12 Eylül 2020 Cumartesi

KÖR ZEWE VE MANDELA




KÖR ZEWE VE MANDELA

        

           İki yıl gibi sıkıntılarla geçen uzun bir aradan sonra biricik anacığım, nam-ı diğer Kör Zewe ile memleketimiz Ankara’da birlikteyiz. Başkent aheste adımlarla yol alan mevsime, bir kez daha kendisine has griliğiyle yeni renklerle kendisni süsleyeceyini vaat eden hazan mevsimine içten merhaba diyor. 

Eylül ayı, Temmuz ve Ağustos aylarının o bunaltıcı sıcaklarını en nihayetinde alıp bir yerlere götürdü. Düşmeye yüz tutan zümrüt yapraklar, bir o kadar kıymetli olan birer altına dönüşmek üzereler. Kaldırımları ve sokakları her daim olageldiği gibi, çok da geçmeden altın renkli yapraklar kaplayacak. Görünen o ki; insanlar bu mevsimde sokaklarda daha telaşlı bir koşturmaca içinde mi oluyorlar gibi. Çıkan rüzgara kapılıp davranışları ve yürümeleri daha mı aceleci bir hal alıyor? Bilemedim. Kimi canlılara göre ise, beraberinde duygulu yüreklere tatlı bir hüzün, muhteşem bir gülümseme eşliğinde gelip kendisine ayrılan tahtında bağdaş kuracak.

        Büyük bir özlemin ardından bir araya gelme fırsatını nihayet yakaladığım anacığım Kör Zewe artık iyiden iyiye yaşlanmış. Bize reva görülen uzun bir ayrılığın hasretliğini gideriyoruz. Hemen edindiğimiz duygu sanki iki yıl hiç de ayrı kalmamışız gibi kapıldığımız his. Öylesine ayrı, öylesine yalnız kalanlar bizler değildik. Bu ayrılık ve diğer ayrılıklar hiç yaşanmadı. Yanyanalığımız kaldığı yerden devam ediyor. Yine de büyük bir merak ve anlatılmaz bir özlem ile torunlarının sevgisinin dolup taştığı yüreğini bir anda orta yere koyuyor. Orta yerde kıpır kıpır kuş misali kanat çırpan telaşlı bir anne yüreği. Oğullarım 'Filinta nasıl? Robin nasıl?' diye kırpıştırdığı kestane rengi gözleri ile ağzımdan çıkacak kelimelere pür dikkat odaklanıyor. Çocukların artık büyüdüklerini, birer yetişkin birey olduklarını, sevindirici olan sorumluluklarını bildiklerini, sağ olsunlar iyi birer insan olma çabası verdiklerini, okullarında, işlerinde babaları bendenizin gösteremediğim başarının çok üstünde bir başarı gösterdiklerini, biraz da bir baba gururu ile dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Büyük bir mutluluk duyuyor ve rahatlıyor. Fersiz gözleri ışık saçar hale geliyor.

        Torunlarını her yönü ile merak ediyor. Çünkü onları çok az gördüğünden bir o kadar da az tanıyor. Tanımasının azlığı da kendisinin olarak gördüğü bu insanları her yönü ile tanımak istiyor. Heyecanını dindirdi. Durdu. Gözlerinde tüten torunlarının da 'başka ülkelere tatile gidip gitmedikleri' gibi bir kaygıya kapılıp sordu. Her ikisinin de tatil için farklı ülkelere gittiklerini, dünyanın başka diyarlarını onların da çok merak ettiklerini ve hatta Robin’in neredeyse dünyanın büyük bir bölümünü Marco Polo misali gezdiğini söyledim. İki ay kadar önce de Robin’in Güney Afrika’yı da kapsayan uzun soluklu farklı bir geziden döndüğünü anlatım. 

        Annemde merak bitmiyordu. Her kurduğum cümlenin ardından onun kafasında oluşturduğu merak zincirine yeni bir halka ekleniyordu.

        “Güney Afrika neresi?” diye sorunca ben de belki hatırlamasında yardımcı olur diye;

        “Mandela’nın ülkesi var ya, orası işte,” demek durumunda kaldım. 

        Bunun üzerine annem kızlarını istemeye gelen pilotların, doktorların, avukatların ve mühendislerin kollarında getirdikleri rengarenk çiçek buketlerinin yanı sıra lüks kutularda yer alan “Madlen” çikolatalarının üzerinde onlarca yıl geçse de ağızlara verdiği o “bitter” tadın etkisinde kalmış olacak ki;

        “Mandela çikolata değil mi?” diye sordu. Önce gülümsedim. Ne diyeceğimi şaşırdım. Çok yerinde ve güzel bir benzetmeydi. Mandela bundan daha güzel anlatılamazdı.

        Tutuklu konuşan halimle anneme Mandela’yı ve onun verdiği özgürlük mücadelesini anlatma zorluğunu doğrusu göze alamadım. Bunun üstesinden gelemeyeceğimi o an anladım. Varsın, annem bu güzel insanı çikolata olarak hatırlıyor-biliyor olsun. Böylesi daha güzeldi. Fazla derine inmeye gerek görmedim. Dünya insanlığının anısı önünde saygı ile eğildiği Madiba Amcam da zaten çikolata gibi değil miydi? Hani biraz da “bitter” türünden.

        Allah daha uzun ömürler versin. Annem Kör Zewe de Mandela’nın mücadelesinden tamamen bihaber, onun kim olduğunu bilmeden günün birinde bu dünyadan göçüp gidecek. “Apartheid” savaşçısının o büyük mücadelesi, annem Kör Zewe gören tek gözü ile Madiba hakkında bilgilere, aynı zamanda şimdilerde biraz da ağır işiten kulaklarına ulaşmamış. Ne dersiniz, anneme Mandela’yı yine de anlatmaya çalışsam mı? Veya tutuklu konuşma halimle beni zora sokmadan, siz bu pek de kolay olmayan işi üstlenmek ister misiniz?

 

Amsterdam, 12 Eylül 2018

 

 

6 Eylül 2020 Pazar

LO SENE PIX EDEREM HA!




LO SENE PIX EDEREM HA!

 

Yazmak gibi biteviye bir didinim içinde olan şair Refik Bey, henüz ülke çapında hak ettiği istenilen üne sahip değildi. Ancak şiirlerinin belli bir okuyucu kitlesinin dilinde dolaşması, zevkle okunması ve gelecek vaat etmesi kendisinin ziyadesi ile mutlu olmasına yetiyordu. Edineceği ünü aslında hiç de umursadığı yoktu. Yükü duygu olan yüreğindekileri insanlarla paylaşımı çok daha önemliydi. O gece gündüz yazmak yazmak durumundaydı. Duygularını nadasa bırakmak gibi bir lüksü zaten yoktu. Bu hayatının bittiği ile eş anlamdaydı. Büyük harfli cümleler kurmak gibi bir iddiası da yoktu. Sadece dağarcığındaki kelimelerle oynamak onu yeterince mutlu ediyordu. Dimağında ele geçirdiği her harfi bir bir bacaklarından kavrayıp oraya buraya çekiştirmenin tadına doyum olmuyordu. Zihninde avlamaya çıktığı kelimeleri uzun uzun süzer ve ardından hangi şiirde, hangi mısrada birer kelime halinde yer edinmeleri konusunda kendi kendisine fikir teatisinde bulunurdu.

Hangi sözcük insanı alıp götüren bir sevda şiirinde yer almak istemezdi ki? Refik Bey’e göre “her kelime sabahın köründe uyanır uyanmaz kendisini zaten şiir hissediyordu.” Sözcüklerin de dünyanın dillerinde kendilerine göre gururları vardı. İnsanların dilinde telaffuz edildikçe her kelime iyiden iyiye mayışır ve kendilerinden geçerlerdi. Lakin yine de kelimelerle oynamak çocukların saklambaç veya çelik çomak oynamasına pek de benzemiyordu. Bunun için belli bir ölçü ve tartıya gereksinim vardı. Kullanılacak terazinin hassasiyetine diyecek olmamalıydı. Bu birimleri yakalamak da ustalık gerektiriyordu. Bunlar edinilmese, gösterilen uğraşı laf u güzaf olarak olduğu yerde kalakalırdı.

Sözcüklerle bu denli iç içe olan yaşantısını düşünedururken bir an kalakaldı. Durdu. Çıt çıkmayan bir sessizliğe büründü. Düşüncelere daldı. Gözlerinin önünde bir anda binlerce kelime “nanik” yapıp serçeler misali uçuştu. Ne kadar da çok evsiz, barksız, sahipsiz ve başıboş sözcük vardı. Başlarında bir çatıdan yoksun kelimelerin inanılmaz yoğunluğuna şaşakaldı. Sonsuz sayıdaki bunca kelime neden şimdiye değin bal tadında bir cümlede yer alıp okuyucularının hayal dünyasında yer almamıştı. “Başkalarının da bu denli çok sözcüğü var mıdır, acaba?” diye düşünmekten kendisini alıkoyamadı. 

Gözlerinin önünde uçuşaduran bütün bu kelimeleri bir bir hizaya getirip anlam kazandırmalıydı. İçinde bulunduğu uğraş anlamlı ama bir o kadar da sonsuzluğu olan bir güzellikti. Kelimeler böylesine başıboş uçuşmamalıydılar. Korunaklı bir çatı altında toplanmalarının zamanı gelmişti. İyide bu "ha demekle" olacak iş değildi. Her biri olması gereken yerde yerini alıp şiir, roman, öykü ve köşe yazıları olarak yüreklerdeki yerlerini almalıydılar. Kuşlar misali onları evrene salmalıydı. Böylelikle daha bir anlam kazanıp bir araya gelmeleri ile bir öyküye dönüşebilirlerdi.

Ah Türkçe dili ah! Öylesine karmaşıktı ki, her defasında hayretler içinde kalıyordu. Her yörenin kendisine göre kelime dağarcığı olduğu gibi, aynı zamanda şiveleri de aynı zenginlikteydi. Başka dillerden pek çok kelime kabarık sayfalı sözlüklerde ve Türkçe diline konuk olarak gelip kalmışsalar da zamanla entegre olmakta fazla zorluk çekmemişler. Bazı harflerle başlayan tek kelime Türkçenin olmaması çok şaşırtıcıydı. M, L ve J harfleri ile başlayan bütün sözcükler yabancı kökenliydi. Ve çoğu zaman bu kelimelerin kullanımı ile ifade edilmek istenenler daha yerli yerine oturuyordu. Teknik, tıbbi, hukuk ve bilimsel konularda bu kelimeler kullanılmaksızın kaş göz yarsanız da meramınızı istenildiği gibi anlatamazsınız. Yöreye göre lisan öylesine bir farklılık alır ki, çoğu ifade edilmeye çalışanı anlamakta büyük zorluklar yaşarsınız. Refik Bey bu konu ile oldukça ilgiliydi. Edindiği tecrübe ile artık bütün yörelere mahsus olan bu söylemleri anlayacak kadar bilgi sahibi oldu. Lakin Türkiye bu açıdan çokça renkli bir coğrafyaydı. Kulaklarını tırmalayan her yöresel konuşma onu hem güldürüyor hem de çok hoşuna gidiyordu.

Egeliye kulak verdiği zaman onun aynen şöyle çıkışına tanıklık ediyordu.

              “Akideş, götüyü vereceksen götüyü ver, götüyü vermeyeceksen götüyü verecekler var. Hadi diyiver gaadeş. Asfalyalarımı attırma. Niredeyse ımızan (ramazan) geldi. Ne bakıp durun? Hönkürüde (orada) dikelip durun. Götüyü vermezsen ben de garıgola (karakol) gitçem.

Diğer taraftan Trakyalı söze girer ve gösterisini aynen şöyle sürdürür.

          “Er gün aber salarım Asana a be yapasın bu işi derim.” Refik Bey içsesi ile kendi kendisine söylenmekten kendisini alamaz.

“Kardeşim neler oluyor orada? Hasan ne zaman adını değiştirdi de Asan oldu. Hasan kimi astı da Asan oldu? Nereye gitti bu koskocaman H harfi? Yedin mi? Yuttun mu? Nedir kardeşim bu senin yaptığın? Kaşla göz arasında iki ayağının üzerinde sapasağlam yere basan “H” harfini nasıl da iç ettin. Evet bencileyin bir şair, yani Refik olarak ben dahi harfleri ayaklarından yakalayıp sadece sallıyorum. Olmadı ama Hamdi. Pardon Amdi sen zavallı harfcikleri gözümüze baka baka resmen boğazlıyorsun. El insaf yani.”

Serhat ili Kars’ a da Türkçe yol alıp ulaşana kadar bir hayli deforme olur. Belki de ulaşma işi sıcak bir yaz ayına denk geldiği için sözcükler iyiden iyiye yayvanlaşmışlardır.

“Gardaşımla barabar yaylaya gidecağdığ uyuya galmışım.” Harfler nasıl da Kars’a gelene kadar “K” inanılmaz bir dönüşümle “G” haline geldi. Bu durum aynen D ve T harflerinin de kaderidir.

“Taha yeni tiktirdiğim köhneğimin üzerine süt töktüm. Hanımdan bi tayak yemediğim kaldı. Başımdan aşağ kaynar sular töktü.” Aynı şaşkınlık bu diyarda da böylesi bir halde görülüyordu.

Karadeniz Bölgesine gelindiğinde de renklilik bir hayli artıyordu. Bir akarsu coşkusu ile bir dil gürül gürül konuşuluyordu.

“Sizleri Pilmem ama Penum Pabam, Annem, Emicelerum, Tedelerum, Tedemun tedesi boyle konuşuyorlar. Yani içabinda pen da bazen boyle konuşapiliyorum... Habu kismi unutmiştum, temeden keçemeyurum. Bilirsinuz, Alamanya’ya çok kurbetçi göndermiştur karadenuz… Bunlar Malum Almançayi da  teğuşturduler... Bizumkiler:  ‘Danke Schön...’ diyemeyur..  yerine ‘Tançe Şon…’  kullaniyurlar…”

İç Anadolu bölgesini gözünün önüne getirdiği zaman da havada ilginç pek çok sözcük uçuştu.

-Gadasını aldığım (Günahını aldığım anlamında sevgi gösterisi.)

-Nöryon? (Ne yapıyorsun, nasılsın?)

-Galaba (Kalabalık)

-Göbel (Yaramaz, aptal, çocuk)

-Zaar (Galiba)

-Ellam (Herhalde)

-Bıldır (Geçen yıl)

Ve ülkenin kalbinde yer alan İç Anadolu bölgesinde de daha yüzlerce kelime böylesine bir üslupla sürüp gidiyordu.

Ülkenin dört tarafından buna benzer şivelerin manzaraları Refik Bey’i şaşkına çeviriyordu. Bu büyük bir zenginlikti ve bunun korunması için gereken çaba gösterilmeliydi. Ama her geçen gün bu konuda alabildiğine bir erozyonun yaşandığı da başka bir gerçekti. Refik Bey en çok da Diyarbakır şivesine katıla katıla gülerdi. Şiirlerinde bu söylencelere yer vermek istese de bütün ustalığına rağmen bunu doğal haliyle yerli yerine kondurmak hiç de olası değildi. Çiçek nasıl dalında güzelse, bu söylenceler de bütün doğallıkları ile güzeldi. Bunları allayıp pullamanın hiçbir getirisi olmayacaktı. O nedenle her defasında bu girişiminden tez elden vazgeçerdi.

Diyaribekir’de şairliği tutan Hançepekli bir Qırıx yüreğinde barındırdığı bastırılmış duyguları, değil Refik Bey, en usta şairin dahi dillendiremeyeceği bir ustalıkla şöyle dile getirir.

“Baxçalarda eluce

Gel yanıma bû gêce

Sen sator ol ben piçax

Oturax şerab içax

Adım Evdoş’tır benim

Qafam da xoştır benim

Gelen giden qarışi

Zar bextım reştır benim…”

Ya kocaman yaşlı başlı bir Diyaribekirlinin arsızlık yapan bir çocuğu korkutmak maksadı ile tehdit dolu sözlerine ne demeliydi.

“Lo sana diyem. Qewaşe. Bana qıllo pıllo etmeyesen. Kafamı da bozmayasın, seni pıx ederem ha…” Her defasında bunu duyduğu veya anımsadığı zaman, Refik Bey gök kubbede kendiliğinden yükselen kahkahalarını dizginlemekte zorlanırdı.

Her dilin bir insan olduğu söylenir. Her dil güzeldi, her dil lehçeleri ile birlikte güzellik ve aynı zamanda zenginlik demekti. Refik Bey belki çok ünlü değildi ama bu zenginliği özümsemiş bir şair olarak, kelimelerle ısıttığı yüreği ile çok mutluydu.

 

 

Amsterdam, 7 Eylül 2020

 


21 Ağustos 2020 Cuma

PAPOŞ’un AŞKI






PAPOŞ’un AŞKI

"Biz senle
            Aynı toprakta yetişen
            Ayrı dallarda yeşeren
            
Aynı rüzgarda devrilen çiçekler gibiyiz."

                                                      Cem Adrian


          Ekin tarlasındaki sayısız buğday filizleri gökyüzüne doğru bir yükselişle, kaşla göz arasında başağa dönüşüyorlar. Buğday tanesi olmaya aday başaklardaki minik torbacıklara sözbirliği ile akın akın süt yürüyor. Başaklar dolup taşıyor. Doğa bütün maharetlerini sergileme cömertliğini bir kez daha gösteriyor. Her başakta yer alan tahıl olmaya aday buğday kellesi, süre edegelen haftalarda bin bir renge bürülü güneş ışını ile uzun uzadıya sevişmelerinin ardından olgunlaşıp sertleşecekler. Değirmenlerde un, fırınlarda sıcacık somun, susamlı çıtır çıtır simit, açılan yufkaların arasına Fadik İneğin sütünden yapılan beyaz peyniri de sarıp sarmalayıp mis bir suböreği, tatlı, kek, un kurabiyeleri ve baklava olarak insanlara ak örtülü, gümüş şamdanlarda mum alevlerinin titrediği masalarda sunulacaklar. İnsanların karınlarını tok ve sırtları pek hale getirecekler.
Ekin tarlasının yola bakan tarafında dolu dolu başağı ve arkadaşlarına kıyasla oldukça kısa kalan boyu ile kendisini “Toktok” olarak adlandıran başak güneşin ilk ışıkları ile gerinmelerin ardından uyandı. Ani çıkan rüzgar perdesi Toktok’un yanı başında belirdi. Güneşe eşlik eder oldu. “Ne oluyoruz?” demeye kalmadan Toktok rüzgarla birlikte bütün endamı ile salınmaya başladı. Ürperdi. Başağında bulunan dolu dolu sütün ağırlığı ile kafasını hafiften eğik bir halde rüzgarla salınmasına engel olamadı. Başı dönse de merakla etrafına bakınmayı ihmal etmedi.
Yağmur özlemi içindeki toprağa sıkıca saldığı köklerinin dibinde son bir haftadır, var olma çabası gösteren bir papatya dikkatini çekiyordu. Toktok papatyanın ne zaman çiçeğe bürüneceğini çok merak ediyordu. Rüzgarla salınmasına devam ederken merakla papatyaya baktı. Evet, beklenen gün gelmişti. En nihayetinde çekilen sancılı dönemin ardından papatya da çiçeğe durmuştu. Sapsarı tepesi güneşi nasıl da andırıyordu. Sarılığın etrafını bezeyen beyaz yaprakların güzelliğinden başı döndü. Sanki kurumaları için güneşin etrafına ak çarşaflar serilmişti.
Toktok tatlı esintili sabah rüzgarı ile birlikte kendisi gibi salınan papatyaya imrenerek bakmaya devam etti. Sonrasında kendisini işmar eder buldu. Ama daha yeni uyanan papatya bunu fark etmedi. Olmadı. Büyülenmiş bir halde gözünü alamadığı papatyaya doğru coşkulu bir sevinç ile fısıldamaktan kendisini alıkoyamadı.
“Hey papatya… Güzel papatya! Günaydın. Ne güzel çiçeklendin sen böyle. Dünyaya güzellik kattın. Hoş geldin. Sefalar getirdin. Nasılsın? Adın ne senin? Benim adım Toktok.”
Günaydın Toktok. Benim adım da Papoş. Ne bileyim kendime böylesi garip bir isim buldum.”
“Yok canım, hiç de garip değil. Güzel bir isim. İyi misin? Senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
“İyiyim. Teşekkürler. Çok nazik ve düşüncelisin. Dünyaya gelir gelmez seninle karşılaşmam ne büyük bir onur. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Demek çiçeğimi beğendin. Sağ ol. Sen de çok alımlısın. Dolu dolu başağınla çok güçlü ve kuvvetli görünüyorsun. Senin kaderini bilemiyorum ama benimkisi belli. Çok uzun sürmez. Sanırım kısa bir süre birlikte tutunduğumuz bu toprağa tutunurum, ardından da kaderime boyun eğerim. Bir bakarsın ömrümü doldurmadan sevdalı biri gelir, çiçeğimi koparır. Sevdiğinin kendisini sevip sevmediğinden emin olmak için bütün yapraklarımı acımadan koparır. Sevmiyor dersem, öfke ile çiçeğimin kalan sarı göbeğimi yere atar ve ayağı ile çiğneyip ezer. Bu yaşta bu kadar dert diyeceksin. Ama bundan sonrasında sen yanı başımdasın. Senden güç alacağım. İyi ki varsın.”
Toktok mayışmış bir halde Papoş’u can kulağı ile dinliyordu. Ne güzel konuşuyordu. Bütün bunları hangi ara öğrendi ve böylesine güzel şakırdarcasına dillendi? Şaşakalmış bir halde dinlemeye koyuldu.
“Galiba, lafı biraz uzattım. Kusuruma bakma. Bu benim ilk sohbetim. Bir canlıya ilk defa yüreğimi açışım. Tanıştığımıza öylesine çok memnun oldum ki, anlatamam. Gevezeliğimi bağışla lütfen. Senden ne haber?”
Tam bu esnada Papoş’un dallarına bir uçuç böceği ve Toktok’un bedenine de bir çekirge tırmanmaya başladı. Her ikisi de bir anda durdu ve birbirlerine şaşkınlıkla baktılar.
Çekirge uğur böceğinin göz alıcı, siyah benekli yarım yuvarlağı andıran nar kırmızısına boyalı güzelliğine vuruldu. Sonrasında kendisinin tırtıllı eğri büğrü bacaklarına baktı. İri patlak gözlerine zaten bakamazdı, ama çok da güzel olmadıklarını biliyordu. Sonra bu güzeller güzeli böcek gibi kanat açıp uçmasını da bilmiyordu. Diyelim ki, o da kendisine gönül verdi. O kanatlanıp metrelerce uzaklaşacak ve kendisi ise beyhude bir uğraşı ile olduğu yerde belki üçten fazla sıçrayacak ama ileri gidemeyecekti.
Çekirge kollarına, eğri bacaklarına ve bütün bedenine doğru bir ılıklığın yayıldığını hissetti. Başı döndü. Patlak bön bakışlı gözlerine perde indi. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Boğazı düğümlenir gibi bir hal aldı. Olmayacak duaya hadi hayırlısı deyip amin diyordu. Gönlüne söz geçiremiyordu.
Toktok bütün cesaretini toplayıp tam söze gireceği sıra bedeninde çekirgenin kalp atışlarını duydu. Çekirgenin mest olmuş bir halde uçuç böceğine baktığını görünce durumu anlamakta gecikmedi.
Çekirgenin kendisinin dallarındaki uğur böceğine bakışları Papoş’un da gözlerinden kaçmadı. Bunun nasıl bir duygu olduğunu anlamaya çalıştı. Kendi bedeninde de tuhaf bir hareketlenmenin başladığını şaşkınlıkla gözlemledi. Papoş da sevdalanmıştı. Rüzgarın yardımı ile Papoş Papatya hiç farkında olmaksızın Toktok Başak’ın beline sarılı verdi. “Aman Tanrım… Ne güzel bir güven duygusu bu böyle.” Diye içsesi ile mırıldandı.
Toktok suspus kalakaldı. Lal oldu. Gıkı dahi çıkmadı. Papoş kendisinin dile getiremediği duygularına, medeni cesareti ile nasıl da dilmaç olmuştu. Papoş’a o da sıkı sıkıya sarıldı. Gözleri kamaştıracak bir dansa durdular. Her yaprağına birer öpücük kondurdu. Sarı tepesini sevecenlikle okşadı. Papoş çok alımlıydı. Ona vurulmaması elinde değildi.
Çekirge ol çabalamasına rağmen aşkının karşılığını ne yazık ki, bulamadı. Papoş’un kar beyazı yapraklarını gaddar insanların yaptığı gibi tek tek yolup sevip sevmediğini, kahve falına bakarcasına, anlamak için koparmanın faydası olmayacaktı. “Biz ayrı dünyaların canlılarıyız.” deyip yüreğinde olmadık bir zamanda apansız peydahlanan aşk acısını bastırmaktan başka yolu yoktu. Hayattan koptu. Uğur böceği ise soluğu çoktan uzaklarda aldı. Bir kez olsun dönüp bakmamıştı. Çekirge yüreğindeki buruklukla susuzluktan yarılan toprağın çatlaklarının arasında gözlerden kayboldu. Rüzgar ekinlerden çekildi, dindi. Rüzgarın el etek çekmesinin ardından ortaya çıkan kelebekler, yavaşça bir bir renkli kanatlarını çırpıp dolanmaya başladılar. Çok geçmeden Papoş ve Toktok hakkında dedikoduya koyuldular. Karıncaların işleri başlarından aşkın olduğundan dönüp bakmadılar.
            Güneş ve hemen yakınında bir yerlerde ihtişamlı som altından tahtına oturan Tanrı gözlerini belertip sevgilileri hazla seyre koyuldular. Bu güzel sevdaya gıpta ettiler. Pır pır uçuşan bir melek Tanrı’ya orta şekerli bir Türk kahvesi getirdi. Tanrı kahvesini bir çırpıda höpürtülerle içti. Falına baktırmak üzere kahve fincanını ters çevirdi. Sonrasında "Çok işim var benim." deyip, telaşlı adımlarla çekip gitti. Ortalık sütlimandı. Şimdilik ufukta ne bir biçerdöver, ne de gaddar bir insan görünüyordu.


Amsterdam, 21 Ağustos 2020
            

13 Ağustos 2020 Perşembe

PAGANINI





PAGANINI

Sıcaktı. Yaz mevsiminin bu uzak diyardaki hükmü, her yıl olageldiği gibi, bir kelebeğin ömrü kadar kısaydı. Birkaç haftadan ibaret olsa da bu dönem insanları sıcaklardan bunaltmaya yetiyor. Hollanda'nın genel havasındaki nem oranının yüksekliği, hissedilen ısıyı dayanılmaz kılıyor. Bu alabildiğine büyükçe ovada yaşayan her canlı, başa gelen bu durumu kan ter içinde her defasında bedenlerinden boncuk boncuk tuzlu terler akıtarak çekmek zorunda.
Amsterdam şehrinin bir kenar mahallesindeki iki oda bir salondan oluşan, duvarlarının boydan boya kitaplarla kaplı olduğu mütevazi evinde yaşayan Taner Bey bir nefeslik serin havanın girebileceği bütün kapı ve pencerelerini, çok fayda edeceğinden umutlu olmadığı halde sonuna kadar açtı. Daimî bir özlemle aklından hiç atamadığı memleketini, arkadaşlarını, dostlarını ve akrabalarını terk edip buralara geleli tam on sekiz yıl oldu. Şimdilerde o kırklı yılları dahi ardında bırakır oldu. Zaman su misali akıp gitti. Durduramadı. Oysa geldiği zaman henüz çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Her şeye rağmen hayatından yine de memnundu. Güzel ve yaşanılır bir ülkedeydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Dünya kültürlerinin başkentlerinden biri olan bu şehirde yaşıyor olmaktan oldukça hoşnuttu.
Öğle yemeğini yedi. Yazdıklarına bir iki saat ara verip dinlenmeye geçmenin öncesinde kendi kendisine bir müddet oyalandı. Yeni bir kitap üzerinde çalışıyordu. Bu roman da bittiğinde ki, eli kulağındaydı, altıncı eseri olacaktı. Bunun heyecanını her an bütün hücrelerinde hissediyordu. Bir kuyumcu hassasiyetini aratmayan kılı kırk yaran bir çalışma ile uzun bir zamandır son düzeltmeleri yapmakla meşguldü. Bu kitabın beklediği sesi getireceğinden emindi. Bu çok emek verdiği kitabı elden ele ulaşacak ve çokça okunup onu bulutlarda gezdirecekti. Bu konuda ilk kez bu denli emin ve de oldukça iyimserdi.
Kimi kimsesi yoktu. Başından geçen beş yıllık mutsuz ve talihsiz bir evliliğin ardından yek başına kalakalmıştı. Bu evlilikten çocukları da yoktu. İyi ki de yoktu. Olsalardı belki kısmen de olsa kendisine yarenlik edip can yoldaşı olabilirlerdi. Ama onları da kendi iç karmaşasına ortak etmeye gönlü razı gelmezdi. Buna hiç de hakkı olmadığını biliyordu.
En büyük avuntusu durmadan yazmaktı. Kendi iç dünyasını böylelikle ak kağıtlara döküyor, yazdığı her satır ona adeta can katıyordu. Ayakta kalabilmenin tek çözümü yazmak ve yine yazmaktı. Bu nedenle elinden kalem düşmemeliydi. Bir de iki yıldır bütün uğraşısına rağmen yanına aldıramadığı gönlünü fena kaptırdığı, sevdiceği Sonay’dı. Bu ikili ve yanı sıra klasik müzik kendisine her daim iyi geliyordu. Vakit buldukça konserlere gidiyor, müziği yakından takip etmeye çalışıyordu. Çoğu klasik müzik bestecilerinin hayatını inceliyor ve onların o dahi yönüne büyük hayranlık duyuyordu. Keşke bu dahiliğin yazarlık yönü de kendisinde olsaydı. Şimdiye çok tanınmış, eserleri yok satacak ve büyük bir üne kavuşmuş olacaktı. Gönlünden geçen ünlü olmak değildi. Ama daha dişe dokunur üretimlerle daha çok okuyucuyu girdiği bu sonsuz yolda beraberinde sürükleyip iç dünyasını onlarla paylaşabilseydi de oldukça iyi olacaktı. Evet kendisi de seviliyor, zevkle okunuyor ve beğeniliyordu, ancak bu yeterli değildi. İşi yazmak olduğuna göre bu kadarı ile yetinmemeliydi. Daha güzele, daha ulaşılmaza erişebilmeliydi.
Yemek sonrası kahvesini yudumlarken koltuğuna yaslandı. Rutin ambulans sesleri bugün de yok değildi. Bunu geçen yıllarla birlikte kanıksar hale gelmişti. Televizyonda kaç gündür beklediği klasik müzik konserinin başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu. Belki de kendisine ilham gelecek ve aynı zamanda kafasını evinin dört bir yanında uçuşacak olan melodiler toparlamasına yardımcı olacaktı. Dışarıdaki sıcaklık iyiden iyiye bunaltsa da bu konser onun hafif kırık gördüğü keyfini de yerine getirecekti. Sonrasında da Sonay’ı arayıp hem konser hakkında hem de bugün yazdıkları ve oradan buradan derken derin bir özlem sohbeti başlatır, yüreğini yaralayan hasretliğe bir nebze de olsa çare olurdu.
Oturduğu mahalle tamamen Türklerin istilasına uğramıştı. Her geçen gün daha da büyük bir gettoya dönüşüyordu. Semtin var olan düzeni Anadolu kırsalından gelen insanlarla alt üst olmuş, kural tanımamazlık diz boyu bir hal almıştı. Oysa yabancı olarak, bu insanlar kendilerini her ne kadar artık burada kalıcı görseler de bu durum var olan misafirliklerini ortadan kaldırmıyordu. Misafir gibi adaplı ve belli bir görgü dahilinde oturup kalkmanın ne yazık ki çok uzağında kalıyorlardı. Daha da kötüsü bunun hiç farkında değillerdi.
Büyük bir kitleyi oluşturan bu kesim köyünde yaşadığı ortamın çok daha kötüsünü bu nezih kente taşımışlardı. Şaşkınlıkla gözlem halinde olan insanlar hoşgörü adına aleni bir şekilde çıkıp yaptıklarının doğru olmadığının uyarısını yapamıyorlardı. Öyle ki, biraz da çekiniyorlardı.
Oysa kendi ülkesinden gelen bu insanlar; daha eğitimli, görgülü, kültürlü, modern ve daha insani özellikleri benliklerinde barındıran bireyler olsalardı, ülkesinin imajı da biraz daha yukarılarda olabilirdi. Ülkenin elçileri bunlardı. Bu durumda onlara sahip çıkmak dahi içinden gelmiyordu.
Bugünkü konser ünlü İtalyan besteci Niccolo Paganini’nin eserlerinden oluşuyordu ve kendisi de bu dahi müzik adamının hayranıydı. Kemanın çalınışına kendince yepyeni bir stil getirmiş ve kemanı çalışmaları ile adeta dile gelmişti. Kemanda dünyaca ünlü Çin ve Tayland karması çekik gözlü Vanessa Mae vardı. İlk eser Paganini’den “La Campanella” dı. Paganini ve Vanessa, bunlar müthiş bir ikiliydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Konser bütün muhteşemliği ile başlamıştı. Kendisinden geçti. Pür dikkat kesildi.
Dışarıdan yine memleketlilerinin çok rahatsız eden sesleri geliyordu. Pencereleri kapatamazdı. Sıcaktı. Evin içinde boğulur kalırdı.
“Lannn… Omarrr… Gavurun kunnadığı. Geç oldu gel gayri. Omaaarrr… Sana diyom lannnn… Gelirsem yanına bacaklarını ikiye ayırırım. Kafamın tasını attırma.”
Laannn… Hamza, Talhaaa… Ekmelll... Bubanız geldi. Gelin gayrı. Lennn dürzüler. Eşeğin kunnadıkları. Dayak neyim yemek istemiyorsanız hemen eve gelin. Yoksa bubanız yanınıza geliyor. Siz bilirsiniz. Ahan da benden söylemesi. Sonra söylemedi neyim dimeyin.”
Eşeklerin ve gavurların kunnadıkları da “Nuh diyorlar ama peygamber demiyorlardı.” Dışarıda evlerine uğrak vermeden oynamaya devam ediyor, “bubalarından” dayak yeme tehditleri de onlara vız geliyordu.
Taner Beyin evinin kapı ve pencerelerinden rüzgâr esintilerinin yerine bir anda bütün Arap isimleri çöl sıcaklarını da beraberinde alıp evin her yanına doluştu. Zavallı Paganini’den eser kalmadı. Birazdan Rukiye, Nisa, Rabia ve Sümeyye’nin de anne ve babaları “bi yol ünleyivereceklerdi.” Onlar da gelmezlerse tehditler savrulacaktı. Sokak gırla dolu olan Hamza, Talha, Ekmel, Resül, Rabia, Eyüp, Rukiye, Merve ve Enes’lerden geçilmiyordu. 
Vanessa’nın sihirli dokunuşları ile kemanından melodiler duyulmaz oldu. Onun “kara üzüm habbesi” çekik gözleri kırpışadururken Taner Beyin evinin içine uzun etekli tel tel sakallı Araplar doluştu. Ev sihirli bir değneğin dokunuşu ile uçsuz bucaksız bir kum çölüne dönüştü. Çölde develerin ardında Hamza, Talha, Enes ve diğerleri kan ter içinde koşturuyorlardı. Develerin ağızlarından ve burunlarından köpükler akıyordu. Güneş kasıp kavuruyordu. Koca çölde tek bir ağaç yoktu. Develer sinirli, artlarında koşturanlar tedirgindi.
Sıcaktı. Gökyüzünün evin içine doluştuğu; duvarları, masayı, dantel işlemeli örtüyü, duvardaki Gustav Klimt'in altın renkli "öpücük" tablosunu, gramofonunu, koltukları, mutfaktaki dut pekmezini, nar tanelerini, somun ekmeği, fincandaki kahveyi, vazodaki kızıl gülleri, kitapları, Taner Bey'in ellerini, yüzünü, kıvırcık saçlarını ve ela gözlerini gök mavisine boyadığı bir gündü. Mavi evde kılıçlar çekildi ve yeni bir “Kerbela Savaşı” na ramak kaldı. Tekbir ve kılıç sesleri Paganini kemanını çoktan alaşağı etti. Kemanın kellesini yere savurdu. Savaş alanı kan revandı. Kafir orduları bozguna uğradı. Düşman ordusunun mensuplarından çekik gözlü Venessa ve ardında yer alan onlarca müzisyen kaçıp canlarını zor bela kurtarabildiler. Taner Bey oturduğu koltukta küçüldü. Bir noktaya dönüştü. Sustu. Suskunluğu ha patladı, ha patlayacaktı. Bu gezegende kaçabileceği başka bir yer kalmamıştı. Sonay karşısında durmuş büyük bir hüzün içinde biçare sevdiğine bakıyordu. Boncuk maviliği ile gökyüzü eve doluşmuştu. Sıcaktı. Çok sıcaktı.

Amsterdam, 13 Ağustos 2020



4 Ağustos 2020 Salı

PATLICANIN PERDESİ





PATLICANIN PERDESİ

Yıllardır pek çok öyküsünü okuduğumuz Kör Zewe teyzemiz ile artık iyice aşinalığımız var. Bu kadarcık üne kavuşmayı elbette hak ediyor kendileri. Teyzemizin kim olduğunu hafızaları yenilemek babında, hemen bu giriş bölümüne birkaç cümleciği mavi boncuklu bir gerdanlık misali dizecek olursak, daha iyi hatırlanacaktır. Bu hatırlatma kısmının aramızda kalması iyi olur. Ancak kurda kuşa dost olmasını bilen Kör Zewe’nin hatırlanmaması, onun pek de kabulleneceği bir durum değil. Bundan alınacağı ve gönül koyacağı da kesin.
Orta Anadolu coğrafyasına, bozkıra kıymetli ve geniş bir İran halısı gibi yayılan Heciban aşiretine mensup köylerden Büyükcamili'de iki dünya savaşı arasında kavga, itiş ve kakışın, barbarlığın biraz olsun durulduğu bir tarihte dünyaya geldi. Bütün ömrü boyunca da bu topraklarda yaşadı. Ama hayatı boyunca pek çok şeyi bir kez olsun yapamadı. Sonradan bir gözü göremez hale gelen kendi halinde bir kadıncağızdır Kör Zewe. Yapamadıkları “ah keşke” leri, bütün iyi niyeti ile yapabildiklerine ise “oh olsun iyi ki” leri gözüyle baktı. Ama görünen o ki; yapamadıkları daha çok gibiydi.
Bir kez olsun yapamadığı sıradan şeylere bakıldığı zaman, insanda şaşkınlık yaratacak ne kadar da çok şeyin olduğu görülür. Bir insan ömrünü nasıl da bu kadar azla sınırlı kılar ve bu cüzi edinimlerle yetinilir, doğrusu anlaşılır gibi değil.
Tek bir film seyretmek için de olsa bir gün sinemaya gitmedi. Gören tek gözünü beyaz perdeye odaklayıp Battal Gazi’yi kolunda “citizen” marka saati ile yüksek burçlu kalelerden yere, yerden de burçlara bir maymun misali sıçrar halde göremedi. Onun nasıl da kılıç sallamaları ile “kafirlerin” al kanını akıtıp kellelerini alma vahşetine şahitlik edemedi.
Tiyatroya, bale gösterisine, müzik konserine, operaya, müzikale gittiği hiç görülmedi. Meselenin bir Hamlet oyununda gayet basit bir şekilde yalnızca “To be or not to be.” den ibaret olduğunun bilincinden çok uzak kaldı.
Bir ressamın sergisine gidip karmaşık eserin karşısında “Hımm… Sanatçı burada neyi anlatmak istemiş acaba?” diye bir fikir yürütemedi.
Değil bir kitap, tek bir harfi olsun bacaklarından kavradığı gibi savurmalarla heceleyemedi. Ak bir kâğıda "Kör Zewe" diye adını yazamadı. Bir şiiri, sonunu merak ederek herhangi bir öyküyü, romanı, mektubu okumak şöyle dursun, ömrü hayatında yumuk elleri ile belki de iki veya üç kez, tesadüfen bir kitaba dokunabildi. 
          İnce Memed, Çukurova'da Hatçe ile amansız Abdi Ağa'dan kaçarken, izlerini süren Topal Ali’den önce onları bulmasınlar diye yerde bıraktıkları izlerini silemedi. Kendince, hayata insani incelikleri gizemlemeyi çok iyi bildiğinden, bu kovalamacanın önüne geçebilmek için belirti halindeki en küçük bir izi, Irazca ile bir olup birlikte sevgiden yana olmak adına silmeyi ne çok isterdi. Ne olursa olsun, ama onların gülüşleri dökülmesindi. Olmadı!
Bütün benliği ile inandığı, içeriğinden tamamı ile ne yazık ki onun da bihaber olduğu, bilmeden anlamadan iman ettiği kutsal kitaba dahi dokunduğu olmadı. İman ettiği kitap da olsa bilmediğinden dokunamadı.
Bir elinde cımbız, bir elinde ayna olmadığından olacak dünyayı fazlasıyla umursadı. Lakin Londra konferansı ve atom bombasından haberdar olmadı. Cımbız, fondöten, maskara, ruj, oje, rimel, allık ve diğer makyaj malzemelerinden uzak yaşadı. Kolonyadan başka parfüm bilmedi. Bu malzemelerin birine dahi el sürmedi. Olduğu gibi kalakaldı.
Bir anne olarak çocuklarına ninni söylediği dahi görülmedi. “Bostana giren danaları” kendisi yapamıyorsa, işin erbabı bir bostancıya dahi kovduramadı. Hemen hemen her annenin, eline tutuşturduğu bir sopa ile bu danaları kovmuşluğu olmuştur. Kör Zewe de bu durumdan dolayı kusurlu değildi. Çünkü kuraklık ve susuzluk vardı. Bostan yetişmiyordu ve olmayan bostanda da danaların kovulmasını gerektirecek lahanalar da bulunmuyordu. Bu durumda Kör Zewe’nin de böylesi bir kaygısı olmadı. Varsın danalar diledikleri gibi özgürce dolaşıp dursunlar. Küçük kurbağanın kuyruğunu göremeyince meraklanmadı. Onu da sorma gereği görmedi.
Küçük kurbağanın da kuyruğu olmayıversindi ne olacak ki? Kocası Çıtak Haydar’ın kendisini cennette bir tarafa iteleyip alacağı huri sayısı yediden altıya düşmezdi. Düşse de o gün geldiğinde, varsın o da altı huri ile idare etsin, Küçük kurbağada kuyruk özürlü olsundu. Gittiği bir restoranda kurulduğu masadan, restoranı garsonu ile birlikte satın almadan;
“Evladım bakar mısınız? Ben bir kırmızı şarap, yanında bir madensuyu, birkaç tane de sıcak ve soğuk mezelerinizden rica edecektim. Size zahmet olacak. Arkadaşıma da ne istiyorsa ondan verin, lütfen.” diyemedi.
Ama bütün doğallığı ile bir damla da olsa suya hep büyükçe gülümsedi. Su da ona aynı sıcaklıkla gülümsedi. Yanan ateşi su ile söndürmekten imtina etti. Ona göre suyun da canı vardı. Suya acı vermek doğru değildi.
Köpeği Karabaş’a zamanında yalını ve suyunu vermeyi, başını sevecenlikle okşamayı, kucaklamayı, sevgisini dolu dolu vermeyi ihmal etmedi. Karabaş da her daim ona sadık kaldı. Kapısının önünden bir an olsun ayrılmadı. Onu ve ailesini hep koruyup kolladı. Evini çevreleyen geniş avluda gece gündüz nöbet tuttu. Kör Zewe’nin sahipliğinden duyduğu memnuniyetini kuyruğunu sallamalarla dile getirdi. Kör Zewe’yi hüzünlü görmeyegörsün anında yanı başında bitiverdi. Soru yağmuruna tutan gözlerle ona uzun uzun baktı.
Bozkırda sürekli büyük ustalar tarafından havalandırılan bozlaklar onu da etkilemiş olacak ki, birkaç kez neşesi yerinde olduğu zamanlarda diline pelesenk olan Keskinli Hacı Taşan’ın bir türküsünü onun da mırıldandığı oldu. Bu türküden birkaç mısrayı bölük pörçük de olsa her söylediğinde rahatlıyor, keyfi yerine geliyordu.
“Bugün Ayın Işığı
Elinde Bal Kaşığı
Gine Nerden Geliyon da
Mehlenin Yakışığı

Vay Nerdesin Nerdesin
Kaldır Camın Perdesin
Diyeceğim Çok Amma da
Pek Kalaba Yerdesin.” Bu türküyü mırıldanırken “Kaldır camın perdesi”
yerine o “baldırcanın perdesi” olarak söylüyordu. Böyle algılamış, böyle biliyordu. Patlıcan diyeceğine baldırcan dediği için de telaffuzu bu şekilde oluyor ve ortaya dünyada eşi benzeri olmayan perdeli bir patlıcan çıkıyordu. Belki de patlıcanlar bu diyarda çok utangaç ve sıkılgan olduklarından perdelerin ardına saklanmayı yeğliyorlardı.
Türkünün başlarında “Gine nerden geliyon da mahlenin yakışığı” diye mırıldanırken de anında gerçekten de yakışıklı gördüğü kocası Çıtak Haydar’a göz altından belli bir gurur ve gülümseme ile bakmayı da unutmuyordu.
Yakışıklı gördüğü ve de gurur duyduğu ama kuyruksuz kurbağadan ötürü Cennette altı huri ile yetinip yetinmeyeceğini kestiremediği kocasının, üstü hafif kıllı büyükçe ellerinin sıcaklığına, ellerinden birisini bırakamadı. Eteklerini savura savura, o sokak senin bu sokak benim diyerek bir gün olsun kocası ile birlikte dolanmadı.
Güne her defasında yeniliksiz başladı. Sıkıntılarını kendi özünden dahi sakladı. Umutsuzluk kara bir sis gibi üzerine üzerine çöreklense de bu karanlıktan her defasında sıyrılmasını yine de bildi. Uçsuz bucaksız keder denizlerinde boğulmadı. Güneşi aratmayan gülüşünü hiçbir zaman terk etmedi. 
Güneşin dünyanın herhangi bir denizine dalıp dalıp çıkmasını göremedi.
         “Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan.
Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?” *
Gökyüzünü kimseler öpemedi. Kör Zewe de öpemedi. Bundan sonrasında da bu pek mümkün gözükmüyordu. Yüreğinin boşluğunda payına düşen üzüntü ve mutluluğu kendisince doyasıya tattı, yaşadı. Küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmasını ustalıkla bildi. Gönül kapılarını, kendisine dost yaklaşımı gösteren her canlıya son kertesine değin açtı. Dost, yar ve yaren hüznünde gözleri buğulandı. Neşelenmelerinde o da onlarla gülü gülüverdi. Her iki durumda da sırtlarını şefkatle sıvazladı. Yanlarında olduğunu en iyi şekilde hissettirdi.
Bütün bunlar Anadolulu çoğu kadının keşke ve iyi kilerden ibaret ortak kaderiydi. Kadınların güçlükler gergefindeki zorlu yaşam örgüleri bütün çabalara rağmen değişmiyordu. Kör Zewe’nin mırıldandığı türküdeki patlıcanlar gibi kadınların da perdesi vardı ve o perdenin önüne çıktıkları pek görülmüyordu.


Amsterdam, 4 Ağustos 2020


*Şükrü Erbaş – Ömür Hanımla güz konuşmaları


22 Temmuz 2020 Çarşamba

MEKTUP YOK







MEKTUP YOK

                                 “Kibirli bir insan olmaya en çok yaklaşanlar,
                                 kendilerinden en çok tiksinenlerdir.”
                               Spinoza
        
Öyle ki, dört yüz haneli koca köyde en iyi, en asil, en onurlu, en görgülü ve haysiyetli aile olarak, bir tek kendilerini görüyorlardı. Bütün “en”ler onlara mahsustu ve kimseler kendileri ile aşık atmaya yeltenemezdi. Baba, anne, beş kız ve altı erkekten oluşan, mağrurluk marazı ile kıvranan, hiçbir sağlık görevlisinin bulunmadığı küçük çaplı ama bağımsız bir tımarhaneyi aratmayan, dev aynaları duvarlarından hiç eksik olmayan, Uzun Kavaklı Köyü’nün meydanındaki büyük evlerinde, büyükçe bir aileydi. En diplerde başı boş seyreden hiçliğin dayanılmaz hafifliğine rağmen, baş döndüren, oldukça abartılı yaşanan böbürlenmeleri ve hoyratlıkları en üst çizgideydi. Günlük olarak koca bir duvarı kaplayan hayallerindeki bu dev aynasının karşısına geçiyor ve pek beğendikleri, bıngıldakları gelişmemiş mağara adamı görüntülerini süzüm süzüm süzüyorlardı. Bu konuda ileri gitmeyen tek kişi babaydı. Fakat, o da onların arasında kala kala şaşı olup gidişatlarını göremez halde, bindikleri alametin nereye gittiğinden artık bihaberdi.
Bu büyükçe köyde anne, kızlar ve de oğullar herkesi küçümser ve alaya alırlardı. Gözlerine ilişen her birey, cahil bir çoban cahilliğindeydi. Güdük bilinçleri ile dünyada bulunan onca bilim adamının, şair, yazar, sanatçı ve üretimleri ile ses getirenlerden bir veya iki insandan kazara haberdar olsalar ve adlarını bilselerdi, onlar da bu kof mağrurlukları üzerlerine kene misali yapışmış ailenin gözünde, seviye olarak çok daha aşağılarında, daha doğrusu yerlerde sürünüyor olacaklardı. Bu illet bir hastalıktı ve başka türlü de yapamıyorlardı.
Köydeki insanların küçümsenmeleri ile ilgili yüzlerce hikaye dillere dolanmış ve zamanla her ortamda espri olarak anlatılır olmuştu. Bu aşağılanmaların mağdurları da artık bu yolla bir yerde, “bakın beni de kâle aldılar” mahiyetinde olayı anlatır ve bundan baktı olmayacak kendisine bir parçacık övgü payı dahi çıkarır ve bununla adeta övünürlerdi.
Ailenin on iki yaşındaki oğlu yaşıtım Hamza ile ara sıra oyun oynamışlığımız vardı. Serin bir sonbahar günü amcamın oğlu Hamit ile bir araya gelmiştik. Uzun uzadıya derin bir tartışmadan sonra, yan komşumuz ve yine yaşıtımız olan Yusuf’un da bize katılımı ile çelik çomak oynamakta oy birliği ile karar kıldık. Yalnız bunun için en az bir kişinin daha olması gerekiyordu.
Uzunca düşünmelerin ardından, zoraki Hamza’nın da çağrılabileceği üçlü oybirliği ile kabul gördü. Bir tek Hamza’nın evine gidip kapı tıklatılarak oyuna davet edilmesi gibi zor bir işlemin yerine getirilmesi gerekiyordu. Bu işin riskli olduğu bilindiğinden, haneden birilerinin kapıyı açması ile birlikte bir böcek misali görüleceğimizi biliyorduk. İnsanın gururunu yerle yeksan eden, bu daveti üstlenmek için kura çektik ve ne yazık ki bu görev bana düşmüştü. Her şey göze alınıp görevin icra edilmesi gerekiyordu. Hamit ve Yusuf karşı evin duvar dibinde saklandılar. Sık sık ardına bakıp çekinceli bir halde Hamza’nın evine doğru yol alan beni merakla izlemeye koyuldular.
Tam donanımlı, görünmeyen cengaverlerden oluşan ordumla, olup bitecek olan her şeyi göz önüne almak durumunda kaldım. Hakkımda ne söylenecek veya ne denli aşağılanıp küçümsenecektim hiç umurumda değildi. Kapıyı usulca tıklattım. Hamza’nın ablası Hamide kapıyı pür telaş açtı. Hamide katana gibi güçlü, kuvvetli ve iri kıyımdı. Karşısında beni görünce üstten her tarafından taşan bir mağrurlukla ve küçümseyen gözlerle kuşbakışı baktı.
“Söyle Emrik oğlan, ne istiyorsun? Bozuk param yok. Dilenmeye geldiysen başka zaman geleceksin.” Adım Emre olduğu halde bütün ailenin dilinde ben Emrik oğlandım.
“Yok. Ne dilenmesi ben… ben sadece Hamza evdeyse gelsin birlikte çelik çomak oynayalım diye soracaktım.” Sözümü kekelemelerle zar zor bitirmiştim ki, bin bir zahmet korku içinde kurduğum iki kısa cümlecikten oluşan sözlerimi tekrar ağzıma soktu.
“Emrik oğlan git buradan. Hamza üst katta, misafir odasında. Kendisini ziyarete gelen albay bir arkadaşı ile beraberler, hiçbir yere gelemez. Hadi bas arabanı buradan. Onun sizlerle geçirecek zamanı yok.” diyerek, avazı çıktığı kadar bağırdı. Küçük puanlı fistanının cebinden çıkarttığı metal parayı ardımdan attı. Metal para yerde fır döndü. Ben kırılan gururumun içime vermiş olduğu kavun acısını bastırmaya çalışırken, az ileride duvar dibinde saklanıp bana bakan arkadaşlarım Hamit ve Yusuf da bu halime kıkır kıkır gülüyorlardı. Süt dökmüş ve kuyruğunu bacaklarının arasına saklama gereği duyan bir kedi olarak arkadaşlarımın yanına döndüm. Elbette onlara da çok kızgındım. Küstüm ve o gün kimse ile oynamak içimden gelmediğinden evimin yolunu tuttum.
Fakat aklıma takılan ve albay olduğu söylenen adam acaba nasıl biriydi? Üniforması nasıldı? Yakasında kaç tane altın yıldız vardı? Bu ve buna benzer sorulara cevap bulamadan evime geldim. Yol boyu haset ağırlıklı merak ve vücudumda oluşan çatır çatır çatlamalarla aheste aheste yürüdüm. Hamza’nın bu yaşta albay arkadaşı vardı. Köyün silahlı külahlı tek bekçisi Hüso dahi, bırakın arkadaş olmasını, gördüğü yerde “Hasssssiktir lan, ben koskocaman Uzun Kavaklı Köyü’nün bekçisiyim, mavzerime yağlı kurşunumu sürmeyegöreyim astığımı asar, kestiğimi keserim. Şu köyün bütün ahalisini cami minaresinin gölgesinde, ağzımdan çıkacak tek kelime ile hizaya getiririm. Şanlı devletimizin bu koca köydeki yegane temsilcisi benim. Emre oğlan senin ağzın daha süt kokuyor. Sen kim bana arkadaş, dost ve yaren olmak kim. Sen önce üç tane misketine sahip çık. Haddini bil.” diyen bakışlarla başka bir eziklik hissederdim.
O gün akşam yemeğine kadar odama kapandım ve evimizin başka bir yerinde görünmedim. Olduğum yerde uyumuşum. Rüyamda haki giyimli iki asker başlarında etine dolgun orta boylu parlak üniformalı birilerinin yağdırdığı sert emir ve komutlar doğrultusunda silahlarını bana yöneltmiş durumda, sertçe çıkışıp ellerimi başımın üzerine koymamı ve kıpırdamamı söylüyorlardı. Korku ile titredim ve kendime geldiğimde annemin elindeki süpürgenin sapı ile beni akşam yemeği için dürttüğünü, her an askerler tarafından vurulabilirim korkusu ile aralamakta zorlandığım gözlerimin önünde belirdiğini gördüm. Bütün korkum geçti. Büyük bir rahatlama ile kendime geldim.
“Emre, çabuk gel akşam yemeği hazır. Herkes seni bekliyor. Geç kalma.” deyince, ağzımdan yüksek sesle;
“Emredersiniz komutanım.” Cümlesi bir çırpıda döküldü. Annem ne emri, ne komutanı sorularına kafasında cevap aramaları ile oturma odasına yöneldi. Şaşkındı.
Çok geçmeden ben de ardı sıra yürüdüm. Yer sofrasında büyükçe bir siniye dağ gibi yığılmış bulgur pilavı ve üzerinde tereyağında mis gibi kızarmış olan bizim Höt Höt Horozun butları, kanatları ve gövdesinin diğer bölümleri vardı. Evimizin tek horozu olur olmaz her yerde ve zamanda annemin karşısında belirdiğinden, adını Höt Höt koymuştu. Annemin ona karşı bir gıcıklığı da yok değildi. Allah rahmet eylesin, artık tarihe karışan Höt Höt Horoz’un nar gibi kızarmış etinin ve bulgur pilavının kokusu bir anda başımı döndürmeye  yetti. İkisi kız ve ikisi de erkek kardeşlerim, babam ve annemle mutlu bir aileydik. İncinen gururum tekrar yerine gelmiş ve mideme kaşık kaşık inen tereyağlı bulgurun üzerine horoz budunun parçacıkları düşüyordu.
Yemek nefisti. Evin horozu olur olmaz zaman ve yerde höt orada, höt burada görünmüyordu artık. Yemek sonrası sessizliği harman yerinden gelen yüksek sesli eşek kişnemeleri bozdu. Serin sonbahar havasında kendini ıslatan kısa süreli bir yağmurun ardından hava esmerleşmeye başladı. Sonrasında evrenin bütün yıldızları gökyüzünü süslemek ve orada ipildemek için sökün etmeye başladılar. Tek pırpırına dahi rıza göstereceğimiz bir arkadaşımız olmasa da hayat güzeldi. “Albaya hiç kimseden mektup yoktu.” Ama aynı albayın Mançurya İmparatorunun prensi Hamza ile görüşmesi devam ediyordu. Beni düşünceli gören annemin güzelim öpücüğü pembeleşen yanağımdaydı. Doğrusu keyfim yerinde. Varsın mektubu olmayanlar düşünsündü.  

Amsterdam, 22 Temmuz 2020


1 Temmuz 2020 Çarşamba

ÇIKRIKÇILAR YOKUŞU





ÇIKRIKÇILAR YOKUŞU

Çıkrıkçılar yokuşunu çıkmak hayli zordur. Adı üstünde yokuş. Diğer taraftan inmesi de bir o kadar kolaydır. Beş asırlık geçmişi ile bir zamanlar Ankara’nın tiftik keçilerinden edinilen yünlerin, dizili sıra sıra dükkanlarda yer alan çıkrıklarla eğrilip kıymetli kumaşlara dönüştürüldüğü, meşhur yokuştur burası.
Yılın temmuz ve ağustos aylarında, o bunaltıcı sıcaklarda, aynı zamanda yeri gelmişken bir taraftan da “ Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken, Eskidendi, eskidendi, çok eskiden…” Sezen Aksu şarkısını da hafiften mırıldanabileceğiniz, bir zamanlar eskiden, çok eskiden Yahudi esnafının bol olduğu bu dik çarşı yokuşunu tırmananlar, kan ter içinde kalınacağını da iyi bilirler. Uflamayı puflamayı ve sırılsıklam terlemeyi göze almalısınız. Bu çıkışın başkaca da uçarı kaçarı yok. Yokuşu tırmanan öyle veya böyle vıcık vıcık terleyecek.
Hayli zahmetli dik yokuşu çıkma uğraşınıza karşılık ödülünüz hemen hemen aradığınız her şeyi, şansınız yaver gider ve bir de pazarlık yapmakta da ustalığınız varsa, diğer yerlerden nispeten daha ucuza alıp kârlı çıkabilirsiniz. O zaman bin bir zahmetle çıktığınız yokuşu adeta koşar adım inmeniz işten bile değildir. Yaptığınız alış verişin kazancının da takmış olduğu görünmez kanatlarla Ulus Meydanına kadar bir çırpıda uçabilirsiniz. Tabii sözünü ettiğimiz bu güzellikler sadece yoksullar için geçerlidir. Varsıllar karizmalarına gelecek olan minik de olsa bir çizikten dolayı, bu diyarlara ne uğrarlar ne de adımlarını atarlar. Maazallah, ola ki; kendileri gibi varsıl birileri kazara onları bu “paryaların” arasında görebilir korkusunu bu zatlar her daim yüreklerinde taşırlar. Bu büyük riski göze almak, o nedenle her varsılın harcı değildir.
Burada ülkenin her köşesinden insanları bulmak mümkün. Hakkari’den Kürt Hamido, Kırşehirli Zurnacı Bulduğ'dan tutun da Edirne’deki klarnetçi Roman Hamdi’ye kadar her kesimden insan sözbirliği etmişçesine ve her birey kendince sebeplerle hep beraber, bu dar çarşı sokağını tıka basa doldururlar.
On yıldır, artık İstanbul’da ikamet eden ve kendi halinde bir devlet memuru olarak hayatını idame etmeye çalışan Okan Bey yıllar yıllar sonrasında nostalji babında, çocukluğunda babası ile birlikte yolunun çok düştüğü Çıkrıkçılar Yokuşu’nu Ankara’ya gelmişken, bir kez daha görmek istedi. Anıları tazelenecekti.
Birkaç dallı tek bir ağacın salınmalarla boy göstermediği bu dar çarşı sokağı, onun çocukluğundaki havayı ve tarihi dokuyu kısmen de olsa yansıtmasına rağmen, eski otantik dükkanların yerini yüksek yüksek binalar almış, bilinen o küçük esnaf dükkanları devasa büyüklükte beyaz eşya veya büyük giyim mağazalarına dönüşmüştü. Yokuşta eskiden de var olagelen hengame, curcuna ve çeşitlilik aynıydı. Bu yönden değişen fazla bir şey yoktu. Sokak yine hınca hınç dolu. Hani şaka mahiyetinde, Tanrı gökten bir iğne atsa yere düşeceği şüpheliydi. Sizi dükkanlarından içeri alıp bir şeyler satıp patronlarının gözüne girmek isteyen tezgahtarlar, parlatılan vitrin camları, bağırtı, karmaşa ve gırla bir koşuşturmaca eskisi gibi aynen devam edegeliyordu.
Kaynana ve kayınbabalarının peşlerinde evlilik arifesindeki nişanlılar, daha ucuza nereden çeyiz alabiliriz telaşı ile koşuşturma içindeler. Gelinlerin kafalarındaki hinlik yüzlerinden okunuyor. Tek düşünceleri kayınbaba ve kaynana denilen domuzlardan ne kadar koparabilirim ve nasıl kâra geçe bilirimdi. Tek dertleri şimdilik bu olsa gerek. Tabii bir de kaçamaklarla nişanlısının eline dokunmak gibi bir arzuları da yok değil.
Yokuşun hemen başında gölgelik bir yerde hepsi de kendisinin Neşet Ertaş’ın yeğeni olduğunu iddia eden davulcu ve zurnacı Abdallar, evlenecek çiftlerin düğünlerini şenlendirmek için dört gözle müşterilerinin yolunu gözlerler. Davulcular, davul tokmaklarını kemerlerine takarlar. Zurnacılar ise erik ağacından yapılan zurnalarını genellikle ellerinde tutmayı tercih ederler.  Zurna kamışının kurumaması ve icraatları esnasında olur olmaz yerde “zırt” etmemesi için belli aralıklarla ıslatmak için kalın dudaklarının arasına götürmeleri gerekmektedir. Her biri kartvizitli ve aynı zamanda cep telefonları ile kendilerine işadamı havasını vermek için çaba gösterirler. Vaktiniz olur da kendilerine uğrak verirseniz, hiç yadırgamazlar. Aralarına sımsıcak bir karşılama ile hemencecik buyur ederler. Yaktıkları sigaralarından ikram ederler. Uzattıkları sigarayı benzinli muhtar çakmakları ile büyük bir saygı ve el çabukluğu ile yakarlar. Genzinizi yakan tütün dumanı o an hükmeden bunaltıcı havayı ve henüz tırmanmadığınız yokuşun zorluğunu size tez elden unutturur. Biryantinli, kömür karası bıyıklı Zurnacı Bulduğ emirlerinize her daim amade olduğunu usulca fısıldarken kartvizitini de titrek ellerle uzatır.
“Ağam hoş gelmişsiniz. Sefalar getirmişsiniz. Size bir ikramda bulunamadık. Kusura kalmayasınız. Gadanızı alırım. Gözünüze köle olurum. Halimiz bu. Duvar dibinde gölgede dikelip ekmek paramızın yolunu gözlüyoruz. Buyur ağam, bu da benim ve davul ustamız Muharrem’in kartı. Kırşehrimizin en iyi çalgıcıları alimallah biziz. Bir emriniz olursa ararsınız.”
Okan Bey eşi Suna Hanımla ihtiyaçları olan pamuklu iç çamaşırlarının en iyisini burada bulabileceklerine kanaat getirip, ağustos sıcağında yokuşu beraberlerinde çok sevdikleri arkadaşı Papatya Hanımla tırmanmaya başladılar.
Arkadaşları Papatya Hanımın tavsiyesi ile yokuşun orta bir yerinde büyük bir mağazaya girdiler. Klimalarla mağazayı müşterilerini rahat alış veriş yapmaları için serinletmeye çalışıyorlardı. Mağazada esen serin hava bir anda rahat bir nefes aldırıp iyi geldi. Kısa sürede kendilerini toparladılar. Yüzü allı güllü bir turbanla kapalı olan ve kafasının arkasında oluşturduğu garip topuzunu dik tutup, rimelli uzun kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra tezgahtar bir bayan yanlarına koşturdu. Yardımcı olmak üzere Okan Beyi, eşi Suna ve Papatya hanımı peşine taktı. Bir üst katta bulunan iç çamaşırı reyonuna getirdi. Hizmetinde kusur yoktu. Müşterilerine biraz daha serinlemeleri için kağıt bardaklarda su verdi.
“Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” Soru üzerine Okan Bey yarım adım öne çıkarak söze girdi.
“Benim ve eşim için pamuklu iç çamaşırlarınızdan almak istiyoruz. Çeşitlerinizi görebilir miyiz? İyi ve kaliteli olanlardan olsun, lütfen.”
Tezgahtar bayan allı ve hem de güllü turbanı ile sıkı sıkıya kapadığı yoğun makyajlı yüzünü ardında bulunduğu tezgahtan kaldırıp Okan Bey ve Suna Hanıma beden ölçülerini anlayabilmek için baktı ve anında kararını verdi. Tezgahının üzerine bir tarafa kadın ve bir tarafa da erkek iç çamaşırlarını göstermek üzere yığdı.
Suna Hanım ve Okan Bey de beğendikleri beşer adet iç çamaşırını, satın almak üzere bir tarafa ayırdılar. Bu sırada tezgahtar bayan elinde şık kutular içinde bulunan dört adet markalı pijamayı da tezgaha koydu. Tek tek açtığı kutulardaki pijamaların reklamını yapmaya çalıştı.
“Böyle, tamamen yüzde yüz pamuk olan bu pijamalardan da almak ister misiniz? Çok kaliteli, yazın terletmiyorlar ve kışın da üşütmüyorlar. Arzu ederseniz bu kaliteli ürünleri de kaçırmayın derim. Düşünürseniz size biraz indirim de yaparım.” Okan Bey tezgahın üzerinde sergilenen renk renk pijamalara yan gözlerle bakıp, istemiyorum anlamında kafasına salladı.
“Dediğim gibi efendim pijamalarımız çok kaliteli ve fiyatları da oldukça uygun ve size söz verdiğim için bu rakamdan da biraz daha düşeceğim. Yeter ki siz evet deyin.”
“Hayır. Şu an pijamaya ihtiyacım yok. Teşekkür ederim, ama kalsınlar.” Tezgahtar bayan göz hapsindeki badem bıyıklı patronunun bakışları altında birbirlerine kenetlenecekmiş gibi bir korku veren kirpiklerini tekrar kırpıştırdı ve ısrarında direndi. Her ihtimalde bu pijamayı da satmalıydı. Pes etmek yoktu.
“Efendim bir kez daha söylüyorum ama bunu kaçırmayın derim. Size de çok yakışacak. İsterseniz üzerinize şöyle bir tutun eşiniz de görsün.” Okan Beye bir anda edilen ısrardan gına gelmişti. Bir tarftan da tezgahtar bayana da kaba davranmak istemiyordu. 
“Hanımefendi dedim ya ihtiyacım yok. Ben pijama ile yatmayı sevmiyorum. Ben hem kış ve hem de yaz fark etmiyor, çıplak yatmayı yeğliyorum. Çıplak yatmayı seviyorum. Eğer sizce de bir mahsuru yoksa tabi!” Tezgahtar bayan neye uğradığını şaşırdı. Yüzündeki pudraların altından kızardı. Çıkardığı bütün pijamaları bir çırpıda topladı. Gözlerini yere iyice indirdi.
“Tercih sizin tabii efendim. Nasıl isterseniz öyle yatarsınız. O zaman kalsın bunlar.” diyebildi. Çıkrıkçılar yokuşuna tırmananlar terliyor, inenler ise uçuyorlardı. Hava sıcak ve daha da sıcak olacağı söyleniyordu.  Bulduk ve Muharrem ustalar pazarlıkta anlaştıkları bir düğün sahibinin peşine takıldılar. Tanrı gökten iğne atmaya gerek görmedi.

Amsterdam, 2 Temmuz 2020

26 Haziran 2020 Cuma

KÖR ZEWE VE KERKENEZ KUŞU






KÖR ZEWE VE KERKENEZ KUŞU


İrili ufaklı tepeler, zaman zaman geniş ovalar, uçsuz bucaksız buğday, arpa ve bostan tarlalarının görüldüğü İç Anadolu Bozkırında, Kızılırmak yakınında bir kıyıcıktaydı köyü Büyükcamili. Bu köyde bin dokuz yüz otuzlu yıllarda dünyaya gelen, namı diğer Kör Zewe de insanlığa telaş dolu bir hengame yaşatan ve dünyanın üzerine kabus gibi çöreklenen korkuyu kavramakta uzun süre zorlandı.
Çok renkli bir simaydı Kör Zewe. Kendileri başka rakip tanımadığından pek çok öykünün de ana kahramanlığını okuma hızı ile ilerleyen bu satırlarda da kimselere kaptırmaya niyetli değildi. Yaşadığımız gezegeni kapsayan büyük bir salgın problemi söz konusu  olduğu zaman da ana kahraman yine Kör Zewe oldu. Ola ki birileri çıkar da ona dünyada olup biteni kendisinin anlayabileceği dilde anlatırsa işi bir hayli zor olacaktı. Mümkünse anlatılmalıydı. Bekliyordu. Böylece o da bu illetli konuda aydınlanacaktı.
Gün be gün hızla yayılan "Corona salgını" nasıl bir açıklama ile dile getirilirdi? Dünya çapında bir virüs salgınının hızla yayıldığını, her geçen gün bütün yeryüzünü ele geçirdiğini ve bunun ileri yaşlardaki insanlar için çok riskli olduğunu bütün medya kuruluşları ile duyurdular. Altmış beş ve üzeri yaşlardaki insanlara dışarı çıkma yasağı getirildi. Kör Zewe değil altmış beş, neredeyse seksen beş yaş üzeriydi. O nedene durum oldukça vahimdi. Zaten bütün kış mevsimi boyunca Ankara’daki evlerinde hapis kalmışlardı. Bahar güzelim yüzünü tam da göstermek üzereyken ülke çapında alınan bu kararın ardından kocası Haydar ile aylarca evden adımlarını atmamak üzere kapandılar. Üstelik de kimselerin evlerine gelip gitmemesi gerekiyordu. Ömürleri boyunca böylesi bir durumla pek çok insan gibi, onlar da ilk kez karşılaşıyorlardı.
Oysa bahar çıkagelmiş ve Tanrı bütün sevimliliğini takınıp bir yerlerde bütün canlılara, dağa, taşa, denizlere ve dünyada var olan her şeye tatlı tatlı gülümsüyordu. Köyü Camili’ye baharın başlaması ile birlikte Ankara’nın kasvetli havasından kaçıp kurtulmalarının zamanıydı. Eve hapsolmak da nereden çıkmıştı? İnsanları bu denli işlevsiz bırakan felaketin sebebi neydi?
Eve hapsolmanın önemini daha da vurgulamak için neredeyse bütün televizyon kanalları çocukları şebeğe çevirmişlerdi. Bu küçük insanlara dayatma ile bir şeyler söyletiliyor ve televizyonlarda bu imkanla boy gösteren çocukların anne ve babaları oğulları ve kızları ile büyük gurur duyuyorlardı. Ve cılız sesleri ile bağırıyorlardı.
"Evde kallll... Türkiyem. Evde hayat var." Kör Zewe televizyona çıkarılan her çocuğa çıkışıyordu.
"Kızılkurt. Ne hayatı anam-babam, hayat mı kaldı. Yaşına başına bakmadan hangi hayattan bahsediyorsun? Şuna düpedüz hapis desene. Evde kal. Dört duvarın arasında kalmanın neresinde hayat var?"
Şimdiye kadar ekmiş olacağı yeşil soğanlar çoktan boy vermiş olacaklardı. Salatalıklar yuvarlak tüylü yapraklarının ardında önce onlarca sapsarı minik çiçekler açacak ve sonrasında da parlak minik salatalıklar boylu boyunca koparılmak üzere yüzü koyun toprakta uzanıyor olacaklardı. Yalnız salatalıklar mı? Kırmızı kırmızı salkım domatesler, kıvrımlı yeşil biberler, yer altına saklanan patatesler, büyük siyah küpeler misali sarkan patlıcanlar da boy göstermekten geri kalmayacaklardı. Arpa ve buğday tarlaları başağa durmuşlardır. Tabiatın bu muhteşem yeniden var olma evresine şahitlik edememek çok büyük bir burukluk veriyordu. Vaziyet böyle olunca da evde kapalı halde hepten her şeye geç kalıyordu.
Avlu kapısının hemen girişinde her yıl açan mor süsen çiçekleri bu yıl da açmışlar mıydı? Üzerlerine yeteri kadar yağmur düşmüş müydü? Çiçek vermişler miydi? Açtıkları çiçekler yine mor muydu? Daha pek çok çiçek vardı ama süsenlerin nazik yapılarını göz önüne getirip onları daha çok merak ediyordu. Onlar diğer bitkilere göre daha çok ilgi, bakım ve korumaya muhtaçtılar.
Aman Tanrım ne çok da merak ettiği şey vardı. Evin balkonuna gelip kondukça sohbet ettiği “kerkenez kuşu” kendisini arıyor muydu acaba? Onun ötüşünü ne zaman duyacaktı? Ruhuna şenlik getirip içini ferahlatacaktı. O keskin bakışlı büyük gözlerine bir kez daha bakacak ve uçarken havada adeta asılı kalmasına bir kez daha tanıklık edebilecek miydi? Bilemiyordu. Ne yapıp edip çok geç de olsa, gitmeyeli aylar da olsa soluğu yolları tozlu köyü Camili’de bir an evvel almalıydı. Ama bir taraftan da hızla yayılan salgından korkuyordu. Bunun sonu nereye varacaktı? Hayat bütün canlılar için adeta durma noktasına gelmişti. İnsanlığa yazık oluyordu. Bu savaştan beter durum daha uzun zaman almamalıydı.
Aylardır, bütün ömründe ilk defa böylesine uzun süre doğup büyüdüğü ve her daim kendisini iyi hissettiği topraklardan uzak kalmıştı. En nihayetinde çıkan yeni bir ferman ile bir aylığına köyüne gitmesine izin çıktı. Tez elden pılısını pırtısını topladı ve Camili’nin yollarına koyuldu. Üç saatlik bir yolculuğun ardından kocası Haydar ile soluğu köylerinde aldılar. Evlerindeydiler.
Kendisini artık taşımakta son demlerini yaşayan dizlerinin ağrısına bakacak durumda değildi. Oldukça sakınımlı adımlarla evine doğru yürüdü. Varsın ağrısınlar. Zaten sürekli var olan bu sızıların dindiği de yoktu. Merakla etrafa koşturdu. Aklına takılanlara bir an evvel cevap bulmalıydı.
Bahçede hiçbir şey ekilmediğinden her yıl büyük bir sevgi ile baktığı, yapraklarını okşadığı, derin derin kokladığı, konuştuğu, dertleştiği domates, salatalık, yeşil soğan ve patatesler yoktu. Tamamıyla kuruyan toprak ayrık otları ve diğer yabani bitkilerle yeşillikleri birbirine katıp üzerini renklendirmişti. Yarın ilk iş olarak bahçeyi bir adam bulup belletmeliydi. Sonrasında oturduğu yerde de olsa tek tek yeni fideler dikebilirdi. Ektiklerine bolca can suyu verdiği zaman da bir iki haftaya varmaz dilediği bahçeyi bu yıl ertelemeli de olsa edinebilirdi. Toprak bereketli ve koynuna serpiştirilecek olan tohuma gebeydi.
Aniden aklına süsen çiçekleri geldi. Aheste aheste kapıya yöneldiğinde tamamıyla solmuş ve çiçek açmamış süsen dallarını görünce dehşetli üzüldü. Yapılacak bir şey yoktu. Olduğu yere oturdu. Düşünceleri allak bullak olmuştu. Gören tek gözü ile etrafında kerkenez kuşunu aradı, ama ortalarda görünmüyordu. Kim bilir kendisini ne kadar da çok aramış ve beklemiş, bu denli uzun bir zaman görünmeyince de bilinmeyen bir yere doğru umutsuzca kanat çırpmıştı.
Karıncalar her tarafa yuva yapmışlardı. İlk defa görüyormuş gibi üstten bakıp karıncaları inceledi. Ne çalışkan yaratıklardı. Bıkıp usanmaksızın bir taraflara doğru pürtelaş gidip geliyorlardı. Bir an geliş gidişlerini bir otobana benzetti. Hiçbir karınca diğeri için engel teşkil etmediğinden, belli ki aralarında birbirlerine karşı büyük saygı duyuyorlardı.
Köyde de şehirlerdeki gibi insanlar evlerine kapansalar da hiç değilse bahçelerinde diledikleri kadar oturup temiz hava alıyorlar ve yetiştirdikleri sebzelerle meşgul oluyorlardı. Yaşlılar için böylesi bir dönemde köyde olmaktan daha iyi bir durum olamazdı. Hiç değilse temiz hava alıp gün yüzü görüyorlardı. Doğa ile daha iç içeydiler.
Kastamonu’dan gelen üryani eriği ağacı Camili’de tutunmak için direniyordu. Bu konuda biraz umutsuzluğa kapıldı. Yaprakları cılız ve soluktu. Bakalım yine de onu yaşatabilecek miydi? Sadece bitkiler ve ağaçlar değil, her şey soluk ve kurumaya yüz tutmuştu. Hayatın mutlak süratte yeniden toparlanması gerekiyordu ki, dünya bunu hakketmiyordu.
Kör Zewe yaşlı bir insandı ve hayatta kendisini yormuştu. Tandır damının gölgesinde yere bir mindere oturdu. O sırada kocası Haydar da arabadan eşyalarını indirmiş ve musluğa bağladığı hortumla evin balkonunu ve üst kata çıkan merdiven basamaklarını yıkıyordu. Merdivenin yanı başındaki toprağın ıslanması ile mis gibi bir toprak kokusu yayıldı. Cami hoparlörlerinden evlerde kalınması, ev ziyaretlerinde bulunmamaları anons ediliyordu. Köy muhtarı Hatip'in anonsu aynen şöyleydi.
"Sayın Camililer... Sakın ha sakın dışarı çıkmayın. Evinizde kalın." Bir tek "Evinizden çıkarsanız öcüler sizi hammm... yapar." demediği kaldı. Verilen gözdağı burada da gırlaydı.
Kör Zewe çok geçmeden olduğu yerde uyuya kaldı. Yolculuk da yormuştu. Başındaki eşarbı araladı. Kır saçları eşarbın altından dağınık ve kıvır kıvır beliriyordu.
Uykusu uzun sürmedi. Bir kuşun telaşlı sesi ile uyandı. Uyanıp gözünü açtığında üryani eriğini dalına konan kerkenezini gördü. Sevinçte yüreği neredeyse ağzına geldi. Avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Kınalı kuşum benim geldin mi? Ben de seni aranıyordum. Yoksun diye nasıl üzüldüm, bir bilsen. Demek geldin. Bak ben de sana geldim. Seni çok özledim. Tüylerin ne güzel parlıyor yine. Çok güzelsin. Kuyruğun biraz daha uzamış mı, ne? Bundan sonra bir yerlere gitme olmaz mı? Beni yalnız koyma tamam mı? İki elim kanda da olsa her defasında sana geleceğim. Sözüm söz. Bekle beni!”
Merdivenleri tazyikli su ile iyice yıkayan Haydar kerkenezle konuşan karısına alaycı bir gözle baktı. Bir kuşla, sanki birbirlerini anlıyormuş gibi konuşmasına anlam veremedi. Daha fazla dayanamadı ve karısı Kör Zewe’ye yöneldi.
“Bir şey soracağım. Peki sen bu kadar çok sevdiğin kuşun adını biliyor musun? Sence ne kuşu bu?”
“Ne kuşu olacak, kuş işte. Benim kuşum. Benim kuzum.”
“Bu kuşun adı kerkenez. Söyle bakalım, söyleyebilecek misin?” Kör Zewe aynısını söyleyebilmek için epeyce direndi, ama bütün uğraşısına karşın telaffuz edemedi. En son kocası Haydar ile art arda tekrarladıysa da ağzından; “Kerken…” gibi bir sözcük çıktı.
“Söyledim ya, kerken kuşu. Kerken. Ben de senin söylediğini söylüyorum. Kerrr… kennnn…”
Kerkenez kuşunun mutluluğuna diyecek yoktu. Ona hayranlıkla oturduğu yerden bakan Kör Zewe’nin göğünde beş tur attı. Uzun uzadıya sevinçten öttü. Sonrasında tekrar gelip üryani eriğinin soluk yapraklı dalına kondu. Kanatlarını havalandırır gibi art arda açıp kapadı. Kuyruğunu sağlı sollu salladı. Kendisini anacığı Kör Zewe ile koyu bir sohbetin içinde buldu. Kör Zewe'nin gören tek gözü, kerkenez kuşunun iri gözleri ile kenetlendi. Araya camiden yükselen ezan sesi girdi. Ama camiye giden yoktu.  Bahçede karıncalar kendi otobanlarında sırtlarında yükleriyle hızla ilerliyorlardı. Gün akşam oldu. Camili’ye alaca bir karanlık çöktü.

Amsterdam, 26 Haziran 2020

  


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...