KİRPİ
"Şurama batan" diyor
şair,
"Şurama batana özlem
demeselerdi;
bıçak derdim".
Cemal
Süreya
Herkesten uzaklarda, kır
evimdeyim. Açık pencereden, gözlerimin önüne sere serpe cömertçe yayılan
büyüleyici doğayı, tepemde renk yelpazesi kanatlarını çırpaduran yüzlerce güzelim kuşu mayışmış bir halde hayranlıkla seyrediyorum. Gözlerimin
önünde bir yağlı boya tablosu gibi yayılan muhteşemlik, anlatılamayacak
güzellikte. Doğrusu nereden başlayacağımı ben de bilemiyorum. Bu oldukça ağır
yükü kaygılarla sırtlanmanın öncesinde, ben kimim sorusunu cevaplayacak
olursam; adım Veli. Elli iki yaşındayım. Saçlarıma yeni yeni karlar düşmeye
başladı. Kendi halinde bir devlet memuruyum. En güzeli de bir damla su
güzelliğinde bir kız ve bir oğul sahibiyim. Her insan gibi ben de bin bir
düşünce içindeyim. “Boşa koyup dolmama ve doluya koyup almama” gibi çelişkili
durum konusunda ne faydası varsa gecemi gündüzüme ekleyerek mesai yapıyorum.
Her ne zaman doğa ile baş başa-kendimle kalsam, boş veya dolu kovaya su
aktarmaktan o vakit alabildiğine uzaklaşıyorum. Kaybettiğim beni yeniden ve
çarçabuk buluyorum.
Büyleyici bir coşku ile bahara uzanan kıvrım kıvrım bunca ağaç dalı,
yaprak, çiçek, börtü böcek, kelebek, arı, solucan, karınca, kurt, kuş ve her
türlü nebat nasıl anlatılır ki? Çılgın tabiat ana; evrenin var olduğu ilk
gününden bu yana başkaca işi gücü yokmuş gibi, eline aldığı fırça ile belki de
“yüz milyon baloncuk” kadar denilecek rutin tekrardan sonra, ağaç yapraklarını
ve ol çeşit nebatı, güneşin artık ısıtan ışınları ile birlikte, bir kez daha
yeşilin onlarca tonuna boydan boya boyadı. Cümle alem bin bir çeşit kır
çiçeğini tohum ekercesine sayısız sayıda eliyle dağlara, kırlara, tepelere ve ovalara
cömertçe saçtı. Yapraklar arasında nazlı edalarıyla boy gösteren birbirinden
alımlı, güzel ve narin çiçeğe kızıl, sarı pembe, mor, eflatun, beyaz, lacivert
ve mavinin göz kamaştıran tonlarını sürdü sürüştürdü. (Turuncuyu unuttum
galiba, hatırı kalmasın, o da ihtişamlı çiçek renkleri arasındaydı.)
Gözünüzün alabildiğine
görebileceği güzelim geniş coğrafyada yer alan irili ufaklı dağ, taş, dere,
tepe, düzlük, nehir boyu ve göl kenarları görücüye çıkan gelin adayları kızlar
gibi süslendiler. Sürüp-sürüştürdüler. Bir tek acı kahve sunumları olmadı. Ama
kızlarımızı bir çırpıda, bir an evvel kurtulmak istercesine, hem de hiç
tereddütsüz verdik gitti. Üstelik damat adaylarının ne iş yaptıklarını, ne
kadar maaşlarının olduğunu, iyi ve kötü huylarının araştırmasını dahi yapmadan
ve hiç de naz evi olmaya gerek görmeden, "he" dedik. Ardından bütün
evrene mis amber kokular yayılır oldu.
Ruhsal gidişat yönünden vaziyet
berkemal de olsa, üzerime her daim vahşi bir yaratığın zapt edilmesi için
atılan ağlardan aynısının fırlatıldığını hissediyorum. Hareketsiz, işlevsiz,
eli kolu bağlı, beyaz teslimiyet bayrağını her daim sallandıran, sevmeyen ve
düşünemeyen biri olmamı istiyorlar. Yıllardır oğlum Edip ve kızım Deniz’in
büyük aforozu ile bütün hayatımda vazgeçilmezim olan onlardan mahrum kaldım.
Beni kendileri ile görüşmemi reddederek cezalandırıyorlar. Yüzlerce kez
kapılarını çaldım. Okullarının önünde kolumda sevecekleri hediyeler ve
çiçeklerle bekledim. Her defasında içlerinde kaybolmaya hazır olduğum gözlerini
benden alabildiğine uzaklaştırdılar. Dışladılar. Kabullenmediler. Düşman
bakışlarla benden kaçtılar. Elimde pörsümüş çiçekler ve hediyeler ile kör
pişman evime döndüm. Ama ertesi günü olup biteni yaşanmamış gibi unutan ben,
yine onların izindeydim.
Arada bir kaçamak yapıp naçizane
anlatımımda tekrarlarla doğaya dönme eğilimimim halinde, hoş görün ne olur.
Tıpkı şimdi olduğu gibi. Hep sorun anlatmayayım.
Kuş cıvıltılarının senfonisi nasıl da beni benden alıyor.
Aman Tanrım bu ne ahenk, bu ne coşku? Mest olmamak her insanın harcı değil. Bir
an için bu melodiler halindeki ses coşkusu ruhuma, kalbime ve beynime iyi
geliyor. Kendimi bırakıyorum hepten. Ben sadece ve sadece bendeyim. Hiçbir şey
umurumda değil. Veli’nin dertlerini varsın kendisi düşünsün. Bana ne Veli’den.
Hatta ve hatta Ali’den.
Nerede kalmıştık? Evet, tabiat
ana. Az ileride zırhına bürünmüş bir kirpi ben misali her ne kadar kuş
cıvıltılarına kulak verse de etrafını kollayıp temkinli aheste adımlarla
ilerliyor. En hafif bir tehlike anında bütün silahlarına mermileri sürecek. Ama
o sadece savunmada kalacak. Başkaca da kimseciklerin tavuğuna kış dediği yok.
Benim suçum mu? “Sevmek.” Yıllar süren birlikteliğim süresince sevilmediğim,
dışlandığım, ötelendiğim evliliğimde, kazara beni anlayan birisine gönlümü
kaptırmam, benim kabahatim. Kendimi onda bulmam. Var olan değerimin ortaya
konulup bilinmesi. Başkaca da ömrüm yok ki. Hani bunu böyle ıskaladım, bir
dahaki sefere Allah kerim diyemem. Elbette Allah kerim. Ama benim ömrüm hepi
topu bir defaya mahsus. Miadı dolmaya görsün. Sonrasında “sen sağ ben selamet.”
O nedenle şu üç günlük olduğu söylenegelen dünyada, müsaade buyursunlar, ben de
sevgiden payıma düşeni alayım. O bal damlalarını yüreğime akıtayım.
Güneş ağaçların zümrüt yaprakları
arasından zorlu damıtımının ardından göz kamaştıran rengarenk hüzmelerini
yeryüzüne salıyor. Arılar ve karıncalar birbirleri ile yarışırcasına hummalı
bir çalışmanın içindeler. Sarı ve beyaz renklerin hâkim olduğu kanatlını çırpan
bir kelebek korkusuzca açık penceremin camına kondu. Uzun uzun dolandı. Bir ara
düşecek gibi oldu. Yüreğim ağzıma geldi. Oysa kantları olduğu için düşmesi
imkânsızdı. Kim bilir kaç günlük ömrü vardı? Mutlu muydu? Acaba çoluk çocuğu
var mıydı? Merakla seyre daldım.
Aklım bir taraftan da kirpideydi.
Ne çabuk da görünmez olmuştu. Eğildim baktım. Emniyetteydi hazretleri. Hatta
yanında da var birileri. Güle oynaya, sarmaş-dolaş oynaşıyorlar. Mutluydu
yoldaş. Ben de onun adına mutlu oluverdim.
Kızım ve de oğlum; çok özledim
sizleri. Yalvar yakar oldum. Elinizi eteğinizi öper oldum. Yapmayın etmeyin.
Bitsin bu aforoz. Son bulsun özlemim hasretim. Bendeki de yürek. Daha ne kadar
dayanırım ki? Demez mi, memleketlim güzel şair: “Yürek değil çarıkmış bu manda
gönünden, teper paralanmaz taşlı yolları.” Yemin billah, dokunun bak “vallahi
he mi de billahi” bendeki de yürek.
Manda gönünden çarık değil elbet. Siz dokunmaya görün. Ne kadar da ağlamaklı bu
yürek. Çok gitmez, kırar belimi bendeki bu kahreden ağır gam yükü.
Tek geldi, kol kola çift gitti
kirpi. Bakakaldım artlarından. Kırk bir buçuk kez maşallah eyledim
arkalarından. Tanrı kem gözlerden korusun. Mutluluğun daim olsun kirpi yoldaş.
Güneş karşı tepeliğin ardına
çekilmeye başladı. Dört bir yanı kızıllıktır aldı. Yeşil yapraklar, çimenler
dallar, turuncunun da arasında olduğu çiçekler ve bütün bitkiler başka bir
görünüme dönüştü. Birkaç aya kalmaz dünyanın en kararız ressamı tabiat bütün
yaprakların, dalların ve nebatın yeşilliğinden vaz geçer. Güzelce bol berrak
bir suda fırçasını yıkar. Bu kez paletine sarı, vişneçürüğü, kahverengi ve
birkaç tane soluk rengi de yanına katar. Bahar bitti der, sezonu kapatır,
paletindeki bakır tonlu renklere boyar ol bitkileri.
Kirpi sevdiceği ile evine vardı. Şimdilerde çoktan kurmuştur
Halil İbrahim sofrasını. Loş mum ışığı ve fonda caz müziği. Ben yek başıma
kalakaldım buralarda. Serzeniş değil benimkisi. Gitmek taraftarı da değilim.
Ama yorgunum. Usum da alabildiğine karmakarışık.
Haber saldım Edip ile Deniz’e.
Umut bu, belki kırarlar kör şeytanın topal bacağını. Dinlerler derim son bir
defa yüreklerini. Çıkagelirler bende kaybolmuş olan babaları bana. Acep
toplasam mı kır evimde öte ve beriyi? Sarılırlar mı yıllar yılı babalarının
bükük boynuna? Salarlar mı, evlat kokusunu ciğerlerimden içeri? Gamımı size de
yük eyledim. Sığınacak kimim var ki? Sağ olun, var olun. Dert görmeyin.
Kanımca, elleri kulaklarındadır oğul ile kızımın. Toparlayıp ak pak edeyim
derme çatma kır evini! Bilmem severler mi, onlar da caz türünden bir müzik?
Uzaklardan kulağıma melodiler geliyor. Pek bi imreniverdim kirpiye!
Amsterdam, 8 Kasım 2018