31 Mart 2020 Salı

SON DEM














 SON DEM

“Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.”
                                                        N. Hikmet

Bilinen o ki, bugüne değin insana özgü pek çok iniş ve çıkışla, sevgili kocam ve benim eriştiğimiz ileri yaşımızla, artık son demlerimizi yaşadığımızdır. Dönüşü olmayan bu ömre dönüp baktığım zaman; yaşayamadığım, annesizlik, sefalet ve yoksulluk içindeki bir çocukluk devresinin ardından, göz açıp kapayıncaya dek çarçabuk, bir anını dahi tatmadığım genç kızlığıma adım attığımı içim burkularak görüyorum. Derken sırası ile beraberinde bin bir sıkıntıyı da yaşatan olgunluk, orta yaşlılık ve artık hiçbir baharı olmayan yaşlılık buyur etti. Bu ömre, maharetmiş gibi olabildiğince hastalığı sığdırmasını nasıl becerdim, ben de şaşıyorum. Biri gitti, beşi kaldı ve art arda yenileri istemediğim halde sökün etti. Yakama yapışıp kaldı illetler, tüm uğraşılarıma rağmen silkeleyemedim onları. Bütün hayatım boyunca ruhumu inletip durdu marazlar. Bedenimde kol kola girip zılgıtlar eşliğinde halaylar çektiler, yüreğimde ve beynimde ise bangır bangır bir müzik gürültüsü eşliğinde enerji küpü gençleri aratmadan, diskoteklerdeki gibi tepinip durdular. Savunmasız bedenimi bulmuşlardı, hayat onlara güzeldi.
Benimkisi sıkıntı yumağına dolanan bir ömür. Lakin benim üzüldüğüm, bu lanetlerin beni kocama muhtaç kılmaları, onun sürekli benimle ilgilenmesini gerektirmesiydi. Ağrılar hayatımın bir parçası oldu ve onlarla yaşamasını çoktan öğrendim artık. Velhasıl, şairin de dediği gibi: "Daracık ömrümüzde, geniş sıkıntılar."
Elli beş yılı aşkın bir süredir Ankara’da bir semtte kocam Hüseyin ile sürdürdüğümüz omuz omuza, mutlu bir birliktelik bizimkisi. Kocamın adını bir çırpıda söyledim, unutmadan kendi adımı da kulağınıza fısıldamadan geçmeyeyim. Yaşlılık bu ne olur ne olmaz. Sonrasında adımı alzheimer olmuşa çıkarırsınız. İnanın öyle değil. Çoğu zaman ela gözlerimi semaya kaldırıp “Kimim ben? Nereden gelip nereye gidiyorum?” benzeri soruları da kendi kendime sormuşluğum çok olmuştur. Cevap bulmuş muyum? Elbette ki “hayır.” Adım Melek. Tanıyanlar adım gibi gerçek bir melek olduğumu söylerler. Ama marazlı bir melek. Beni tanımıyorsunuz, bunu gereğinden fazla dile getirirsem biraz ayıp etmiş olurum. Varsın bunu, eğer bir zerre de haklılık payı varsa beni tanıyanlar dile getirsinler. Ben sadece onlardan ödünç aldığım bir cümlecikle onların yalancısıyım.
Hüseyin, hani insanların sık sık dile getirdikleri “iyi ve kötü gün” zamanlarında her daim yanı başımda ve elimi tutar oldu. Aramızda sen veya ben kavramı olmadı. Biz bunu hep biz eyledik. Çok romantik bir birliktelik değil bizimkisi. Doğrusu olmasını çok isterdim. Hüseyin, insanı buluttan buluta uçuran duyguları yaşatmasa da, dediğim gibi her an yanı başımda ve sevgisi daimdi. Desem ki, "Hüseyin, bana gökyüzündeki bütün yıldızları indir." O hemen bir merdiven arayışına girer. İşin aslı karşılıklı sevgimiz olsa da, bizim bizden başka da kimseciğimiz yoktu. 
En son anına kadar her canlının vazgeçemediği, teslim olmamakta alabildiğine direndiği, hayatta kalmak için sevgili misali sıkıca sarıldığıdır yaşam. Ot biçmeye gidecekmiş gibi elinde tırpanı ile insan biçmeye gelen, kapüşonlu ve uzun pelerinlinin peşine zamanı geldiğinde günümüze değin her canlı, bir bilinmezliğe doğru giden bu zombinin ardına tıpış tıpış düşmek zorunda kaldı. Kimsecikler “Gelen yakinimdir, şimdilik seninle gelmesin. Bir kıyak çek biz de seni görelim.” diye bir kartvizit yazamadı zat-ı âlilerine.
Çok uzun yıllar devlet dairelerinde memurluk yaptıktan sonra, yaklaşık altmış yaşımızda aynı sürede emekli olduk. Seksenlere merdiven dayadığımız bu aylarda, uzun bir zamandır bir taşı alıp bir yere koymuşluğumuz yok. Çok istememize rağmen çocuğumuz olmadı. Belki de böylesi daha iyi oldu diye de düşünmediğim olmadı değil. Yukarıdaki satırlarda da sizleri karamsarlık içine koyduğum bir dünyada; “Başka bir insanın bizim isteğimiz doğrultusunda, bu acımasız ve sıkıntılarla dolup taşan gezegenimizde yer almasına neden olmamış olduk.” diye de kendi kendime avuntu dâhilinde, bu zoraki duruşuma hak vermişliğim de çok oldu.
Pek çok olaya ve gelişmeye tanıklık ettik. İkinci Dünya Savaşı bulunduğumuz coğrafyanın dışında kaldığı halde, o zamanın çocukları olarak bu kıyımın ceremesini yokluk ve sefaletin dayatması ile bizler çektik. Hey hat ki, heyhat! Dünyayı, iki bin yirmi yılının başında kasıp kavuran büyük bir felaketi verilmiş iğrenç bir armağanı, son demimizde istemimiz dışında kabullenip yaşayacakmışız. Yanarım da buna yanarım.
Öyle bir afet ki, insanlığın zengini, fakiri, kadını, erkeği, çocuğu, yaşlısı, genci, kralı, kraliçesi, inananı, inanmayanı, beyazı, sarısı, siyahı, çekik gözlüsü ve her türlü ayrıksılığını gözetmeksizin canlıların üzerine çöreklenip korku salıyor. Son demimizde, giderayak seninle de tanıştık “corona” diyelim. Ne diyeyim, bu durumda tanışmaz olaydık daha yerinde bir söylem olsa gerek. Ama gelinen noktada nihayet hepimiz “aynı gemiye” binmek zorunda kaldık.
Yollarına güller dökmemiz gereken sağlık çalışanları, dünyanın dört bir tarafında canhıraş bir şekilde gece gündüz demeden, kendi canlarını da tehlikeye atarak kan ter içinde ön cephede, sipersiz savaşıyorlar. Düşman görünmez, sunturlu, tam bir Şam Şeytanı, sinsi ve hain. Sağlığa, eğitime ve bilime yatırım yapmanın ne denli önemli olduğu en nihayetinde bıngıldağı gelişmemişlerin kafasına dank eder. Hayata zarafeti gizemleme becerisinden bihaberler, uzun uzadıya tiratlarla ahkâm kesmekten el etek çekerler. Böylelikle bu coronanın nelere muktedir olduğunu görülür. Muktedirler bütün bu kıssadan hisselerden gerekli dersleri artık bundan sonrasında çıkarırlarsa, insanların kalplerine de bir nebze olsun su serperler.
İki oda bir salondan oluşan evimizde günlerdir bir başımızayız. Bir halk türküsünde söylendiği gibi; “Ne gelen var ne giden.” Kimliği bilinmezler olduk. Elbette gelmek veya bizim gitmek istediklerimiz yok değil. Lakin dünya büyük bir hapishaneye dönüştü. Sürekli telkin edilen; “EVDE KAL!”
Bahar geliyor. Düşünceleri rengârenk olan insanlar sevgili gibi bekliyor onu. Uzun sürdü kış. Kış boyunca ısınmak nedir bilmeyen kemiklerimiz güneşin o sihirli ışınlarına kavuşmak istiyor. Güneş şehrimin yüksek binalarının arasına daldırdığı bal yüzünü çıkarmaya görsün, eski günlerdeki gibi Hüseyin’imin kocaman avucuna avucumu sığdırsam mahalleyi bir turlasak, bir pastanede soluğu alıp, o kahvesini yudumlarken ben de soğuk limonatamla serinlesem diye hayal ediyorum. Yazık, insanların gülüşleri dökülmesin! O günler uzak mı dersiniz? Yok… Yok… Elbette değil.
Kuşlar cıvıldıyor. Kelebekler ve arılar bir çiçekten aldığı tozları bir diğerine kavuşturuyorlar. Çiçekler meyveye duruyor. Ağaç dalları zümrüt yaprakların ardında görünmeyecek hale geliyorlar. Yeni evli komşum Filiz Hanımın karnı burnunda. Baharla birlikte bir kız çocuğu ile şenlenecekler. Filiz Hanım çoktan filizlendi, çiçek açtı ve tez günde meyve verecek.

“Aralık’ta ölürsem mesele yok. Hiç yok...
Ama baharda ölürsem, haber salın kuşlara. Açılsın işte o vakit çeyiz sandığım. Uluorta... Adım mısralara kalsın, masalım kuşlara.
Aşk’ım O’na…!”
                                                                                Arzu Eşbah

İlerlemiş yaşımızla iki oda bir salondan oluşan evimizde haftalardır bir başımızayız. Gelen ve gidenin tam tersine gelip gitmemesi lazım ki, bizler bu lanet virüse yakalanmadan kısmetse bu felaketi atlatalım. Anne, baba, oğul, kız, gelin, torun, damat, amca, dayı, hala, teyze, dost, arkadaş ve hatta sevgili olmak yetmiyor. Evinde kıçını kırıp oturacaksın. “Herro veya merro” yok. Mesele “To be or not to be.” O kadar. Bir bardak suyunuzu dahi alamayacak durumdaysanız, ne yapıp edip kendiniz almak zorundasınız. Cam kırılganlığında bir yaşam. Dayanılmaz ağırlıkta içsel bir boşluk. Ve mevzu devletin derinliğinden de derin! Şimdilerde dilime pelesk olan bir şarkı:

"Sakin göllerin kuğusuyduk
Salınarak suyun yanağında
Yarılan ekmeğin buğusuyduk
Gözüm yaşarıyor
Yüreğim yanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle!" A. Kaya


 Amsterdam, 31 Mart 2020

23 Mart 2020 Pazartesi

TÜNEME GÜNLERİ













TÜNEME GÜNLERİ


“KARARTMA
Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.”
         
                                             Paul ELUARD


Gözlerime inanmıyorum. Levent Bey işe gitmedi. Semra Hanım işe biraz daha geç gidiyor, nedense o da uyanmadı. Kanımca her ikisi de uyuyakaldılar. Onları uyandırsam mı acaba? Ben zaten evdeyim. Kafesimden çıktığım, başımı dahi çıkarttığım yok. Benim gibi zavallı bir saka kuşu ne yapabilir ki? Amsterdam’da birlikte yaşadığımız evde, benim hayatım boyunca bir kafesin içinde metal bir çubuğa pençelerimi sıkıca geçirip tünemekten başka seçeneğim yok. Levent Bey ve Semra Hanım hayvan sevgilerinden mi, yoksa yalnızlıklarını biraz olsun gidermek için mi, beni yaklaşık altı ay önce bir evcil hayvan dükkânından aldılar. Kaç para verdiklerini doğrusu bilmiyorum. Yaptıkları çok da güzel bir şey değil tabi. Ama onlar almasalar da başkaları alacaktı. Doğada özgürce uçuyor olsaydım, diğer yandan kurtlar sofrasını aratmayan bir ortamda hayatımı ne kadar sürdüreceğim de başka bir muamma. En nihayetinde daha büyük bir kuşun bir öğünlük yemi olacaktım. Yine de şikâyetçi değilim. Sağ olsunlar iyi insanlar ve onlardan bir hayli memnunum. Bilgili, kültürlü, çağdaş ve çok hoş görülüler.
Evet, dediğim gibi sahiplerim bugün işlerine gitmediler. Dışarıda soğuk bir hava hâkim. Mart ayının üçüncü haftası. Mevsim bahara gebe. Ha bugün ha yarın kapıyı tıklar. Ağaçlar tomurcuklanmaya yüz tutan dallarını dört bir yanlarına savurdular. Güneş bulutların arasından çıkmayı başarırsa, hoş bir sıcaklık yayılıyor. Nedendir bilinmez, sokaklarda şaşırtan bir ıssızlık hâkim. Sanki herkes valizlerini topladığı gibi başka ülkelere tatile gitmiş. Camdan baktığım zaman meydanların çiğdem ve mağrur nergis çiçeklerine bezendiğini görüyorum. Ben kafeste olsam da dışarıda kuş cıvıltıları koro halinde evimizin penceresinden içeri doğru doluşuyor. Leylekler ve diğer göçmen kuşların döndüğü söyleniyor.
Son günlerde bütün dünyada insanlık arasında hızla yayılan bir virüs konuşuluyor. Sanırım ev sahiplerim de Hollanda’da alınan önlemlerden dolayı işlerine gidemediler. Evden çok zaruri olmadıkça çıkmamaları gerektiği gibi, herhangi bir ziyaretçi de kabul etmemeleri gerekiyor. Çocuklarını, torunlarını, akraba ve arkadaşları ile de bir araya gelmemeleri lazım. Hem Levent Bey, hem de Semra Hanım altmış yaş üstü oldukları için risk grubuna giriyorlar. İnsanlar öylesine bir bela ile karşı karşıyalar ki, birbirlerinden öbek öbek kaçıyorlar. Anneler çocuklarından uzaklaşıyorlar. Kimse kimseyi bağrına basamıyor. Tokalaşmak hepten unutuldu.
Kırılganlaşan hayatları ile insanlık örseleniyor ve kumdan kaleler gibi yıkılıyor. Evlerinde hapse mahkûm oldular. Ben bütün hayatım boyunca kafesimde tünemeye alışığım. Oysa sahiplerim öyle değil. Her gün işlerine giden, çocukları, torunları, akrabaları ve dostları ile çok sıkı görüştükleri sosyal bir yaşantıları var.
          Yaşananlar bir kâbus filmini aratmıyor. Lakin bu bir film değil. Kâbus bizzat hayatın kendisi. Yaşanan bu kâbusu durdurmanın bir aç kapa düğmesi yok. Bu kapama düğmesi bütün aramalara rağmen bulunamıyor. Zehirli bir sarmaşık dünyayı her geçen gün daha çok sarıyor. Bilim adamları bu konuda gece gündüz çalışıyorlar. Tek çözüm bilim.
Uyandıklarında yüzlerinin hüzünlü olduğunu gördüm. Levent Beyin elinden televizyon kumandası düşmüyor. Borsadaki iniş ve çıkışları takip eder gibi, uyanır uyanmaz bir Türkiye haberlerine, bir de Hollanda haberlerine bakıyor. Büyük bir üzüntü içinde. Kaç kişinin bu amansız hastalığa yakalandığını ve hayata veda ettiğini durmaksızın takip ediyor. Semra Hanım da aynı şekilde, aynı kaygılarla evin içinde huzursuzlukla dört dönüyor. Onların yüzleri böylesine hüzünlüyken, yüreğim alabildiğine daraldı.
Benim yapabileceğim bir şey yok. Hoş onların da yapabilecekleri bir şey yok. Benim kadar onlar da biçareler. Görünen o ki; hayatta kalmak için bu duvarların dışına çıkmamaları gerekiyor. Onlar da benimle aynı kaderi paylaşır oldular. Umarım uzun süreli olmaz. Böylesine zor bir dönemde yapabileceğim tek şey onları sıkmadan, eskisinden daha çok şarkı söylemek. Semra Hanım beni özenle kafesimden çıkarıp, o güzelim ellerine aldığı zaman, bir yandan beni “Ah benim güzel kızım, benim güzeller güzeli Zillim.” diye renk cümbüşü tüylerimi sevedururken, ben de onun her on günde bir üzüm karasına boyadığı saçlarında kayboluyorum. Saçları öyle güzel kokuyor ki, anlatılır gibi değil.
Adım Zilli. Başlarda adımı çok yadırgamıştım. Artık hepten alıştım. Kulağıma çok hoş geliyor. Bu ismi vermekte haksız da değil. Aslına bakarsanız ben de az buz zilli değilim. Gerçi zilli olsam da, bu dört duvarın arasında söz konusu zilliliği ne kadar yapabilirim ki.
Her yeni güne dünyanın dört bir yanında yeni ölümlerle uyanıyoruz. İnsanlık illet virüs ile uyanıyor ve aynı şekilde de yarım yamalak uykuya varıyorlar. İçim parçalanıyor. Minnacık kalbim sanki daha da küçülüyor. Üzüntüm öylesine büyük ki!
Bugün çok ilginç bir olaya tanık olduk. Tam karşımızdaki binada Semra Hanım ve Levent Bey gibi yaşlı bir bayan oturuyor. Onun doğum günüymüş. Kızları ve damadı kiraladıkları bir ev taşıma aracı vincinin kasasına beş yaşlarındaki kızlarının elinden tutup bindiler. Vinç üçüncü kata kadar yükseldi. Evin büyükçe olan penceresinin karşısında durdu. Beraberlerinde getirdikleri büyükçe bir buket çiçekle uzaktan annelerinin doğum gününü kutladılar. Yaşlı kadının torunu küçük kız uzaktan uzağa durmaksızın el salladı, elini onlarca defa dudaklarına götürüp anneannesini öpücük yağmuruna tuttu. Görülmeye değer müthiş insani bir manzaraydı. Bendeniz “Zilli” çok ama çok duygulandım. Kim bilir yaşlı kadın nasıl duygulanmış ve torunu neler hissetmişti.
Haberlerde ben de izledim. Hollanda başbakanı yapılan stoklamalar üzerine bir marketi denetledi. Müşterilerden bir bayan başbakana aynen şöyle seslendi.
“Tuvalet kâğıdı bulamıyoruz. Ne olacak böyle?” Başbakan hiç istifini bozmadan ve kendisinden emin bir sesle cevap verdi.
“Efendim hiç kaygılanmanıza gerek yok. Hollanda’da on yıl yetecek kadar tuvalet kâğıdı mevcut. Yani on yıl hiç sorunsuz sı..biliriz.” Söylemeye ben bile utanıyorum. Ama o kadar açık ve net konuşması şok etmedi değil. Bu Levent Bey ve Semra Hanımın geldiği ülkede bir politikacı tarafından söylenmiş olsa, sanırım yer yerinden oynardı. Sanırım kültürel farklılıklar bazı söylemlerin dile getirilmesi özgürlüğünü de beraberinde getiriyor. Doğru olan da bu olsa gerek. Öyle her şeyi ince eleyip sık dokuduktan sonra dolaylı dile getirmek de ikiyüzlülükten çok da farklılık göstermiyor, bu tavır garibime gidiyor. Bir saka kuşuna kulak verilirse, bu da benim naçizane fikrim. 
Balkonlara çıkan insanlar müzik aletleri eşliğinde moral bulmak adına yüksek sesle şarkılar söylüyorlar, canhıraş bir şekilde çalışan sağlık personeli dakikalarca alkışlanıyor.
Levent Bey ve arkadaşları duygu yüklü çatallaşan sesleri ile yaptıkları konuşmalarda, insanlar için bilimin ne kadar önemli olduğunu vurguluyorlar. Minnacık aklımdan çıkmayan başka bir konuşmasına daha kulak misafiri olmuştum. Levent Bey aynen şöyle diyordu.
“Halil’ciğim nedir bu, sanki tabiat ana insanlığın kendisine yaptıklarının hesabını soruyor gibi bir hal var. Doğayı insanlık gerçekten de çıkarları uğruna çok hoyratça kullandı. Onların isterikli hallerinin ve dipsiz egolarının önüne bir türlü geçilemedi. Canavarlar misali doymak nedir bilmediler. Adeta talan ettiler. Umarım bu gidişle yaşanmamış ömürlerimiz heba olmaz.” Çok üzücü konuşmalar birbirini takip ediyor, endişe ve kahredici belirsizlik her geçen gün kartopu gibi büyüyor.
Levent Bey daha önceleri Recep Aktuğ’dan “Ah benim sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” adlı şarkıyı dinler ve el hareketleri ile sahne alır gibi Semra Hanım’a şarkısı ile hitap ederdi. Günlerdir o güzelim sesi kesildi, söylemiyor artık. O bu şarkıyı söylediğinde ben de kafesimde zapt edilemez oradan oraya konar ve mest olurdum. Şarkı biter bitmez de ötme sırası bana gelir, üst üste büyük bir coşku içinde şakıyıp dururdum. Levent Bey ise hemen karısına dönerdi.
“Bak, gördün mü Semra? Zilli de çok beğendi. Bir alkışlamadığı kaldı. Tezahüratını duyuyor musun? Bir de bu şarkıyı dinleyip söylediğimde her defasında baharla birlikte gelen can eriklerinin tadını alıyorum. Nasıl desem, ruhumun adeta kamaştığını hissediyorum. Bilmem beni anlıyor musun canım?”
Anlamaz olur muyum? Aynı duyguyu bana da yaşatıyorsun. Ya bizim Zilli?  Duymaz olur muyum onu? O ne zillidir. Boşuna mı onun adını Zilli koydum? Alkışlarsa da doğrusu hiç şaşmam. Adı üstünde Zilli işte. Anlamadığı, bilmediği yok.” Ben de utancımdan yüzüm kızarıyor mu kızarmıyor mu bilemeyeceğim ama anında usulca sırtımı dönerdim. Semra Hanım bütün sevgisi ile bana laf sokuşturuyor edasında övgüler yağdırırdı.
Benim gibi kuşların seyircisi olduğu insanlık elbette bunun da üstesinden gelecek. Bilim bu felaketi de alt edecek. İnsanlar sol memelerinin altındaki cevheri ve onların deyimi ile enseyi mümkün olduğu kadar karartmamaları kanımca önemli.
Bendeniz Zilli’nin tek dileği odur ki; Levent Bey yeniden “ah benim sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” şarkısını söyleyebilmeli. Ben de tünediğim yerden Semra Hanım tarafından çıkarılıp onun güzel kokulu saçlarının arasında kaybolayım. Vinç ile üçüncü kadar yükselen kız torun da anneannesinin evinde onun kollarına atılmalı. Tünemek bizim kaderimiz. Ama aynı kader insanların olmasın. İnsanlığı alt üst eden bu dayanılmaz küresel krizde en kısa zamanda sona gelinsin. Tuvalet kâğıtları bitmesin! 



Amsterdam, 23 Mart 2020







13 Mart 2020 Cuma

KİM O?




        



KİM O?

Hafifçe kıstığı kestane rengi gözleri ile dışarıya doğru baktı. Kırmızı tonların hâkim olduğu mobilyalar ile kaplı oturma salonundan yüzünü hangi yöne çevirdiyse bütün pencerelerin insanın içini kasvetli kılan demir parmaklıklarla kaplı olduğunu bir kez daha gördü. Sadece kendi evi değil, Anadolu'nun en ücra köylerinde dahi alt katlarda yer alan evler aynı durumdaydı. Öyle ki, bu konutlar bu denli korunaklı görünümleri ile adeta birer cezaevini andırıyorlardı. İnsanların içine işleyen korkunun büyüklüğü ve zerre kadar güvenin olmayışı içler acısıydı. Güvensizlik beraberinde mutsuzluğu getiriyordu.
         Sormayın! Halime Hanımın yaşı başını aldı yürüdü. Kocası İbrahim Bey de öyle.  Seksen yaşını geride bıraktılar. Yaşanmışlıklarla dopdolu yan yan iki güzel ömür. Gözlerinin feri kaçmış gibi olsa da, cıvıltısında pek de eksilme yok. Zaman yıl yıl yüzünde silinemeyen derin birer çizgi olup kazındı. Her çizgide yüzlerce yaşanmışlık, acı ve tatlı anı olanca sırrı ile saklıydı. Kimi zamanlar aynada çehresini uzun uzadıya inceler ve her çizgiyi barındırdığı hatıraları ile yâd eder, gözleri buğulanır ve bir duygu seline kapılıp hızla sular seller halinde bir yerlere akardı. Kocası, çocukları ve torunları ile iyi bir aile oluşturmuşlar ve çok da mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. Zorluklar olmadı değil. Ama elbirliği ile her türlü badireyi bertaraf edip üstesinden gelmişlerdi.
         Kadın da olsa, Diyarbakırlı olmasının getirisi olacak, o sözünü hiç kimselerden esirgemez, hak ediyorsa karşısındakine ağız dolusu küfürler savurmaktan zerre kadar çekinmezdi. Boşuna dememişlerdi: "Diyarbakırlı ayakkabısının bağı ile bile kavga eder." Halime Hanım ağzını açmaya görsün, onu tanıyanlar ve özellikle apartmandaki kadınlar hemen kızarıp bozaran yüzlerini, ne yapacaklarını şaşırmış bir halde utançlarından önlerine indirirlerdi. O ise gayet normal bir halde sansürsüz küfürlerini büyük bir zevk ve rahatlama ile bağıra çağıra savurmaya devam etmekten geri kalmazdı. Bu Kürt Hemşire Halime Hanımdı ve ne yapsa yeriydi. O kadar!
Zaman ne kadar da çabuk geçmişti. Sayısız sayıda anıyı, güzelliği, mutluluğu, üzüntüyü ve kahkahayı nasıl da bu çarçabuk geçen bir ömre sığdırmışlardı. İyi ki onunla evlenmişti. Ne kadar da büyük bir güzelliğe birlikte imza atmışlardı. Abartısız birbirlerini bir güne bir gün üzmediler. Sonsuz bir sevgi ve kusursuz bir saygı birlikteliklerinde her daim oldu. İbrahim Bey sadece ara sıra karısının küfürlerinden dolayı kızarıp bozarıyor, ama ardından da " İyi ettin Halime, o deyyus bunu hak etti. Ağzına sağlık," diyerek onaylamaktan da kendini alıkoyamıyordu. Bütün ömürleri boyunca bir başlarına birbirlerine dayanarak ayakta kalmaya çalıştılar. Zerdali çiçekleri güzelliğindeki nice baharı geride bıraktılar. Bundan sonrasında da hiçbir baharın gelmeyeceğini biliyorlardı elbette. Önemli olan son güne kadar kendi ayaklarının üzerinde güçlükle de olsa durabilmek ve hiç kimseye muhtaç olmadan geriye kalan yaşamlarını sürdürmekti.
Bir zamanlar kömür karası olan lüle saçları şimdilerde kar yüklüydü. Yine de bugüne de şükürdü. Hem kendisinin hem de kocasının aklı ve bilinci yerindeydi. Sevgileri daimdi. Tabiat ana kucağını onlara yeteri kadar açmıştı. Her türlü olanaktan yararlanmasını ve dünyada olup biteni yakından takip edip yüreklerini insani güzelliklerle doldurmasını ne de güzel bilmişlerdi. Arkadaşları ve dostları arasındaki yerleri ise saygın bir yerdeydi.
Halime Hanım ve İbrahim Bey yaklaşık elli yıl kadar önce memleketleri Diyarbakır’dan Ankara’ya göç ettiler. Karı koca aynı muayenede doktor ve hemşire olarak birlikte çalıştılar. Ankara’ya yerleşip çok mutlu bir evliliğin yanı sıra muayenelerinde yıllarca mesai arkadaşlığı yaptılar. Emekliliklerinin keyfini sürdürmeye çalışıyorlar ve bundan sonrasında Doktor İbrahim Bey’in alnındaki teri silmeye, kendisine makas veya neşter uzatmasına gerek kalmıyordu.
Güzeller güzeli bir kızları ve oğlan sahibi oldular. Onların da evlenmelerinin ardından kızları Safiye’den bir kız ile erkek ve oğulları Vedat’tan da yine aynı şekilde bir kız ve oğlan torunları oldu. Yaşamlarının bundan sonrasını torunlarına adadılar, onları büyüttüler, sevdiler, bağırlarına bastırdılar ve onların da dünya insanlığına faydalı birer insan olmaları yönünde olabildiğince çaba harcadılar.
Alt katlarda yer alan bu evlere uçan kuşun dahi kazara girmemesi için bütün tedbirler alınmıştı. Kuşlar giremezse de kapı zillerinde saka veya bülbül kuşu sesleri olarak evlerin içine sızıyor, kapı dışında yer alan düğmeye birilerinin dokunması halinde, kapılarında bir ziyaretçinin olduğunun haberini bu sistem veriyordu. Pencereler olabildiğince kalın demir parmaklıkları, dışa açılan ve kalınlıkları, çelik katmanları ile kapılar da istenmeyen durumlara karşı büyük engeller oluşturuyor.
Halime Hanıma bir misafiri, torunları veya çocukları gelmeye görsün, boyundan daha da yükseklerde olan kapı dürbününe ayak parmaklarının üzerinde yükselip, vaziyetin berkemal olduğundan emin olmasının ardından dört ayrı kilidi art arda gürültülerle açmak zorundaydı. Daha da emin olmak için, olmadı;
“Kim ooo?” diye kapının dışına seslenmek zorundaydı. Gelenin “kilimci” olmama ihtimalinin yüksek olmasından dolayı, bu ölümcül sorunun tekrar tekrar sorulması ve limanın güvenliği açısından, somut bir yanıtın alınması zorunluydu. Bütün bu önlemlerin yanı sıra her ev aynı zamanda alarm sistemleri ile kale gibi korunmak zorundaydı. Halime Hanım ve İbrahim Bey de aynı önlemi yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğu söylenen bir ülkede alanlar arasındaydı. Alarmın yatmadan önce mutlaka devreye konulması gerekiyordu ki, bu görev değişmeksizin İbrahim Beye aitti.
Binaların daha yukarılara doğru olan pencerelerde bu demir parmaklıklara gerek yoktu. Lakin onların da çatıdan gelen ve balkonlara yakın olan yağmur oluklarının olduğu kısımlar jiletli teller ve sivri demir kazıklarla çevrili olması gereklidir. Herkes düşmandır. Bu yüksek burçlu kalelere kimselerin asla girmemesi gerekir. Buna yeltenenlerin elleri ve bedenleri bu jilet tellerle kesilmelidir. Bu da yeterli gelmese sivri demir kazıklara oturma tehlikesi ile karşı karşıya gelmeliler. Her ev adeta Suriye, Irak, İran veya Yunanistan sınırları misali tamamıyla korunaklı olmalıdır.
Halime Hanımların yan dairedeki komşuları Çorumlu Sema Hanım ve Hakkârili Mehmet Beydi. Bütün alınan önlemlerin yanı sıra Sema Hanımın çok daha farklı bir önlem alması gerekiyordu. Hakkârili kocası Mehmet Bey doğduğu coğrafyanın hassasiyetinden dolayı ne yazık ki, potansiyel bir tehlike oluşturuyordu. Oysa kendisi için her yer Paris’ti. Çünkü Çorumlu olmak ayrıcalıktı, avantajlıydı. Lakin kocası için durum yanlış algılardan dolayı farklıydı. Bir yerde o konumu gereği bu ülkenin zencisiydi. Kocasının dünyalar güzeli yüreğini ve hümanist bir insan olarak çıtasının yüksekliğini kimselere kanıtlayamazdı. Bu tehlikenin de savuşturulması için Sema hanımın balkonunda bir de ay yıldızlı al bir bayrak sallandırması gerekiyordu. Bu adeta uçaksavar görevi görüyor ve yaşadıkları ortamı, biraz olsun her ihtimalde baş gösterecek olan tehlikeyi veya önyargıyı savuşturuyor, sütliman kılıyordu.
Sema Hanımın ellili yaşlardaki ve hala ilk tanıdığı gün gibi âşık olduğu, sevdiği ve “onsuz asla olamam” dediği kocası Mehmet Bey de (diğer adıyla Memo) dünyaya gelecek başka bir yer bulamamış da, Allah’ın usulca okşadığı, dağları karlı Hakkâri’de doğmuştu. Sanki başka bir yerde doğmasının köküne kıran girmişti.
Halime Hanım ve İbrahim Bey komşuları Mehmet Bey ile aynı konumda oldukları halde, onlar ilerlemiş olan yaşları ile böylesi bir tehlike konusunda kafa yormuyorlardı. Bu yaştan sonra kendileri konusunda ne gibi bir önyargı veya algı olabilirdi ki? Olsa da umurunda değildi. Hele Halime Hanım için "vız gelir tırıs giderdi," Böyle düşünenin de varsın canı cehennemde olsundu.
Üst katlarda yer alan komşuları Kayseri, Antalya, Sivas ve Trabzon’dan geldiklerinden onların herhangi bir bayrak asmalarına gerek yoktu, ama onların da dört kilitli, dürbünlü çelik kapılar ve alarm sistemleri yine de olmak zorundaydı.
Yaşam, her geçen gün istenmeyen misafirlerden birisi ile sürpriz yaparcasına çelik kapılara dayanıyordu. Bunun için hangi katta oturduğunuz önemli değildi. Fakir veya zenginliğiniz, Hakkârili veya İstanbul doğumlu olmanız da kar etmiyordu. Hastalık olarak adlandırılan, er veya geç mutlak surette ziyarete gelen bu istenmeyen misafirler, her geçen gün yeni isimler ve değişimlerle kapılarda zombi çehreleri ile beliriyorlardı.
Günlerden Pazar olmasına rağmen halime Hanım her zaman olduğu gibi güne göz kamaştıran ışıl ışıl ışıkların düşmesi ile uyandı. Kocası ile içtikleri sade kahvelerin ardından kahvaltı yaptılar. Kahvaltı bitmiş ve koltuğuna yerleşip okumak üzere yeni aldığı kitabına uzandı. Güzel bir gündü. İbrahim Beyin bir makalesi tıp araştırmaları yapan bir dergide yayınlanmıştı. Onu dergideki bu makaleyi kahvaltı sonrası keyifle okuyor görünce, o da mutlu oldu. Saka kuşu ötüşü ile apansız, kapı zili çaldı. Sabah sabah gelen de kim diye kendi kendisine söylendi. Ayağında terliklerini zemine sürüye sürüye ile kapıya yöneldi. Ayak parmaklarının üzerinde her daim yaptığı gibi kapı dürbününe doğru yükseldi. Kapının ardında kimseleri göremedi. Yüksek bir ses ve telaşla;
“Kim ooo?...” diye bağırdı. Kapının ardından hinlikle dolu ince, tiz bir ses yükseldi.
“Korona.” Halime Hanım bunun da şakası olur mu diye şaşkınlıkla, açtı ağzını yumdu gözünü.
“Hassiktir lannn… Bas arabanı. Başka kapıya dahi demiyorum. Keşmeroğlu keşmer. Benamus. Defol git. İşim gücüm var benim.” diye kalayı bastı ve çelik kapının dört kilidini açmadan, gelip tekrar yerine oturdu. Çok geçmeden kitabının sayfaları arasında kayboldu. Diğer bir sayfayı çeviriyordu ki, kocasının sevgi ve şefkatle elini tuttuğunu hisseti. Kitabi yan tarafa koyduktan sonra başını kocasının göğsüne gömdü. Demir parmaklıklarla kapalı hapishanenin dışında lapa lapa kar yağıyordu.                                                                                                       

Amsterdam, 13 Mart 2020


28 Şubat 2020 Cuma

CİNGÖZ BAYKUŞ






CİNGÖZ BAYKUŞ


“Ölümün bir kulağı var biliyorum,
yaşamın ağzına dayalı.
kirası bu ay geçikmiş bir oda da
kirası daha hiç aksatılmamış acılar uyuyor içimde.”
                     Mem Jan   

Bahçedeki birkaç ağaçtan biri olan dut ağacına tüneyen baykuşun çok da yüksek olmayan sesini gece yarısına doğru, Kesikköprü Köyü'nün Ankara yolu tarafındaki mahallesinden gelen bir köpeğin uzun uzadıya bir uluma sesi böldü. Baykuş bile bu raharsız edici gereksiz feryada şaşakaldı. Bu saatte canhıraş bir halde uluyup milleti ayaklandırmanın ne âlemi vardı. Olmaz olsundu, bu yine Mısto’nun uyuz köpeği Şano’nun iğrenç sesiydi.
Dışarıda hafiften bir rüzgârın ara sıra estiği bir yaz sıcağı hâkimdi. Gökte kalayı yenilenmiş bir tepsi misali parlayan ayın ışıkları Cingöz Baykuş’un kırpıştırdığı altın sarısı gözlerine doluştu. Gökyüzünün çok da uzak görünmeyen diğer yakasında yıldızlar sözbirliği ile bulundukları yerden, aynı anda yeryüzüne düşeceklermiş gibi bir his veriyordu. Baykuş bu uyuz köpeği, biti olmamasına rağmen, olmayan biti kadar da olsa sevmiyordu. O nedenle havlamasını daha da yakından duyacağından dolayı Mısto’nun ne bahçesindeki ağaçlarına, ne de çatısına tünememeyi kendisine ilke edinmişti. Lanet olsundu. Uyuz Şano’ya da, sahibi kart Mısto’ya da.
Cingöz Baykuş uyuz köpeği kadar Mısto’dan da haz etmiyordu. Karısının ölümünden sonra tamamen yalnız kalan sahibi Mısto’ya güya yaranıp onun bir başına olmadığını, kendisi gibi sadık bir dostunun her daim yanında yer aldığını demeye getiriyor, hazretleri kendince sevgi gösterisinde bulunuyordu. Varsın önce uyuzluğuna çare bulsundu. Belki de sabah vereceği kahvaltılık yalı biraz daha koyu bir kıvamda tutturması için kuyruk sallamaları ile yaranma uğraşısı içindeydi, Uyuz Şano. Günün aydınlanması ile bunu görecek miydi, o da Mısto’nun o günkü moraline ve olmayan vicdanına kalmıştı.
Kızılırmak’ın aheste aheste akan mavi sularının hemen yanı başında yer alan ve bahçedeki dut ağacına Cingöz Baykuş’un tünediği Kel Sülo’nun dışı kırmızı bir çamura sıvalı, iki oda ve bir salondan oluşan eviydi. Uyuz Şano’nun sesine Kel Sülo da uyandı ama bunu önemsemeden karısının boynuna orman kıllı kolunu yeniden doladı.
Karısını seviyordu. Mutlu bir evlilikleri vardı. Bir güne bir gün köylünün dilinde pelesenk olan kel kafası hakkında o kem bir laf etmemişti. Onun ağzından çıkan her kelimeyi, adeta bir emir gibi addediyordu. Gülen gözlerle kendisine bakıyor ve onu daha fazla mutlu kılmak için kendince çırpınıyordu. Daha ne olsundu. Şam’daki kayısı dahi bundan daha iyi olamazdı. Sorun çıkarmaya yeltenmeden, kırılası kıçının üzerine bir kez daha oturması gerektiğini, bu saatte kendisini de uyandıran Uyuz Şano bile hatırlatmış oldu. Çok geçmeden horlamasının sesi karısı Fato’nun geniş burun deliklerinden ve ince dudaklarla çevreli ağzından püfür püfür esen soğan kokulu soluğuna karıştı.
Mısto gece yarısı sol eli ile kareli ceketinin cebinde arkası horozlu bir aynayı sıkıca tutuyor, sağ elinde de Oltu taşı tesbihini arada bir sallayıp, aklına geldikçe keyifle ince uzun bıyıklarını önce buruyor ve sonrasında da hafifçe çekiştiriyordu. Mutluydu.
Kafasındaki müthiş planla gecenin bu saatinde kimselere görünmeden çakıl taşlarla kaplı sokakları sessizce Kel Sülo’nun evi yönünde adımlıyordu. El mi yaman bey mi yaman, o kabak kafalı Kel Sülo ve şişko karısı Fato'ya gösterecekti. Kapılarını onlarca defa yalvar yakar aşındırmasına rağmen her defasında o bacadan girmeye çalışırken, kapıdan kovulmanın ezikliğini yüreğinin derinliklerinde kavun acısı gibi sürekli hissediyordu.
Bunca aşağılanma yetmişti artık. Gün bugündü. Planını tıkır tıkır işletecekti. Yok, Mısto kızları Meryem’e göre çok yaşlıymış da, yok arada en az otuz beş yaş varmış ve kızları daha on üç yaşında bir çocukmuş. Daha neler, küçülsün de cebime girsindi bari. Boylu poslu yetişkin kızdı. Daha fazla bekletip turşusunu mu kuracaklardı? Yoksa kendisinden daha iyi bir talip mi bulacaklardı? Bahanelere gerek yoktu. Bu ipe sapa gelmeyen lakırdılar geçerli birer neden olamazdı. Bu düşüncelerle yürüyedururken elini cebinden çıkardığını gördü. Yeniden telaşla elini cebindeki ayna ile buluşturdu ve sıkıca tutmaya devam etti. O yıllarda her erkeğin cebinde küçük yuvarlak bir aynaö tarak ve katlanmış temiz bir mendil bulunurdu. Böylesi aynalar çok revaçtaydı.
Hedefine yaklaşmak üzereydi. Elli adım sonra kimselere görünmeden müstakbel kayınbabası Kel Sülo’nun evinin bahçesinin yanında olacaktı. Eve yaklaştıkça etrafını daha dikkatli kolaçan etmeye başladı. Buralarda gezindiğini kimseler görmemeliydi. Hesaba Cingöz Baykuş’u katmadı. Ay ışığında eve yaklaşan Mısto’yu gören Cingöz Baykuş inanası gelmediği gözlerini art arda daha çok kırpıştırdı. Onu tanımakta gecikmedi. Gecenin kırkında buralarda ne arıyordu bu adam? Yine bir hinlik peşinde olduğu bellitdi.
Mısto bahçeye doğru geldi ve elinde tuttuğu aynayı bir anda bahçeden içeri attı. Aynaya yansıyan ay ışığı dut ağacında meraktan yüreği pır pır eden Cingöz Baykuş’un gözlerini kamaştırdı. Ayna parlamaya devam ederken Mısto hızla evine doğru seğirtti. Baykuş tünediği dut dalından bir başkasına kondu ve gıcık olduğu bu adamın ardından olup biteni anlamadan bakakaldı. 
Mısto keyifli bir sabah kahvaltısından sonra, ilk iş olarak Uyuz Şano’ya bol unlu bir yal sunumunda bulundu. Gece evden çıkarken onun o sevecen bakışları gözünden kaçmamıştı. Doğrusu Şano ballı lokmaların en ballısını hak ediyordu.
Neşesi yerindeyken komşusu Hikmet’e gitti. Hikmet’in karısı Topal Asiye yaylana yaylana sabahın köründe kim olduğu merakı ile kapının ardında bitti. Karşısında Mısto’yu görünce şaşırmadı. Mutlaka bu akşam Kel Sülo’dan kızı Meryem’i istemeye gitmelerini isteyecekti. Bu adamın yüzsüzlüğü de diz boyunu aşmıştı. Ama hem kocasının akrabası, hem de komşuları olduğu için “hayır” diyemiyorlardı. Mısto hemen konuya girdi. Bu akşam Meryem’i istemeye gideceklerini söyledi. Hikmet ağzına götürdüğü zeytini şaşkınlıkla çekirdeği ile birlikte yuttu. Üzerine de höpürtü ile büyükçe bir yudum nar kırmızısı çaydan aldı.
“Hayır… Hayır. Gidemeyiz Mısto. Bir kez daha rezil olamayız. Kel Sülo bizi on kez evinden kovdu. Adamın yüzüne bir daha bakamam. Olan hatırımızı hepten tükettik. Bitti!”
“Bu defa başka Hikmet. Bu defa gerçekten başka. Bize hayır diyemeyecekler. Bundan emin olun.” diye yalvar yakar olunca, Hikmet bir kez daha gitmeleri için yelkenleri suya indirdi.
Mısto bir kez daha köy bakkalından iki kilo güllü lokum aldı. Akşam olmasını sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Hikmet’in oğlu Kamil’a verdiği delikli bir para ile de gönlünü aldı. Kel Sülo’ya akşam hayırlı bir iş için geleceklerini bir kez daha cep harçlığı verdiği elçisi ile haberdar etti.
Karanlık henüz bastırmıştı. Hikmet, karısı Topal Asiye ve Mısto hayırlı işleri için Kel Sülo’nun kapısını yüzlerinde büyük bir mahcubiyetle tıklattılar. Mısto ise kendisinden oldukça emin tavırlar içindeydi. Tuzu çatır çatır kuru gözüküyordu. Kapıyı asık suratları ile Kel Sülo ve karısı Fato birlikte açtı. Defalarca da olsa bir kez daha hayırlı bir iş için geldiklerinden istenmeyen misafirlerini “ya sabır” deyip karı koca birlikte karşılamak istediler. Mısto akrabaları Hikmet’i ve karısı Topal Asiye’yi de bu kötü emeline her defasında alet ediyordu. Bir kez daha “HAYIR” diyeceklerdi nasıl olsa. Kendilerinden emindiler. Kızlarının günahına asla girmeyecekler ve kararlarının arkasında duracaklardı. Topal Asiye elindeki lokum paketini daha önceleri de yaptığı gibi bir çırpıda Fato’ya teslim etti. Çekingen bakışları ile benden bu kadar der gibiydi.
Kahvelerin sunumunu kızları Meryem’in yerine Fato yaptı. İçilen kahvelerin ardından Hikmet söze başlayabilir miyim diye, bakışlarını Mısto’nun gözleri ile buluşturdu. Mısto’dan desturu aldı. Önce boğazını tıkayan kahve peltesini bir yudum su ile giderdi ve ardından ürperti ile söze girdi.
“Süleyman komşu, akrabam Mısto bugün yine hayırlı bir iş için benden ricada bulundu. Akrabamdır, sizin gibi onu da sever ve sayarım. Daha önce de aynı istekle kapınızı çalmış ve olumsuz cevap almıştık. Lakin Mısto bu işin olması için bıkıp usanmadan diretiyor. Kızınıza gönlünü kaptırmış. Hali vakti de bildiğiniz üzere çok şükür iyice. Kızınızın bir eli yağda ve bir eli de balda olacak. Allah bilir ya bunda da bir hayır olsa gerek. Uzun lafın kısası biz bir kez daha sizden rica ediyoruz. Allah’ın emri Peygamberin kavli ile kızınız Meryem’i rızanız olursa, akrabamız Mısto’ya istiyoruz.” Kel Sülo’nun çehresi daha da asık bir hal aldı. Köpürdü. Hiddetlendi. Kendisinden geçti.
“Yahu siz ne laftan anlamaz insanlarsınız. En az on kez bu iş olmaz demedim mi size. Kızım daha çocuk yaşta. Mısto onun babası yaşında. Olacak şey mı bu. Ayıp ediyorsunuz. Bizim de bir sabrımız var.” Bunun üzerine Mısto ayağa kalktı ve yüksek sesle Kel Sülo’ya seslendi.
“Sülo, yok diyorsun ama sen bunu hiç kızına sordun mu? Kızının da bende gönlü var bilesin. İnanmazsanız gidip şimdi Meryem’in ceplerine bakın. Kendisine daha bu sabah çeşmenin başında arkası horozlu bir ayna verdim. Çok sevindi ve sizden kendisini istememizi yalvar yakar söyledi. Biz de bunun üzerine geldik.” Bütün bu olup bitene ve duyduklarına inanamayan Fato çok ani bir telaşa kapıldı. Hızla kızı Meryem’in odasına daldı ve elbisesinin ceplerine baktı. Mısto’nun daha dün gece cebinde sıkıca sakladığı allı yeşilli çil bir horozun boy gösterdiği ayna Meryem’in cebindeydi. Fato kızına büyük bir kızgınlıkla dönüp;
“Söyle bu aynayı kimden aldın. Mısto mu verdi sana? Utanmıyor musun şerefimizi ve namusumuzu beş paralık etmeye? Babanın başının başının yere eğilmesine sebep oluyorsun. Bu yaşlı başlı adamın nesine bu çocuk yaşınla gönlün düştü. Bu horozlu aynaya mı kandın? Sütüm haram olsun.”
“Annem… Annem. Vallahi de, billahi de yemin ediyorum. Bu aynayı bizim bahçede buldum. Kimseden almadım.” diye ağlamaklı yalvarsa da nafileydi. Fato'nun gözünde namusları beş paralık olmuştu.
Fato aynayı getirip kocası Kel Sülo’nun eline tutuşturdu. Kel Sülo durumun vahametini anında anladı. Hiç de hoş gelmeyen misafirlerine kendilerine yarın bir cevap vereceklerini söyledi. Yüzünde büyük bir mutlulukla Mısto, ardından Hikmet ve en son Topal Asiye soluğu dışarıda aldılar.
Bir hafta gibi kısa sürenin ardından Mısto ve Meryem büyük bir düğünle evlendiler. Dut ağacının altında bulunan horozlu bir ayna böylesi bir cinayetin işlenmesine vesile oldu. Buna Cingöz Baykuş dahi engel olamadı. Tanrı da Cingöz Baykuş’un dile gelip olaya tanıklık yapması konusunda kılını oynatmadı.
Onlar (her hâlükârda Meryem) muradlarına eremediler. Erişilemeyen bu muradın kerevetine çıkmak zahmetinde de kimseler bulunmadı. Meryem'in yüreği boğunç içinde kaldı. İçi kurumuş bir Hindistan cevizinden farksızdı, duygusuzdu. Yaşayan bir ölüydü. Cingöz Baykuş o günden sonra gelip Kel Sülo’nun bahçesindeki dut ağacına tünemedi. Uyuz Şano ise her gün bol unun karıştırıldığı yaldan afiyetle karnını doyurur oldu ve her geçen gün daha bir semirdi. Havlaması ve uluması iyice gürleşti.


Amsterdam, 28 Şubat 2020

20 Şubat 2020 Perşembe

ORGAZM



                                                                                        Jan Pieter Lensink 



ORGAZM

Evlilik, sevgili kalabilmeyi ortadan kaldıran bir kurum olmamalı. Sevgili kalabilmenin o güzelim duygusu, heyecanı ve tutkusu, bu kutsal olduğu söylenegelen kurum tarafından, insanların yüreklerinden nadide bir çiçeğin kökünden koparılması gibi, sökülüp atılmamalı. İki insan bir olup, her türlü olumlu veya olumsuz olanca sosyal, kültürel, geleneksel, görgü ve diğer bazlardaki birikimlerini gönülülük temelinde bir birliktelikle harmanlamayı başarmışlarsa, çokça emek verilerek yakalanan bu büyük güzellik, aynı şekilde devam ettirilmelidir. Yüreğimde taşıdığım benzeri duygularla, bir sevgililer günü daha sökün (böylesi bir kutlama ile hemfikir olur veya olmayız) edince ben de sürpriz yapıp eşimi bu yıl bir klasik müzik konserine götüreyim dedim ve gittik.
Bu Amsterdam Concertgebouw’da Hollandalı ünlü şef Pieter Jan Leusink yönetiminde “Mozart Requiem” konseriydi. Tek kelime ile muhteşemdi. Şef Leusink’i tanıyanlar bilirler, onun sahnede koca göbeği ve inanılmaz enerjisi ile nasıl devleştiğini, baget dahi kullanmadan orkestrasını kendisine özgün delişmen el, kol, kafa, göz, göbek ve hatta kalça hareketleri ile her defasında insanları, olağanüstülüğü ile büyüleyen bir gösteri sergilediğini pekâlâ bilirler. Sahnede insanüstü bir dehanın icraatını gözbebeklerinizi zorlamalarla izler hale geliyorsunuz. Sanatına büyük bir saygı duysam da, bu Cem Yılmaz’ın Borusan Klasik Müzik Quartete’tini yönetmesi ile her hâlükârda karşılaştırılamaz. (Hoş Cem yılmaz da bunu yine komiklik olsun diye yapmıştı. Kendisinin de yoğun bir eğitim ve kabiliyet gerektiren bir konuda, bir iddiasının olduğunu hiç sanmıyorum.)
Her şey iyi, hoş ve güzel ama bu güzelliğin bir “amasının” olması biraz düşündürücü. Konser esnasında karşılaştığım klasik müzikle ilgili onlarca Latince terimden bihaber olmak, insanın içini acıtıp burukluk da yaratmıyor değil. Meğerse ne kadar da şaşılacak kadar çok bir şeyden bihabermişiz. Hepsini sıralamaya gerek yok ama birkaç terimi dillendirecek olursak; requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella, messe ve diğerleri. Nedir bunlar kardeşim? Yenilir mi, içilir mi, giyilir mi? diyesi geliyor insanın. Doğrusu oldukça kapsamlı bir muamma ile karşı karşıya olduğunuzu anında görmemeniz için bir neden yok. Çıkın çıkabilirseniz işin içinden!
Hiç unutmam. Bugünmüş gibi net aklımdadır. Çocukluğumda Ankara’da Ulus'a her gidişimde, yürüyüş yaparak Sıhhiye’den geçip Kızılay’a gelirdim. O zamanlar kaldırımları balgam kaplı Ulus semtini (Şimdilerde nasıldır bilemiyorum. İnsanımız bunun yapılmaması gerektiğini öğrendi mi, acaba? Merak eder dururum.) geride bırakıp Kızılay’a doğru yol alırken, sağ tarafımızda kırmızı boyalı ön tarafı yuvarlak bir bina gözümüze çarpardı. Buranın Ankara Opera Binası olduğu söylenirdi. Burada ne yapılırdı, kimler kapısından içeri adım atardı ve ne işe yarardı? Kendi kendime bu konuda kafa yorar ve işin içinden çıkamazdım. Minik yüreğimi her defasında bir meraktır alırdı. Etrafımızda sorabileceğimiz bir büyüğümüz veya örnek aldığımız bir ağabeyimiz de ne yazık ki yoktu. İç kemiren merakımla baş başa kalırdım.
Şimdilerde olduğu gibi, insanların “Google Amca” diye adlandırdıkları bir arama motoru da yoktu. (Bakın aşağıda kopyalayıp yapıştırdığım mehteran marşının sözlerini dahi “Google Amca” sayesinde hemencecik buldum. Sözlü, yazılı, müzikli her versiyonu mevcut. Allah razı olsun. Dinine lanet! Google’dan aç, Bitlis Sineması gibi tekrar tekrar al başa ve dinle. Kabarması gereken göğsün kabarsın. Baklavaların bir bir ortaya çıkıversin. Bir tek şerbetini dökmek kalsın.)
Biraz daha ilerlediğimiz zaman sol tarafımızda kalan Ankara Radyo’sunun binasına bakışlarımızı çevirirdik. Burada olup biten konusunda biraz daha aşinalık vardı. Yurttan sesler korosu, Türk Halk ve Sanat müzikleri, “arkası yarın” adlı piyesin seslendirilmesi ve bitmeyen inişli çıkışlı memleket meselelerinin halka duyurulduğu haber ajansları da buradan sunulurdu. "Vatan Milet Sakarya..." Hasan Mutlucan da bu binadan halkı düşmanlarımıza karşı aynı binadan galeyana getirirdi. Ver mehteranı.
          “Ceddin deden
          Neslin baban
          Ceddin deden neslin baban
          Hep kahraman Türk milleti
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan.” 
Aradan yıllar geçti. Çocukluğumuzu ve geçen onca yılımızı doğduğumuz o kurak toprakların tozu dumanı arasında, ardımızda bıraktık. Operaya, yıllardır bir Avrupa ülkesinde yaşamama rağmen, ancak otuz yaşında gidebildim. Bu da aslında Amsterdam Operasında çalışan bir tanıdığın sağladığı biletle oldu. “Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operasıydı.” Olay geldiğimiz topraklarda geçtiğinden dolayı, var olagelen aşinalıktan da olsa gerek, ister istemez oldukça ilgimi çekmişti. Ve artık evet opera çok güzel bir şey diyebiliyordum. Ama otuz yaşımdan sonra!
Mozart Requiem konserinde yer alan gitar, çello, korno, trompet ve diğer enstrümanları çalanlar alanlarında uluslararası üne sahip, pek çok ödül sahibi, üniversitelerde ve konservatuarlarda hocalık yapan bu işin erbabı profesörlerdi. Damdan düşmek üzere olan “gıy gıy kemancılar” değildiler. Koroda yer alanlar da aynı şekilde çok ciddi eğitimlerden geçen kadrolardı. Onlar da uyku ilacı görevi gören “Üsküdar’a giderken bir mendil buldum” korosu değildiler. Zaten bulunan mendil de büyük ihtimalle pek temiz değildi. Varsın olsun o da bulanın avuntusuydu. Temiz olmasa da mendilin içine yine de lokum doldurmak durumundaydı. Yapış yapış lokumları elinde götürecek hali yoktu.
Yıllar yılı yurt dışında bulunan ve büyük bir özlemle doğduğu topraklara, yani İç Anadolu’daki köyüne yeniden dönen Yakup adlı bir köylü, arabası ile çevreyi nostalji babında yakın bir arkadaşı ile dolaşırken, bozkıra serpişmiş olan köylere doğru bakıp; her defasında derin bir iç çekiyormuş. Arkadaşı Şahin iyiden iyiye meraklanmış. Bunun üzerine Yakup arkadaşına aynen şöylesi bir açıklamada bulunmuş.
“Şahinciğim, biliyor musun? Bu gezip gördüğümüz köylerdeki kadınların pek çoğu orgazm nedir bilmeden, farkında olmadan ve bir kere dahi bunu yaşamadılar. Öylece geldikleri gibi bihaber gidecekler. Ne yazık… Ne yazık!”
         Arkadaşı Şahin her ne kadar mevzunun derin olduğunu görse de, bu açıklamaya dakikalarca kahkahalarla güler. Aslında durum vahimdir. Diğer yandan söz konusu “orgazm” sadece cinsel bir işlev olmasa gerek. Gönül ister ki, insanın her konuda söyleyecek bir şeyleri olsun. Bir şeyleri yeteri kadar bilsin. Bilgiden yoksunluk durumunda orgazm da olunmuyor. Çok okumak ve çok da görmek gerekiyor ki, orgazm olabilesin. 
Konser esnasında sunumu yapan güzeller güzeli bayan programın önce “allegro” bir parça ile başlayacağını söylediğinde apışıp kalmamak elde değildi.
Sadece müzik alanında değil elbette. İnsan yaşamındaki binlerce konuda bihaberlik sürüp gittikçe kişilerin bozkıra serpiştirilen, orgazmdan bir haber köylü kadınlardan sanırım pek bir farkı kalmıyor. Konuya ne kadar iyi hakim olunursa, alınacak haz da o denli yoğunluklu olur. Kulaklarımızın dibinde “requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella ve messe” benzeri uzaktan yakından hiçbir fikrimizin olmadığı garip kelimeler periler misali uçuşunca, şaşkınlıkla Kürtçe sormak durumunda kaldığımızı afallamalarla görürüz.
“Te go çi… Te go çi? – Ne dedin… Ne dedin?”
“Qızılkurt*. Orgazm dedim. Orgazm!”


Amsterdam, 20 Şubat 2020


*Zıkkımın kökü


https://www.youtube.com/watch?v=kBkr7JF1ur4


14 Şubat 2020 Cuma

GAYRIK YETER




“GAYRIK YETER”


Haftanın ilk günü, hava dehşetli soğuk. Bulut yumaklarının arasında kış güneşi kaplumbağa misali korkuyla başını kâh çıkarıyor kâh geri çekiyor. Güneş bu mevsimde var olan bal rengi ışınlarını, bir avuç ısısını, bakır tasını ve tarağını toplayıp yeniden bulutların ardında saklı bir kuru dala anında tünüyor.
Sabahın alaca karanlığı, Amsterdam şehrinde bir kaç yıldır işlettiğim dükkânıma geldim. Evden işe beş yıllık rütin bir gidiş gelişin bir kez daha tekrarında, üşümüş olan ellerimi anahtarlarımı bulmak için karman çorman olan ceplerime daldırdım. Uzun bir didinmenin ardından en nihayetinde bulabildim. Oysa her zaman kendi kendime der dururum, “behey adam; şu ceplerime bir ara, biraz daha çeki düzen ver, işe yaramayanları bir kenara koy.” hem anahtarlarımı çabuk bulacağım, hem de zamandan kazanmış olacağım. Ama gel gör ki; evdeki hesap, çarşıdakine neden denli uzağında kalır? Şaşar dururum.
Aynı uzun uğraşıyı kapıyı açmakta da gösterdim. Derken kapıdan içeri ilk adımlarımı atmış lambaları henüz yakmıştım ki, içeriye bir müşterinin damlaması bir oldu. Siftah erken başlamıştı. Görünen o ki, güne iyi başlayacağım.
Telaşla derme çatma tezgâhımın ardına geçtim. Müşteriye gülümseyerek iyi günler dileğinde bulundum. Kral veya kraliçe olduğunun ayırımına pek varamadığım bu müşterime nasıl yardımcı olabileceğimi sordum ve ardından istediklerini kendisine verdim. Elinde alış veriş çantası tam da gitmek üzere adım atmışken, dönüp buğulu gözleriyle beni sorgularcasına baktı. Göz göze geldik. Çok özel bir soru sorup soramayacağını sordu. Bu ağlamaklı gözlerin bir bayana mi, yoksa bir erkeğe mi ait olduğunun sabahın bu erken saatinde ayırımına varamadım. Kısa bir şaşkınlığın ve duraksamanın ardından, büyük bir merakla elbette sorabileceğini söyledim. Gözlerindeki buğu biraz olsun dağılırken, esmerden öte yüzüne hafiften yayılan pembeliğin ardından büyük bir merakla beklediğim sorusunu sordu.
“Siz hiç bu kapıdan bir kadının girmiş olduğunun farkına vardınız mı?”
Hiç beklemediğim bu soru karşısında yaşadığım ikinci şaşkınlık ve duraksamadan sonra zorlanmama rağmen cevap vermek durumundaydım.
“Affedersiniz ama ne demek istediğinizi anlayamadım.”
Kısa ve düzensiz kesilmiş kıvırcık saçlı kalınca dudaklı, benim gibi kısa ve tıknazca olan bu müşterime bu kez dikkatle baktım. Yüzünde büyük bir eziklik vardı. Bu ezikliğin ortaya koymuş olduğu mimiklerle, boynu bükük bir halde;
“Bakın ben gördüğünüz gibi bir bayanım. Kadınlar yaşlarını söylemeyi tercih etmezler. Ama ben söylemekte sakınca görmeyenlerdenim. Tam otuz altı yaşındayım. Ben içeri girdim ve bayan olduğum halde şöyle üstünkörü de olsa beni süzmediniz. Oysa size göre daha genç sayılırım. Neden, hiç bir erkek beni dikkate almaz ki? Ben de birilerinin çok şey ifade eden bakışlarının benim üzerimde dolaşmasını ve bedenimin bir yerlerinde asılı kalmasını isterim. Ama bu neden hiç olmuyor, benim eksiğim nedir? Bakınız, ben KLM (Hollanda Kraliyet Havayolları) gibi büyük bir kurumun servis otobüsünde yıllardır şoför olarak çalışıyorum. Yani öyle işsiz güçsüz biri de değilim. Sürekli de insanların içindeyim. İşin garibi iş arkadaşlarımın büyük bir bölümü de erkek.”
Ben böylesi bir sorgulamayla karşılaşacağımı doğrusu hiç beklemiyordum. Bu bayanın yıllardır yaşadığı ayrımcılığın faturasının bana çıkarılması beni allak bullak etti. Bir müddet tepkisiz öylece kıpırtısız kalıp, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Hani biraz güzel, kadın gibi bir kadın olmuş olsa, diyeceğim şeyleri bulmakta daha az zorlanmış olacaktım. Neredeyse içimden geçenleri söyleyecektim ki, kendimi frenleyip, dilim döndüğünce kırık dökük Hollandacamla kendisini teselli etmek zorunda kaldım.  
“Şey, şey... diye geveleyip devamla; İnsanlar bu ülkede çok yoğun yaşıyorlar. Bu yoğunluk ve stresle, koşturmacayla birbirlerini göremeyip, dikkate alamayacak hale geliyorlar. Sistem çok acımasız, dolayısı ile insanlar da acımasız oluyorlar. Herkes kendi köşesinde kendi hayatını yaşıyor ve aslına bakarsanız kimse kimseyi ilgilendirmiyor. Nasıl söylesem, burada aynı zamanda alabildiğine bir iletişimsizlik söz konusu elbette.”
Bu söylemimle kendisini tam biraz olsun yatıştırmıştım ki, kendimi alıkoyamayıp;
“Doğrusunu isterseniz bu yadsımanın oluşmasında, kanımca sizin de biraz suçunuz var. En basitinden içeri girdiğiniz zaman ben sizin erkek mi yoksa kadın mı olduğunuzun ayırımına varamadım. Bir kadın olduğunuza göre biraz daha kadınsı giyinmeniz gerekmiyor mu? Bir kere bu ‘burka’ benzeri elbiseleri üzerinizden çıkarıp, biraz daha açılıp saçılmanız kanımca daha iyi olacak. Belki çok güzel bir yüzünüz vardır. Fakat bunun vitrininin biraz daha gösterişli olması lazım. Güzelliğinizi ortaya koymanız ve en önemlisi de bence vitrininizi biraz daha aydınlatmanız gerekecek. Yani sizde var olanın elbette dışarıya sunumu çok önemli. (Sanki bütün bu dediklerimi kendim kusursuz bir şekilde yapıyormuşum gibi, hani bulunca abalı garibi köteği basıp ver yansın ettim ve birden uzman kesildim.)
Söylediklerim kendisini üzerinde soğuk bir duş etkisi yarattı. Ama sonuçta bana hak verdiğini ima etmek için masumca kafasıyla beni onayladı. Bunun üzerine söylediklerimin altını çizmek için;
“Hollandacada bir deyim var, ‘görmek satın almaktır.’ Hani böyle olunca da bazı şeyleri biraz daha görülür ve fark edilir hale getirmek zorundayız.
Kendisinde bir şeylerin var olup olmadığı hakkında ki ikilem yaşayıp, henüz diyeceklerimi bitirmiştim ki, yıllardır şehri Amsterdam ve çevresinde çapkınlıkları ile ün salan ve dillere destan hovardalıklarından dolayı kendisine “Bay Coşkun” dediğimiz bir arkadaşım dükkândan içeri daldı. İşin uzmanını karşımda görür görmez, problemli bu vakayı teslim edeceğim birinin gelmesinin rahatlığını yaşadım. Üzerimden büyükçe bir yük kalktı.
“Bakınız, bu konularda arkadaşım benden çok daha tecrübelidir ve hatta uzmandır. İsterseniz bu konuyu daha fazla vaktiniz varsa, onunla daha detaylı konuşabilirsiniz. Sizi kendilerine havale ediyorum."
Bunu söylememle bizim Coşkun ihaleyi hemen aldı ve kadınla arka bölümde uzun uzadıya konuşup, gülüştüler. İhale alınan inşaatın kırık dökük olması, cephesinin tamamen kapalı olması, güneş almıyor olması Coşkun’u ilgilendirmiyordu.”
Allah’ı var, ihaleyi devrettiğim Kazanova arkadaşım bu konuda hiç ayırım yapmayan bir müteahhitti. Hani ne derler; ‘yiğidi öldür ama hakkını yeme.’ Coşkun uzunca karşılıklı bir söyleşiden sonra bayanı gönderdi. Bayan giderken hüzünlü gözlerini neşeli ve umut dolu olanlarla değiştirmişti. Tabi bana da nezaketen teşekkür etmeyi ihmal etmedi.
Derken böylesi garip bir sabahın ardından yeni bir iş günü sökün etti. Bugün çok farklıydı ve çok nadir bayanda bulunacak olan bu cesarete hayran olmamak elde değildi. Görünen o ki: Bıçak gelip kemiğe dayanınca, sorunlar insanları düştükleri Robinson adasında kaçacak pek bir yerleri olmayınca böyle dışa vurabiliyordu. Şairin de dediği gibi, bu bayan her ne kadar şiirdeki Türk köylüsü değilse de,  sonuçta bir insan olduğu için o da GAYRIK YETER demiş ve bu hışımla yüklenebilmek için bula bula beni bulmuştu. Aman ne talih!
Dışarıda ise güneş tünediği dalda hala bir kararsızlık içinde bulutlarla debelenip duruyordu. İçimden hem güneşe hem de sabah sabah sökün eden bu gariban insana acımadan edemedim. Yaşam ise her olumsuzluğa karşın olabildiğince muhteşemdi.





Amsterdam, 14 Şubat 2004

  

27 Ocak 2020 Pazartesi

HAYAT KISA




HAYAT KISA

Adımlarımın telaşlı aceleciliği ile etrafıma bakına bakına yürüyorum. Ankara’da Emek Mahallesi'nin sınırları içinde, günün büyükçe bir bölümünde, yeryüzünün bu kısmını gün boyu durmaksızın adımlıyorum. Adeta bir kapana sıkıştırılmış gibiyim. Mahalle sınırlarının dışına çıkmama zorunluluğum olmadığı halde benim belirlediğim bu alanda, başımda dengede tutmaya çabaladığım bir ağırlık ve burnumun direğini sızlatan hoş bir susam kokusu ile bağıra çağıra dolaşıyorum. Yaklaşık yirmi yıldır aynı kokuyu sanki ilk kez duyuyormuşum gibi aynı hazla ciğerlerimin derinliklerine çekerek, dünyayı yeniden arşınlıyorum.
Benim bir simitçi olduğumu verdiğim ip uçlarından anlamışsınızdır. Bu mahallede namım Simitçi İbo olarak yayıldı. Onca simitçi olmasına rağmen, ne özelliğim var, zaman zaman anlamakta zorlandığım, şaşakaldığım bir üne kavuştum. Sağ olsunlar. Açılan her pencereden beni mahalleli “İbooo”  diye çağırır. Adeta bu insanların bir parçasıyım. Onlar da benim gerçek ailem gibiler. Yılların dostluğu da diyebiliriz buna. O buharı tüten mis ekmeğimi bu yoldan kazanıyorum. Haftanın her günü şafakla birlikte uyanıyor ve saat altı sularında simit fırının önünde soluğu alıyorum.
Bizim işimizin öyle pazarı, bayramı veya hafta sonu yok. Hastalanmak dahi yasaktır. Daha doğrusu bu katı kuralları ben kendi kendime acımasızca uyguluyorum. Benim işimi anlatımımla gören-duyan çok önemli bir makamı işgal ettiğimi sanacak. Varsın olsun. Bu da benim işim. İnsanlar bugün hafta sonu veya bayram diye simit yememezlik etmiyor. O gün bol susamlı çıtır ve de gevrek bir simit yemek istiyorsa, onu yiyebilmeli ve ben bu hizmete soyunmuşsam, iki elim kanda da olsa sunabilmeliyim. Bu da benim işime olan saygım diyebilirsiniz. O tattan ve istekten müşterilerimi mahrum bırakmamalıyım.
Yine bir sonbahar mevsimindeyiz. Mahallenin dört bir yanı sararıp solan ağaç yaprakları ile dolu. Sonbahar bütün renkleri ile sokağa hâkim. Güneş daha az ısıtır oldu. Hayat yeniden yoğunluğunu hissettirmeye başladı. İnsanlar tatilden döndü ve yeniden çalışma temposuna uymak zorunda kaldılar. Ağaçların altından geçerken tablamdaki simitlerin arasına düşen yapraklar doluşuyor. Attığım her adımda yapraklar ayaklarıma dolanıyor. Çöpçülerin işi hayli zor. Har an yağmur veya rüzgârın çıkabileceğini göz önünde bulundurup simitlerimi daha iyi sıralamalıyım. Yağmura karşı da önlemimi alıyorum. Bunun için günlük hava tahmin raporlarını aksatmaksızın takip ediyorum. Ona göre de gardımı alıyorum.
Görmenizi çok isterdim. Tablama bin bir özenle milimlik sıraladığım onlarca simitleri dikkatle başımın üzerine koydum ve ardından avazım çıktığı kadar cıyak cıyak “simitçiiiii…” diye bağırdım. Benden önce caminin Hocası Rükneddin Efendi teknik donanımını kullanarak bağırdı. Ama onun maksadı başkaydı. Aslında bir yerde o da ekmek parası için bağırıyordu. Hani kimseleri hayrına “ Eyy… Cemaati Müslim’in vakit tamam buyurun sabah namazına…” diyecek hali yoktu. Gelse ne olur, gelmese ne olur umurunda olmazdı.
Simitlerim çıtır çıtır ve gevrek. Son iki yıldır işime biraz da renk katayım dedim. Artık simitlerimin yanı sıra isteyene "karper peyniri" de satıyorum. Bu mahallede öğrenci sayısı fazla olduğundan satışlar iyi gidiyor. Hijyene oldukça özen gösteriyorum. Ellerime sürekli eldivenlerimi takmayı ihmal etmem. Simitleri mutlaka maşa ile alır ve poşete koyar. Velinimetlerim müşterilerime öylece takdim ederim.
Yıllar yılı bu sokakları arşınlayadururken, olabildiğince yüksek tonlamalı tiz bir sesle Allah’ın her günü binlerce kez bağırıyorum.  Ekmek parası, yaratan bana da böylesi bir rol biçmiş. Mahallede İsrail Evleri denilen kısımdan ilk adımlarımı attım. Çok geçmeden haftada en az dört-beş kez simit alan Asiye Hanım üçüncü kattaki evinin balkonundan içine simit parasını da koyduğu sepetini uzattı. Çok dakik bir teyze. Çoğu zaman tek kelime konuşmasak da anlaşıyoruz. Ama bayram günlerinde mutlaka uğrak verir, hal hatır sorar mübarek ellerini öperim. Aile ile ilgili her şeyi bilirim. Beni yabancı olarak görmediklerinden bana o güzelim yüreklerinin kapılarını sakınca görmeden sonuna kadar açarlar.
Asiye Hanım yine dört simit parasını ve hiç ihmal etmediği iki lira bahşişimi de ekleyip sarkıttığı sepete, ben de dört tane simidini koydum. Tablamı sehpanın üzerine yerleştirdiğim için ellerimi ağzımın etrafında birleştirdim ve “afiyet şeker olsun ablam…” diye sağ elimi kalbimin üzerine getirip sepeti yukarı saldım. Asiye Hanımın (Allah uzun ömürler versin.) elli yıldır Hamit Beyle mus mutlu bir evliliği ve bu evlilikten bir oğlu ve bir de kızları var. Her ikisi de yıllarca önce dünya evine girmişler. Çocukları evlendikten sonra İstanbul’a yerleşmişler. Anne ve baba Ankara'da kalmışlar. Kendileri tam Ankara sevdalıları. Oğlu Nazım’ın Vera adında güzeller güzeli bir kızı var. Uzun dalgalı sarı saçları ile Asiye Hanım torununu civcivlere benzetiyor. Onu severken içi içine sığmıyor. Adeta onu şeker misali alıp ağzında evire çevire erite erite yemek ister gibi bir sevgi seli yaşıyor.
“Ah benim Sarı Civcivim. Ah canımın içi. Ben seni öylesine çok seviyorum ki. İyi ki varsın kuzum. İyi ki benim torunumsun. Tabiatın bana bahşettiği en büyük hediyesin. Tanrı ömrümü alsın senin ömrüne katsın. Bahtın açık olsun yavrum benim.”
Kızı Münevver’in de bir o kadar güzel on yaşında Orhan Veli adında bir oğlu var. Bütün aile sanatın her dalı ile yakından ilgili oldukları için topluma mal olmuş her biri ayrı bir değer olan kişilikleri kendi çocukları ile özdeşleştirmişler. Onların hatırasını kendi çocuklarında sürdürmüşler. Onlar sayesinde ben de kıyıdan köşeden de olsa bir şeyler kapıyor ve okumaya merak salıyorum. Keşke daha çok vaktim olsa. Ama her geçen gün ruhum zenginleşiyor ve kendimi ayrıcalıklı sayıyorum. Dünyaya daha güzel ve geniş pencerelerden bakıyorum. Ben de büyük değişikliklerin olduğunu her geçen gün sezinliyorum. Dünyayı daha iyi kavrayıp yorumlar hale geldiğim gibi, olaylara ve insanlara karşı hoşgörümün arttığını da görüyorum. Eşime de bu güzelliği bildiğim kadarı ile aktarmaya çabalıyorum.
Benim de, ellerinizden öper ikisi kız, biri oğlan olan üç çocuğum var. En küçük kızım Saliha daha ilkokulda, oğlum Samet ortaokulda ve büyük kızım Şenay da lise öğrencisi. Bütün uğraşım onlar için. Hanımım Fatma derin gamzeli. Benim gözümde dünya güzeli. Evliliğimizin üzerinden aşk ve sevgi dolu on sekiz yıl geçti. Ve ben ona ilk öpücüğümü verdiğim gün gibi aşığım. Saygı da asla kusur etmez, sevgisi beni benden alır. Bu sokakları hiç yorgunluk duymadan ardımda bırakıyorsam, sihirli bir değnek gibi bana sevgisi ile dokunduğundandır. Bütün gücümü ondan alırım.
Asiye Hanımın simitlerini verdikten sonra sürekli müşterim olan birkaç eve daha uğradım. En son Figen Hanım’a simitlerini verdim. Yavaş yavaş cami sokağına doğru ilerliyorum. Sokağın girişinde İsmail Bey simit istediğinden karşı tarafa geçmem gerekiyor. Benden yaklaşık otuz metre kadar ileride lüks bir aracın hızla bana doğru geldiğini gördüm. Başımdaki simit tablası ile kendimi kaldırıma atamadım. Aracın hızla bana çarpması ile bütün bedenimde korkunç bir acıyla kaldırıma savrulmuşum. Anında bayılmışım. Bana vuran araç durma zahmetinde dahi bulunmamış. Çok zaman sonra gözlerimi hastanede açtığım zaman bütün bedenimin sargılı olduğunu gördüm. Sızlamayan yerim yoktu. Perişan haldeydim. Kimsenin yaşayacağıma dair bir umudu yokmuş. Ama ben çocuklarım, dünyalar kadar sevdiğim eşim ve bu mahalle, yani bu koca ailem için yaşamalıydım. Bu dirençle kefeni yırtmıştım. Olay sonrası bütün mahallelinin başıma toplandığını ve her biri bir tarafa fırlayan simitlerimi topladıklarını anlatıyorlar.
Arabanın bana çarptığı ve sürücünün durmadan aynı hızla yoluna devam ettiğini duyan mahalleli, Asiye Hanım ve Hamit Beyin öncülüğünde bir araya gelip, mahallede benim için bir bağış kampanyası başlatmışlar. Evimizin bütün ihtiyaçları giderildiği gibi, hastane masrafları da ödenmişti. Bunu hak etmiş miydim? Aman Tanrım insanlar bir araya gelince neler de yapıla biliniyor ve her türlü zorluğun üstesinden geline biliniyordu. Bu insanlara karşı öylesine mahcuptum ki, ne yapacağıma onların ayaklarına nasıl kapanacağımı şaşırmıştım. Bütün bunlar da insan sınıfına giriyor ve ne yazık ki acımasızca bana lüks arabası ile çarpıp giden şımarık zengin çocuğu da! Bu büyük bir haksızlık diye düşünüyorum.
 Altı ay kadar sonra eski sağlığıma tekrar kavuştum. Hastalığıma iyi gelir diye evimiz mahallelinin getirdiği bal, reçel, tahin, sucuk, et, balık ve pek çok çeşit yiyecek ile dolup taşıyordu. Ben ise bu büyük ailemin bana gösterdiği ihtimam karşısında mahcubiyetimden küçülüyordum.
Yeniden bahar geldi. Mahalleme ve bana da baharla birlikte büyük bir güzellik geldi. İnsanlar güzel, ben güzelim, çocuklarım güzel, hanımım Fatma çok güzel. Belki de arabasıyla çarpan genç de güzeldi. Ama o durmadı. Kaçtı. Şairin dediği gibi: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”
“Simitçiii…. Taze, gevrek simitlerim var. Simitçi geldi, simitçiii….”
“İbooo… Bana beş tane simit getirir misin?”
“Emriniz olur Selvi Abla. Hemen en gevreğinden, beş tane simit. Afiyet, bal, şeker olsun ablama.”


Erkelenz / Almanya, 26 Ocak 2020



KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...