saat sonra kendisini Kürtçe öğrenmek arzusu
ile yakın arkadaşı Remo’nun kapı zilini alacaklı gibi çalar buldu. Nefes nefese
buyur edildiği arkadaşının evinden içeri daldı. Pinti Celal telaşlı, Remo ise
kaygılıydı. Akşam olmak üzere olduğu için Tanrı’nın eli ışığı söndürmek üzere
güneşin düğmesine uzandı. Köpüklü kahveleri bu kez sunan pos bıyıklı kaba saba Remo
idi.
Amsterdam, 22 Haziran 2018