MEHREŞ
Heciban Aşireti İç Anadolu’ya göç eyleyeli asırlar
oldu. Sere serpe, delice bir coşku ile yıllar yılı akaduran Kızılırmak'ın
kıyılarına yerleşen, bu aşirete mensup köyler kendilerini geçen zamanla
birlikte; Kesikköprü, Küçükcamili, Büyükcamili, Bektaşlı, Kuyular, Heştiyar ve
diğer isimlerle adlandırdılar. Uzun süreli ikirciklenmelerinin ardından, en
nihayetinde bozkırda yerleşik hayata geçtiler. Bundan sonrasında ise yeni büyük
kayıplara, ağır bedellere ve zayiata mal olacak bir sergüzeşt yolculuğuna
çıkmayı göze alamadılar. Yerleştikleri yeri kısa sürede benimsediler. Yad
ellerde; ellerini uzattıkları komşu Türk köyleri ile sıkı dost oldular.
Aylarca
süren zahmetli sürgünlükleri esnasında, beraberlerinde getirdikleri koyun, keçi
ve büyük baş hayvanları her geçen gün yeni sürüler halinde çoğalttılar. İlkel
araçlarla da olsa bölgedeki uçsuz bucaksız arazilere buğday, arpa, kavun,
karpuz ve mısır ektiler. Doğacak her yeni güne umut olsun diye en çok da bahar
ektiler. Kendi aralarında kız alıp vermelerle akrabalıklarını da
arttırdılar. İyi ve kötü günlerinde sarsılmaz destekleri ile yan yana dimdik
durmasını bildiler.
Osmanlı
hükümeti göçe zorladığı Heciban Aşiretinin direnişini zamanla bastırmış olsa da
ancak bölgeyi tamamı ile kontrolü altına almakta zorlandı. Son dönemlerde Kürt
elleri Heciban Köylerinde Mehreş (Karayılan) adlı bir asinin adı çokça duyulur
oldu. Köylüler bu eşkıyaya hayranlık duyuyor, sahip çıkıyor, onu öz evlatları
gibi bağırlarına basıyor, üzerine titriyor ve kolluyorlardı. Öyle bir zaman
geldi ki, Mehreş artık zenginlerin mal varlıklarının bir kısmına zorla el
koyuyor, edindiği ganimeti fakirler arasında paylaşıyordu. Bu hareketi ile
yoksulların gözündeki değeri her gün artıyordu. Hecibanlılar bir efsaneden
bahsediyorlar gibi kendi aralarında, Mehreş'in kahramanlıklarını bire bin
katımla anlatıyorlar ve onu adeta kutsuyorlardı. Onlara göre Mehreş ölümsüzlüğü
olan mübarek bir şahsiyetti. Ne zenginlerin marabalarının ne de müfrezelerin kör
kurşunu onun ölümsüz bedenine alimallah işlemezdi. O okunmuş, büyülü ve
görünmez bir zırha bürülüydü.
İri
kıyım, dünya güzeli, süt beyaz gülüşlü, göynük çehreliydi Mehreş. Püskül püskül
sarkan kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak ve kartal bakışlıydı. Kumral
burma bıyıkları onu daha da heybetli kılıyordu. Yosun gözlerinden birini
hafifçe kısıp, bir kız güzelliğindeki yavuklusu mavzeri ile gezden-gözden ve
arpacığın silme tepesinden nişan almaya görsün, hareket halindeki her canlıyı
hayli uzağında da olsa yere sereceği gibi, meteliği bile havada vınlatacak kadar
işinin ehliydi. Zorlandığı tek konu; olanca manevra yetisine, cesaretine
rağmen, bulunduğu coğrafyanın çok da engebeli ve dağlık olmaması nedeni ile
pisipisine bozkır düzlüğünde canlarından sorumlu olduğu özverili adamlarının avlanma
kaygısıydı.
Kıvrımlı,
maviş Kızılırmak boyundaki kayalıklarda saklanmak artık mümkün değildi.
Yakalanma tehlikesi dayatıyordu. Korunaklı herhangi bir mağara dahi
bulunmuyordu. Bir an evvel yakınlarda sarp bir dağa sığınmalı ve orasını kalesi
haline getirmeliydi. Bölgedeki araziyi avucunun içi gibi bildiğinden en
nihayetinde Paşa Dağı'na sığınmakta karar kıldı. 1400 metrelere varan rakımı
ile Paşa Dağı ona yar ve yurt olabilir, saklar ele vermezdi.
Mallarını
gasp ettiği, camız gibi semiren varsıllar kazan kaldırıp bu asinin bir an evvel
yakalanması için Osmanlı hükümetine şikâyette bulundular. Zenginlerden gasp
ettiklerini hakkaniyetli bir şekilde avurtları avurtlarına geçen yoksullara pay
ediyordu. Mehreş altlarına atlar çektiği yeni adamlar edindi. Kendisini daha
güçlü kıldı. Elleri mavzerli adamlarını sıkı bir silahlı eğitimden geçirdi.
Sıkı talimlerin ardından bütün adamları iğneyi deliğinden vuracak kadar birer
keskin nişancı haline geldiler. Artık kendisine kuvvet olan adamlarına daha çok
güvendiğinden, gönlü de yeterince rahata ermişti. Sağlamdı. Varsın ölüm
kendisini kollasındı.
Bahardı.
Yaşanan güzellik insanın ruhunu adeta kalaylıyordu. Doğan günün ardından
yağmurun ha yağdı ha yağacak denildiği bir anda, gök kubbeden apansız
ıslaklığın çiselediği bir sabah Paşa Dağı'na doğru yola çıktılar. Umutluydular.
Güneş yeniden çıkageldi. Şerbet şirinliğinde bir göyüzü Camili Köyünün
tavanında devasa camgöbeği mavisi bir çarşaf olup yayıldı. Uzaklarda at arabalarına
yükledikleri birkaç ev eşyası ile Paşadağ ve Pur Yaylalarına doğru yola çıkan
Camilili köylüler de tıpkı onlar misali umutluydular. At üstündeki adamlarının
gölgeleri abartılı uzadı. Büyükcamili Köyü kırsalında yolları yarılanmış oldu.
Mehreş kızıl yeleli atı Bozkır’ın üzerinde bir heykel misali dikeldi. Bozkır’ın
ipeksi yelesini okşadı. Neşeliydi. Gözlerini kırpıştırdı. Derin bir nefes aldı.
Sağa ve sola gerdan kıran, burnundan üst üste soluyan atının üzerinde binlerce
dönüm ekili tarlanın zümrüdi yeşilliğine ve uzayıp giden bozkıra, gök maviliğindeki
bir deryaya bakar gibi hayranlıkla bakakaldı. Bahar topraktan fışkıran tekmil
tomurcuklarını patlatarak alabildiğine bir güzellikle hüküm sürüyordu.
Rengârenk kanatlı onlarca
kelebek benekli atı Bozkır’ın şavkıyan bedenine kondu. İhtişamlı onca kelebeğin
bir anda akın ettiğini gören birkaç çekirge küçük sıçramalarla kendilerine yer
olmadığı hissi ile Mehreşin atından yere kondular. Narin gelincikler ve
papatyalar boyun eğip saygıda kusur etmediler. Tavşanlar bir koldan selama
durdular. Kaplumbağalar kabuklarına çekilip sessizlikleri ile duraksadılar.
Kirpiler bin bir merakla ol dikenlerini sırtladılar. Burunlarını korkusuzca
havaya kaldırdılar. Keklikler kendi aralarında konuşmadılar. Tilkiler bütün
sevimlikleri ile gülümsediler. Tarla fareleri olup biteni görebilmek için
inatla yukarılara zıpladılar. Deve dikenleri mor çiçekli topuz başları ile
gelenleri buyur ettiler. Karıncalar ağızlarında sıkıca tuttukları darılarını
bir kenara bıraktılar. Bir bok böceği samanyoluna doğru belirlediği yönünü
duraksattı, arka ayakları ile itelediği kendisinden büyük larva topundan
ayaklarını usulca çekti, ağzı açık olup biteni seyre daldı. Doğa bu atlı ve
silahlı adamlarla barışıktı.
Yağmurun
araziyi ıslatması ile bozkır toprağının kendine özgü mis kokusu Mehreş’i ve
adamlarını mest etmeye yetti. Doğanın kokusu gibisi yoktu. Dörtnala giden atlar
Sırtladıkları yiğitleri uzaklara taşıdılar. Çimlerin arasında art arda derin
topuk izleri bıraktılar. İleride Paşa Dağının bulunduğu istikamette bin bir
renge bezeli, göz kamaştıran yay şeklinde bir alkım belirdi. Adeta nur
halindeki bu renk cümbüşü Heciban Aşiretinin bu yiğidine varacağı dağı işaret
etmek için apansız görünür oldu.
Yola
çıkmadan önce yanındaki adamlardan Reşo ile Bektaşlı Köyü’ndeki çocukluk
arkadaşı, can ciğer dostu Çavuş’a haber saldı. Paşa Dağı’na yerleşeceğini ve
kendisini bundan sonrasında orada bulabileceğini bildirmeyi ihmal etmedi. Can
dostunun onun varlığından her an haberdar olması gerekiyordu. Çavuş’a en az
kendisi kadar güveniyor, onun bir dediğini iki etmiyordu. Çavuş;
arkadaşı-kardeşi Mehreş'in köyü Heştiyar'da ardında bıraktığı karısının bir
oğlan çocuğu doğurduğunda, atına atladığı gibi biricik dostunun sığındığı yerde
soluğu almış ve müjdeli haberi vermişti. Mehreş mutluluktan yanaklarından kirli
sakalının ve burma bıyıklarının aralarında kaybolan gözyaşları ile arkadaşına
sıkı sıkı sarılmıştı. Arkadaşının vefasını ve o anı hiç unutamıyordu. Aynı
zamanda muhtar olan Çavuş köye döner dönmez, Mehreş’in dünyaya gelen ve
Muhittin adını verdiği oğlu için konu komşuya lokum ve şerbet dağıttı.
Mehreş'in
Paşa Dağı’na adamları ile yerleşmesinin ardından, ikinci günü taş misali ağır
bir gecenin şafağında, çakılların üzerinde yampiri adımlar atan Osmanlı
müfrezeleri dağın çevresinde pusuya yattılar. Günün ağarması ve dağın tepesine
oturması ile birlikte saldırmayı planladılar. Ancak Mehreş’in ileri
gözetleyicileri kuşatmayı anında fark ettiler. Nefes nefese durumu liderlerine
bildirdiler. Söken şafakla birlikte ilk atış hükümet güçlerinden geldi. Saatler
boyu sürecek bir yaylım ateşi başladı. Her iki taftan kum misali kurşunlar
kaynadı. Kayalıkların ardında siper alan Mehreş ve adamları ile amansız bir
çarpışma yaşandı. Askerlerin çemberini kan ter içinde yardılar. Zenginden alıp
fukaraya dağıtan Mehreş askerleri püskürtüp büyük bir yenilgiye uğrattı. Doğan
öğle güneşi ile birlikte her yan yalıma kesiverdi. Paşa Dağı'nın gölgesi dev
adamlar boyu uzadı. Sessizlik hâkim oldu. Ürküp kaçan tavşanlar, tilkiler,
tarla fareleri ve diğer canlılar yeniden yuvalarına döndüler.
Hükümetten
bu konu ile ilgili olan görevliler, Mehreş’in Bektaşlı Köyünden Çavuş ile çok
yakın arkadaş olduklarını biliyorlardı. Hasımlarını alt edemeyeceğini anlayan
yetkililer Çavuş’un köyüne gitmeye karar verdiler.
Çatışmanın
ertesi günü öğle üzeri, başlarında bir zabit ile silahlı yeni bir birlik
atlarını hızla Çavuş’un evine doğru koşturdular. Atların topuk seslerini duyan
Çavuş merakla evinin kapısını açtı. Olup biteni görmek için iyice belerttiği
gözleri ile baktı. Çok geçmeden bir süvari birliği atlarının ağızlarına takılı
gemleri çekiştirip durdular. Atlar uyumlu bir koro halinde kişnediler. Çavuş’u
ve bütün ailesinin etrafını kuşattılar. Omuzlarında pırpırları olan zabit
püsküllü kamçısını çizmelerine hafiften vurup Çavuş’a hiddetli bir sesle gözdağı
vermeye koyuldu.
“Bak
Çavuş Muhtar, senin vatan haini Eşkıya Mehreş ile ne kadar sıkı fıkı olduğunu
bilmiyor değiliz. Aylardır bu asinin peşindeyiz. Bugün yarın kendisini haklayıp
adalete teslim edeceğiz. Fakat bu iş fazlaca uzadı. Bu size ilk ve son
ihtarımdır. Ya bu kara dinli eşkıya başını kendi ellerinizle yakalar ve devlete
teslim edersiniz, ya da bu bozkırı siz Hecibanlılara haram eder, derilerinize
saman doldurur, hepinizi hapislerde çürütür, sürüm sürüm süründürürüm.
Ölümlerden ölüm beğenin. El mi yaman, bey mi yaman, hepiniz göreceksiniz. Bu
konuda zinhar kancıklık istemiyorum. Size bir hafta kadar mühlet. Olmadı siz
bilirsiniz.” Çavuş duydukları karşısında donakaldı. İki silahlı muhafızın
kolları arasında korku ile yere diktiği bakışlarını kaldırdı ve komutana doğru
seslendi.
“İyi
ama komutan sizin bu kadar top ve tüfekle yakalayamadığınız Mehreş’i biz nasıl
yakalarız? Nasıl olur böyle bir şey. Size aşiretimiz adına yalvarıyorum. Medet.
Yapmayın etmeyin. Ayaklarınızın altını öpeyim, biz nasıl başa çıkarız. Allah
rızası için acıyın bize.” Sesi ağıt gibi duyuldu. Olmadı. Sustu. Telaşla
askerlerin kolları arasında etrafına bakındı. Beklediği mucize ortaya
çıkmadı.
“Rızası
mızası yok. Ben diyeceğimi dedim ve emrim kesindir. Gözünüzün yaşına bakmam.
Siz Kürtlerin dediği gibi: 'Ya herro ya merro.' O kadar. Bir hafta sonra gelip
o eşkıyayı sizden alacağım.” Komutan tehdit savurmaya devam ededururken,
adamlarına ‘yürüyün’ mahiyetinde püsküllü kamçısını havada sallayıp atına
atladı. Köy arasındaki patika yoldan metrelerce yükseklikte ve uzunlukta bir
toz bulutu yükseldi.
Gün
kuşluk oldu. Kara haber çok geçmeden Hecibanlılar arasında duyuldu. Çavuş
arkadaşına nasıl ihanet edeceğini bilemiyordu. Bunu yapmak yerine toprağın
altını boylaması daha yeğdi. Lakin bu durum yalnız kendisini ilgilendirmiyordu.
Devletin zulmü bütün Hecibanlıları yerinden yurdundan edecek, süründürecekti.
Devlet dediğim dedikti. Yapacağım dediği zaman uçarı kaçarı yok, sözünü yerine
getirirdi. Çarnaçar bunu yapmaya mecburdu.
Muhtar
Çavuş adamları ile uzun uzadıya düşündü ve sonunda bir karara vardılar.
Mehreş’i yakalayıp teslim etmekten başka çareleri yoktu. Köyden güvendiği bir
haberciyi Paşa Dağı’na Mehreş’in yanına saldı. “Önemli bir konuda kendisinin
yardımına ihtiyaç duyduğunu ve akşam yemeğinde kendisini ağırlamak istediğini”
iletti. Mehreş akşamüzeri bir başına bastıran karanlığın üstüne yürüdü.
Arkadaşı Çavuş’a doğru, doludizgin atını çatlatırcasına koşturdu. İki saat gibi
bir süre sonra kapının önünde heyecan içinde beliren arkadaşına sıkı sıkı
sarıldı. Gözlerinden öptü. Arkadaşının saklamaya çalıştığı tedirginliği ise
gözünden kaçmadı.
“Hayrola Çavuşum? Nedir bu garip halin? Yaban mıyız? Bir şey
mi oldu?
Anlayamadım bu olmadık telaşın neden?”
“Kardeşim
gelmiş, senin ki de laf mı? Ben heyecanlanmayayım da kim heyecanlansın. Buyur
başım gözüm üstüne hanemden içeri buyur. Hoş geldin, sefalar getirdin. Nicedir
gözüm yolundaydı. Çok göresim geldi. Hemen sofraya buyuralım. Yoldan geldin. At
koşturdun. Bir lafımızla hemen geldin. Sağ olasın, var olasın.”
Çavuş
etrafına emirler yağdırdı. Çok geçmeden krallara layık bir yer sofrası kuruldu.
Özlem gidererek iştahla yemeklerini yediler. Sakız gibi apak bir sofra
örtüsünün üzerinde sunulan izzeti ikramın ardından, sıra tavşankanı çaylara
geldi. Çaylar yudumlandı. Çavuş eliyle doldurduğu dördüncü çay bardağını
uzattı. Bakışlarını Mehreş’in mavzerine çevirdi.
“Mehreş
can bu mavzer yeni mi? Ne kadar güzel. Bir bakabilir miyim?” Çavuş mavzeri
eline aldı ve ilgiliymiş gibi gözükmeye çalışıp silaha göz gezdirdi. Ardından
mavzeri ardına koydu.
“Ooo…
Mehreş can sanıyorum hançerin de yeni. Üzerindeki taşlar da kıymetli olsa
gerek. Ona da bakabilir miyim?” Mehreş kuşağından çektiği hançeri hiç
kuşkulanmadığı can yoldaşına uzattı. Çavuş hançeri alır almaz ardına attı. Bu
sırada Mahreş’in yanında bulunan Çavuş’un adamları topluca üzerine çullandılar.
Onu kıskıvrak yakaladılar. Ellerini ve ayaklarını sıkıca bağlayıp bir odaya
kilitlediler. Mehreş kapatıldığı odadan avaz avaz bağırdı. Celallendi.
“Çavuşşşş…
Çavuş. Kavlimiz bu muydu? Bu yaptığın hiç kardeşliğe sığdı mı? Ben sana arımı, namusumu
teslim ettim. Hayâ etmeden bana bunu nasıl yaptın. Tüh sana. Boyundan posundan
da mı arlanmadın. Allah belanı versin. Ama ben bunu senin yanına komam. Er veya
geç bunun hesabını sana sorarım. Burnundan fitil fitil getireceğim. Beni
sırtımdan hançerledin. Yazıklar olsun sana. Çavuşşş… Çavuş. Kardeş bellediğim
hain Çavuş. Şıvgalarımı kırdın. Bundan sonra en büyük düşmanım sensin. Bunu
böyle bil.”
Çavuş
büyük bir utanç içerisinde eksiklenmiş bir halde evinden çıkıp dışarı çıktı.
Hükümet güçlerine Mehreş’in yakalandığı haberi salındı. Sabaha doğru askerler
tarafından kement üstüne atılan kementlerle elleri ve ayakları sıkı sıkıya
bağlanan Mehreş’i, hapse tıkmak üzere yola çıktılar.
En
yakın dostu tarafından “pusatsız, duldasız ve üryan” bırakılan Mehreş yıllarca
hapislerde yattı. Mahkemelerde süründü. Olmadık eziyet ve işkencelere maruz
kaldı. Hapislik, eziyetler ve işkenceler hiç umurunda değildi. Sadece can
arkadaşı bildiğinin kendisini gammazlaması ve sırtından hançerlemesi ona çok koyuyordu.
Bu yapılan yenilir, yutulur cinsten değildi. Hapislerde çürüdü. Ama sonunda
çıkan bir afla salıverildi. Çilesini doldurmuş ama yüreğinde yıllardır
rahatsızlık veren duygularından arınamamıştı. Bu yarayı bir an evvel
iyileştirmeliydi. Hiç oyalanmadan yola koyuldu. Ertesi gün akşamüzeri
intikamını almak üzere köye ulaştı.
Görünmeden
Çavuş’un evinin etrafında saklana saklana dolandı. Onun karısının ve
çocuklarının gözlerinin önünde intikamını almak istemiyordu. Evin yanındaki
ahıra usulca kimselere görünmeden sığındı. Ahırda karanlıkta geviş getiren
koyun ve keçilerin aynı anda kendisine doğrulan gözleri birer yıldız olup karanlığı
deldiler.
Durumdan
huylanan Kart Horoz tünediği yerden havalanıp hesap sorarcasına Mehreş’in
ayaklarının dibine kondu. Ahırın köşesinde başına geçirilen torbaya doldurulan
arpalı samanla ziyafet çeken Çavuş’un kır atı kafasını kaldırıp huzursuzlukla kişnedi.
Ahırın
penceresinden bakan Mehreş ay ve yıldızlardan gün misali aydınlanan gecenin
ilerleyen saatlerinde Çavuş'un elinde bir ibrik ile tuvalete gittiğini gördü.
Yüreği hop etti. Anında eli belindeki tabancaya gitti. Tabancayı sıkıca
kavradı. Pencereden Çavuş’u nişan aldı. Fakat içinden hiç değilse tuvalete
gidip gelsin, ondan sonra deyip tabancasını yeniden beline koydu. Zaman geçmek
nedir bilmiyordu. Geçen her dakika saatlere dönüştü. Nihayet Çavuş ağır
adımlarla başı önünde dışarı çıktı. O an soluğu taştı. Mehreş tez elden
kavradığı silahını eski arkadaşı hasmına doğrulttu. Eli tetikte titriyordu.
Alnında terler boncuklar halinde akmaya başladı. Daha önce hiç böyle olmamıştı.
Kalbi göğsünü yırtarcasına dövüyordu. Ellerinin titremesini bütün çabasına
rağmen durduramadı. Silah tutan eli ölü gibi yanına düşüverdi. Kendisini kavi
tutmak için dişlerini sıkıp direndiyse de nafile. Bir an durdu kalbinin sesini
dinledi. Olmadı.
Çavuş
evinin kapısını gıcırtılarla aralayıp tekrar içeri daldı. Yatakta horlayan
karısının yanına uzandı. Kolunu kısık, ölgün titreşimli gaz lambasının loş
karanlığında onun boynuna doladı. Karısının boynundaki tuzlu ter koluna
yapıştı. Horlaması duruldu. Sökün eden sessizlik dalıp gitmesine neden oldu.
Mehreş'i düşündü. Bir anda gözlerinden boncuklar halinde nedamet yaşları
yanaklarından boynuna doğru aktı. Hayatının en büyük seçimini yapmak zorunda
bırakılmıştı. Bir yanda insanları ve bir yanda da kardeşten de çok ileri dostu.
Çıkan af ile o da salındı mı? Şimdilerde nerede ve nasıldı? Bilemiyordu.
Gelsin, alsındı canını. Gıkı çıkmazdı. Yüreğinde ayyuka çıkan depreşen bir
utançla, kaplumbağa misali kabuğuna çekildi.
Mehreş
öfkeyle ahırın içinde hapiste yıllarca attığı voltaların benzeri ile fır döndü.
Deliye döndü. Gözlerinden alevler fışkırıyordu. Bu denli zayıf olamazdı.
Karamsarlıkla içine döndü. Kendisini derinlerinden kabarcıklar halinde yukarı
doğru fışkıran suyu ile boğulan bir kuyu gibi hissediyordu. Çavuş'un al kanını
mutlaka akıtmalıydı. Lakin yapamadı ve bunu kendisine bir türlü
kabullendiremedi. Küplere binen bu adamı gören koyun ve keçiler ürküp yana
çekildiler. Kınalı Eşek hiçbir şeye aldırmadan kıçını döndü. Ne yapacağını
bilemiyordu. Ama kan dökmeden de kalbi rahatlamayacaktı.
Gökyüzünün
kırpık ve parlak yıldızların arkasına saklandığı bir geceydi. Dört bir yan
yayılan nurdan balkıyordu. Çavuş derin uykusunda duyduğu yankılı bir silah
sesiyle uyandı. Yalım karası gözlerini sıkıca kapamış olan karısının boynundan
kolunu hızla çekti. Çok ürktü. Silah sesinin geldiği ahıra doğru koşturdu.
Kapıyı açıp baktığında benekli atının kanlar içinde yere yığıldığını gördü.
Ortalarda kimseler yoktu. Ahırda yoğun gübre kokusuna genzini yakan bir barut
kokusunun karıştığını hissetti. Atın al kanından yükselen buğu gözlerine
doluştu. Çavuş en yakın arkadaşına ettiği ihanetin utancı ile yere çöktü.
Atının üzerine kapandı. Gözyaşlarına boğuldu. İçi burkuldu. İri elleri ile
dizlerini dövdü. Gün yüzüne çıkmak istemedi. Son pişmanlığın fayda getirmeyeceğini
biliyordu. Bağırdı, çağırdı. Ama sesini duyan olmadı.
Kart
Horoz erkekliğinin sarsılmaz şanından olsa gerek, yaşadığı korkuları bir tarafa
bıraktı. Yeni günü muştulamak üzere gagasını olabildiğince açık bir halde
havaya kaldırdı. Defalarca öttü. Sabahın bakirliğinde, bozkıra ipil ipil bir gün
doğdu.
Amsterdam, 26 Ocak 2019