2 Haziran 2018 Cumartesi

TÜYLER





TÜYLER



"EĞER
..........................................................................
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla, 
Öylesine delice bakmasalardı eğer. 

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de 
Kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer. 

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin, 
Son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer. 

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman, 
Meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.


C. Yücel"



Meltem Hanım uzun zamandır vakit ayırıp ağız tadıyla bir film izleyememişti. Çok istediği halde yoğunluktan bu isteğini bunca süre ihmal etmiş olmanın huzursuzluğu ile kıvranadururken, en nihayetinde beklediği o anı yakaladı. Salon masasındaki muma bir kızıl alev iliştirerek başladı işe. Kadehini “rengi fena kırmızı şarabın” buketini loş ışıklı oturma odasına buram buram saçarak doldurdu. Eşi Melih Bey iş toplantısından dolayı eve geç vakit gelecekti. Bir kase mısırı "patır patır" patlatıp koltuğuna kuruldu.
Patrick Shanley’nin yönetmenlğini yaptığı “Şüphe” adlı filmin baş oyuncularından gizemli yüzüne hayran olduğu Marly Streep ve aynı zamanda Philip Seymour Hoffman yer almaktaydı. Bugüne değin Marly Streep'in pek çok filmini seyretmişti. Her filmin ayrı bir tadı vardı. Benim Afrikam, Jullia & Jullia, Saatler, Hayat savunmaya değer, Yasak ilişki, Sophi’nin seçimi, Tersyüz ve diğerleri. Marly Streep bu filmde de sanatının ustalığını hakkıyla ortaya koyuyordu. Hayran kalmamak elde değildi.
Film kareleri Meltem Hanımın boncuk mavisi gözlerinin önünde hızla art arda ilerleyedururken, sahnelerin birinde; yaşlı bir rahip kilisesinde ayin veriyordu. Balık istifi dolu kilisede, düzgün giyimli insanlar can kulağı ile rahibi dinliyorlardı. Rahip ilginç temalı ayininde bir o kadar ilginç olan bir hikâye anlatıyordu. Hikâyenin konusu insanların yüreklerini adeta cam kırıkları ile doldurup yaralayan, yok yere karalayan yersiz dedikodularla ilgiliydi.
Yaşlı rahip Pazar ayininde ibretlik hikâyesinin anlatımını aynen şöyle sürdürüyor.
‘Kadının biri aslında çok da iyi tanımadığı bir kadın hakkında olmadık dedikodular yapmış. Fakat dedikodu yaptığı günün gecesinde kâbus gibi bir rüya görür. Başının tam üstünde bir el görür. Bu kocaman el dedikodu yapan kadını gösteriyormuş. Kadın gördüğü rüyanın etkisi ile büyük bir suçluluk duygusuna kapılmış.
Uyanır uyanmaz günah çıkartmak üzere evinin yakınındaki kilisede soluğu almış. Kilisenin yaşlı rahibine gördüğü rüyayı bir bir anlatmış. Yaşlı Rahibe medet umarcasına sormuş.
"Söyleyin ne olur, dedikodu yapmak günah mı? Beni gösteren o kocaman el, acaba Tanrı’nın eli miydi? Özür dilemem gerekiyor mu? Günah işledim mi?"
Yaşlı rahip usulca kadına dönmüş.
"Cahil kadın. Sen ne yaptığının farkında değil misin? Bir insanı yok yere nasıl böyle karalayabilirsin? İnsanlar onun hakkında yersiz yere neler düşünür ve bu insan bütün bu olup bitenden nasıl etkilenir göremiyor musun? Bu yaptığından bana kalırsa çok utanmalısın."
Kadın rahibe üzüntülü gözlerle bakıp, affedilmesini dilemiş. Lakin rahip aman dilememiş.
"Bu iş o kadar da basit değil. Senden istediğim önce evine gitmendir. Evinde bulunan yastıklardan birini al ve evinin çatı katına çık. Bir bıçak yardımı ile yastığı kes ve sonrasında da tekrar bana gel."
Kadın denileni aynen yapmış. Büyük bir şaşkınlıkla soluğu yaşlı rahibin yanında almış.
Rahip;
"Dediklerimi aynen yaptın mı?" diye sormuş.
"Evet, aynen dediğiniz gibi yaptım."
"Peki, ne oldu? Ne gördün?"
"Şey… Sadece tüyler."
"Hımm… Tüyler..." diye alaylı yinelemiş rahip.
"Gözünün alabildiğine her yere tüyler uçuştu." diye konuşmasını sürdürmüş günahkâr kadın.
Rahip;
"Şimdi tekrar eve gitmeni ve esen rüzgârla birlikte uçuşan bütün tüyleri, senden tek tek toplamanı istiyorum."
"Ama benden imkânı olmayan bir şey istiyorsunuz. Rüzgâr savurduğu gibi bütün tüyleri alıp dünyanın dört bir yanına götürdü. Hepsi kayboldu."
Rahip bunun üzerine kadına yeniden dönüp;
"İşte tam da demek istediğim bu. Dedikodu da aynen bu uçuşan tüyler gibidir."
Rahibin hikâyesi burada son buldu. Ardından Marly Streep bütün gizemli güzelliği ile film karelerinde yer alarak devam etti.
Meltem Hanım filmin sonunda, Marly Streep’e ve Oscar koleksiyoncusu bu muhteşem kadının oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldı. Çok etkilenmiş olacak ki, o gece garip bir rüya gördü. Rüyasında büyük bir asansörün jet hızıyla İstanbul’da bir gökdelenin kırkıncı katının çatı bölümüne çıktı. En hafif bir yükseltide canını alacakmış gibi, adeta bir yumruk olup boğazını tıkayan yükseklik fobisinden, her nasıl olduysa eser yoktu. Korkusuzluğuna en çok da kendisi şaşakaldı. Bu kocaman bir ilkti.
Rüyasında sırtında kocaman bir torba vardı, Meltem Hanım'ın. İstediği yüksekliğe geldiği zaman torbanın ağzını usulca açtı. Torba milyonlarca küçük kâğıt kırpıntıları ile tıka basa doluydu. Kâğıtların üzerinde sağlık, huzur, barış, sevgi, şefkat, kardeşlik, insanlık, vicdan, adalet, hukuk, güzellik, hoşgörü, eşitlik ve insanlığın her geçen daha çok ardında bıraktığı değerler binlerce kez büyük harflerle yazılıydı. Torbanın içindekileri usulca binadan aşağı doğru savurdu. İnsan olmanın gerekliliklerinin yazıldığı kâğıtlar, rahibin sözünü ettiği tüyler misali bütün dünyanın en ücra köşelerine doğru birer kuş olup uçuştular.
Sabah güneşinin bakir ışıkları ile uykusu hafifledi. Burnuna kahve kokuları geliyordu. Elinde kahve fincanı ile bekleyen eşi Melih Bey, uykusunda gülümsemelerle mutluluk saçan Meltem Hanımın uyanmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Melih Beyin tatlı öpücüğünü hazzı yerini acımtırak kahveye bıraktı. Arka fonda klasik müziğin sihirli melodileri bu huzur dolu birlikteliğini bütünlüyordu!



Amsterdam, 02 Haziran 2018






26 Mayıs 2018 Cumartesi

SU VER LEYLA






SU VER LEYLA

Kitlendim. Hem de yüksek burçlu fethedilmez kale kapıları gibi kitlendim. Şifremi kaybettim. Hiçbir sisteme giremiyorum. Yapılması zaruri olan güncellemeler de bir o kadar büyük bir öneme haiz olduğu halde, şifresizlikle bunu yapmak da ``hak getire." Elimden bir şey gelmiyor. Biçare kalakaldım. Oysa nasıl da özene bezene süt beyazı bir A4 kâğıdına altın yaldızlı kalemle, büyük puntolarla, hem de kalın harflerle bastıra bastıra yazmıştım. Unutmayayım diye, hemencecik yan duvardaki kırmızı kadifeli panoya da raptiyeledim. Hay Allah, bir anlık aymazlığıma gelmiş olmalı ki; kapı ve pencereyi aynı anda açık bırakınca meydana gelen cereyandan oluşan sert esinti altın yaldızlı şifremi kaptığı gibi alıp uçurdu. Yakında bulunan maviş denize düşürdü.
Adamlarıma anında emirler yağdırdım. Keskin komutlarım üzerine dalgıçlar derin sularda kulaç üstüne kulaç attı. Sonunda şifremin bulunduğu kâğıt bulunup getirildi. Fakat ıslanan kâğıttaki şifremden eser yoktu. Silinip gitmişti. Bedenim kitlendi. Kollarıma, ayaklarıma, boynuma binlerce kelepçe takıldı. Gelinen noktada; bütün uğraşıma rağmen bu prangalardan bir tanesini dahi çözemedim. Kendimi, tıpkı cüceler ülkesinde esir düşen Jonathan Swıft’in kahramanı Guliver gibi hissediyorum. Aman Tanrım, şifrem olmayınca üst üste kenetlenmedik yerim kalmadı. Parmağımı dahi milim kımıldatamıyorum. Tamamen devre dışı kaldım.
Sil baştan kendimi “resetlemem” de mümkün değil. Şifrem olmadan bunu da yapamıyorum. Uçtu gitti. Mavi sulara düştü. Oldukça karmaşık bir şifre tasarlamıştım oysa. Dost-düşman kimseler bilmesin, görmesin deyi. Hani "top secret" devlet sırrı cinsinden. Kimileri bedenimin, kişiliğimin yeniden eski fabrika ayarlarıma dönmem için ne çok da girişimde bulundu. Allah’tan meyillerinde tam başarılı olamadılar. O fabrika ayarları ki, hepten gözyaşı, kan revan. Yürek acısı, inim inim inleten yaralardı. Alınan kelleler, boğazlanan kardeşler, oğullar, babalar ve en yakın akrabalar. Bir anlık hırsla başları gövdelerinden koparılan binlerce beden. Dini yaymak adına yapıldığı söylenen; istilalar, yağmalamalar, acıma duygusundan alabildiğine yoksun ganimet paylaşımları ve talanlar.
Fabrika ayarlarının çok daha uzağına, güzelliğe, çağdaşlığa, demokratikliğe, insan haklarına, barışa, kardeşliğe ve insani değerlere daha çok ulaşmaya çalıştıysam da, bugüne değin hep kör-topal, tökezlemelerle istenilen yere bütün çabalarıma rağmen varamadım. Kimi zaman zapturaptla-postallarla, kimi zaman ırkçı ulusalcı zihniyetlerle ve din kisvesi altında yaşatılan örümcek ağlarının tamamen sarıp sarmaladığı kafa yapıları ile "sözüm ona varıldığı söylenen" yolun hiç de alınmadığına şahit oldum. Dünyada belki de en çok sorulan soru bencileyin hakkında oldu. Ağlar mısın, güler misin? “Ne olacak bu memleketin hali?” Özellikle de yudumlanan aslan sütlerinin ardından ve “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” şarkısının hemen akabinde.
Bedenim üzerinde bin bir sıkıntıyla yaşama reva görülen halkın tayın ettiği kelli felli muavinler her daim ileri doğru manevramı sağlayacak viteslerimi devre dışı bıraktılar. Oraya buraya toslatılıp, geri manevrada seyir etmemi sağlık verdiler. Affınıza sığınarak, tam da halk deyimi ile “Götün götün gel.” dediler. Farlarımı kırdılar. İleride ne olup bittiğinden beni bihaber kıldılar. Karanlıktan göz gözü görmeyen Ortadoğu bataklığına kımıltısız-devinimsiz kalacak halde park ettirdiler.
Bilmem, beni bu çıkmazdan-dışlanmaktan kurtaracak, şifremi kıracak demokrasiye, hukuka, bilime, sanata, bütün canlıların ve hatta bitkilerin haklarına saygılı yiğit bir “hacker” bulunur mu? Sil baştan çağdaş dünyanın gidişatına bendeniz de usul usul ayak uydurabilir miyim? "Gayrık yeter!" Onlarca yıldır; uçsuz bucaksız bir çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir canlı gibiyim. “Su ver Leyla.” diye çığlıklar atasım var. Susadım. Güzelliklere susadım. 
“Komşu komşu hu. Oğlun geldi mi? Geldi. Ne getirdi? İncik boncuk. Kime kime? Sana bana. Başka kime? Kara kediye? Kara kedi nerde? Ağaca çıktı. Ağaç nerde? Balta kesti. Balta nerde? Suya düştü. Su nerde? İnek İçti. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağ nerde? Yandı bitti kül oldu…”
Komşu komşu huuu..... Şifrem nerde? Suya düştü. Su nerde? Öküz içti!


Amsterdam, 26 Mayıs 2018



15 Mayıs 2018 Salı

ARMAĞAN








ARMAĞAN

SOBE

Söyle á mutluluk,
Abidin' in dahi çizemediği,
Keskin bıçak sırtında raks eden,
Tutarsız,
Elde, avuçta tutulamayan,
Binnaz mutluluk.
Saklambaç mı oynuyoruz seninle.
Bağırıyorum öyle ise,
Çıktığı kadar avazım;
‘Elmaaa... Elmaaa...'
Yeter, yeter artık,
Çık ortaya,
Ortaya çık.
Sobe! 


          Yorgun kambur sırtları güvenle birbirine yaslı tepelere yerleşik gecekondu mahallesindeki kırmızı kiremitli binlerce evi, ağaçları, saksılardaki bin bir renkli çiçekleri, taşı, toprağı, kaldırımı, yeni yapılan asfalt yolu, akşamın menevişliğinde ipil ipil yanan sokak lambalarını mehtabın tumturaklı kurşuni şavkı sardı. Peşi sıra, bir salyangoz misali kabuğunu ardında bırakıp, altı yüz dişi gözükecek şekilde tatlı bir esneme ile aheste aheste çıkagelen gün, görünen o ki, pek çok bakir sergüzeşte gebeydi.   
          Kuşluk vaktiydi. Hercai rüzgâr; serde var olagelen hoyratlığını fütursuzca sürdüreyim derken, hangi yönden eseceğini hepten unutuverdi. Yaşadığı büyük şaşkınlıkla elleri ve ayakları acemice birbirine dolandı. Lakin bir süre sonra, iş işten geçmeden ahengini bulmakta da gecikmedi. Sarsılmaz-kararlı hâkimiyetini yeniden ele aldı. Yüksek taş avlularla çevrili bahçelerdeki kavak, zerdali, dut, iğde, erik, ceviz, nar ve elma ağaçlarının dallarını alabildiğine sarmalayan, yeşilin çeşitli tonlarındaki parlak yaprakları ile birlikte dans etsinler deyi, kaytan bıyıklarının altından tatlı gülümsemelerle gerdan kırdı. Nezaketle diz çöküp el uzattı. Kıvrak dansa, bütün tabiatı davet etti. Rüzgârın dört bir koldan ihtimamla oluşturduğu muhteşem senfoni orkestrasının icra ettiği müzikten uğultu halinde gelen melodinin eşliğinde göz kamaştıran, debdebeli bir vals başladı. Gecekondu mahallesinde yaşayan bütün canlıların kulaklarına düdük, panflüt, piyano, saksafon, gitar, çello, keman, vurmalı çalgılar ve bilumum müzik aletinin sihirli sesleri doluştu. Guk Guk Baykuş tünediği zerdali ağacının dalına pençesini daha sıkı geçirip tutunmaya devam etti. Pamuk Kirpi meşin bir top gibi yuvarlanıp yuvasından içeri aktı. Rüzgâr ulumaya devam ediyordu.
          Tepelere serpiştirilmiş bu evlerden yeşile boyalı olanların birinde; yetmişli yaşları ardında bırakmaya ramak kalan bir kadın, ürkek bir kuş misali sığındığı pencerenin ardında dışarıda olup biteni izlemeye koyuldu. Düşünceleri her ne kadar alabildiğine darmadağın olsa da, tez elden kendisini toparladı. Şenay Hanım doğanın baş döndüren koşturmasına bütün benliği ile pür dikkat kesildi. Penceresinin ardından geniş boşluğa her şeyi alaya alırcasına gülümsedi. Kuş kanatlarından farksız kalp çırpıntılarını derin nefes alıp-vermelerle dindirdi. Yüreğini derinlemesine çimdikleyen acılar sığ bir su misali duruldu. Gamı bir çırpıda olmasa da def eyledi. Bir kirpi misali savunma içgüdüsü ile toparlanmaktan vazgeçti. Kuğu boynu dikeldi. Kalaylı iki tas dolusu balı andıran buğulu-derin gözleri iyice belerdi. Bir ara elleri isyan edercesine düzeltmek umuduyla kar beyazı yüzünde yer alan acımasız çizgilerde bir müddet gezindi. Bunun beyhude bir çabalama olduğunu anladığından, ellerini yorgun dizleri ile buluşturdu. 
          Art arda irili ufaklı bin bir boğumla bir top pıtrağa dönüşen ağaç dallarının, zümrüt yeşili yapraklarla olan raksına bayıldı. Dallar ve yapraklar öylesine muhteşem bir uyum ve ahenk içindeydiler ki, şaşakalmaktan kendisini alıkoyamadı. Pek çok sayıdaki narin dal ve yeşilin her tonunu özünde barındıran yapraklar nasıl da birbirlerine dokunmadan bir aşağı bir yukarı doğru hareket halindeydiler. Rüzgâr; katıksız bir yalnızlık içindeki kendisine ve Tanrıya ıslık eşliğinde şen şakrak şarkılar söylüyordu. Yarı yarıya açtığı pencereden doluşan esinti ak buklelerini savurdu. Yaşlı bedenini şerbetli bir ürpermedir aldı. Tüyleri diken diken oldu. Yuvarlak çehresi pul pul pembeleşti. Islak kirpikleri kaşlarına değdi. Sızlayan derin yaralarına boncuk gözyaşlarını merhem olsun diye sürdü. Yumuk elleri önceleri pır pır titredi, sonrasında duruldu.
Rüzgâr yoruldu. Şenay Hanım ardına yumulduğu penceresini biraz daha araladı. Yağmur çiseliyordu. İçeri doluşan yağmur taneleri ile buğulanan toprağın mis kokusu genzine doluşuyordu. Hafiften ıslansa da o aldırmıyordu. Bugün doğum günü. Böylelikle geçen zamana kocaman bir çentik daha atmıştı. Şenay Hanım üç oğlu ve onlardan dokuz torun sahibi bir nine olarak, her an buharlaşıp uçacak, bir yonca yaprağına konan çiy tanesi gibi yapayalnızdı. Hüznü boğazında düğümleniyordu. Bir armağanmış gibi onun doğum gününde ölen ve mavi göğünde artık güneş olmayan, hayatındaki tek eşsiz dayanağı kocası on yıldır yoktu. Son yudumunu aldığı çay bardağını sehpaya usulca koydu. Bal gözlerini kapadı. Koltuğuna iyice yaslandı. Akşam karalığının sönük rengi sokakta yer yer biriken yağmur sularına indi. Yeşile boyalı duvar boyunca ekili süsenler durulmayı unuttular. Bin bir nazla salınmaya devam ettiler. Çakır gözlü hayat arkadaşını dehşetli özlemişti.

Amsterdam, 15 Mayıs 2018























6 Nisan 2018 Cuma

GURK... GURK

















GURK… GURK

Temmuz ayının o sıcak günü. Öyle ki, safran sarısı yapış yapış, yakıcı bir sıcak. Gök; okyanuslar derinliğinde, geniş ve cam mavisi. Yer yer sonradan tahta bir merdivene çıkılarak göğe iliştirilmiş gibi duran bulutlar, serilen kar beyazı çarşafları andırsa da, yoğun değiller. Güneş bütün şekersi hali ile tombik yanaklarından bal ve şerbetler akıta akıta gülümsüyor. Kova dolusu sütten fırlamışçasına,  beyazlığa bürülü bir güvercin havalanıyor. Karar değiştirmiş olmalı ki, maviş gökyüzünden kopa gelen Ak Güvercin, yeryüzüne doğru apansız pike bir dalış yaptı. Sözüm ona kendince; “Umurum değil.” sıcağın sarılığı dercesine aşağılara daldı. Ak kanatları bir anda alabildiğine safran sarısına bulandı. Birden ağırlaştı, açlık ve yorgunluktan bitap düştü. Ankara'dan Kaman'a doğru giden köy yolunun yanı başındaki, Kör Zewe’nin evinin çatısına kondu, Safran Güvercin. Etrafına bakınıverdi iyice. Düşündü. Heyhat... para etmemişti kanatlarının aklığı. Getirememişti insanlığa zaten; ekmek su kadar gerekli barışı. Belki… Belki safranlığı getirirdi. O an ışık ışık gözlerini usulca kıstı. Baktı uzun uzun uzaklara, pek bir hareketliliğin gözlenmediği Camili Köyü’nden içeri derinlere. Boşluğa gülümsedi adeta.
          Hasat zamanı da olsa şaşırtıcı bir dinginlik hakimdi. Getirisi yoktu artık hasadın. Pür telaş değildi, o yüzden köylüler. Kamyonlar ve biçerdöverler evlerin önlerinde. Yeşil, sarı ve bordo boyalı evlerin aralarında dolanan kasketli adamlar ve gölgede oynayan birkaç çocuk vardı. Az sayıda öbek öbek zerdali, iğde ve dut ağaçları ilişti parlak gözlerine.
“Gurk… Gurk…” dedi önce. Kör Zewe, ad değiştiren Safran Güvercin içsin ve yesin diye, bir tas su ve bir avuç darı koydu balkonun bir kıyıcığına. Ardından, gören tek gözüyle hayranlıkla misafirinin kanatlarına baktı. Çok güzeldi doğrusu. Görülmemişti, hiç böylesi. Misafir gagasını yere ‘tak tak’ vurdu. İndiriverdi darıları iştahla bir bir boş kursağına. Doydu. Bir ‘ooh…’ çekti. Sonrasında, daldırdı nazlı gagacığını küçük emaya tasa. Yudum yudum ıslattı gırtlağından içerisini. Kaldırıp başını her defasında, baktı boncuk mavisi göğe. Haylazlığı tuttu, kendisini alıkoyamadı, kanadıyla işmar etti, göz kırptı Tanrı’ya.
Burnunun dibinde bir karınca bitiverdi aniden. Kursağı darı dolu Safran Güvercine doğru seğirtti başını.
“Merhaba sana loo…  Güvercin kardeş. Hoş gelmişsen, sefaları başım gözüm üstüne getirmişsen, ahan da buralara. Nasılsen kurban. İyi misen? Bilirem sen buralı değilsen. Sen Türkçe de bilmirsen. Bir hefte öncesine kadar ben de bilmezdim Türkçe. Övünmek gibi olmasın yani. Ama şimdi her derdimi anletırım. Çok şükür. Artık minnet etmem ona-buna. Kendim anletırım, döndüğünce dilim, neyse ahvalim.” Bu sırada üzerlerinden mavi kanatlı bir kelebek uçuştu. Sırtı siyah benekli bir uğur böceği yanı başlarına kondu. Derin sohbete merakla kulak misafiri oldu. Biraz sonra da, 'kabak tadında' bulmuş olacak ki, havalanıverdi yan taraftaki salkım söğüdün binlerce dalından gözüne kestirdiği birisine kondu.
“Gurk… Guurk… Gurk. “ diye kelam etti, Safran Güvercin.
“Dedim ya bilmezsin canım benim. Kör Zewe Ebem öğretti, bana da bu dili, hem de bir hafta gibi bir zamanda. Gelecek hafta da Kürtçe dersimiz var, kısmetse. Kalıcıysan buralarda buyur sen de gel. Her dil bir karıncaysa, senin durumunde de bir güvercin degil mi? Kanatlarının rengi böyle olan, senin gibi bir güvercin hiç görmemişem ömrü hayatımda. Ama çok da hoş bir renk. Eee… Loo…  Biraz da sen anlatsan.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Anlamışım. Gurk gurk da gurk… Gurk. Varsın olsun loo. Senin canın sağ olsun. Sohbetine de doyum olmuyor hani. Ha, unutmadan sorayım. Loo… Barış ne zaman? Eli varmaz mı, sağır kulağına. Yeter değil mi artık. Çok üzülüyor Kör Zewe Ebem. Döver dizlerini al kanları akıtılınca insanların. Her ölümle birlikte ağlarız insanlar için. Yalnız insanlar için değil. Sırtında binlerce iğne ile dolanan kirpinin bir dikenin incinmesine, dalı kırılan zerdali ağacına, ayağı topallayan karıncaya, ateşin üzerine dökülen suya dahi acır benim Kör Zewe Ebem. Ee… De hadi loo, anlat sen de biraz.”
“Gurk… Guurk… Gurk.” Utandı Safran Güvercin.
“Anladım. Sen de acıyorsun. Gönlün razı değil. Barış yanlısısın loo… Bilmir miyem sanırsın. Sen çok yaşa, sen var ol emi! Seviyem ben vallah seni.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Her şeyin… Vallahi de billahi de her şeyin bir canı var. Yani paralamam kimseleri ve hiçbir şeyi. ‘Canı cehenneme' demem asla. Tam tersine ‘Canı uğurlar olsun cennete derim, her şeyin ve herkesin.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“İyi, ‘güzel ve doğru’ olan insanların ataları ne der bilir misin?”
“Guuurk…”
“Balam, taşa dokunacaksan elin sıcak mı diye yüreğinin üstüne koy, taşın da canı var.”
“Gurk… Guurk… Gurk.”
“Gurk gurk ya, gurk gurk. Dedim ya lo… sana canı var aha bu toprağın, taşın, ağacın, böceğin ve doğada bulunan her bir şeyin. Bunu sakın unutmayasın. Unutursan yemin billah küserim. Kirvem, sen de gel Kürtçe kursuna olmaz mı? Tam gelecek hafta. Ben tanıştığımıza memnun olmuşum. Şu karşıdaki taşın altı bizim yuvamız. Bize de bekleriz, düşerse yolun günlerden bir gün. Çok konuştum, vallah başın ağrıttım senin. Kusura kalma. Hadi kal sağlıcakla. Alayım izninle bir tane darıcığımı. Varayım, bakayım benim çocuklar ne ederler? Karanlık bastırmadan gideyim. Kocam da hasretle gözler yolumu, ben ince belli, edalı, işveli, narin karıcığının. Kendine iyi bak! Selamlarımı söyle bütün tanıdıklarına.”
“Gurk… Guuuuurrkkkk… Gurk… Gurk.” etti, ardından mutluca havalandı Safran Güvercin. Göğün derinliklerinde, alaca karanlığın serinliği ile birlikte pul pul döküldü safranları yeryüzüne. Bir anda sarımtırak oldu evler, toprak, taş, bağ ve bahçeler. Yeniden özüne döndü, oldu eski Ak Güvercin. Meçhul bir yöne doğru, çırptı ak kanatlarını.
Cami minaresinden akşam ezanının yanık sesi yükseldi. Namaza gitmek için acele etmedi kimse. Kör Zewe basma kumaştan sofra bezini özenle yere serdi. Karşılıklı iki yün minderi koydu. Sofrasını donattı. Ayranlar köpük köpüktü. Onulmaz bir yalnızlık, yine yek başlarınaydılar. Kör Zewe geçse artık şu dizlerimin ağrısı diye düşündü, akabinde. Heyder karısının yüzünde acıyı hissetti. İçi de burkulsa, karnı açtı. Ne garip! Bugün kimsecikler buyur etmemişti diyarlarına, Ak Güvercin’den başka.
Kör Zewe Halil İbrahim sofrasına buyur etti, uzun boylu kocasını. Hüznü devam ediyordu Heyder'in.  Kirpiklerini yere düşürdü. Derin ezik bir hazla oturdu, yer sofrasına. Dalarken kaşıklar tarhana çorbasına, dört koldan, beklenmeyen bir hızla göz kamaştıran kırpık yıldızlar doluştu Camili Köyü’nün gökyüzüne. Uzaklarda bir köpek uzun uzun havladı, ses köyü dolandı, sonrasında kesildi. Ürperti veren bir sessizlik belirdi. Ama tarhana çorbası nefisti.

Amsterdam, 6 Nisan 2018

26 Mart 2018 Pazartesi

HEMZE Û EMNE







HEMZE Û EMNE

Hamza ve Kahramanmaraş’ın o güzeller güzeli kömür gözlü Emine’sí, onların nefeslerini kesecek kadar içlerini kıpır kıpır eden sevdaları ile birbirlerine deliler gibi aşıktılar. Uzun bir nişanlılık döneminin ardından, nihayet yirmi gün önce dünya evine girdiler. Tomurcuklu çiçekleri; Hamza’nın basık, Emine’nin ise o biçimli küçük burnunda olan evliliklerini, bütün dost ve akrabalarının davetli olduğu, pullu al mendillerin kelebekler misali tiril tiril sallandığı, dillere destan onlarca metre boyunda halayların çekildiği, üç gün-üç gece süren dillere destan bir şenlikle taçlandırdılar. Davullar ve zurnalar susmak nedir bilmedi. Dört bir yandan gelen akraba ve konuklar ağırlandı. Kurbanlar kesildi. Sofralar kuruldu. Aslan sütü kadehler havada art arda çınladı. Emine'nin ak gelinliği birbirinden değerli onlarca takıya bezendi. Doğrusu ağızları kulaklarında olan çiftin mutluluğuna da diyecek yoktu. Ağır Kürt aksanı ile Türkçeyi kendilerine has bir şekilde konuştuklarından, birbirlerine Hemze ve Emne diye sesleniyorlardı.
Mutlulukları ne yazıktır ki kısa sürdü. Yüzlerindeki o kocaman gülümsemeleri bir anda döküldü. 1978 yılının son günleri idi. Soğuğun iyice dayattığı bu kış günlerinde, insanlar yeni bir yılı bin bir umutla kucaklamaya hazırlandıkları bir zamanda, olanlar oldu. Şehrinin gök kubbesine kara bulutlar gelip bağdaş kurdular. Hemze o sabah çakır gözlerini yeni bir güne açtığında, kendilerinin ve çevredeki pek çok komşularının kapılarının üzerinde boya ile çizilmiş, uzun zaman baktığı halde anlam vermekte zorlandığı bir çarpı işareti ile karşılaştı. Çok geçmeden ürperti veren uluma sesleri eşliğinde, bütün evler barbarca yağmalandı. Masum insanlar her türlü silah, satır, orak ve baltalarla hunharca öldürüldüler. Büyük bir korku ve panik içindeki halk, çil yavruları gibi dört bir yana dağıldılar. Saklanabilenler öldürülmekten kurtuldular. Çocuklar hüngür hüngür ağlıyor, yaşlılar korkudan tir tir titriyorlardı. Evler kundaklanıp ateşe veriliyor, sokak orasında biçare insanlar katlediliyorlardı. Sokaklar bir anda birer kan gölüne dönüştü. Arşı ağıtlar sardı. Kim kimi neden öldürüyor bilinmiyordu. Yaşananlar inanılması güç, alabildiğine büyük bir barbarlık eseri idi. Kahramanmaraş isim değiştirip, kanlı Maraş oldu.
Görüldüğü üzere vaziyetlerinin pek berkemal olmadığını gören Hemze, kendisini kısa sürede toparladı. Emne'si ile sağ salim kurtulmuşlardı. Şehri hemen terk ettiler. Aklıselim düşünmek zorundaydılar. Doğup büyüdükleri, atalarının mezarlarının yer aldığı, yüzlerce anısının olduğu bu topraklarda yaşam hakkının kendilerine tanınmadığını gördüler ve bir karar almak zorunda kaldılar. Canından çok sevdiği Emne’sinin başına bir hal gelmeden onu alıp bu diyarlardan çok uzaklara gitmeliydi. Kimselerin bilmediği ulaşılmaz dağların ardı belki de en güvenilir yerdi.
O yılların siyah beyaz televizyonunda sürekli seyrettiği Heidi adlı çizgi filminde yer alan Alp Dağlarının etekleri yeni mekânları oldu. Bu sarp dağlar Heidi, arkadaşı Peter, Büyük Babasına ve keçilerine mutlu bir yaşam sürmeleri için kucak açtığına göre, biçare halde kapılarına dayanan Hemze ve Emne’ye de misafirperver davranırdı. Bütün bu hayallerle çarçabuk pasaport çıkartıp yüreklerinden atmalarının hayli zor olacağını bildikleri büyük bir gam ile atalarının topraklarını terk ettiler.
İlk yıllarında pek çok zorlukla karşılaştılar. Başta kültür olmak üzere, dil, din, gelenekler, insanların yürümeleri, oturmaları, kalkmaları, yemeleri ve içmeleri dahi çok farklıydı. Yapayalnızdılar. Zamanla her türlü zorluğun üstesinden gelmeye çalıştılar. Farklılıkları anlamaya ve yeni dostluklar edinmeye başlamakta fazla gecikmediler. Zirveleri oldukça yukarılarda olan Alp Dağlarının eteklerinde, başkent Viyana yakınlarında medeniyetin solunduğu, bütün renklerin yeşil ile cilveleştiği doğadan ibaret bir hayatla ayrılmamak üzere sıkıca kucaklaştılar.
Amansız hayatın içinde alabildiğine yer alırlarken, dayatılan zorluklarla mücadele içinde geçen her yıl, Hemze ile Emne’nin birbirlerine duydukları sevdayı azaltmanın yerine, bu güzelliği daha da çoğalttı. Oğulları, kızları ve torunlarının dünyaya gelmesi ile mesken ettikleri Avusturya’nın başı karlı dağlarında vasat hayatlarını renklendirdiler. Yaşanmış onca acıya karşın, yüzlerinde her an büyük gülümsemeleri bir an olsun eksik olmadı. Alp Dağlarından esen tatlı serinlikteki rüzgârlar yüreklerini okşamalarla geçedururken, onlar hayatı adeta alaya alıyorlardı. Birbirlerine karşı sürekli espriler yaparak, şakalaşıyor ve hayatın getirisi zorlukları bir tarafa atıp, günlerini gün etmeye çalıştılar.
Yüreklerinin en derininden birbirlerine “Hemze…  Emne…” diye seslenirlerken aşk dolu kalpleri adeta bedenlerini terk edip, havada buluşuyordu. Hemze günün yorgunluğuyla ağrıyan başından dolayı kıvranmalar içindeyken, kocaman bir patatesi tavada kızartacakmış gibi doğruyor, sonrasında da bu beşibirlik altın liraları bir ipe diziyordu.  Kolye halindeki patates dilimlerini alnına, boynuna doluyor, uzun kır bıyıklarının arasından geçirip bağlıyordu. Bir avize gibi oturma odasının içinde dolanıyor, geçmek nedir bilmeyen baş ağrısına isyan ediyordu. Odun ateşi ile yana kuzinenin başından ayrılmıyordu.
Günlerden bir gün hastalık sırası Emne’ye geldi. Hiç beklemediği bir anda apandisinin patlaması ile Emne’yi yakındaki hastaneye kaldırdılar. Hemze ameliyat sonrası elinde kocaman bir buket çiçek ile hayat arkadaşının ziyaretine gitti. Çiçekleri hemşireye bir vazo içine koydurup masanın üzerine koydu. Bir zangoç gibi karısının yanı başında durdu. Karısının solgun yüzünü gören Hemze hasta yatağına doğru geldi ve Emne’nin kulağına harf harf dökülen bir sesle seslendi.
“Emne, canım benim. Malum hastasın öldürmeyen Allah öldürmüyor ama yine de ben sorayım. Emne ölürsen seni nereye gömelim?” Duyduklarının ciddi olduğu kanısına varan Emne avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Çöpe at Hemze, çöpe… Anladın mı hiçbir yere götürmene gerek yok, bildiğin çöpe at.” Emne’nin bu beklenmedik haşin çıkışının ardından neye uğradığını şaşıran Hemze, tez elden yelkenlileri olduğu gibi suya indirdi. Getirdiği çiçek buketinden kızıl bir gülü seçip Emne’nin eline tutuşturdu. Alnından öptü. Espri yapayım derken, biraz aşırıya kaçmıştı.
“Yok, Emnem yok. Ben latife yapayım dedim. Yüzünü güldüreyim dedim. Sen beni yanlış anladın. Yoksa haşa nasıl böyle bir şey diyebilirim. Kimseye de değil, he mi de Emne sana, öyle mi? Haşa! Aha bu gül gibi sen de benim biricik gülümsün. Senin dikenin bile yok. Kurban olduğum.” gibi iltifatlarla Emne’nin gönlünü zor etti. Can yoldaşı çok geçmeden hasta yatağında Hemze’ye yeniden gülü gülüverdi.
Emne aynı zamanda Hemze’nin danışmanıdır. Her konu Emne’ye sorulur, gerektiğinde onay alınır ve akabinde icraata geçilirdi. En basit bir matematik işleminde dahi Hemze anında bu konuda Emne’nin derin görüşünü alırdı.
“Emne… İki kere iki kaçtı? Yaww…”
“Dört Hemze dört. Kuruş bilmez Hemze, dört.” Emne bu durumda işlem sonucunu büyük bir gurur ve bilmişlikle en az beş kez tekrarlardı. Hemze de bunun altında kalmaz tabi.
“Ee… Sağ ol Emne. Allah-u Teâla senin o kutsal gölgeni başımızdan eksik etmesin. Hızır yar ve yardımcın olsun. Sen olmasan biz ne yaparız. Perişan oluruz. O zaman ben sütçüye bu dört Euro’yu veriyorum ha!”
“Ver Hemze ver tabi. Adamın hakkı kalmasın. Hadi neyse Allah-u Teâla senin gibi bir tatlı belayı da başımızdan eksik etmesin.”
Hemze’nin iki tane oğlu ve bir de kızı vardı. Her üçü de evlenip çoluk çocuğa karıştıklarından Emne’si ile yalnız yaşıyorlardı. Oğullarından biri veya kızı, kış mevsiminde geleceklerse ve o gün kar da yağmış ise, Hemze şafakla birlikte kalkar, evinin bahçesine kadar olan en az yüz metrelik yoldaki bütün karları kürerdi. Bunu gören Avusturyalılar büyük bir şaşkınlıkla ona bakar, bir anlam veremezlerdi. Lakin bu sık sık tekrarlana gelince onlar da artık Hemze’nin ya oğlunun ya da kızının geleceğini anlarlardı. Bazıları bu duruma alışık olduğundan, kimi Hemze’ye kahve, çay, ekmek arası peynir ve hatta çorba dahi getirenler vardı. Böylelikle onlar da bu renkli kişilikle yakınlaşıp, yaşamlarını daha anlamlı kılmaya talip oluyorlardı.
Eğer yaz mevsimi ise ve çocukları geliyorsa, gelmeden bir saatlik yolda onları en az on kez arayıp geldikleri güzergâh hakkında bilgi alıyor, daha ne kadar yollarının olduğu konusunda bilgi sahibi oluyordu. Arabalarının yaklaşması ile de hemen yola çıkıyor, üzerine fosforlu sarı bir yelek giyip trafik polisi görevini üstleniyordu. Sigaradan sararmış dişlerinin arasında tuttuğu düdüğünü sert komutlarla öttürüp, dur ihtarlarında bulunuyordu. Bütün bu zorlu uğraşıların ardından, çocuklarını sağ salim evinin bahçesindeki parka alıyordu. 
Geçmişin serpiştirdiği ağular güzelim yüreklerine çimdikler ata ata bugüne geldiler. Kalplerindeki gamı defetmekte bir hayli zorlandılar. Şimdilerde Hemze ve Emine iyice yaşlandılar. Ama Alp Dağlarının eteklerindeki hanelerinde hala onların karşılıklı sevgi dolu sataşmaları duyulur. Komşular anlamadıkları bir dilden bağrışmalar dahilinde yapılan bu esprilerden anlamasalar da, bu gürültülerin her birinin birer ilanı aşk olduğunu bilirler. Hatta onların yıllardır sönmek nedir bilmeyen, emek verdikleri aşk ateşlerini kıskanırlar. Onların semalarında gökyüzü maviş gülümser.
Tek olumsuz bir durum vardır ki o da, Hemze üzerinden onlarca yıl da geçse, gördüğü her çarpı işareti karşısında biraz ürker, yüzüne bir anda kan yürür ve o yerden uzaklaşma eğilimine girer. Belki de bir çarpım işleminde, çoğu zaman bildiği halde bilmiyormuş gibi yapması, iki işlem arasındaki X harfinden dolayıdır. Dağlar kızı Heidi ile Alp Dağlarının havasını soluyor, buruk bir mutluluğu vardır, ama kapısının üzerine çarpı işareti koyan kimselerin olmamasından dolayı da kendilerini oldukça güvende hissediyorlar. Şayet çarpı işaretleri ile bir ilginiz yoksa, olur ya, sizin de yolunuz günlerden bir gün Alp Dağlarının eteklerine doğru düşerse; Hemze ve Emne’nin evlerinin ve gönüllerinin kapıları sonuna kadar açıktır. Onların muhteşem mutluluklarına tanık olur, defi gam eder, güzelim aşk duygusundan doyasıya tadar, haz ve feyiz alırsınız.

Amsterdam, 26 Mart 2018












8 Mart 2018 Perşembe

Don Juan - SEYİT








DON JUAN - SEYİT

Camili’de Molla Raşit’in evinin alt tarafında, boz ve kara iki eşeğin büyük bir yılgınlık ve yorgunlukla çekiştirdiği kağnı arabası, köyde içilen tavşankanı beş çayı esnasında Hacı Ali’nin evine doğru kaplumbağa hızında ilerliyordu. Yağsız tekerleklerinden dolayı, çıkardığı gürültülerle rahatsızlık veren kağnı arabasını, etrafına bakına bakına aynı tempo ile takip eden Mucurlu şahsın adı Çerçi Rükneddin idi. Serin bir rüzgârın estirdiği bir sonbahar günü. Saklandığı yerden çıkagelen soğuk hava, Camililerin de artık daha kalın giyeceklere bürünmeleri gerektiğinin sinyalini veriyordu. Güneş irili ufaklı onlarca toprak damın arkasında, adeta ine–çıka, ipil ipil ışınları ile gözleri kamaştırmak için elinden geleni ardına koymuyordu.
Çerçi Rükneddin’in tedbir amaçlı da olsa arabasında getirdiği yün paltosu bütün haşmetiyle geniş omuzlarındaydı. Paltosunun altında gürgen ağacından yaptığı uzun değneğini ardı süre sürüyor, onu görenlerin gözünde iri kıyım boyu ile bir çerçiden çok, heybetli bir külhanbeyini andırıyordu. Hiç acelesi yoktu. Satmak üzere arabasında getirdiği kilolarca kuru üzüm ve kırık leblebilerin çoğunu yol boyu satmıştı. Geriye kalan on kilo kadar yemişi de köyün bu kısmında bir çırpıda satması an meselesiydi.
Kuru üzüm ve leblebi almak isteyenler bir anda Rükneddin’in etrafını sardı. Aynı mahalleden ve sülaleden irili ufaklı çocuklar Selahattin, Hacı, Melek, Şiho, Seyit’in kızları Şeker, Çıro ve oğulları Kamber ile Ethem de meraklılar arasındaydı. Çerçinin başındaki üşüşmeyi uzaklardan gören Seyit de çömeldiği duvar dibinden dizlerine tutunup ayağa kalktı. Çerçinin Rükneddin olduğunu birkaç adım attıktan sonra fark etti. Ne satıyordu ki acaba?
Camili köy meydanında kuru üzüm ve kırık leblebi satıldığında takvimler 1930'lu yılları gösterirken, Seyit de otuzlu yaşlardaydı. Evli, aynı zamanda Rükneddin’in etrafını saran iki oğlu ve kızı vardı. Seyit dünya tatlısı bir insandı. Ancak ruhundan bütün zorlamasına rağmen başının belası hovardalığını bir türlü söküp atamıyordu.
Seyit’in babası Hacı Ali, oğlunun bu zaafının getirisi her vukuatının ardından, onu huzuruna çağırıyor, bir güzel kalaylayıp kulağını çekiyordu. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, bir tek pata küte dövmediği kalıyordu. Fakat Seyit her böylesi amansız paylamanın ardından, gönlündeki depremlere en fazla iki gün destur veriyor ve çok geçmeden yeni bir flört için gardını yeniden alıyordu. Uzun ince boyu, kömür karası sırma bıyıkları, geniş anlı ve çapkın bakışları ile köydeki dulların gönüllerinde, evli olmasına rağmen taht kuruyordu.
Seyit’in annesi oğlunun babasından yediği azardan hayli etkilendiğini görünce, kendisi de kızgın olmasına rağmen annelik hormonlarının baskın gelmesi üzerine çehresini daha fazla asamadı. Sağ kolunu sevgili oğlunun boynuna doladı. Ardından günlerdir ip ip ettiği Karakoyun ve Akkız’ın yünlerinden, yaklaşan kış günleri için ördüğü çorapları getirdi. Küçük bir çocuk gibi elleri ile oğlunun ayaklarına geçirdi. Seyit anasının hafiften pörsüyen yanağına teşekkür mahiyetinde sıcacık bir öpücük kondurdu.
Rükneddin’in keyfine diyecek yoktu. Çocuklar ve kadınlar, babaları veya kocalarından kopardıkları küçük harçlıklarla ceplerini ve önlüklerini doldurdular. Müşterileri ile başa çıkamayacağını anlayan çerçi, omuzlarına attığı paltosunu boz eşeğin sırtına attı. Kadınları ve çocukları nizami bir sıraya koydu. Herkes sabırla sırasının gelmesini bilecekti. Kimselere asla taviz verilmeyecekti. Sol gözünü kapatıp, terazisinin kefelerinin yan yana gelmesi için kılı kırk yardı. Parası olmayanlar onun yerine evlerinde buldukları yünleri, buğday ve arpayı getirip yemişlerini aldılar. Birbirine karışmış olan siyah kuru üzümleri ve leblebileri avuçlayıp iştahla ağızlarına götürdüler.
Seyit’in karısı Şıdo kocasının her dillere destan vukuatının ardından çocuklarının ellerinden tutup, “Yok böyle olmayacak. Canıma tak etti. Zerre kadar sabrım kalmadı. Çocuklarımla babamın evine gidiyorum. Ben de bir kadınım. Benim de bir gururum var.” diye ağlamaklı, iç çekmelerle serzenişte bulunsa da, kayınbabası Hacı Ali’nin korkusundan bu yönelmesinden tez elden vazgeçiyordu. Bütün bu yaşananların yanı sıra, bu konuda köyde dedikodular, yakıştırmalar, bir ise on edilmelerle dizginsiz bir şekilde ağızdan ağıza dolanıp duruyordu.
Çerçi Rükneddin için eşekleri her şeyden çok daha önemliydi. Müşterileri ile canhıraş meşgulken bir ara gözleri eşeklerinin melül bakan iri gözlerine ilişti. Belli ki acıkmışlardı. “Ah benim boz ve kara eşeklerim. Canımın yongaları, kıymetlilerim benim. ” diye kendi kendisine mırıldandı. Kıyamazdı onlara. Onlar olmadan bu koca Rükneddin bir hiçti. Ekmeğini onlar sayesinde kazanıyor, çocuklarına bu canlarının emekleri ile bakıyordu. Hemen terazisini bir kenara koydu. Arpa ve samanın karıştırıldığı torbaları, eşeklerinin alınlarını okşaya okşaya taktı. Acele ile gelip, en ön sırada bekleyen Hesko’nun annesi Çıro’dan kendisinden beklenmeyen bir kibarlıkla, bağışlanmasını dileyip bir sarraf titizliği ile kırık leblebi ve kuru üzümleri tartmaya devam etti. Kimsenin hakkı kimselere geçmesindi. Yoksa bu Kürt ellerinde kendisini tefe koyarlar ve bir daha da köylerinden içeri adımını attırmazlardı. Bu Kürtlerin “huyları ve suları” Kaman – Mucur çevresinde yer alan Türk köylerine göre biraz daha farklıydı. O nedenle ince eleyip, sık dokumakta fayda görüyordu.
Seyit de bir müddet sonra çerçinin yanı başındaydı. Çocuklarının da çerçinin başına üşüştüğünü görünce, cebindeki elli kuruşu çıkarıp Rükneddin’e uzattı. Dört çocuğuna da leblebi ve kuru üzüm vermesini söyledi. Ceplerini dolduran Seyit’in çocukları Kamber, Ethem, Çıro ve Şeker yüzlerinde büyük bir mutlulukla kenara çekildiler. Çıro ve Şeker’den bir avuç dolusu yemişi alıp ağzına götürdü. Ona göre kız çocukları daha paylaşımcıydılar. Çocukları evlerinin yolunu tutarken, kağnı arabasının etrafı da iyice tenhalaştı. Seyit uzaklardan son zamanlardaki göz ağrısı Mişe’nin salına salına geldiğini gördü. Acele ile bıyıklarında ellerini gezdirdi. Daha sonra elbiselerini düzeltti. Bir elini arabanın kenarına koyup, Rükneddin ile sohbet ediyor havasına girdi.
Mışe gözlerinin altından Seyit’i bir güzel süzdü. Seyit büyükçe güldü. Ellerini ceplerine götürdü ama ceplerinde tek kuruş yoktu. Aklına müthiş bir fikir geldi. Anında ayağındaki ayakkabıları çıkardı. Acele ile anacığının büyük bir özenle günlerce, el emeği göz nuru ördüğü sanat eseri yün çoraplarını Rükneddin’in boş olan terazisinin kefelerinden birisine koydu. Aldığı üç avuç yemişi cebinde çıkardığı mendiline doldurdu. Gülen gözlerinden yayılan büyük bir aşkla yemişleri yavuklusu Mışe’ye buyur etti. Rükneddin olup biteni görse de, o kendi ticaretine bakıyordu. Bıyık altından gülümseme ile işine koyuldu.
Don Juan-Seyit, daha fazla beklemeden, Mışe’nin başını döndüren kösnül işvesine kendisini kaptırmaktan alıkoymadı. Yakındaki Dinte’nin evinin kuytuluğuna çektiği Mışe’nin dört yıldır el değmeyen, yemek üzere avuçladığı leblebi ve kuru üzümlerin şişirdiği dul-al yanaklarında sırma bıyıklarını acele ve büyük bir gizlilik içinde gezdirdi. Camili semalarındaki gökyüzü olanca maviliği ile gülümsüyordu. Evine doğru seğirten Seyit’in çorapsız ayakları, pabuçlarının içinde garip sesler çıkarıyordu.

Amsterdam, 8 mart 2018



27 Şubat 2018 Salı

SEVGİLİ









SEVGİLİ

Görünen o ki; ölümün adamları yeniden kanın ılgıt ılgıt aktığı bir savaş çıkaracaklar. Hava koyu puslu. Canavarlar sivri dişlerinin arasından salyalarını sala sala cirit atıyorlar.  Kardeşi kardeşe kırdıracaklar yani. Bıyıkları yeni yeni terlemiş gencecik ömürleri, bir sinek gibi ölmeleri için zorla cephelere sürecekler. Sevgili eli tutacak titrek ellerine kan kusan soğuk silahları tutuşturacaklar. İşte düşman orada deyip kardeşlerinin üzerine salacaklar. Buyruklar bıçak misali keskin ve kesin. Hedef gösterecekler. İşte düşman! Sevgili durma, gel.

Şehirlerde, dağlarda ve ovalarda tanklar, tüfekler, mavzerler, şarapneller, mayınlar ve bombalar art arda patlayacak. Yüreklerin kulakları vurdumduymaz olacak. Elma aromalı gazlarla on binlerce insanı bir anda zehirleyecekler. Metalden devasa ölüm kuşları attıkları ağır bombalarla dünyayı yerle bir edecekler. Misket bombalarını canlıların başlarına yağdıracaklar. İnsanlık bir anda elden kayıp gidecek. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, gençler; yani insanlar hiç uğruna ölecekler. Masumların kolları, bacakları, başları kopacak. Yoksulları büyük bir ölüm korkusu alacak. Duyguları, aşkı ve sevgiyi yok edecekler. Hayatlar son bulacak. Daha çok da güzelken, toyken, telli duvaklı gelin çağındayken, gencecikken, dolanı dolanı taze bir sarmaşıkken, dal gibi incecikken. O nedenle, sevgili artık gel.

Hayata incelikler katma yoksunları, kin ve nefret kusuyorlar. Oluk oluk al insan kanı akacak. Evler yıkılacak, insanlık molozların ve beton yığınlarının altında kalacak. Bağlarımız, bahçelerimiz ve bostanlarımız talan edilecek. Kuşların, böceklerin ve her türlü canlının yuvaları başlarına yıkılacak. Çiçekler koparılacak, çimler ezilecek, ormanlar yanacak, bütün canlılar nefessiz, aç ve susuz kalacaklar. İnce belli karıncalar telaşla yerin alabildiğine altına çekilecekler, tavşanların ödleri kopacak, küçük dillerini yutacaklar. Kelebekler olanca albenileri ile kanat çırpamayacaklar. Kirpiler gül yüzlerini saklayıp dikenlerine kapanacaklar. Gel derim sevgili gel.

Geniz yakan barut kokuları saracak dört bir yanı. Yeryüzünün göz kamaştıran alının allığı, morunun morluğu kalmayacak.  Çocuklar yok olacak. Çelik çomak, saklambaç ve seksek oyunları yarım kalacak. Oysa yüreklerine doldurdukları güneşi selamlıyorlardı gök gözlü çocuklar. Bütün kalbimle gel diyorum sevgili gel.

Gelirsen, yeniden allı yeşilli bahar gelecek. Hayat, her şeye rağmen bütün güzellikleri ile kaldığı yerden devam edecek. Bilinen halk türküsü devam edecek. "Gel gidelim bahçeye loy, sen gül topla ben seni." Sevgililer uzun uzun koklaşacaklar. İpek mendiller verilecek bergüzar. Ağlayanlar gülecek. Yeniden maniler yakılacak. Başı ve sonu olmayan kardeşlik halayları çekilecek. Zılgıtlar kulakları sağırlaştıracak. Yar dizi yine yumuşak ve sıcacık kalacak. Sevdalıların gözlerinin içi gülecek. Ölümden beter hicran sona erecek. Rüyalar bölük pörçük kalmayacak. Kâbuslar görülmeyecek. Anneler şefkatle yavrularının başlarını okşayacaklar. Yarpuzlar, domatesler ve fırından yeni çıkan ekmekler mis gibi kokmaya devam edecekler. Nergisler, çiğdemler korkusuz açacaklar. Arılar çiçekler arasında tozları taşıyacaklar. Ne olursun sevgili gel.

Altı yaşındaki Suna işinden dönen babası Salih’i öpücüklerle karşılayacak. Sevinç ve coşkuyla ellerini çırpması yarım kalmayacak. Kucağına atlayacağı babası yaşamaya devam edecek. Küçük Suna’nın açtığı kolları boş kalmayacak. Bizim de göğümüzde güneş ol. Sevgili iş işten geçmeden, geç kalmadan gel.

Kurtlar, kuşlar ve börtü böcek insanlarla aynı dünyayı paylaşılıyor olmaktan kendilerinden hicap edecekler. Anneler dizlerini dövüp biçare yitirdiklerine ağlayacaklar. Zeval bulasıca, zayıf canavarlar kazanacak. Savaş naraları atılacak. Özgürlük ve kardeşlik çıraları yerlere atılıp söndürülecek. Reva görülen, zehir zemberek, cehennemi aratmayan bir hayat. Haramilerin, bezirgânların elinde halk inim inim inleyecek. Cihat çağrıları dinmeyecek. Tiratların ardı arkası kesilmeyecek. Ve tonlarca uzun kuyruklu yalan. gel olmaz mı? Sevgili gel!

Mehteranlar bir sağa bir sola dönüp davullarını dövecekler. Fakirler kardeş savaşının en ön saflarında yer alacaklar. Varsıllar teraslarında şampanya kadehlerini keyifle tokuşturuyor olacaklar. İnsanlık onuru ayaklar altına alınacak. Silah tüccarları kasalarının kapılarını kapatmakta zorlanacaklar. Huşunet kazanacak. Başımızda bitler palazlanacaklar. Semalarımızda bayrakları dalgalanan zulüm diz boyunu aşacak. İnsanlarımız üryan ve malamat. İrademiz dumura uğrayacak. Kemikleri bir bir sayılan fukaraların sırtında kırbaçlar şaklayacak. Ömrübillah sefalet. Halimiz hayli yaman. Gelmemezlik etme ey sevgili, yalvarırım gel.

“İbrahim, Kemah’ın Çit köyünde kasketini afili yıkıp kaşının üstüne, eşeğine yan binecek. Bir günün beyliği beylik deyip, boz kulağı anırta anırta, ayaklarını sallaya sallaya köyünden içeri girecek. Belki ona da Şahmaran’ın da bağı var diyecekler. Evdekiler zaten paçanın kokusunu çoktan almış olmalılar. Yılmaz beklediği şehir ekmeğini iştahla bölüp yiyecek.” İbrahim’in mütevazi hanesinde de kendilerince erinç içinde bir yaşam olacak. Olur ya, ihmale getirip gelmemezlik edersen, gülün cehennemi cennet yeryüzünde yaşanacak. Her şey, bil ki Kemahlı şairin dediği gibi “kirtim kirt” olacak. Yollarına kırmızı halılar serdik. Mis kokulu güller serpiştirdik. Umudumuz suyunu çekmeden, de hadi gel sevgili gel!

Amsterdam, 27 Şubat 2018



25 Şubat 2018 Pazar

AŞK





AŞK
“Dedikodu
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpegündüz?
Melahat'i almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galataya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikâyesi? 
Orhan Veli”
Bu fani dünyada Süheyla’ya vurulduğu söylenecek en son insan benim. Yok öyle, benim Süheylalara durduğum yerde vurulmuşluğum. Vurulmuşsam da ben “Kum Kent Öyküleri’nin” kahramanlarından bir tek Kör Zewe’nin vurgunuyum. Bana her biri “tuh tuh kırk bir buçuk kere maşallah” oğullar-kızlar doğuran namı diyar Kör Zewe’ yedir, benim gem almaz-dizginsiz vurgunluğum. Aman Tanrım kimleri doğurmadı ki bana, güzeller güzeli Kör Zewe. Kocaman kabak kafalı (Qaf Kündır) Aydınlar, gerçekten de güzelliği, aklı ve zekâsı ile kırk bir buçuk kere maşallah diyeceğim Muazzez hanımlar, Kel Mıstolar, Sağır Mineler ve kara-kuru ama Sexy Bilolar doğuran bir kadındır, "dili mercan, dizi mercan, dişi mercan" benim vurgunu olduğum dillere destan Kör Zewe. Ben onun vurgunu olmayayım da, şaşırıp kimlerin olayım dersiniz? Bana ne Süheylalardan. Tanımam etmem. İsteyen buyursun vurulsun. Ama ben almayayım. Onun için derim ki; geçin bunları, anam babam geçin bir kalemde.
Hele Eleni’yi öptüğümü zaten kimseler asla söyleyemez. Olur ya, dedikodusu da yapılsa kimsecikler inanmaz. Ne diye öper benim gibi dini bütün bir adam, elin Rumunu. Yok, anam babam yok olmaz öyle bir şeycikler. Geçin bunları bir kalemde. Gerçi Rum kızlarının pek bi güzel olduğu söylense de, yok vallahi de billahi de öpmedim gençliğimde, öpemedim yaşlılığımda. Ne Yüksek kaldırımlarda, ne de alçak kaldırımlarda. Ne gece ne de güpegündüz yoktur kimseleri öpmüşlüğüm. Bizim için kendi yârimizin, yani Kör Zewe’min al yanağı kutsaldır. Bunu bilir bunu söylerim. Başkaca da ne diyebilirim ki, o benim tek aşkım. O nedenle tek kalemde geçmek lazım bütün bu ayyuka çıkan dedikoduları.
Melahat’ı falanda alıp bir yerlere gitmişliğim olmadığına, bunca anlatımımdan sonra; sanırım sizler de elinizi vicdanınıza usulca götürüp kanaat getirmişsinizdir. Allah kuru iftiradan saklasın. Olsa olsa sadece Kör Zewe’ yi alıp Pur Yaylası’na veya en fazla yanı başımızdaki Kaman ilçesine götürmüşümdür. Zaten resmimize dikkatle bakanlar, böyle bir şeyin olmayacağını çoktan anlamışlardır. Çıkan dedikoduları duymazdan gelin, ne olur. Biraz olsun hatırım varsa, bütün bu çalkantıları kulak ardı edin lütfen. Sonradan anlatmama gerek kalmadan, şimdi peşinen anlatayım. Yok, anam babam yok böyle bir şey. Eloğlunun ağzı un çuvalı değil ki, büzüp bağlayayım, bundan gayrı olur olmaz lakırdıları sarf etmesin diye.
Galata’ya falan dadanmışlığım da olmamıştır. Galata’nın nerede olduğunu dahi bilmem. Sonra kafa çekmelerim falan hiç olmamıştır. Bu da külliyen yalan. Allah’ın hiçbir kulu çıkıp da kafayı çektiğim gibi bir iftirayı veya yakıştırmayı bana yapamaz. Beni bilen bilir. Ben de ne yaptığımı ve kim olduğumu çok iyi bilirim. Demem o ki; geçin derim bütün bunları, geçin hem de bir kalemde. Çünkü ben kime aşık olduğumu biliyorum. Tanrı şahidimdir o da biliyor. 
Hele tramvayda birilerinin bacağını mı sıkıştırmak. Töbe haşa. Ne gençliğimde, ne de yaşlılığımda böyle bir şey zinhar olmamıştır. Bizim Ankara’da tramvay bile yoktu. Hoş şimdilerde de yok ama olsa da ne diye elin kadının bacağını sıkıştırayım. Acır elbette. Yazıktır, günahtır. Hem de tramvayda. Bir kez daha külliyen yalan diyorum. Bakın bir kez daha bakın resmimize, benim Kör Zewe’me olan aşkımı benim ona sarılmamda göreceksiniz. Nasıl da gülü gülüveriyor Kör Zewe’min yeşil, yosun, mavi, kestane, ela, siyah gözlerinin içi. Nasıl desem aşk böyle bir şey işte. Aşk olunca insanın gözü gönlü yalnızca vurulduğunu görür oluyor. Ondan gayrısına gözü de ferman dinleme özelliği olmayan gönlü de körleşiyor. Siz siz olun mademki davet edilmediğiniz halde, gelmek durumunda kaldığınız bu fani dünyada, son nefesinize kadar aşkı tadın ve bütün hücrelerinize kadar yaşayın. Duygu yüklü kalbinize kovalar dolusu aşk doldurun. Bütün benliğinizle sevin sevilin. Aşkı yaşamak isteyenlere de elinizden geldiğince yardımcı olun. Yollarını açın. Var olan kar veya benzeri engelleri bir çırpıda küreyin, gitsin. Sevapların en büyüğüne girersiniz.
Yemin billah Mualla’yı falan sandala atmışlığım da yoktur. Evet, bir sandala atmışlığım vardı günün birinde. Bir defasında Ankara Gençlik Parkı’nda, kem gözlerden ırak, vurgunu olduğum Kör Zewe’ yi sandala atıp, bir sefa sürmüşlüğüm elbette olmuştu. Önce bir semaver dolusu nar kırmızısı çayımızı içtik. Çekirdek çitledik. Ve sonrasında da, bizim de bir sandal sefamız olmuştu. Yıllar- yıllar önceydi. O gün söylediğim şarkıyı bugünmüş gibi hatırlıyorum. Sanat güneşimiz Zeki Müren’den öğrenmiştim. “Gözlerin bir içim su” adlı bir şarkıydı. “Aman güzelim, canım güzelim. Ben sana yanmışım. Yeşil gözlerine, şirin sözlerine hep aldanmışım.” Kör Zewe’min o çekik gözleri her ne kadar yeşil olmasa da, insan aşığı olduğu, derinine durduğu gözleri; yeşil, mavi, siyah, ela kestane ve nasıl görmek isterse öyle görür oluyor. Bence siz bu sandal hikâyesi ile karıştırmış olmalısınız. “İnsan beşer, kuldur şaşar.” derler. Sanırım siz bu konuda da yanıldınız. Üzgünüm. “Ruhumda hicranı” şarkısını ne ben, ne de biricik yârim Kör Zewe bilir. 
Geçin bütün bunları. Size diyeceğim açın gözlerinizi de bizim aşkımızı görün. Bastırmasanız, gurur meselesi yapmasanız, belki sizin içinizdeki dürtüler de ayağa kalkar. Sevin, sevilin. Sevgi fukarası olmayın. Sevdiklerinize sevginizle dokunun!
Amsterdam, 24 Şubat 2018

17 Şubat 2018 Cumartesi

ŞEKER






ŞEKER

         Kömür karası suların yıllar yılı indiği yorgun-emektar ayaklarını dinlendirmek üzere rastgele uzattı. Sonrasında ayakları üst üste gelecek şekilde, yemek yiyeceği masanın altındaki boşluğa dizlerini özenle yerleştirdi. Uzun ve boğumlu parmaklarını birbirine geçirip, tek bulutun olmadığı gök mavisi gözlerini tatlı bir edayla kırpıştırıp etrafına bakındı. Bir başına ve memleketinde çokça esen kuzey rüzgârları gibi alabildiğine yorgundu. Ütülü siyah kumaş bir pantolonun sarmaladığı uzun bacaklarını biraz daha ileri doğru uzatsa, ayakları masanın dışına taşacaktı. Dizlerine doğru apansız harekete geçen kan ile birlikte, ürperti halinde bütün bedeninde huzur veren bir rahatlama hissetti. Gülümsedi.
         Her halinden gerçek bir beyefendi olduğu belli olan adam, adının Fred olduğunu söyledi. Bir hayli ilerlemiş olan yaşı rakamlara döküldüğü zaman, hatırı sayılır bir büyüklükteydi. Bugüne değin zamana art arda bir hayli çentik attığından, düz saçları kar beyazıydı. Çehresi biçimli ve güzel olduğu gibi, aynı zamanda insanın içine huzur veriyordu. Tam bir şekerdi.
         Yavaş adımlarla restorandan içeri tatlı bir gülümseme ile süzüle gelmişti. Beyninin buhuru hala gençliğindeki gibi sönmek nedir bilmeden ak saçlarının arasından tütmeye devam ediyordu. Bulduğu en yakın boş masaya el yordamı ile yerleşmesinin ardından, gözlerini hafifçe belertip kendisine yardımcı olacak garsonu arandı. İçerisi kalabalık, fonda caz müziği ve yoğun uğultu halinde hararetle konuşan şen şakrak yemek yiyen, kadeh kaldıran, kahkahalar atan, hoş sohbet insanların sesleri birbirine karışıyordu. İnsan olabilmek müthiş güzeldi.
         Çok geçmeden derin gamzeli, yirmili yaşlardaki genç garson kızla göz göze gelmiş ve şu an oturduğu iki kişilik masaya yönlendirilmiş, hal hatır sorulmuştu. Belli ki mekânın saygın ve devamlı gelen “şeker” müşterilerindendi. Şekerdi o.
         Ceketinin cebinden yuvarlak camlı gözlüklerini çıkarıp taktı. Masanın kenarına usulca iliştirilen menüyü dikkatle gözden geçirdi. Çok geçmeden; garson kızla karşılıklı, sırayla bakışmalar halinde siparişini verdi. Hafiften titreyen elleri ile kremalı, tabakta minik turuncu bir gölet görünümündeki kabak çorbasını içmeye başladı. İki kaşık aldıktan sonra masada küçük cam vazodaki kırmızı laleleri incitmeden okşadı. Laleler onu çok eskilere zoraki götürdü. Laleler güzeldi.
         Kız kardeşi Betty ile hayatta kalmalarını aslında bu lale soğanlarına borçluydular. İnişli çıkışlı kıvrımlı yer kabuğunda birbirinden güzel sayısız çiçek hayat bulmasına rağmen, lalelerin onun hayatındaki önemi bir başkaydı. Bütün çiçekler güzeldi.
         Çorbasını içmesinin hemen ardından gamzeli garson, göz hapsinde tuttuğu Fred Beyin masasından boş çorba tabağını aldı. Fred Bey bir baş eğimle teşekkür etti. Daha sonra garson kızı yanına çağırdı.
         “Çok güzeldi. Bayıldım çorbaya. Aşçıya komplimanlarımı iletir misin, lütfen? Teşekkür ederim.”
         “Biz teşekkür ederiz efendim.” Çorba çok enfesti.
         Dönüp içindeki yola baktığında her defasında bu denli ince uzun olmasına şaşmadan edemiyordu. Babası Hugo İkinci Dünya Savaşında Hitler’e karşı yeraltı örgütünün bir neferi olarak direnişin en ön saflarında yer alan bir kahramandı. Uzun yıllar kavga arkadaşları ile verdiği mücadelenin ardından, hain bir pusuda hayatını kaybetti. Onu ve kız kardeşi Betty’i annesi bin bir zorluk ve tehlike içinde büyüttü. Kış aylarında yorganların altında yaprak gibi titreyip birbirlerine sarılmakla geçirdiler. Giyecekleri paramparçaydı. Savaş dolayısı ile her şeyde olduğu gibi yiyecek sıkıntısı da çok büyüktü. Savaşın getirdiği kıtlık diz boyuydu.  Çocuklar ve yaşlı hastalar açlıktan kırılıyorlardı. Fred Bey o zamanlar dokuz, kız kardeşi Betty ise altı yaşındaydı. Annesi Hanna bulduğu lale soğanlarını getirip çocuklarına yediriyor, böylelikle onların açlıktan kırılmalarının önüne geçiyordu. Lale soğanlarının tadı önceleri garip gelse de, açlık her şeyin yenilebilir kılıyordu. Doyasıya doymak harikaydı.
         Çok beğendiği kabak çorbasının ardından sipariş verdiği, küçük bir salatanın da yer aldığı, orta derecede pişmiş bifteği de masasındaydı. Normal bir insanın en fazla on lokmada yiyeceği bifteği en az elli parçacığa bölüp ağzına götürdü. Lokmasını her defasında uzun uzun çiğnedi. Belki de; kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, inlerin ve de cinlerin top oynadığı da diyebileceğimiz bir dağ başında da olsa, Fred Bey yemeğini aynı kibarlıkla yiyecekti. Medeni olmanın getirisi buydu, zaman ve mekânın ehemmiyeti hiç olmuyordu. Medeniyet canavar değildi.
         Büyük ve onurlu bir direnişçi olan babası ile her daim gurur duydu. Babasını çok net olmasa da az çok hatırlıyor, o siyah beyaz film kareleri gibi gözlerinin önünden bir silüet olarak gidip geliyordu. Savaş yıllarında gizlice eve gelişleri, kendisini, kız kardeşini ve annesini sıkıca kucaklayışı gözlerinin önünden gitmiyordu. Babası ölmüştü ve onu ne yapsa bir daha getiremezdi. Arkadaşları gibi sakalları çıktığı zaman babasının tıraş sabununu yüzüne sürüp sakallarını kesmedi. Kız arkadaşını evlerine götürüp; "Baba bak bu benim kız arkadaşım." diyemedi. Bunu sadece annesine diyebildi, ama yarım kalan bu duygunun burukluğunu uzun yıllar üzerinden atamadı. Ondan çapkınlık dersleri de alamadı. Baba konusunda bir tarafı hep yarım kalakaldı. Ayrıldıkları zaman nasıl da sıkı sıkıya birbirlerine sarılıyorlardı. Fred babasının gidişinin ardından ağlıyor, günlerce küsüyordu. Annesi de onu duyduğu korku ile susturmak için akla karayı seçiyordu. Babalar ve anneler, varlıkları ile harikulade varlıklardı.
         Fred Bey elindeki kırmızı şarabının son yudumunu, boncuk gözlerini hafifçe kıstıktan sonra alıp, kadehini kenara koymuştu ki, garson kız güzel gülümsemesi ile bir yenisini daha sundu. Bu kadehin restoran sahibinden olduğunu söyledi. Duyduğu mahcubiyetinden yanakları al al oldu. Bir anda nutku tutulur gibi oldu. Ne söyleyeceğini kestiremedi. Barın arkasındaki sarışın genç bir adama uzaktan teşekkür mahiyetinde elini salladı. Ardından da kadehini sarışın adama doğru kaldırdı. Dostluklar güzeldi.
         Eşi iki yıl önce, birlikte el ele girdikleri bütün dünyaya açılan kapının ardında, onu bir kalp krizi sonucu yapayalnız bıraktı. Kalbi paralandı. Kirpikleri yere düştü. Acısı katlanılacak türden değildi. Bugüne değin onsuz ardında kalan iki yılda saniyeler geçmek nedir bilmedi. Bir başına olmak çok ağırdı. Eşi Heleen’in hayali gözlerinin önünden gitmek nedir bilmiyordu. Gurur vesilesi babası Hugo’nun adını verdikleri torununu nasıl da bağrına bastırıyor, ilgileniyor ve arkadaş olup oyunlar oynuyor, minik yumuş ellerini defalarca öpüyordu. Fred Bey onun bu halini hayranlıkla izliyordu. Heleen onun için tabiatın kendisine sunduğu paha biçilmez bir armağandı. Hayata müteşekkirdi. Heleen'i hayatı boyunca el üstünde tutmaya çalıştı. Bir dediğini iki etmedi. Yaşanabilecek en güzel sevgiyi yaşadı ve yaşattı. Aman Tanrım dünyasını nasıl da dolduruyor ve hayatına bin bir çeşitlilikle renk katıyordu. Oysa şimdilerde bıraktığı boşluk katlanılır türden değildi. Yapabildiği tek şey anılara tutunarak yaşamaktı. Evinin her köşesinde Heleen'den bir iz veya hatıra vardı. Elinin değmediği en küçük bir yer yoktu. Duyulan sevgi bitmese, ışıklar sönmeseydi. Hayatı o varken aydınlık ve renkliydi.
         Vestiyerden uzun siyah paltosunu aldı, kırmızı yün atkısını özenle boynuna doladı. Büyük bir bahşişi hak eden garson kız gamzelerini daha da derinleştirip büyük bir gülümseme ile Fred Beyi uğurladı. Velhasıl o; insanlık düşmanlarına karşı savaşmış büyük bir direnişçinin dingin, güzel, dalgın ama imrenilecek oğluydu. O şeker bir ihtiyardı.



Amsterdam, 17 Şubat 2018




KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...