1 Şubat 2016 Pazartesi

CAMİLİ’Lİ NERON



CAMİLİ’Lİ NERON

Altmışlı yılların sonu, çiftçiliğin  altın yılları idi. İç Anadolu’ya yüzlerce yıl önce öbekler halinde serpiştirilmiş Kürt köylerinde de artık kara sabandan makineli ziraata geçişin de zamanıdır. Çorak toprakla örtülü evinin önüne bir traktör çeken her Camili’li, makineli çiftçiliği yapamayanların tarlalarını ortak almak için kolları sıvıyorlardı. İki yüz haneli Camili Köyü’nde yörede o zamanlar “çap” da denilen tarla tapularını bir araya getiren her çiftçi, Tarım Kredi Kooperatifinden kredi ile bir traktör alabiliyordu.
Camili Köyünün yüksekçe bir yerine çıkıp yavaşça kafanızı sağdan sola ve tekrar aynı hızda soldan sağa doğru çevirdiğinizde, pek çok evin önünde sahibinin medarı iftarı, emir ve komuta hazır “gavur” icadı traktörleri görebilirdiniz. Her renk ve modelden traktörler, İç Anadolu bozkırında boylu boyunca uzanan binlerce dönümlük tarlanın, bir çırpıda altını üstüne getirip toprağın “ooh be” deyip, nefes almasını, Dünyanın olanca düzlükleri ve yükseltileri kırışıklıklarla dolu yaşlı kabuğunun yenilenmesini sağlayan birer canavardı.
Heyderi Hecike ömrü hayatında hiç köpek sahibi olmadığı için komşusu Memed, kendisine saldırının olmayacağı ihtimali ile yerden taş toplama tedarikine girme gereğini görmedi. Elini kolunu sallaya sallaya evin avlusundan usulca girdi. Yaz mevsiminin son demleri de olsa, hava hatırı sayılır derecede sıcaktı. Ev sahibi Heyder ve karısı Kör Zewe yine her zamanki gibi balkonda oturuyorlardı. (Daha önceki öykülerden de anımsayacağınız gibi, Heyder’in karısının bir gözü görmediğinden, Camili’ler bir gözü kör demek yerine, her iki gözünü de devre dışı bırakıp, kendisine kısaca Kör Zewe diyorlardı.) Kör Zewe komşuları Memed’in sekiz köşe kasketini biraz daha yukarı doğru kaldırarak geldiğini görünce, yükü ağır olan kısa bacaklarına bütün bedenini yükleyip, saygı göstermek mahiyetinde ayağa kalktı. Memed hafiften elini kaldırıp, “selamun aleyküm” derken Heyder kör Zewe’ye kıyasla daha da hafif olan vücudu ile fazla bir zorlanmaya mahal vermeden, O da gelen misafiri karşılamak babında ayağa kalktı. Memed komşusu Heyder ile tokalaştıktan sonra Kör Zewe’nin oturma odasından, bir koşuda diyemeceğimiz bir hızda getirdiği güllü desenlerin art arda sıralandığı yün mindere bağdaş kurup, oturdu.
Memed tavşan kanı üçüncü bardak çayına iki kesme şekeri atıp, kaşığın sesi uzaklardan duyulacak şekilde karıştırdı. Büyük bir zevkle bu bardaktan da, ince dudaklarını ileri doğru gerdirerek ilk yudumunu höpürdederek aldı. Sağ eli ile altına topladığı sağ ayağını yavaşça çekip, kurtardı. Artık asıl meseleye gelebilirdi. Heyder’in gözlerine bakıp;
“Heyder biliyorsun yıllardır komşuyuz seninle. Düşündüm taşındım tarlalarımı başkasına ortak vereceğime sana vereyim diyorum. Komşuluk gereği yüz yüze bakıyoruz. Bildiğim kadar ile senin diğer ortakların da senden oldukça memnunlar. Ekim ve biçim işini zamanında ve yerinde yapıyorsun. El kazanacağına, var hayrını gör kısmetse ikimiz de kazanalım. Çoluk çocuğumuzun nafakasını çıkaralım, diyorum. Sen ne diyorsun?”
Heyder komşusu olduğu için Memed’i iyi tanıyordu. Gözlerini Memed’in ince zayıf bedeninde baştan aşağıya, kendisini ilk defa görüyormuş gibi gezdirdi. Kendi halinde de olsa, sadece biraz sinirli, ileri geri küfürler savurmaktan başka kimseye zararı olmayan biri olduğunu çok iyi biliyordu. Kendisine teklifin gelmesi ile her ne kadar sevinse de, bu asabilik konusu kafasına takıldı. Memed’in içtiği sigara dumanının ardında kalan zayıf, çökük suratında yer alan feri kaçık gözlerinin içine bakıp;
“Memed sağ olasın. Bu teklifi elbette başkasına yapmayıp, bana gelmiş olmana çok sevindim. Senin tarlalarını seve seve ortak alırım. Lakin en hafif bir aksilikte kızıp, küplere bineceksen, bu işin taraftarı olmadığımı da bilmeni isterim. Benim çekindiğim tek nokta bu. Yoksa seni bir komşu olarak çok severim de, sayarım da. Söylememe gerek yok, bunu sen de biliyorsun. Tabi ki komşuyuz ve senin tarlalarını da kendi arazimi nasıl ekip, biçiyorsam, öyle aynı şekilde yapacağımdan şüphen olmasın. Elimden geleni yapacağım. Hiç bir masraftan çekinmeyeceğim. Gerisi Allah’a kalmış. Umarım birbirimize karşı mahcup olmayız.”
“Yok yahu ne kızması, ne küplere binmesi. Öyle bir şey olmaz. Ben sana güveniyorum, sen de bana güven. Kızma konusunu da kafana takma. O bende gelip geçici. Bazen heyheylerimin gelmesinin önüne geçemiyorum, o kadar. Senden şüphem olsa, zaten böylesi bir teklifle sana gelmem. Bak kapısının önünde traktörü olan, ortakçılık yapmak isteyen bir yığın insan var. Sen de biliyorsun. Ancak ben en uygun seni gördüm, hani sen de istersen, iyi olur diye düşünüyorum.” Çok geçmeden iki komşu köy ortasındaki camiden yükselen ezan sesi yankılanırken anlaşıp, tokalaştılar. Olup bitene kulak misafiri olan Kör Zewe anlaşmadan pek hoşnutluk duymasa da bir şey söyleme gereğini duymadı.
Diğer bütün ortaklıklar gibi bu yeni oluşum da, Camili Köyü’nde misafir odalarında, cami avlusunda ve evlerin duvar diplerindeki gölgeliklerde bir araya gelip, sohbet eden köy erkekleri tarafından kulaktan kulağa aktarıldı. Sohbetlerinde köylüler bu yeni, “çiçeği burnunda” ortaklığı, Demirel hükümetinin tarım politikalarını, buğday taban fiyatını ve günlük politik gelişmeleri dilleri döndüğünce anlatmaya çalışıyorlardı. Onların gözünde sembolik fötr şapkası ile Demirel sürekli aksamalara uğrayan gidişatı yoluna koyacak, Allah tarafından gönderilmiş kelli-felli yeni bir kahramandı.
Heyderi Hecike yeni ortağı Memed’e söz verdiği gibi tarlaları zamanında sürüp, ekti. Kış bütün uğultuları ile gelip çattı. Kusursuz melodilerle ıslıklar çalan sonbahar rüzgarları, kurak ve ağaçsız Camili Köyü’nde sararan yaprakları dallarından koparmayıp, bir yerden diğer bir tarafa savurmadı. Kış mevsimi uçsuz bucaksız tarlaları ve Camili Köyünü kar beyazı çarşaflara bir kez daha bürüdü. Memed yeni ortağının evine sık sık oturmaya gidip gelirken, eriyen karlardan sonra çamur deryasına dönen patika yollarda lastik ayakkabılarını bulduğu küçük bir tahta parçası ile silip, Heyderi Hecike’ye selam verip, mümkün olduğu kadar gürül gürül yanan sobanın yanı başında yer almaya çalışarak, Kör Zewe tarafından sunulacak nar kırmızısı çayını beklemeye koyuluyordu.
Kış mevsimi bir kez daha sırasını savıp, yerini bozkırda dahi bir başka olan, gelin güzelliğindeki bahara bıraktı. Bahar beraberinde insanın içini hoş eden bir sıcaklığı, sakal tıraşları uzamış olan Camili’li erkeklerin ve genelde armut görünümlü kadınların suratlarına büyük bir gülümsemenin konmasına neden oldu. Bu tatlı gülümsemenin konmadığı tek çehre, çukur avurtlu Memed’in suratıydı. Evet bahar her ne kadar güzel ve sıcak olsa, çiçek ve böceğin yanı sıra ekinlerin yeşerip, büyümesi ve verimli bir hasat için gerekli olan yağmurun da olması gerekiyordu. Memed’in huzuru hiç yerinde değildi. Kah kendi evinde, kah sık sık uğradığı ortağı Heyder’in evinde ellerini kıçının üst tarafında birleştirip, oltu taşı tespihini şaklatarak volta atıyor ve sürekli küfürler savuruyordu. Yağmurun yağmamasından dolayı kahrediyor, karşılaştığı herkesi bu uğursuzluğun potansiyel elebaşı ve başlıca sebebi olarak görüyordu.
Geçen her yağmursuz gün Memed’in daha da çileden çıkmasına ortam sağladığı gibi, O’nun artık her şeye ve herkese küfretmesine bahane oluyordu. Verimli bir hasat alamayacağı, bütün emeklerinin boşa olduğunu yinelerken bağırıp, çağırıyordu. Günler haftaları arka fonda Memed’in küfür ve  bağrışları ile kovalayıp geçerken, yaz mevsimi de bunaltıcı sıcaklığı ile hepten sökün etti. Bundan sonra yağmur yağsa da bunun ekinlere bir faydası olmayacaktı. Elbette Memed’in haricindeki diğer Camili’li çiftçiler de bu gidişattan endişe duyuyorlardı. Önlerindeki kış açlığı getirecek, harman sonrası borçlarının ödenmesine dair verdikleri sözlerini yerine getiremeyecekler, kızları ve oğullarına düğünler yapamayacaklar, ailelerinin üst başları yenilenmeyecek ve bütün hayalleri suya düşecekti.
Ekinler oldukça cılızdı. Boyları iki karışı geçmediği gibi ekin kelleleri yarı yarıya boştu ve biçilse dahi elde edilecek hasat masrafını karşılamayacak cinstendi. Allah’ın takdiri böyleydi, yapılacak bir şey yoktu. Demek ki kullarına bu yıl da bunu reva görmüştü.
Heyderi Hecike’nin uyku ile bir sorunu olmadığı halde her nedense o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar sağa sola döndü ama gür kirpiklerinin ardından uykuyu bütün çabalamalarına rağmen buyur edemedi. Olmadı erkenden yorganı üzerinden atıp, kalktı. Güneş yeni bir güne göz kırpıyordu. Sabah serinliği hakim olsa da çok geçmeden bozkırın bağrına sarı bir sıcak gelip oturacaktı. Dünya yeni bir güne başlıyordu. Kümeslerde tavuklar ve horozlar tüylerinin üzerinde toz toprak varmışçasına silkinip, tünedikleri yerlerden kanat çırpıp kalktılar. Tavuklar etrafı kolaçan ederken horozlar ilk ötüşleri için büyük bir gururla kafalarını iyice havaya kaldırıp ötmeye başlarken, aynı anda köy camisinin minaresinin merdivenlerindeki karanlıkta ellerinin yordamı ile tırmanan hoca da, ezan için elini kulağına götürüp, avazı çıktığı kadar yüksek bir ses ve melodik bir tonlama ile ezan okudu. Dış kapının anahtarını çevirip, yeni bir güne merhaba diyen Heyder, avlu kapısından hiddetle Memed’in geldiğini gördü. Yine nedensiz yere  bağırıp çağırıyordu.
“Yok Heyder yok. Hani elinden geleni yapacaktın, iyi bir hasat elde edecektik. A…. koduğumun yağmuru bir damla dahi yağmadı.” Cebinden bir kutu kibriti çıkartıp;
“Yok a…. koduğumun yağmuru da yağmadı. Ben de gidip o ekini yakmaz mıyım. Yağmadı kardeşim yağmadı. Bir damla dahi yağmadı. Bütün uğursuzluk gelip beni buldu. Yakacağım o ekinleri. Ne hayri var yansın daha iyi. Yağmadı. Bir damla dahi yağmadı.” Heyder duydukları karşısında şaşırmış gibi gürünse de Memed bu canlı performansla Camili açık hava tiyatrosundaki oyununu günlerdir sergiliyordu. O’nu teselli etmeye çalıştı.
“Memed yapma etme, yaptığın ayıp. Biz elimizden geleni yaptık. Gerisi Allah’a kalmış bir şey. O’na şart koşamayız. Yalnızca bizim ekinlerimiz bu durumda değil. Yağmur diğer ekinlere de yağmadı. Yapma etme, şu kibriti de cebine koy. Gel bir bardak çay içelim.”
“Yok Heyder yok. Göreceksin, bak ne yapıyorum. Çayını falan da içmiyorum. Git çayını kendin iç. Yağmıyor, yok yağmıyor. A…. koduğum bir damla dahi yağmıyor.”
Memed’i ikna edemeyen Heyder, karısı Kör Zewe’yi uyandırıp, kahvaltı hazırlamasını söyledi. Kör Zewe yatağında bir iki gerinmenin ardından emrin büyük yerden geldiğinin farkındalığı ile uyandı, çaydanlığın altını yakıp, çay kaynattı. Yer sofrasına yumurtalar kızartıp, bir tabak yoğurt ve zeytinler koydu. Çocukları ile siyah desnlerle süslü basma sofra örtüsünü dizlerinin üzerine çeken Heyder iştahla yumurtanın kayısı sarısına bandırdığı ekmeği ağzına yeni götürmüştü ki, köy içinde bağrışmaların geldiğini duydu.
“Yangın…. Yangın…” diye bağırıyorlardı. Kahvaltısından kalkan Heyder, köyün ilerisinde tarlalardan büyük bir dumanın yükseldiğini gördü, üzüntü ile kafası uzun süre yere eğik kalakaldı. Kör Zewe de kahvaltı sofrasından kalkıp, kocasının yanına geldi. Çocuklar sofradaki kızarmış yumurtaları ve zeytinleri büyük bir iştahla midelerine indirdiler. Uzaklarda yoğun bir duman bulutu göklerde tırmanmaya devam ediyordu.
“Yağmadı, bir damla dahi yağmadı.”

Amsterdam, 1 Şubat 2016





18 Ocak 2016 Pazartesi

BULGUR PİLAVI






BULGUR PİLAVI

Yaşadığımız gezegenin şekli, mah cemali ve de şemalı hakkında, uzun bir zaman öncesine kadar bir hayli yanılgılar yaşandı. Yapılagelen uzun araştırmaların ardından Dünyanın en nihayetinde, çocukların sokaklarda, ardında belirli kurallar dahilinde kan ter içinde koşuşturdukları meşin top misali yuvarlak olduğunda karar kılındı. Bilindiği üzere, bilimden zerre kadar nasiplenmeyi haram sayan gerici, karanlık ve yobaz kişilikler, bilim adamlarının bu oldukça uzun ve yorucu çalışmalarının sonucunda, vardıkları tespitlerin her zaman karşısında yer aldılar. İnsanlık üzerinde yaşamlarını idame ettikleri bu gezegene, bizim diyarımızda Dünya adını verseler de, serpiştirildikleri diğer yerlerde, söz konusu aynı yuvarlağı kastederek kendi dillerine uygun, birbirlerinden farklı isimlendirdiler. Bu gezegenin gerçekten yuvarlak olup olmadığını bir de çok uzaklardan kuş bakışı bakıp, görmek isteyen, teknik olarak ileri, varsıl ülkelerin bilim adamları, kar beyazı garip elbiseler giyip, diğer komşu gezegenlere doğru çeşitli seyahatler düzenlediler.
Aya ve diğer gezegenlere giden astronot ve kozmonotlar, bu zorlu yolculuğa daha çıkmadan önce, bir yol uğrak verdikleri Büyük Camili Köyü’nde, tereyağlı bulgur pilavının çok güzel yapıldığı duyumunu almışlardı. Gidecekleri uzak diyarlarda, duyacakları açlık hissini göz önünde bulundurduklarından, kendilerini tok tutacak farklı bir tad için her defasında bu uzun, hızlı ve boşluğa doğru olan belirsizliğin diz boyu olduğu yolculuğa çıkmadan önce, yollarını bu köye düşürdüler. Buradaki köylü Kürt kadınlarını bir araya toplayıp, onlardan meşhur bulgur pilavının en güzel nasıl pişirileceği konusunda uzun uzadıya tarifler aldılar. Camili’li kadınlar ise görmeye pek alışık olmadıkları bu sevimli, sarışın, uzun boylu, genç, yeşil veya mavi gözlü adamları doğrusu çok sevdiler. Kendi oğullarına sarılır gibi onları kucaklayıp, bağırlarına bastılar. Ellerini tombul göbeklerinde kenetleyip, kısa boyları ile kafalarını yukarılara doğru kaldırıp, bu yeşil veya mavi gözlerle buluştular. Horozlar ve kazlar kesip, misafirlerini en iyi şekilde ağırladılar. Kimileri kızlarını dahi verip, kendilerine damat etmek istedilerse de, bu istemleri ne yazıktır ki, sevimli de olsalar, bu misafirleri tarafından kabul görmedi. Camili’li kadınlar yüreklerinde duydukları acımtırak burukluğa rağmen, damat adaylıklarını kabul etmeyen bu uzun yolun yolcularına, çarşaf gibi açtıkları taze yufka ekmekten, tereyağı ve bulgurdan yolluk olarak koydular. Artlarından kovalar dolusu su döküp, ellerini açıp bildikleri bütün duaları mırıldandılar. Elbette ekmek, tereyağı ve de bulgura karşılık verilen parayı da almayıp, İç Anadolu’nun bozkırında kendilerince temsil etmeye çalıştıkları Kürt kadınlarının, gönüllerinin hoşluğunu, bolluğunu, misafirperverliklerini ve asaletlerini de ortaya koymaktan geri kalmadılar.
Malum yolculuğun ardından, geldikleri gezegenin geniş teras katına çıkıldıktan sonra, büyük bir açlık hissi duyan astronot ve de kozmonotlar, Camili Köyü’nde gördükleri gibi bir yer sofra kurup, bağdaş kurup oturdular. Aldıkları tarife göre pişirdikleri bulgur pilavını, serdikleri yufka ekmeğin üzerine özenle döktüler. Soğanlarını yumruklayıp, burcu burcu kokan yemeklerine kopardıkları ekmeklerini bandırdılar. Bulundukları gezegenin terasından baktıklarında, bir kez daha çok ileride bir yerlerde beliren, zorluklar ile dolu uzun bir yolculuğun akabinde geldikleri gezegenlerinin, gerçekten yuvarlak olduğuna kendi gözleri ile tanık oldular. Soğanların cücükleri üzerinde kavga etmek istemeyen astronot ve kozmonotlar her biri kendisi için birer soğan yumruklayıp, pilavlarını büyük bir iştah ile yediler. Ardından da nar kırmızısı çaylarını yudumlayıp, dinlenmeye geçtiler.
Evet, görünen o ki, söylenildiği gibi Dünya yuvarlaktı. Bu kürenin üzerinde başka benzeri bir yuvarlağı, meşin topunu koşturan çocukların yanı sıra, binlerce yıldır birbirlerinin köklerini kazımak isteyen, ileri yaştakiler de her daim var olageldi. Camili’li Kürt kadınlarının da yer aldığı, yaşadığımız gezegen üzerinde bulunanlar, sürekli ellerine birer tebeşir alıp, sek sek oynayacaklarmış gibi yer yüzünde çizikler oluşturup, çoğu zaman kargacık burgacık olan bu alanları, olanca zorbalıklarını hoyratça ortaya koyup, kendi parselleri, kendi ülkeleri olarak ilan ettiler. Kendilerinin şeytan dairelerini oluşturdular. Aralarındaki ayrışmayı daha da ileri götürmek gayesi ile dillerini, kültürlerini, ruh hallerini, inançlarını, giyimlerini, gelenek ve göreneklerini dahi farklı kıldılar. İnsanlar insanlardan korunmak amacı ile aralarına kendi boylarını aşan duvarlar, setler, yüksek burçlu kaleler inşa edip, mayınlı araziler oluşturdular. Daha sonraları da, tebeşirler ile çizdikleri alanlarına, kimi zaman dinlerini daha geniş bir coğrafyaya yaymak adı altında, kimi zaman da var olan topraklarına yenilerini katmak, diğer yerlerdeki yeraltı ve yer üstü zenginliklerinden faydalanmak istediler. Daha da ileri giderek başka insanları köleleştirip, kendi çıkarları uğruna çalıştırdılar. İstila ettikleri ülkelerin insanlarını günümüzde de vuku bulan büyük vahşetlerle kellelerini, çoğu zaman dini söylem içerikli barbar bağrışlarla bedenlerinden kopardılar. Yüzlerce yıl önceleri yapılanlar, ne yazık ki gelinen bu zaman biriminde yeniden ve daha da canice yapılır oldu. Birileri de kendi çıkarları doğrultusunda bu akıl almaz vahşetleri yapan canavarları besleyip, yön verir oldular.
Astronotlar ve kozmonotlar uzaktan seyreyledikleri, geldikleri yuvarlakta gayri insaniliğin artık diz boyunu çoktan aşıp, boğazlarına değin yükseldiğini ve de neredeyse insanlığı boğacağını gözlemlediklerinden, onların bilim aydınlığı ile dolu, ıpışıl yürekleri üzüntüye gark oldu. Sonrasında, o insanı yelkenlerini indiren derin hüzünlerini bir tarafa bırakıp, kendilerine büyük bir misafirperverlik gösteren, yolluk olarak azıklar koyan ve yollarını dört gözle bekleyen, kısa boylu, tombul, saf ve doğal Camili'li kadınların gözleri değil ama yürekleri ile göreceklerini bildiklerinden, yan yana dizilip, yüzlerinde büyük gülümsemeler ile el salladılar. Yuvarlak olduğu kanıtlanan yer kürenin, Dünya diye adlandırılan kısmında yer alan Camili’li kadınlar da eşarplarını hafif aralayıp, yüzlerini boncuk mavisi gökyüzüne dönerek, bütün sevgileri ile el salladılar. Dünya, yüzeyinde şu anlık var olmaya devam edene onca olumsuzluğa karşın, kendi ritminde beklenen güzelliklere gebe,  dönmeye devam ediyor, Camili Köyü’nde çocuklar harman yerinde, kan ter içinde topun peşinde koşturuyorlar. Maçın skorunu merak ediyorsanız, şimdilik 2-2 devam ediyor.




Amsterdam, 18 Ocak 2016   

11 Ocak 2016 Pazartesi

BEMAL


BEMAL

“Kızmadım hiç elma kurduna,
çünkü bıçağı saplayıp,
giren bendim.
O’nun yurduna.”
                      Sunay Akın


Gün bir kez daha ışıl ışıl aydınlandı. Güneş olanca renklerini her daim yaptığı gibi ihmale mahal vermeden bir çırpıda alabildiğine geniş, alacalı bulacalı değişken kabuklu yeryüzüne serpti. Ama havada yine de bir sabah serinliği vardı. Süleyman kırmızı benekli çefyesini doladığı boynundan usulca çıkardı. Çarşıdaki dükkanları tek tek dolaşıp, satmak üzere aldığı malzemeyi bizzat kendisi seçti. Çarşıda bir dükkanın önüne yığdığı alış verişini Sarı Kız olarak adlandırdığı katırının sırtına yükleyip, özenle üst üste attığı kementlerle sıkı sıkıya bağladı. Yol arkadaşları ile çok zaman kaybetmek istemediklerinden, on köylüsü ile oluşturduğu ekip ile dönüş yoluna çıktılar. Her köylüsünün yükü ucuz buldukları, geldikleri sınırın diğer tarafında, kendi topraklarında satabileceklerine inandıkları çeşitli ürünlerden oluşuyordu. Ürünlerin arasında, kaçak çay, tütün, kol saatlerinden tutun da, yükte hafif, pahada ağır ev eşyalarına kadar farklı gereksinimler vardı. Süleyman’ın köylüleri Bayram, Kasım, Memo, Faruk, Kado, Reşo, Beyro ve diğer arkadaşları bu işi yıllardır yaptıklarından, sermayeleri daha çoktu. Onlar en az dört veya beş katır ile ekipte yer alıyorlardı. Süleyman böylelikle güvendiği, can ciğer olduğu, daha çok sayıda katırı olan arkadaşlarına da yardımcı oluyordu.
Süleyman’nın kaçağa çıkışının üçüncü seferi idi. Fazla bir sermayesi yoktu, ancak çok sevdiği katırı Sarı Kız’a yükleyecek kadar satın alabildi. Bu yükün getirisi elbette fazla olmayacaktı, ama yapacak başka da bir iş yoktu. Evde O’nun yolunu dört gözle, yürekleri ağızlarında bekleyen, aynı zamanda muhtar dayısı Selman’ın kızı, mil yeşili gözlü eşi Güle, kıvırcık saçları kısacık kesilmiş üç yaşındaki kızı Zeliha ve altısından gün alan kepçe kulak oğlu Bawer vardı.
Süleyman’ı bir tek Güle, Zeliha ve Bawer beklemiyordu. Şarjörleri yağlı kurşunlarla dolu, mayınlar misali kayalıkların arkasına saklı, jandarmalar da bekliyordu.
Dönüş yolu, geldikleri gibi oldukça zorlu olacaktı. Bir tarafta jandarma ve diğer tarafta dört bir yana serpiştirilmiş olan, can alan, kafa, kol ve bacak koparıp kurbanlarını ömürleri boyunca sakat bırakan acımasız, ne zaman ve nerede patlayıp, yaşamlarını idame ettirmek için çırpınan, canları büyük bir patlama ile havaya uçuran, üstü örtülü hain bir gizlilikle saklı mayınlar.
Bemal Köyü, garip bir isim de olsa, Kürtçe “evsiz köy” anlamına geliyor. Öyle ki Tanrının bir penaltı atışında, var olan bütün gücü ile sınır çizgisi Zap Suyu yamacına kadar tekmelediği, yirmi beş haneli bir köy. Altmış yaşlarında burma bıyıkları kırlaşmış olan Bemal Köyü muhtarı Selman Dayı da dahil bütün köylülerin tek gelirleri kaçakçılık.
Yaşlı kaplumbağa dağı bütün azmi ve sabrı ile aşsa da, Bemal Köyü de barışın uzağında yer alan bir coğrafyada yer alan kuşun uçmadığı, kervanların geçmediği, ıssız köylerden biri.
Süleyman da Bemal Köyünden. Başka gayesi yok, tek isteği ailesine ulaşmak. Güle’sine aldığı güllü fistanı giydirip, mil yeşili gözlerinin içine bakarak, yanağındaki beni okşayıp, diğer kolu ile de O’nun ince beline dolanmak. Zeliha’ya aldığı sarı saçlı oyuncak bebeğini kucağına vermek, Bawer’e aldığı ve O’nun çok sevdiği itfaiye arabası ile birlikte oynamak tek isteği. 
Sarı Kız ağır yükünün altında iki büklüm zorlansa da, yer yer meşeliklerle kaplı tepeleri ardında bırakıyor. Süleyman’ın arkadaşları sınıra yaklaştıklarından etrafı kolaçan ediyorlar. Jandarmalar, mayınlar gibi saklandıkları yalçın kayalıkların ardında. Titrek parmakları tetiklerde.
Kızgın ve inatçı deve, hörgüçlerini sallaya sallaya hendeği atladı. Bemal Köyü ise yine barışın uzağında kaldı. Semalarında pır pır edip, beyaz güvercinler kanat çırpmadı.
Çok geçmeden kayalıkların ardından saklı hain tüfekler peş peşe patladı. Dağ, taş kurşun sesleri ile inledi. Süleyman "ooy anam" diye inledi. Kızıl kanı bir papatya öbeğinin beyaz yapraklarını al renge boyadı. Güle’nin apansız başı döndü, elindeki tahta kaşık yere düştü. Bemal Köyü Sülaymansız, burma bıyıklı muhtar Selman Dayı damatsız, Güle ersiz, Zeliha ve Bawer babasız, yetim kaldılar.
Meşe ağaçları diplerine derin gölgelerini saldılar. Bemal Köylüleri barışın, kardeşliğin, insanca yaşamın ve huzurun hayli uzağında kaldılar.
Süleyman’ın yanı sıra aynı çatışmada Memo da öldü. O’nun kanları da meşe ağaçlarının serpiştiği kurak topraklara oluk oluk aktı. Güle kocası Süleyman’ın hediye olarak aldığı güllü fistanı giymedi. Onun yerine hep karalar bağladı. Zeliha babasının yadigarı bebeğinin saman sarısı saçlarını okşayıp, annesinin iki dişi kırık tarağı ile uzun uzun taradı. Bawer rüyalarında dahi itfaiye arabasının ardında koşturdu.
Benekli tavşan yuvarlanıp düşmeden Bemal Köyü’nün tepesinden aşağılara indi. Ama güvercin ve zeytin dalları hiç bir zaman Bemal köyü coğrafyasında yer bulmadı.
Binlerce köy barınak sağlıyor bahanesi ile ateşe verilip, bir bir yakıldı. Milyonlarca insan göçe zorlandı. Bemal Köyü’nde Bawer’in evi de yakıldı. Bawer’in yanan evinden düşen molozlar, itfaiye arabasının üzerine düştüler. Uzun uzadıya siren sesleri geldiyse de, Bawer itfaiye arabası ile evinin ve yüreğinin derinliklerindeki kor alevli yangını söndüremedi.
“Beriwan hangi köy senindi,
Şimdi hangi duman senin?”
                   Murathan Mungan
Aslan ile ceylan, kurt ile kuzu, mırmır kedi ile fındık faresi amansız savaşlarını sonlandırıp, barıştılar. Bemal Köyü ve coğrafyasında yer alan milyonlarca insana barışı çok gördüler. Harlanan kaç newroz ateşi etrafında dans edilip, halaylar çekildikten sonra söndü. İstanbul’da, Bemal Köyü’nden Süleyman’ın kepçe kulak oğlu Bawer binlerce susamlı simidi; çatışma, infaz, köy yakmaları, işkence ve insan ölümleri haberlerinin büyük puntolar ile yer aldığı gazete parçalarına sarıp, sattı. Doğa kendisini yüzlerce defa yeniledi. Ayılar inlerinde defalarca kış uykusuna varıp, ardından her bahar uyanıp, hayata yeniden başladılar. Badem ağaçları zor bela fırtınaları atlattılar. Kızıl bereket narları onlarca kez çatladı. Cevizler patır patır yer çekimine karşı koyamadan, toprakla buluştular. Güle, Zeliha ve Bawer barış ortamından yoksun kalakaldılar. Ölenler ile öldürenlerin kardeş olduğu bu diyarda, barış kanadı yaralı bir beyaz güvercin olmaktan kurtulamadı.

Amsterdam, 12 Ocak 2016





28 Aralık 2015 Pazartesi

ATEŞ



ATEŞ

"Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için
Acı veriyor
Sadece acı."


Bejan Matur


Hızla geçip giden onlarca bin yıla karşın, Dünyalıların “kelebek ömrü” yaşamlarında; insanlık kavramı bütün zorlamalara karşın keşfedilemeyenlerden olmaktan kurtulamadı. İnsan diye adlandırılan çeşitli renk, ırk, inanç, kültürel ve etnik farklılığı barındıran beşerin; kıyısından, köşesinden, yüreğinden, elinden, beyninden ve de şiş göbeklerinden, bu ulvi kavram adına bir şeyler her daim eksik kalakaldı, bu anlamda bir çentik atılamadı. Gelinen noktada, ateş yeniden mi bulunmalı acaba diye, düşünmeden edemiyor insan. Bir de yeniden, sil baştan yeni ak sakallı peygamberler buyur edip gelecekse; bu kez sakallı olmayan, tıraşlarını güzelce olmuş, mis amber kokularını sürmüş, saçlarını taramış, erkek olmaları da şart değil hani, tercihen alımlı, güzel Tanrıça Afrodit gibi bayanlar olmalı belki de. Tekerlekler menzile tam gaz dönedururken, içinde insani yaptırımların bulunduğu, yeni altın varaklı kalın kitaplar da inmeli mi dersiniz? En son bin beş yüz yıl kadar önce gelip, insanlara Arap çöllerinden işmar eden peygambere kadar, gelenlerin bugüne değin anlatımlarının ve sağlık verdiklerinin, görünen o ki pek de faydası olmamış gibi. Gösterilen yolda, bir arpa boyu gidilmediği de görülmeli artık. O nedenledir ki, şimdilerde çok yeni ve oldukça farklı şeyler söylemenin zamanıdır. Kızıl ateşin aydınlığının ve sıcaklığının biteviye sönmemesi için, avurtlarımızı zurna veya saksafon çalanlar gibi şişirip şişirip, kuvvetlice üflemeli, şavkı gözlerimizi kırpıştıran o muhteşem kızıl güzelliğin kuş misali elimizden kaçıp, gitmesine mahal verilmeden, kor alevler yeni kuru odunlar ile beslenmeli.

Olur ya, gelmelerine gereksinim duyulursa, yeni gelen peygamberler çok farklı nutuklar atmalı. Mesela Tanrının hiç te anlatıldığı gibi cehenneminin olmadığını. O nedenle kimselerin kara katran kuyularına atılmayacağını. Kazanlarda tamtamlar çalıp, kimselerin yanmayacağını, insan bedenlerinin soslanıp, mangal partilerine malzeme olmayacağını anlatmalılar, Kim ne yaparsa yapsın, ne günah işlerse işlesin, salt yaşamı ve yaptıkları doğrultusunda insanlık, onur ve haysiyet çıtasının kertesini, kendi başının dikliği için, daha yukarılara kaldıracağını söylemeli belki de. Korku ile sevginin bir arada olamayacağı belirtilmeli. Tanrının yamyam olmadığının altı çizilmeli. Cehennem diye bir kavramın olmadığı, Tanrının, insanlığın yaşadığı bu gezegenin ilk önce cennete çevrilmesini istediği, doğanın korunması, dünya güzelliklerinin gelecek kuşaklara miras olarak bırakılıp, har vurup harman savrulmaması gerektiği, rant uğruna her şeyin mübah görülmemesi insanlığa ince ince anlatılarak iletilmeli elbette.
Ateş yeniden bulunmalı. Bulunan ateş harlanmalı. Var olan bütün ışıklar yakılmalı. Güneş bütün renkleri ile doğmalı. Kör karanlık aydınlatılmalı. Büyük insanlığın, büyüklerinin baş danışmanlığına belki de “Küçük Prens” mi getirilmeli. İnsanlığa “görmenin göz ile değil, bunun bir yürek işi” olduğu kavratılmalı.
Mesela Nazım yeniden sevda ve aşk şiirleri yazmalı. “Salkım söğütler ağlayıp, karalar bağlamamalı” gayrık. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi birlikte-kardeşçesine yasanmalı. Bursa’da havlucu Recep’e, Karabük’teki fabrikada tesviyeci Hasan’a, fakir köylü Hatçe Kadına, ırgat Süleyman’a, sana, bana, düşünen insana ve de vatana kimseler düşman” olmamalı, “dolaşbilmeli, hem de elini kolunu sallaya sallaya, bu memlekette ve de tüm dünyada, en şanlı elbisesi ile, yani işçi tulumu ile hürriyet.”
İnce Memet atını incitmeden mahmuzlayıp, yalnızca Çukurova'yı, Anavarza’yı değil, dünyayı, dört nala bir baştan bir başa koşturmalı. Abdi Ağalar kovulmalı dünyamızdan. Memed’ler ince veya kalın olsunlar fark etmez, tarlalarını sürüp, Hatçe’lerini atlarının terkilerine alıp, rahvan yürümeliler. Şair Hasan Hüseyin’in de dizelerinde haykırdığı gibi; Hatçe’ler “çok şükür çok şükür büyüseler de, hem Hatiş olmalılar, hem de istiyorlarsa komünist bile olabilmeliler,” özgür ve hür bir dünyada. Dört bir yanda beyaz güvercinler uçuşmalı.
Güney Yılmaz’lar ki; “kendisinden başka herkesin üzüntüsünü, üzüntüsü, acılarını acıları yapmışlar.” O nedenle hayat kendilerine mutlu olma şansını çok görmemeli. İnsanlığın, “dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığı birisinin gözyaşına içi parçalanabilmeli.” Belki de kediler için ağlandığı, kuşların yası tutulduğu” zaman insan da olunur, insanlık da yeniden keşfedilir.
Ateş yeniden bulunmalı. Tekerlekler hızla dönmeye devam etmeli. Hamingway’in eseri (silahlara veda), insanlar gerçekten de insan ise, film olarak kalmamalı, silahlara gerçekten veda edebilmeli. Aram Tigran’ın dediği gibi tank, tüfek ve toplardan cümbüş yapılmalı. Veysel’in gözleri iyileştirilip, “yürüdüğü ince ve uzun yolu,” asfaltlanıp genişletilmeli belki de. “Sadık yari kara toprağa” bakan gözlerle kavuşmalı Şatıroğlu Veysel. Gönlü alınıp, özür dilenip, küsüp gitmesine müsaade edilmemeli Ertaş Neşet. “mezar arasında harmanın olmayacağı” sözüne kulak verilmeli. “İki büyük nimet olan, anaların ve yarların” kıymeti bilinmeli, her ikisinden de vaz geçilmemeli.
Dostoyevski’nin insancıkları, fakir memur Makar Devushkin, sevdiği uzak akrabası Varvara Alekseyevna’ya sevda mektupları yazmaya devam etmeli. Aşkları dallanıp budaklanmalı ve meyvelerini vermeli. Bu ölümsüz sevgi, salt mektuplaşma düzeyinde kalmamalı. Makar sevdiceği Varvara’nın yumuk ellerini tutup, gözlerinin içine bakarak aşkını, “meleğim, anacağım, Varvara’m” diyerek açıklayabilmeli. Bu kor alevlerle yanan sevda da finalini yaşayabilmeli.
Keza Ahmet Arif; Leyla Erbil’e “Oy sevmişem ben seni” diye, haykırırken; yazıktır, günahtır, şair yüreği platonik bir aşka gark olmamalı. Leyla’sı da aynı tonda ve sevecenlikte avazı çıktığı kadar haykırıp, “ben de seni seviyorum, lo lo  Kürt uşağı” diyebilmeli. Ahmet Arif’in o nadide duygu yüklü yüreğine dokunabilmeli, bazı şeyler yarım kalmamalı.
Mem û Zin, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun sevdalarını doyasıya yaşamalı. Aşkları için zindanlarda ölmelerine, dağları delmelerine, ne de mecnun olup, çöllerde kaybolmalarına gerek olmamalı.
Ateş yeniden bulunmalı. Dönen tekerlekler, dünya çocuklarını alıp, Güney Afrika’ya götürmeli. Şen şakrak çocuklar, dans ederek, dedeleri Madiba’nın ellerini öpmeliler. Apartheidlerin köküne kibrit suları dökülmeli. “O güzel insanların, o güzel atlara binip gitmelerine” bir daha asla müsaade edilmemeli artık. İnsanlığı keşfeden bu güzel insanların mirası olan insanlık bir tarafa atılmamalı. Bu güzelim, kır çiçeklerinin buram buram koktuğu, ferah, aydınlık yolda kendine yakışır değerlere, kendini keşfetmeye doğru, peygamberlere gereksinim duymadan ilerlemeli insanlık.

Ateş yeniden bulunmalı. Hızla dönen tekerlekler, insanlığı daha iyi insanlar olmaya doğru taşımalı. Bu newroz ateşi dünyayı ipil ipil aydınlatmalı, kızıl alevler insanların yüreklerini ısıtıp, güzelliklere doğru akıp, gitmelerine teşvik etmeli. 
Sonuç olarak, pek de pembemsi olmayan kan revan içindeki hazin tabloya rağmen, yine de bir türkü mırıldanmakta fayda var gibi.
"Ah bir ataş ver cigaramı yakayım.
Sen salın gel ben boyuna bakayım."




Amsterdam, 28 aralık 2015

16 Aralık 2015 Çarşamba

MIRMIR IN HOLLAND

MIRMIR IN HOLLAND

Bin bir türlülüğünün yanı sıra, bir o kadar da ihtişamlı rengi barındıran lalelerin, kanalların ve yel değirmenlerinin ülkesi Hollanda’da yaz mevsimi yok denecek kadar az sürüyor. Temmuz ayının ortaları olmasına rağmen, sıcak ve ışıl ışıl bir güneşin hakim olduğu gün yüzünü bu yıl da görmedik. Yaz aylarında böyle olduğu halde, kış mevsiminde de sabahın olmadığı da başka bir gerçek. Bugün Temmuz ayındaki o sıcak ve pırıltılı ender günlerden biri. O nedenle günü bir kuş misali elimden kaçırmaya hiç niyetim yok. Kahvemi aldım ve yirmi metre kareden oluşan bahçeme gelip, emektar hasır sandalyeme kendimi attım. Çok önemli değil elbette, nasıl desem, kahvemi nasıl içtiğimi merak ettiğinizi sanmıyorum, ama belki de bilmek istersiniz diye, kulağınıza fısıldayayım mı? Sade. Kahvemi merak etmiyor olabilirsiniz, ama beni yavaş yavaş merak ettiğinizi sezinliyor gibiyim. Kimim, erkek miyim, kadın mı, kaç yaşındayım, adım ne ve takip edegelen sorular. Belki de “Hayır canım, nereden çıkardınız, ne diye merak edeyim.” de diyebilirsiniz. Hakkınız var.
Bahçem rengarenk ve yemyeşil. Kutu gibi olsa da, var olan alanın uygun yerlerine kuytu ve köşelere olabildiğince çok birbirlerini etkilemeyecek, bir renk harmonisi ve ahengi oluşturacak şekilde çiçekler ektim. Çiçekleri de merak ettiniz değil mi? Evet, şimdi çiçekleri fısıldama sırası. Malumunuz Hollanda’da olduğumu ilk başlarda söyledim. Laleler ilk akla gelenler tabi. Yüzlerce lale, ben pek çoğunun adını öğrenemedim. Bakın burada kapı yanındaki sol köşeden itibaren pembe ve kırmızı olanları var. En sevdiğim lale türü ise papağan dedikleri tür. Diğer adı ile “parrot” lalesi. Değişik renk ve şekillerde. Çiçeği tırtıllı, tam açılmamış ama büyük bir yumru gibi, dolu dolu. Bahçemdekilerin rengi pembe. Papağan lalesinin yanı sıra benim favori lalem, endemik süs bitkilerinden olan Hakkari’nin başı karlı ve bulutlu dağlarında yetişen “ters lale”. Ne yazık ki, bahçemde bunlardan yok. Onları yetiştirmek diğerlerine göre zor olsa gerek. İsimleri genelde latince ama size burada bulunan bir iki tane de kırmızı lalemi tanıtayım. Bakın gördünüz mü bu “Brunello”. Kıpkırmızı değil mi? Bence laleden çok bir gülü daha çok andırıyor. Ve bu da “cefè noir,” yani benim siyah kahvem. Ne güzel değil mi? Gelin gelin sizi ilginç bir lale ile daha tanıştırayım.
Ukalalık gibi algılamayın lütfen. Niyetim salt bu güzellikleri, bu gökkuşağını andıran renk şölenini sizinle paylaşmak. Şimdi sıra sarı kızlarımda. Siyah kahve lalesinin yanındaki sarışın da, bir papağan cinsi. Adı Hamilton. Çiçek yaprakları ne kadar da dikenli dikenli. Dokunun dokunun korkmayın, elinize batmazlar, sadece oldukça sivri tırtıllılar. Ama nasıl da güzel ve sarılar değil mi? Bu sarışın da mı kim? Bunun adı Texas Flame, yani Texas alevi. Sarı gibi görünse de, saçlarına yer yer kırmızı röfleler attırmış gibi değil mi?
Lale bölümümüz bitti. Bundan sonrası hem renk hem de çiçek türü olarak karışık. "cemali güzeller" ile başlayalım mı?. Gördüğünüz gibi sarı, mavi, beyaz bütün renklerden varlar ve iç içeler. Ya bu mor mor "hanım düğmelerine" ne demeli. Nasıl da alımlılar değil mi? Hanımlardan bahsetmişken, bunlar da “hanım sallandı” çiçekleri. Renklerindeki canlılığı görüyor musunuz. Bu güzellik anlatılamaz ki. Gel gelelim “mümüdük” çiçeğine. Aman Tanrım nasıl da mor mor ve salkım salkımlar. Şaşırıp hayran kalmamak elde değil. Baş döndürücü kokuları ile yaseminler, ballı babalar. "Fare kulakları" çiçekleri, masmavi ve dimdik. Daha sonra "ak yıldızlar, çan çiçekleri," ah güzelim "süsenler", muhteşem "peygamber çiçekleri," kar misali bembeyaz dökülen "çoban yastıkları." Bakın bu "kır sümbülünü" mutlaka görmeli ve koklamalısınız. Safir taşı gibi, derin mi derin bir mavilik, okyanusa dalar gibi bir şey. Kırların sümbülü olur da, koca dağların sümbülü olmaz mı? İşte bunlarda başlarında ihtişamlı taçları ile kraliçeleri andıran, "dağ sümbülleri." Pembiş "sütleğenler."  "Hanım elleri;" bembeyaz, narin, ince, estetik, hoşlar ve insanın içini bu kadar çarçabuk ısıtmasını kim öğretti bunlara? "Newroz" çiçekleri. Bunların çizimini tanrı mutlaka ressam Van Gogh’a yaptırmıştır. Yapraklarına serpişen sarıya bakarsanız siz de bana katılırsınız. Nasıl sizce de değil mi? Yine sarı sarı "karahindibalar." Minik minik beyaz "müge" çiçekleri. "Aslan ağzı" çiçeklerine ne dersiniz. Krem rengini andırsalar da, daha çok açık sarı değil mi? Ve son olarak da benim canım “unutmabeni” çiçeklerim. Maviliklerinde pek iddialı olmasalar da, güzellikleri unutulacak gibi değil.
Umarım sizi sıkmamışımdır. Size bir kahve dahi sunmadım. Çiçeklere daldık gitti, yani güzelliklere. Kusuruma bakmayın ne olur. Ne kadar kötü bir ev sahibiyim. Buyurun şöyle oturun, yordum sizi. Biraz önce unutmabeni çiçeklerini gösterirken, kendimi tanıtmayı unuttuğumu hatırladım. Ben Sude hanımın kedisi “Mırmır”. Yalanlarıma aldanmayın. Öyle sade kahveler falan da içtiğim yok. Sude hanım çok içiyor, ben de O’na özeniyorum. Hatta bir keresinde Sude Hanım mutfağa gitmişti ve fincanın dibinde çok az kahve kalmıştı. Güzel sahibem bu kadar çok sevdiğine göre ben de şuracıkta tadına bakayım dedim. Bakmaz olaydım, kahvenin berbatlığına mı yanarsınız, Sude Hanıma yakalanmama mı. Sude Hanımdan ne kadar çok memnunum bilemezsiniz. O kadar hanım hanımcık ki. Kahve içmeme kızıp, terlik falan da atmadı tabi. Sadece garipsedi ve şaşkınlıkla baktı. Telaşlandım, fincanı devirdim. Kalan kahve olduğu gibi kar beyazı tüylerime döküldü. Tüylerimden söz açmışken, kendimi çok beğenirim. Güzelliğim Allah vergisi. Gözlerimin güzelliği dünyanın dört bir yanında konuşulur. Çünkü ben bir Van kedisiyim. Vaktimin çoğunu ya bahçedeki çiçeklerin arasında, ya da cımbızım olmasa da aynanın karşısında geçiririm. Pembe, uzun, ince dilimi çıkarır, bütün tüylerimi tek tek tarayıp, temizlerim. Sude hanım gibi gözlerime sürme çekmeme gerek yok. Güzellikleri malumunuz. Bu konuda mütevazi olmamı beklemezseniz sevinirim. Sude Hanım gözlerine sürmeler çekse de, O’nun da gözleri oldukça güzel. Masmavi derin denizler gibi. Baktığınız zaman bu deryalara, eğer yüzme bilmiyorsanız daha fazla bakamazsınız. Boğulacağınız hissi çok geçmeden gelir sizi bulur. Ardından kendinizi mahcup bir eda ile yere bakar bulursunuz.
Yıllarca önce Türkiye’den buralara kaçmak zorunda kalmış. Şimdilerde altmışlı yaşlar da. Dedim ya hala çok ama çok güzel, "cami de mihrap da yerinde duruyor," hem de dimdik. Hiç bir deprem çatlak dahi oluşturmamış. Ülkesinde gazetecilik yapıyormuş. Bana anlattığı kadarı ile; bir eylül günü asker postallarının sesi ülkenin dört bir yanında duyulur olmuş. Ardından tank sesleri ve her yeri ölüm kusan silahların gölgeleri kaplamış, bütün ülke topraklarında bir şiddet sarmalı hakim olmuş. Sude Hanım şanslıymış bir yolunu bulup, bu laleler, kanallar ve yel değirmenleri ülkesine gelmiş. O barbarca işkencelere maruz kalmamış. Beni beş yıl önce bir arkadaşı ile daha ben yavru iken getirtti. Hayal meyal hatırlıyorum. Uçak denen o devasa kuşlardan birine bindiğimizi ve midemin berbat bir halde bulandığını hatırlıyorum. Ben bildim bileli her gün ve her an yazıyor. Bu yüreğini yıldızlara asmış olan kadın, bütün gün ne yazar ben de bilmiyorum. Yazdıklarından bazılarını bir gün olsun bana okumadı, fikrimi sormadı. Oysa beni ne kadar da çok sever. Yazarken çoğu zaman beni alıp, masasına bilgisayarının yanı başına oturtur. Gözlerime bakarak yazmaya başlar, tabi ben de baygın baygın O‘nun gözlerine.
Size bahçede bir sürü birbirinden alımlı ve mis kokulu çiçek gösterdim, sizleri onlarla tanıştırdım. Ama asıl çiçeğim ile henüz tanıştırmadım. Evet benim en güzel çiçeğim. Bakın dış kapıyı açıyor ve içeri giriyor.
Mırmır… Neredesin kızım? Ben geldim.”
Miyav… miyav.” Evet bu gelen Sude Hanım. Çok güzel değil mi? Anlatımımın ne kadar da eksik kaldığını gördünüz mü? Size bir sır da vereyim mi? Galiba son zamanlarda sevdiği bir adam da var. Kıskansam da, O'nun hayatta daha da mutlu olmasını istediğim kadar, hiç bir şeyi istemiyorum. Sude Hanım mutluluğu hak ediyor, çok mutlu olsun. Lalelerin arasında, kanal boylarında, yel değirmenlerinin etrafında, sevdiğinin kolunda ve tabi ben de kucağında olayım ve sülün gibi dolanan çok mutlu bir kadın olsun.
Tüylerimi okşar mısınız? Korkmayın, tırmalamam. O kadar da vahşi değilimdir, Övünmek gibi olmasın, Van'liyim dedim ya. Sizi öpebilir miyim?





Amsterdam, 16 Aralık 2015 




13 Aralık 2015 Pazar

PİRO





PİRO

Yaşı kemale erdiğinden olacak, çok yüksek olmasa da tepeleri tırmanmakta, artık bir hayli zorlanıyordu. Oysa belalı başında kavak yellerinin esmekte olduğu zamanlar, değil bu Pur yaylasının kıçı kırık yüz metrelik tepesini; binlerce metre yüksekliğinde, geçit ve adamı saklayıp ele vermeyen sarp dağları, ay ışığında şavkı yüzlerce metre ileriden görülen mavzeri, omuzundan çapraz beline doğru uzanan sıra sıra inci gerdanlıklar gibi dizili domdom kurşunları, kafasını dimdik tutan boynuna sarkıttığı dürbünü, ayağında İzmir efelerinin körüklü çizmeleri ile uçurumları ve kayalıkları bana mısın demez, bir ceylan misali sekerek çıkardı. Şimdilerde ise kendisini adeta kabuğuna iyice çekilmek zorunda kalan bir kaplumbağa gibi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyen, miskin bir ihtiyar gibi yaşıyordu.
Henüz yirmili yaşlarda iken kanun ile ters düştü. Hiç istemediği bir öldürme olayında, kendisini savunmak zorunda kaldığından elini İstemeden kana buladı. Olay sonrası çok geçmeden tasını tarağını toplayıp, terki diyar edip, gözlerden ve gönüllerden hayli ırak gitti. İç Anadolu bozkırındaki Kürt köylerinden kaçışı, onu güneyde Çukurova’ya kadar getirdi. Önceleri bölgede dağa çıkan bir kaç eşkıyanın yanında yer aldı. Her defasında kısa aralıklarla eşkıyaların adamı olmayı ret edip, ayrıldı. Çok geçmeden kendine bağlı gözü pek adamlarını toplayıp, başına geçti.
Etekleri neredeyse Akdeniz’den çıkagelen Toroslar, Bolkar, Tahtalı, Ala dağlarının zulalarında saklanıp, kendisini güvende hissettiğinde düzlüğe indiği Anavarza kayalıkları ve Çukurova büklerinde uzun yıllar, “dediğim dedik” hüküm sürdü. Vicdanı hiç bir zaman gaddarlıktan yana olmadı. Zalimin yanında bir dakika olsun yer almadı. Yanındaki adamlarına ve çevre halkına karşı her daim adil olmaya çalıştı. Paylaşımdan büyük mutluluk duydu. Bir kaç kez çatışmalarda hafif sıyrıklar ile postu deldirdiyse de, bedeninin direngenliği ile kefeni her defasında yırttı. Elinden geldiğince mazlumun, fakir-fukaranın, savunmasızın ve halkın yanında yer alarak bu yalçın dağlara adını Kürt Piro Ağa olarak yazdırdı. Yöre halkı, Kürt Piro Ağa ismini her zaman büyük bir saygı ve minnetle andı. Torosların eteklerinde ve Anavarza toprağında yaşayan börtü böcek, bir birinden güzel öten bin bir kuş, kayalıkların üzerinde av peşinde fır dönen kartallar, burcu burcu kokan olabildiğince albenili kır çiçeği, deve dikeni, kengerler, çiğdemler, çamlıklar, mersin ağaçları, kıvrıla kıvrıla süzülen yılanlar, solucanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler, sırtlanlar, kurtlar, çakallar ve bilumum canlı; kendilerini Kürt Piro Ağa’nın koruması altında buldular. Torosların eteklerinde toprağı üzerinden atıp fışkıran, güneşe merhaba diyen her çiçeğin başında dakikalarca durur, onları koklar, kızlarım diye incitmeden okşar ve mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine hapsedercesine çekerdi.
Oysa şimdilerde, Philips marka transistörlü radyosunu sırtlanıp, Pur Yaylasının yirmi haneden oluşan yerleşim yerinin karşısındaki tepeye tırmanırken ıhlayıp pufluyordu. Artık yetmişli yaşlardaydı. Yirmi yıl önce çıkan bir genel aftan faydalanıp, sarp dağlardan düzlüğe inip, insanlarının arasına katıldı. Önceleri, sanki ayakları yere basmıyor gibiydi. Yaşama yeniden katılıp, adapte olmakta oldukça zorlandı. Göstermelik bir askerlik sürecinin ardından, baba ocağına döndü. Ne yazık ki o yokken, Anne ve babası da ölmüşlerdi. Cenazelerine dahi gelememişti. Beşikte bırakıp gittiği köyündeki bebekler, büyüyüp askerliklerini tamamlayıp, nişanlanmışlar, evlenmişler ve çoluk çocuğa karışmışlardı. Uzun bir eşkıyalık serüveninin ardından, erken yaşta kocasını kaybeden Zerya ile konu komşu aracılık yapıp, Piro’yu baş göz ettiler. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen pek de şikâyetçisi olmadığı bu evlilikten, pırıl pırıl iki oğlu ve bir kızı oldu.
Pur Yaylası’nın tepesinin doruğuna ulaştığı zaman oturacak düz bir taş aradı. Bir çalılığın arkasına saklanan büyükçe düz bir taşı yerinden kaldırıp uygun bir yere atıp, ayaklarını yaya yaya oturdu. Akşam karanlığı iyiden iyiye çöktü. Alabildiğine berrak görünen gökyüzünde yer yer parlak kırpılmış yıldızlar salınırken, ay gümüş renginin tüm tonları ile çıkageldi. Piro radyosunun düğmelerini tütünden tamamen sararan boğumlu parmakları ile çevirdi. Radyodan art arda anlaşılmaz gürültüler geldi. Uzun bir uğraşıdan sonra Erivan radyosunu bulduğu zaman, ellerini çekti. Radyoyu kendisine doğru sağ ayağının dibine koydu. Erivan radyosunu ancak bu yükseltide dinleyebiliyordu ve Ayşe Şan çok içli bir sesle “Salıho” stranını (Kürtçe türkü) söylüyordu. Elini pantolonunun cebine daldırıp, gümüş tabakasını çıkardı ve Zerya’sının saçlarını andıran bir tutam altın sarısı tütün alıp, sardı. Tütün genzini yaksa da Saliho stranının melodisi yüreğini yaktığı için bu daha baskın geldi. İlkel yapılı yayla evlerinden sönük ışıklar süzülüyordu. Ayşe Şan'dan sonra neşeli bir strana başlayan, Kürt müziğinin gökyüzündeki yıldızı Mehmet Arif Cızrawi, “Kıne” (kısa) adlı bir Kürt dilberine dillere destan aşkını anlatırken, ay elini çenesine götürdü, yanıp sönerek göz kırpan yıldızlar ise uçsuz bucaksız bir halaya durdular. Radyo “dengbej” Mehmet Arif Cizrawi’nin, insanın kalbini dağlayan sesini mucizevi bir şekilde getirip, Pur Yaylası’nın tepesinde Piro’nun hafiften tüylenen kulaklarına aynen şöyle ulaştırdı.
“Kinê
Adın ne güzeldir bu dünyada,
Kinê Kinê
senin başın için,
ah bu yüreğim el vermiyor ki adını söylemeye
yaman, yaman, yaman...
Adın alemin içinde şirindir
yüreğim el vermiyor ki, adını telaffuz edeyim.
Ben şehirlere gitmek mecburiyetindeyim.
Senin aşkın için diyar diyar dolaşmaya oy oy oy Kinê,
mecburum ben şehirlere gidip dolaşmaya.
Humus şehrine, Hama’ya
altın, gümüş, yakut ve zümrütten yapılmış,
bu dünya malı olan bir kemer,
getireyim Kinê me.
Takayım ince beline
yaman yaman yaman....
Düğünlere, halaylara gitmesi için,
yeşilliklere, sazlıklara, dere kenarlarına
o keten elbiseni lo lo yırtmaya..
yaman, yaman, yaman...
……………………”
Piro uzaklara daldı gitti. Tabakasından tutam tutam tütün alıp sardı. Olacak gibi değildi. Bu güzelim dil, güzelim melodiler yasaklıydı. Onca yıl Çukurova’da tüfek çatmış, vurmuş vurulmuş, zalimin ensesine çökmüş, kurt ve kuş ile arkadaş olmuş, çiçeklerle konuşmuş, dağlara hükmetmişti. Doğada ne kurt kuşun ötmesine, ne de kartallar baykuşlara böylesi yasaklamalar getirmemişti. Vakti zamanında dünyaya kafa tutan Piro, melodileri bu yasaklı dilde, gizli, saklı dinledi.
Piro uzun uzadıya dinlediği ve mest olduğu melodiler ile sık sık eşkıyalık yıllarına gitti. Bir taraftan da çok tatlı bir uyku bastırdı. Eriwan radyosu yasaklı bir dilden stranları Pur Yaylası’nın tepesinde özgürce sürdürdü. Piro tepede uyuya kaldı. Ay gökyüzündeki yıldızları toplayıp, gitti. Uzaklardan şaşılası güzellikteki renkleri ile sökün edip, gelen güneş; ışıklarını Piro’nun üzerine serpiştirirken, Eriwan radyosunda coşkulu sesi ile Meryem Xan ve ardından da Tahsin Taha yeni bir stranı yorumluyorlardı. Güneş renkli, sıcak, tatlı ve parlak, yaşlı Kürt Piro uykulu ve mahmur, Pur Yaylası birbirine karışan insan ve hayvan seslerinden dolayı gürültülü, kocası gece eve gelmeyen, acaba başına bir şey mi geldi diye meraklanan, sarı saçlı, üzüm gözlü, yaşı ilerlemiş olsa da güzelliğini sürdüren Zerya ise oldukça telaşlıydı.

Amsterdam, 13 Aralık 2015


6 Aralık 2015 Pazar

O




O

“Hasret ateşiyle dövülmüş sımsıcak bir demir gibi
Ne güzel şey düşünmek seni.”
                                      Nazım Hikmet

O, benim on dört yaşımın, pırıl pırıl, pır pır atan, duygulu minik-çocuk yüreğimin, sancılı ilk göz ağrısı idi. Başımdan geçen, kalbime derinlemesine musallat ettiğim, pek çoğu da platonik olan aşklarımın, belki de en platonik olanıydı. Uzaktan uzağa kımıl kımıl, hareketlerini, gülüşünü, bakışlarını, konuşmasını pür dikkat izlediğim, kendisine ha bugün ha yarın diye açılacağımı umduğum ve karşılığının alınması ile ölesiye mutlu olacağımı bildiğim zavallı, susuz kalmış kızıl bir gül misali boynu bükük, üzgün, süzgün ve vuslat özlemi ile dopdolu bir aşktı O.
O, ne şaşılası, anlatılamaz bir güzellikti. Buğulu zeytin gözlerinin iriliği, baktığınızda derinliği insanı soluksuz kılan, kirpiklerinin kıvrımlı uzunluğu, kaşlarının o güzelim eğimi, dudaklarının korluğu, gamzeli yanaklarının parlaklığı, saçlarının kömür karası bukleler halinde çağlayanlar misali bedenine dökülüşü ile, var olan aklımı, uzun süre gelmemek üzere, başımdan hepten alıp gidendi O. Her ne zaman gözlerim kendisine ilişmeye görsün, başımdan uçup giden aklım, beraberinde açılan göğsümden fırlayan yüreğimle el ele verip, bu muhteşem güzelliğin karşısında, beni yapayalnız ve biçare bırakırlardı.
Çehresinin inanılmaz güzelliği, yaşayan canlı bir Yunan heykeli gibiydi. O sert kar beyazı mermerdeki fazlalıkları yontup, dünyanın en güzel heykeli olan Afrodit’i yaratan, ünlü heykeltıraş Praksitales, sanki zaman tünelinden geçip, dünyaya yeniden gelerek, O’nun da gizli saklı bir heykelini yapmıştı. Tanrı da verilen bu inanılmaz, şaheser emek karşısında, şapka çıkartmak zorunda kalıp, bu esere can ve kan vermişti. Aynı Tanrı, bununla kalmayıp, sonrasında insanı mest eden o şaşılası gülümsemeyi, nasıl da sihirli bir şekilde, o gamzeli güzelim yüze kondurmuştu.
Bir insana, en sıradan bir giysi dahi, şaşılacak derecede, ancak bu kadar yakışırdı. Takıp takıştırdığı her obje sanki, sadece O'nun üzerinde, var olan değerinin bin katını katlayarak güzelliğine güzellik katar, kıymet bulurdu. Ayakkabı bağcıklarının dahi, çok daha ayrıcalıklı, estetik ve en güzel O’nun ayaklarında durduğuna inanırdım. Vakti zamanında; Yüreğimi yakıp, kasıp kavuran, depremlerle yerle bir eden, virane çeviren, “memleket bakışlı gözlerine saatlerce bakıp, kendimi anlatamadığım” bir aşktı O. “Son hayalim, son hasretim, son sözüm, nar tanem, yutkunuşum, uyanışlarımın en güzeli” idi O.
Çocuk kalbimin ölesiye vurgunu olduğu bu aşka açılabilmek için hep uygun zamanı bekleye durdum. Her gelen an, o an değildi. Lakin ben bekleyedururken, öyle bir an gelmişti ki, çok ama çok geç kalmıştım. Yanında ben yürüyeceğim, elinden ben tutacağım, gözlerinin derinliğinde ben kaybolacağım darken, gördüm ki bunu başkası bütün bu ulaşılmaz güzellikleri, çoktan yapar olmuş. Benim yaşamdan en büyük isteğim olan bu arzumu, elini çabuk tutan en yakın arkadaşıma kaptırmıştım. Dünya başıma yıkıldı. Art arda aylarca şiddetli artçı depremlerim dur durak bilmedi. Yeryüzü ve gökyüzü yer değiştirdi. Kapkara bulutlar yeryüzünde dolaşır oldu. “Kalbimden kalbine giden, görünmeyen büyülü yol” gaddarca kesildi. Ben, ben olmaktan çıktım. Dünyamdan geçtim. Tadım tuzum kalmadı, tükendi. Tutunduğum bütün dallar ansızın koptu. Uçsuz bucaksız uçurumlarda hızla düşer oldum. On dört yaşında olmama rağmen, saçlarım apansız kar beyazı oldu. Esir düştüm, tutuklandım, yüzlerce yıl rutubetli-karanlık hücrelerde unutuldum, işkenceler gördüm, ölüm oruçlarına yattım, sürgün edildim, özgürlüğüm gasp edildi, ellerim kelepçelendi, ayaklarıma prangalar takıldı, yüreğim koparıldı, köyüm yakıldı, ana dilim, kimliğim, kültürüm, gelenek ve göreneklerim yasaklandı, zifiri bir karanlık, afakanlar bastı. “Her yanı çiçekler açmış, yemişlerle dolu bir fidana benzeyen güzel yüzüne hasret yaşar” oldum. “Beni kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz, beni O’suz, beni bensiz bıraktılar.”
Vakti zamanında, “bana memleket, bana su, bana tat, bana uyku, bana rüzgar gibi esen sevgili” idi O. On dördümde, benim gözümde, dimağımda, minik yüreğimde, o taze bedenimdeki bütün hücrelerimle hissettiğim bir tanrıça idi O. Beş yüz yaşıma da gelsem, O benim çocuk masum kalbimin ilk aşkıydı. Yaşayacağım beş yüz yılın inim inim unutulmaz sızısıydı. “Manolya kokulu başını bir kez olsun kollarımın arasına alamadığımdı.” Ve O, şimdi nerelerdeydi? Evlendi mi, çocukları var mı, hayatta mı, ne yapar-ne eder, O hala öyle güzel mi, gamzeleri duruyor mu, gözlerinin derinliğinde hala kayıplar oluyor mu? Yıllar yılı O’nu unutmayıp, hatırladığım gibi, O da beni hatırlar mıydı? Heyhat olan oldu ve onlarca yıl sonra, şimdilerde beynime çöreklenen, salt bir soru yumağı oldu O.

Amsterdam, 5 Aralık 2015


26 Kasım 2015 Perşembe

BU ALEMDE KAÇ KİŞİYİZ




 BU ALEMDE KAÇ KİŞİYİZ
“Aloo… ah be oğlum Ali… Benim, Hüseyin. Sesimi almadın mı yoksa, hala uyanamadın mı? Ulan kargalar bile uyandı, sabah kahvaltısında boklarını yediler. Akşam ne yiyeceklerinin telaşına düştüler. Sen hala uyanamadın gittin.”
“Hüseyin ya, kardeşim ne kargası, ne boku? Neden bahsediyorsun sen? Uyandım, fakat canım hiç bir şey istemiyor. Moralim berbat.”
“Neden, ne oldu ki?”
“Asiye’yi dün çarşıda gördüm. Arkadaş ben O’nun için yanıp, tutuşurken, hanımefendi dönüp bi yol suratıma bile bakmadı. Anlayacağın halim pek hal değil, daha doğrusunu söyleyecek olursam Hüseyinciğim, tadımdan yenmeyecek durumdayım.”
“Oğlum sen de kafayı taktığın şeye bak hele. Senden iyisini mi bulacak. Bugün olmazsa yarın senin kollarına koşacak Asiye yengemiz. Bak Leyla da başlarda bana karşı aynen böyle idi. Bak şimdi bensiz nefes dahi alamıyor. Kadın kısmı biraz nazlıdır. Öyle biz erkekler gibi tepetaklak atlamazlar. Bekleyip sabredeceksin. Bu arada; ne diyeceğim sana, akşama Murat, Selim ve Memo’yu da çağırsan da bu akşam oldu olacak felekten bir gün çalsak. Bizim Dimitri’nin meyhanesine gideriz, hem sen de biraz açılırsın.”
“Vallahi iyi fikir. Kafayı çekmek belki iyi gelebilir. Biraz olsun üzerimdeki berbatlığı bir tarafa atarım. Ben bizimkileri ararım. Akşam sekiz gibi bende buluşalım mı?”
“Olur bana uyar. O zaman ben sizi gelip alırım. Benim de ihtiyacım var. Biraz kafayı demleriz. Son zamanlarda her şey üstüme üstüme gelmeye başladı.”
“Tamam kardeşim, dert etme. Akşama buluşuyoruz o zaman.”
Hüseyin telefonu kapatıp, mutfağa kahve yapmaya gitti. Gür bıyıklarını çekiştirerek kahve kutusunu aradı. Uzun düz saçları eğildiği için, çağla yeşili gözlerinin önüne bir perde gibi indi. Bugün izin günüydü, taksicilik yapmasına gerek yoktu. Haftada bir gün izin alıyor ve her çalışmadığı günü, eğer arkadaşları da zaman olarak uygunlarsa, onlar ile birlikte geçiriyordu.
Annesinden yadigar kalan, iki fincanlık soğuk su koyduğu bakır cezveyi ateşe koydu. Kokusu mutfağa mis gibi yayılan kahveden ekledi. Kahveyi karıştırırken elinin yanmamasına dikkat etti. Bir yandan da iki yıl önce kaybettiği, tatlı gülümsemeli, kar beyazı boncuk işlemeli tülbendinden taşan kırlaşmış kahkülü gözüken, gün yüzü görmeyen annesi gözlerinin önünde belirdi. Yüreğine, O’nu alıp götüren tatlı bir hüzün dalgası yayıldı. Buğulanan gözlerinden bir damla gözyaşı olabildiğince çabuk özgürlüğüne kavuşmak istercesine, kendisini saldı ve Hüseyin’in karıştırdığı köpüren kahvenin içine düştü.
Gül yüzlü anacığı şimdi olsaydı, nasılda boynuna sarılır, O’nun yumuş ellerinden doyasıya öperdi. Babası O küçük yaşta iken bir trafik kazasında öldüğü için, kendisini sadece resimlerden tanıyordu. Annesi Sultan hem annelik hem de babalık yapıp, dişi tırnağı ile dikenli hayata tutunup, oğlunu büyüttü. Tam rahat edecekleri sırada da anneciği biricik oğlu Hüseyin’i ardında bırakıp yıldızlara uçtu.
Yer yer tüylenen sarı koltuğa oturup, kahvesini yudumlarken, kömür gözlü, gamzeli, süt beyazı ipek tenli ve dalgalı saçlı, yaklaşık altı aydır arkadaşlık yaptığı Leyla’nın çehresi hayal bulutları halinde gelip, bulunduğu odada da dolaşmaya başlayınca, yüreğine çöreklenen kasvet aniden dağılıverdi. İçine üst üste bal damlaları düştü. O şen şakrak hali, kocaman gülümsemesi ve cıvıl cıvıllığı ile ne kadar da hoştu. Üst dudağını kaplayan gür bıyıklarının altında, mutluluğunu ortaya koyan geniş bir gülümseme belirdi.
Dışarıda tatlı bir esinti halinde sonbahar rüzgarı hakim. Rüzgar ağaçlarda yer yer kalan sarı ve kırmızımtırak hazan yapraklarını koparırken, yerlere düşenleri de oradan oraya sürüklüyor. Savrulan sarı ve kırmızının farklı tonlarındaki yapraklar birbirlerine karışarak, kuytuluklarda öbekler halinde toplanıp, oluşturdukları sinerji ile savrulmamak için rüzgara karşı koyuyorlar. Güneş belli belirsiz ışınlarını salıp, canlıların ve yeryüzünün ısınması için herhangi bir gayret göstermiyordu. Penceresinin camında ansızın uçacakmış gibi kanatlarını yarı yarıya kadar açıp kapayan, sonrasında, karar değiştirip, “biraz daha kalayım” der gibi, bundan vazgeçen beyaz bir güvercin belirdi. Kanatlarını çırptıkça camdan sesler geldi. Belli ki açtı. Hüseyin mutfaktan bir avuç bulgur aldı ve camı usulca açmasına rağmen, ürküp korkan güvercin, bahçedeki erik ağacının orta kısmında, iki kızıl yaprağın düşmemek için direndiği dallardan birine kondu. Hüseyin camın dış pervazına avucundaki bulguru ince bir hat halinde döktü. Cam kapandıktan sonra, çok geçmeden tehlikenin ortadan kalktığına gören, beyaz güvercin tekrar geldi. Serpilen bulgur tanelerine gagasını seri vuruşlarla, ahşap pervazda ritmik sesler çıkararak yemeye koyuldu. Esen rüzgarın etkisi ile kanat çırpmakta zorlanan iki minik serçe de gelip, Hüseyin’in sunumundan ürperti ile faydalandılar.
Evin içinde biraz daha oyalandı. Duyduğu derin özlemin dayatması ile daha fazla dayanamadığı Leyla’ya telefon etti.
“Sevgili nasılsın, sesini duyayım dedim. Seni çok özledim.”
“İyiyim canım, ben de seni çok özledim. Ama senin bugün programın vardı. Hani şu felekten gün çalmalar, falan. Bu felekten gün çalma işi neden bir gün de benimle yapılmıyorsa, onu da anlayamıyorum, ama ne ise. Sineye çekiyoruz zorunluluktan.”
“Canımsın. Biraz daha sabır be güzelim. Uzun bir ömür boyu beraber çok mutlu olacak ve birlikte yaşlanacağız. Bu günleri iple çekiyorum ve çoğu gitti azı kaldı biliyorsun. Ve ben seni çok ama çok seviyorum. Sen benim dünyam, her şeyim, hayatım ve de en kıymetlimsin.”
Doğrusu, Leyla’nın yerden göğe kadar hakkı vardı. O’na daha fazla vakit ayırmalıydı. Bir oda ve salondan ibaret olan evini silip, süpürdü. Yemek yapmasına gerek yoktu. Nasılsa arkadaşları ile meyhanede bir şeyler yerdi. Akşam olmak üzereydi, gitme vakti de geliyordu.
Kar beyazı ütülü gömleğini ve üzerine de siyah takım elbisesini giyip, evden çıktı. Arkadaşlarının hepsi Ali’nin evindeydi. O nedenle arabayı Ali’nin evine doğru sürdü. Ali arabanın ön kısmğna, arkaya da Murat, Selim ve Memo yerleşti. Arabanın içinde bir anda gülüşmeler, şakalaşmalar aldı yürüdü. Bir taraftan da arabının teybinden, Ahmet Kaya bangır bangır bağırıp; "kafama sıkar giderim." şarkısı gürültüye karışıyordu. Yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Dimitri’nin meyhanesine geldiler.
Meyhaneden buram buram yemek kokuları yükseldi. İçerisi doluydu. Müzeyyen Senar “makber” şarkısını inlerken, dışı buğulanan rakı bardakları “camiye mi geldik, hadi yarasın, içelim güzelleşelim” mırıldanmaları ile fora olup, bir anda havaya kaldırılarak tokuşturuluyordu.
Beş kafadar meyhaneci Dimitri’nin gösterdiği masanın etrafında bir halka oluşturdular. Çok geçmeden Dimitri alabildiğine masayı donattı. Şerefe kaldırılan kadehlere, beş kafadarın kadehleri de katıldı. Konu dönüp dolaşıp, sevgililere geldi. Hüseyin hariç diğerleri bir nevi platonik aşklar yaşıyorlardı. Sohbet derinlere inmeden, aşklar etrafında dönüp dolaştı. Meyhanedeki kederli erkeklere, böylelikle yenileri katıldı. Masaya çöken hüzün art arda içilen içkiler ile kafaları iyice hoş etti. Ah Asiye, ah Leyla… Zeynep… Rojda… Ahh Aliye nidaları yükseldi. Sohbetin tadı tuzu kalmadığı gibi, zaman da geç olduğundan kalkmak üzere toparlandılar. Hüseyin sevecenlikle Dimitri’nin tombul yanaklarından iki eli ile makas alıp, sallana sallana meyhaneden çıktılar.
Arabaya binip eve doğru yola koyuldular. Hüseyin arkadakilere dönüp;
“Söyleyin bakalım. Ulan kaç kişi kaldık biz bu alemde?” Arabada bulunan beş kafadardan da aynı anda;
“Beş kişi kaldık. Beş” sesleri yükseldi. Hızla ilerleyen araba önce murat’ın evinin önünde durdu. Murat arabadan inip uzaklaştı. Selim;
“Ya bu Murat da yaramaz adam. Pintinin teki.” Ardından da arabada kalanlar;
“Haklısınız ya, aynen dediğiniz gibi” diye onayladılar. Hüseyin tekrar devreye girdi.
“O halde arkadaşlar kaç kişi kaldık bu alemde?” Bu kez de hepsi birlikte;
“Dört kişi… Dört” diye bir ağızdan bağırdılar. Ardından da Selimi evine bıraktılar. Selim de iner inmez, bu kez de Hüseyin devreye girdi.
“Selim de yavşağın teki. Bir dediği bir dediğini tutmuyor. Çok yanar döner biri.”
“Evet ya haklısın, aynen dediğin gibi.” Onaylamaları anında arabanın içinde yankılandı. Bunun üzerine Hüseyin;
“Kaç kişi kaldık bu alemde?”
“Üç kişi kaldık hemşehrim, üç kişi” diye avazları çıktığı kadar bağırdılar. Karanlık ve dar sokaklar aşılarak Ali’yi de evine bıraktılar. Arabada bir tek Memo ve Hüseyin kaldı. Hüseyin Memo’yu da evine bıraktıktan sonra, bir başına kalacak ve evinde oturup, Leyla’sını düşünecekti. Yarın iş günüydü. Belki fazla oyalanmadan uyur ve kim bilir rüyasında da Leyla’sını görürdü.
Memo’nun kapısının önünde durdular. Hüseyin’in hiç beklemediği bir anda, Memo arabadan inmeden, dönüp Hüseyin’in yakasından tutup, çekiştirdi.
“Bana bak oğlum Hüseyin bak en son ben iniyorum. Benim arkamdan da, hakkımda kötü şeyler söylersen kötü olur. Bunu duyarsam çok bozulurum ve seninle yollarımız ayrılır. Evet sen söylemeden, ben söyleyeyim. Bu alemde iki kişi kaldık. Ama, sen sen ol, kendi kendine içinde bile benim arkamdan hiç bir şey söyleme. Yoksa şuracıkta ümüğünü sıkarım senin. Bunu aklının bir köşesine yaz. Tamam mı?” Memo iyi bir arkadaşı idi ve doğrusu O’nun hakkında kötü şeyler söylemeye dili varmazdı. O nedenle memo’nun bu çıkışını oldukça garipsedi.
“Yok babam yok. Senin için ne söyleyebilirim ki. Sen benim kardeşimsin.” Hüseyin tehlikede olduğunu gördüğü ümüğünü telaşla tutarken, Memo evine gitmek üzere, karanlıkta kayboldu, Arabanın farları loş yolları aydınlatarak uzaklaştı.

Amsterdam, 26 Kasım 2015




  






16 Kasım 2015 Pazartesi

MURTAZA



MURTAZA

Ben Murtaza. Bekçi değil. Çetrefil hayatın alabildiğine yorgunu, ince ince düşünen, kılı kırk yaran, yeryüzündeki her beşere karşı nazik ve kibar olan Murtaza. Her daim, elimden geldiğince; aman bu dünyada kimseciklerde gönül kırılmaları olmasın diye özen gösteren, her şeyi, her an, en ince detayına kadar düşünmeye çalışan biriyim. Kimseleri üzmeyi, kırmayı ve hayal kırıklığına uğratmayı, bugüne değin bana yettiğine inandığım, tartıya vuramadığım, avuçlarımın içine alıp, kırpıştırdığım çakır gözlerimle boğumlarını inceleyemediğim, bir sünger gibi sıkamadığım, ne denli büyük olduğunu bilemediğim, ceviz içi görünümlü, köşesiz aklımdan, mümkün olduğu kadar geçirmemeye çalışıyorum. Her durumda, ne olursa olsun, olur ya üzülecek, kırılacak veya hayal kırıklığına uğrayacak birileri varsa, söz konusu kişi bunu çok fazlası ile hak ettiği halde, anında hışımla biçare, hassas yüreğime döner ve paralanmaya layık kişi yine ben olmalıyım derim. "Kendim ediyor, kendim buluyor, gül gibi sararıp, soluyorum. Eyvah... eyvah."  Olan sonuçta ben Murtaza'ya olur.
Gelinen noktada, uzun uzadıya dönüp dolaşılan, ince ve kıvrımlı çizginin ben bekçi olmayan Murtaza’yı mecalsiz bırakıp, artık hayli yorduğudur. Galiba aynı tarz bir yaşantı değişimsiz sürekliliği ile, iyi veya kötü ayırımı olmadan, belli bir süre sonra insanın altından kalkamayacağı, çekilmez ve oldukça sıkıcı bir hal alıyor. Her şeye dikkat eden, hak hukuk gözeten, ölçüp-biçen, kırmayan, üzmeyen, yüreğime sürekli bal damlatan güzel sevdiğim; saçlarını yıkasın diye bakraçlar dolusu yağmur suları biriktiren, her hafta çiçek pazarından “sarı lalaler” alan, ayakkabı çeviren, palto-ceket tutan, kendisine duvar misali geleni dahi sımsıcak bağrına basan, “rica ederim bayım, siz önden buyurun lütfen,” geniş bir gülümseme ile “hoş geldiniz-başım gözüm üstüne” diyen, kabahatli olmadığı gibi bir gelincik misali kırılıp yaprak döken de ben olduğum halde, yine de yerlere eğilerek özür dileyen, başkalarının üzüntüsünü veya mutluluğunu paylaşan, değil anasının, yedi kat yabancının dahi “ekmeğine kuru, ayranına duru” diyemeyen, “aman efendim ne münasebetleri” peş peşe sıralayan, teşekkür eden, nezakete sımsıkı tutunan, gak dediğinde ekmek, guk dediğinde su veren, kul-köle olan, en küçük iyilik karşısında hayatım boyunca minnettarlık duyan, ceketimin düğmelerini ilikleyip, hazır-nazır el pençe duran, eğilmeler dahilinde büklüm büklüm olan, “her hıyarım var” diyene tuzu nemlenmesin deyi Tosya risotto pirinci tanelerinden koyduğum “tuzluğum ile koşan,” sökün edip gelen, beş yaşında çocuk olsa, oturduğu yerden doğrulup, ayağa kalkan, kanadı kırık serçe için ağlayan, ağır bir yük altında iki büklüm olan hamala yardımcı olmaya çalışan, "yarin yanağından" başka her şeyi dünya insanlığı ile paylaşmak isteyen, alabildiğine alttan alan, bahanesi ne armudun sapı, ne de üzümün çöpü olmayan, hoş gören, aldırmayan, bardağın hep dolu tarafından bakan, dostları söz konusu olunca teritoryamdaki çürümeye yüz tutan çitleri bir çırpıda kaldıran, kimselerin değil tavuğuna-serçesine dahi kış demeyen kişiliğim ile, sürdürdüğüm “gayrık yeter-bundan kelli” hepten kabak tadı veren rutin, tekdüze bir yaşantıdır benimkisi. 

Henüz tanık olamama rağmen, söylenen o ki; “tatlı suyun, taş deldiğidir” ama Murtaza’nın cephesinde, bunun getirisi sadece yorgunluk olup, ne yazık ki, tüm çabasına karşın pek de bir şeyleri değiştiremediğidir. Murtaza’nın kendisine ait bir kedisi yok. Her daim ödünç bir kedisi oldu ki, o da konumu gereği hiç fare tutmadı. “Lan gardaş bu nasıl yara?” İncelikten, insanlıktan, güzelliklerden ve her türlü değerden bihaber olanların, nasıl oluyor da; “kelinden kıvırcık saçlılar, köründen gök gözlüler doğuyor.” Oysa ben, lakırtısız dilini saklamaya gereksinimim olmadığı halde, başım her an bilinmeyenden gelen belalara katlanmak zorunda kalıyor.
Murtaza yorgun, argın. Ne olurdu sanki, hak edene, ağız dolusu, büyük bir iştahla ben de “ha siktir” çekebilsem. Ana avrat, yedi düveline, gelmişine-geçmişine ve geleceğine küfredebilsem, “Kimsin lan sen, kimsin?” diye bangır bangır bağırabilsem, puşta puşt diyebilsem, belki de biraz olsun rahatlarım diye düşündü. Hep Ahmet Kaya misali kafama sıkıp gitmesem, onun yerine ne gerekiyorsa onu yapsam. İleride lazım da olsa, “kırılan kolum yen içinde kalsa da” ve ben minnet eylemeyip, kapıyı yine de hızla çarpabilsem, diye düşündü. Ama nafile. Yedisinde ne isen yetmişinde de fark eden, pek dişe dokunur bir şey olmuyor. Neylersin, bütün hayatım boyunca iyi davranmaktan yorulsam da, tiril tiril incelikten kopsam da, bir halt yiyeceğin yok. Gülümse, yorgun Murtaza gülümse!

Amsterdam, 16 Kasım 2015


  

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...