15 Ekim 2020 Perşembe

GÜZEL BİR FİLMİN ARDINDAN - “KELEBEK VE DALGIÇ”






GÜZEL BİR FİLMİN ARDINDAN

 

“KELEBEK VE DALGIÇ”

 

Kelebek ve Dalgıç. Fransız gazeteci, yazar ve Elle dergisinin editörü Jean-Dominique Buby’nin milyonlar satan kitabının adı. Yazar, eserinde dünyanın en ilginç ve bir o kadar da dramatik olan kendi yaşam öyküsünü anlatıyor. Kitap daha sonraları yönetmen Julian Schnabel tarafından çok başarılı bir şekilde filme uyarlanır ve 2007 yılında Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülüne layık görülür.

Kitabı okuma şansım buğüne değin ne yazık ki olmadı, ama filmi izledikten sonra az sarsılmadım değil. Bu denli uzun süre etkisi altında kalınca da bu muhteşem yapıt hakkında bie şeyler yazmak ve naçizane duygularımı paylaşmak istedim. Umarım yine naçizane olarak adlandıracağım anlatımımın ardından, bu satırları okuyanlar da biraz olsun etkilenir ve bu güzelim filmi izlemek için fırsat kollar.

Filmi anlatmaya kendimi kaptırıp bilinen bir fıkradaki gibi; katilin şoför olduğunu ümit ederim ki, ağzımdan kaçırmam. Yeri gelmişken konudan fazla da uzaklaşmadan, fıkrayı anlatmamak olmaz.

Kasabanın birinde dedektif filmleri tutkunu bir adam varmış. Adam hangi sinemaya bir dedektif filmi gelse, soluğu anında o sinema gişesinin önünde alırmış. Günlerden bir gün bulunduğu kasabaya da çok ünlü bir dedektif filmi gelir. Adamcağız hemen koşa koşa sinemaya gider. Lakin biraz geç kalmıştır. Sinemaya gittiğinde, neredeyse bütün biletler satılmıştır. Anlaşılan dedektif filmlerinin bir tek müptelası kendisi değildir. Zor bela bir bilet bulur ve sinema salonunun karanlığına dalar. Hemen teşrifatçıyı bulup kendisinin dedektif filmlerinin hastası olduğunu ve yalvar yakar ön sıralardan kendisine bir yer bulmasını rica eder. Teşrifatçı şans eseri önlerden bir yer bulur ve adamı koltuğa oturtur ve ardından da bahşiş için elini uzatır. Adam araya taraya cebinin derinliklerinden parmaklarını örümceğe kaptırmadan ortası delikli bir 25 kuruş çıkarıp teşrifatçının avucuna koyar. Bahşişe bakan teşrifatçı bu kadar küçük bir bahşiş karşısında çok bozulur ve adamın kulağına fısıldar.

“Abi sana bir şey söyleyeyim mi? Katil şoför.” der.

Korkuya kapılmayın. Katilin şoför olduğunu söyleyecek kadar acımasız olmayacağım, sizlerden alacağım bahşiş az olsa bile.

Kitabın yazarı Jean-Dominique Bauby 1995 yılının soğuk bir kış gününde, arabası ile on yaşlarındaki oğlunu da yanına alıp bir yere doğru giderken, geçirdiği ani bir beyin kanaması ile uzun süreli bir komaya girer. Yaklaşık üç hafta sonra çıktığı komadan  tıp dilinde “lockked-in syndrome" olarak bilinen tanının ardından, vücudun bütün işlevlerini ve fonksiyonlarını yitirdiği görülür. Bir tek sol gözünü kırpabilmektedir ve bundan sonrasında çevresindeki insanlarla iletişimini yılmadan hayati öneme haiz bu organı ile sağlar.

Yazar Bauby kendisi ile iletişim kurmak adına geliştirilen bir yöntem sayesinde, sol gözünü kullanarak yüzlerce sayfa metni yardımcılarına dikte ettirir.

Geliştirilen yöntem çok ilginçtir. Yardımcısı her gün hastaneye gelir, Fransızca dilindeki harfleri kullanım sıklığına göre tek tek sıralayıp söyler ve yazar Bauby söylemek istediği kelimede yer alan harf okunduğu zaman gözünü kırpar. Büyük bir sabır ve azmin ardından yazarın hayatını anlatan biyografik kitap hazırdır. Kitap dünyada büyük bir yankı uyandırır ve bu unutulmaz kitaptan yapılan uyarlamadan da muhteşem bir film yapılır. Ne yazıktır ki yazar Bauby kitabın yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra hayata veda eder.

Kullanım sırasına göre en çok kullanılan harfler E, L, A, O, I, N, S ve D harfleridir ve her kelimenin oluşturulması yaklaşık iki dakikayı alır. Filmin yönetmen koltuğunda rahat rahat oturmayı hak eden yapımcı Julian Scnabel’dir. Oyuncu kadrosunda; Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner ve Marie-Josee Croze yer alır.

Baştan sona insanda büyük hayranlık uyandıran fimin ilk yarım saatlik kısmında ana karekter yazar Bauby’i göremiyorsunuz ve merakla oyuncuyu görmek için sabırsızlanıyorsunuz. Usta yönetmen ana karakteri hemen ifşa etmek yerine filme seyircinin onun gözünden bakmasını yeğler. Film insanı adeta büyüleyen repliklerle devam eder. Örneğin: İçinde bulunduğu durumu aynen şöyle betimler.

"Uzaklaşıyorum... Yavaş, fakat emin bir şekilde. Tıpkı bir denizcinin demir aldığı kıyıdan uzaklaşması gibi geçmişimden uzaklaştığımı hissediyorum... Eski hayatım hâlâ içimde alev alev yansa da, yavaş yavaş anıların küllere dönüştüğünü biliyorum..."

Geçirdiği talihsiz kazadan sonra kendisini sürekli bir dalgıç elbisesi içinde hapis gibi hisseden Bauby bu durumu da aynen şu dizelerle ifade eder.

“Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki, özgürlüğümü geri satın alabileceğim bir para?”

Kendisini zaman zaman alaya aldığında da şu soruyu sorar.

“Bir kurbağaya dönüştürülmeyi dileseydim ne olurdu acaba?”

Ve devamla ruh halini ortaya koyar:

“Duygulanmaya, sevmeye ve sevilmeye nefes almak kadar ihtiyacım var. Yine de tetikte olmak ve ılık bir teslimiyete kapılmamak için bir parça hiddet, bir parça nefret barındırıyorum içimde, ne az ne çok; tıpkı bir düdüklü tencerenin patlamasını önleyen supap gibi.”

Yorgundur ve vücudu bütünü ile işlevsizdir.

“Özgürlükle aramda sadece bir kapı varsa bile, onu açmaya gücüm yok.”

İnsanı büyüleyen film boyunca, adeta sağlam naylon bir ipe itina ile bir incigerdanlık misali dizilen diğer replik de aynen Şöyledir:

“Entelektüel potansiyelimin bir hıyarınkinden daha yüksek olduğunu kanıtlamak için yalnızca kendimden medet umabilirim.”

Kendisini alaya almaya devamla kapanıp açılan sol gözü bir diğer cümleyi dikte ettirir.

“Yirmi haftada 30 kilo kaybettim. Kazadan sekiz gün önce sıradan bir rejime başladığımda böyle bir sonuç beklemiyordum.”

Ders veren bir üslupla:

“Haftalarca bir konu üzerinde çalışırsınız, işinin ehli kişilerin elinden defalarca geçer ve on beş günlük bir stajyerin bile fark edebileceği bir hatayı kimse görmez.”

Mutluluğu kimi zaman öylesine küçük bir noktaya takılır ki:

“Şimdilik, şu ağzımda sürekli biriken tükürüğü yutabilsem dünyanın en mutlu insanı olabilirdim.”

Kendisinin deyimi ile bir dalgıç elbisesi içinde bir hapis de olsa, bu hayata oynatabildiği tek sol gözü ile tutunur ve her türlü fonksiyonu yerine getirebilen kusursuz bedenlere sahip milyonlarca insanın yapamadığını yapar, böylesi bir kitaba imza atar.

Yaşlı babası da onun kadar biçaredir. Oğlunu görememesi, nasıl ve ne halde olduğuna tanıklık edememesi onu kahreder. 

“Zaman zaman bana telefon ediyor babam ve yardımcı bir elin kulağıma yerleştirdiği ahizeden, onun titreyen, sıcak sesini duyabiliyorum. Cevap vermeyeceğini çok iyi bildiğiniz oğlunuzla konuşmak, kolay olmasa gerek.”

Bu ve buna benzer daha her cümlesi hafızalarda yer edecek olan muhteşem bir kitap ve güzelim yavrusu film.

Umarım bakla ağzımda yeterince ıslanmıştır. O halde yine de size bir şey söyleyeyim mi?

“Katil şoför değil. Hizmetçi. Yok… Yok. Şaka… şaka… Katil falan yok. Ne güzel, dünyayı kan deryasına çeviren ve diz boyunu aşan ölmek öldürmek de yok. Bir karıncaya dahi zarar vermek yok. Muhteşem güzellikte, sizi hayata daha çok tutunmaya davet eden, seyredilmeye değer, büyüleneceğiniz bir film var. İyi seyirler.”

 

Amsterdam, 15 Ekim 2020

 

 

 

 

18 Eylül 2020 Cuma

DE RODE FIETS




DE RODE FIETS

 

Het regent al twee dagen, alsof de regen onophoudelijk uit glazen wordt geleegd. Het is vreemd maar er vormen zich geen plassen in de straat. Ik kan er niets aan doen mij te verbazen waar zoveel water naar toe gaat. Ik maak voor het eerst mee dat het zo lang regent. Het  is nogal koud.

Alhoewel er vanuit de hemel naar de aardoppervlakte vloedwater discreet naar beneden valt, gaan de mensen onverstoord met de fiets naar hun werk of school. Het ritme van het leven gaat zonder onderbreking in hetzelfde tempo  en harmonie door.

Mijn vader zegt dat hij een fiets voor mij gaat kopen. Dat maakte me zo blij dat ik hem een aantal keren op de wang kuste. Ik zei dat ik graag een rode wilde hebben. Hij zal vandaag of morgen de fiets wel kopen, hoop ik. In dit kleine land heeft iedereen wel een of twee fietsen. Voor elk gebouw staan op z’n minst dertig à veertig fietsen waarbij de een op de ander ligt en die met kettingen op slot zijn. Ik denk niet dat Nederlanders arm zijn maar de meeste fietsen zijn oud. Ik vermoed dat het hen niet uitmaakt of hun fiets oud of nieuw is. Als zij zo denken, is dat natuurlijk goed oké.

          Het is herfst. Op de dag dat wij aankwamen werden we verwelkomd door een stormachtige wind. Om precies te zijn was het geen warm welkom.  We hadden niet de verwachting dat wij met de rode loper zouden worden ontvangen, maat de eigenwijze wind waaide al bulderend van alle kanten tientallen bladeren in het rond. Het stof van onze voeten verspreidde zich naar ons haar en gezicht. Zoveel verontwaardiging op de eerste dag! Eigenlijk een gastvrijheid om je voor te schamen.

          Natuurlijk bleef er geen stof op onze schoenen liggen. Als ik zeg dat we met een slecht humeur werden ontvangen, dan denk ik dat het zo is. De droge en geelgekleurde boombladeren bedekten de voetpaden en straten. Nadat de bladeren door de wind omhoog werden geblazen en samen met de wind in onze gezichten, bleven ze in de gleuven van de muur bewegingloos liggen. Het is de eerste keer dat ik zoveel boombladeren bij elkaar zie. Ik zal hier een principe uit de doeken doen dat alles verklaart. Zolang de droge en geel geworden bladeren in de lucht rondvliegen, kun je niets zien. Met het liggen van de storm in de namiddag, landen de gevleugelde bladeren een voor een als een mus op de grond. Eenmaal op de grond verlaten de bladeren de gedaante van een mus en vormen ze weer een geel tapijt.

Nee, ik moet terugkeren naar de plaats waar ik toen bij de eerste gelegenheid kwam. Het is in Diyarbakir nog niet koud geworden. Trouwens, het is een week geleden dat ik in dit verre land verre land ben aangekomen. Of ik wel of niet zal wennen, weet ik niet. Mijn vader is al achttien jaar hier. Omdat zijn verlangen naar ons ondraaglijk werd, haalde hij mijn moeder, mijn dertienjarige zus Zelal en mij naar Nederland. U zult vast wel willen weten hoe mijn naam is? Ik heet Halil en ik ben zestien jaar jong. Mijn snor en baard geven mijn gezicht geleidelijk aan een nieuwe vorm. Een nieuw gezicht waardoor ik mij vreemd voel, maar duurt niet lang. Daar ik eindelijk bij mijn vader ben, heb ik veel tijd om hem te imiteren.

          Ik laat mijn kindertijd langzaam maar zeker achter mij. Mijn eerste schreden in een moeilijke tijd. Mijn vader wilde dat de naam van mijn grootvader in mij zou voortleven. Ik houd van mijn naam. Misschien wel omdat ik van mijn grootvader Halil houd. Hij is niet met ons meegekomen. Mijn oma is twee jaar geleden overleden. De toestand van mijn grootvader op die dag zal mij altijd bijblijven. Hoe hij zo eenzaam achter bleef. Hij was kleiner geworden, als een afgebroken tak die met angst naar beneden viel. In zijn ogen die op de kleur van de zon lijken, kon je dit heel makkelijk zien. Door hem zo achter te laten denk ik dat zijn eenzaamheid ook ondraaglijk werd. Ik weet niet wat er dan in zo’n situatie met je gebeurt. Toch was hij bij mijn ooms en de rest van onze familie, waarbij hij het gemis van Zelal en mij diep in zijn hart voelde. Als ik daar zou blijven zou mijn vader hetzelfde gemis ervaren. Hier heb ik een betere toekomst.

          Veel vrienden die ik vertrouw en lief zijn, waren wel achter gebleven. Ik mis ze nu al. Hoe we elkaar voor de gek hielden en plaagden. Dat ik kon genieten om met hen samen te zijn. Elk van hen was zoveel als een broer van mij, Zou ik dezelfde vriendschappen kunnen krijgen? Dat is voor mij nu de grootste zorg.

          Zelf heb ik nooit een fiets gehad. Fietsen heb ik op de fietsen van mijn vrienden geleerd. Ik denk dat mijn vader, als hij van zijn werk thuiskomt mijn fiets zal meebrengen. Hij kan zo komen. De deurbel kan elk moment gaan. Als ik mijn fiets krijg kan ik dan in deze regen wel fietsen? Eindelijk kwam mijn vader opdagen én wel met een rode fiets, ja echt heel mooi. Ik kon mijn ogen bijna niet geloven. Urenlang zou ik er naar kunnen kijken. Het leek wel of mijn

handen de lamp, de bel, het stuur, het zadel en de voor- en achterkant met bewondering liefkoosden. Ik voelde mij enorm gelukkig. Ik ging met mijn fiets er op uit, ook al regende het hevig.  En ook al waren mijn moeder en vader wat bezorgd, beloofde ik ze dat ik snel zou terug komen. Is het niet zo dat Nederlanders in dit weer wel op de fiets zitten?

          Op de snel ronddraaiende pedalen liet ik ons huis meer en meer achter me. Als mijn vrienden er bij waren, wie weet hoe jaloers ze zouden zijn. Ik zou zonder aarzeling ze op mijn fiets laten fietsen.  Zo graag zou ik willen dat mijn opa dit moment van geluk kon mee maken.  Hem gelukkig zien is voor mij het allerbelangrijkste. Zijn liefde en goedkeuring ervaren. Ik geloof dat het mij tegen het kwaad zal beschermen. De ogen van mijn gevoelige opa wisten zich meteen met tranen te vullen. Ik kan de blikken van mijn vrienden en van mijn opa niet goed uit mijn hoofd zetten. Ik mis ze! Zeven dagen ben ik van hen weg, maar het voelt als zeven jaar.

          Ik ben erg nat geregend. Mijn bovenlichaam en hoofd zijn drijfnat. Ik had beloofd dat ik snel weer thuis zou komen, maar ik ben al een uur buiten. Ik moet terug gaan want ik ben al aardig ver van huis. Dat lijkt wel leuk, maar welke weg moet ik terugnemen? Ik denk dat ik verdwaald ben en begin bang te worden, want waar ben ik? Het blijft hard regenen. Onder een dakrand van een huis kan ik schuilen en wacht af. Niemand komt of gaat. Hoe zou ik een voorbijganger in een taal die ik niet ken, vertellen dat ik verdwaald ben. Daarbij weet ik ook ons adres niet. Het was een gebouw van rode baksteen bestaande uit vier verdiepingen. De straten zijn kopieën van elkaar zoals je in Diyarbakir,

Dagkapi, Urfakapi, Yenikapi en de Mardinkapi hebt. Kunt u zich een stad zonder poorten voorstellen? Als ik in mijn stad  zou zijn, zou ik niet verdwalen, maar zou dat wel zo wezen er op dat ogenblik ik weet niet hoeveel mensen om mij heen draaien om mij te helpen.

          ‘Mijn broeder, van wie ben jij er een? Waar is jouw huis? Hoe heet jouw vader?' Een ander zou zich er meteen mee bemoeien.

          ‘Hou op met het stellen van vragen en pak hem bij de andere arm beet zodat wij hem omhoog kunnen helpen.’

          Met soortgelijke kreten in mijn hoofd viel ik na een tijdje in slaap onder een trap waar ik schuilde. Tijdens dat slapen moest ik zoveel hoesten, waardoor de verontruste bewoners van de bovenste verdieping de politie belden. Met politiesirenes en blauwe zwaailichten keerde ik terug naar de bewoonde wereld. Ze vroegen me de hemd van het lijf, waar ik niets van begreep. Ik kon geen enkele vraag beantwoorden. Ik zocht naar mijn fiets maar die was nergens te zien en was behoorlijk in de war.  

          Twee politieagenten pakten mij gelijktijdig bij de armen beet. Ze sleepten me naar de politieauto waarvan de sirenes uitgezet waren. Ik verzette mij, maar de agenten waren zeer sterk. Ik kon geen weerstand bieden. Voortdurend keek ik achter mij en zocht naar mijn kostbare rode ‘schat’. Wat zal ik tegen mijn vader en moeder zeggen? De dag waarop ik aankwam,  werd de dag waarop ik verdwaalde.

          Op het politiebureau wachtten mijn vader en moeder die  ongerust waren, op mijn komst. Toen ik binnenkwam overlaadde mijn moeder met veel affectie. Zij droogde mijn haren en hoofd met de handdoek die een agent haar had aangereikt. Aan de ene kant drukte zij kussen op mijn voorhoofd, dat van koorts leek te branden en ook op mijn wangen. Aan de andere kant kreeg mijn vader verdere informatie van de politie.

          Na te zijn verzonken in de wereld van mijn dromen, moet er iemand daaruit geweest zijn die net zo nat was als ik en die er met mijn fiets vandoor is gegaan. Dit betekent dat het niet uitkomen van mijn dromen nu genoeg was. Hij heeft geen geweten, waardoor hij het geluk in mijn hart niet kan zien.

          Mijn vader werd niet boos. Alleen omdat ik niet thuis was op het beloofde tijdstip, vond hij dat wel vervelend. Ze waren bang omdat ze dachten dat ik misschien in een van de kanalen zou zijn gevallen.  Hij zei verder dat ik mij geen zorgen hoefde te maken om mijn fiets en dat hij met geld van zijn salaris weer een nieuwe zou kopen. Ik wilde dat de fiets opnieuw rood van kleur zou zijn.

          Wel een maand moet ik wachten om mijn fiets in handen te krijgen. Tot die tijd zou ik vanwege het missen van mijn vrienden en van mijn opa nieuwe vriendschappen kunnen sluiten. Morgen ga ik voor het eerst naar school. Ik krijg les in een taal waarvan ik geen woord ken.  Hoe zullen de kinderen in de klas naar mij kijken, lachen en voor de gek houden.

          Misschien zou ik vriendschap sluiten met een meisje met blond haar en rode wangen, dat mij zou denken aan Nederlandse rode tulpen en zoals de kleur van mijn fiets die ik kwijt ben? Ik zou haar van school halen en haar met mijn fiets naar huis brengen. Ook zou ik haar hand  vasthouden  en haar blonde haren met mijn vingers kammen. Ik zou haar omhelzen en met een grote glimlach een foto van ons samen laten maken. Deze fantasie dromen van ons zou ik dan naar mijn vrienden sturen die ik heel erg mis.

          Het is beter om ze niet naar mijn opa te sturen want dan zou ik mij wat schamen!

          Nu voel ik mij niet op mijn gemak en heb veel twijfels. Ik ben bang. Denkt u dat de vader van het blonde meisje net zo boos wordt als de vaders met enorme snorren uit Diyarbakir? Ik denk niet dat hij een snor heeft, maar zouden ze mij met een dikke stok slaan terwijl ze daarbij ‘die straat is van jou en deze straat is van mij ’roepen en me verjagen. Zullen ze me als een hond laten leven die ze verwaarlozen. Zal mijn wereld ineenstorten? Zullen ze de vaders uit mijn stad na-apen? Zullen ze met de snelheid van het uitspugen van een haar mij genadeloos met de stok in hun handen op mijn hoofd, mijn rug of mijn achterste slaan? Ik weet dat u zegt dat het zo niet zal gaan, het echt niet kan.

          Dit was jaren geleden. Ik kan nu pas over mijn weggestopte gevoelens praten. De tijd is als water weggevloeid. Ik ben nu in de veertig. Mijn vader is met pensioen. Ik ben met een bloedmooie vrouw getrouwd. Haar haar heeft niet de kleur geel van Nederlandse tulpen. Het is niet anders, maar is zo zwart als steenkool. Ik houd erg veel van haar. Net zoals mijn ouders heb ik een dochter en een zoon. Ik ben niet geslagen door Nederlandse vaders. Zo’n gewoonte hebben ze niet.

          Ik heb nog steeds mijn rode fiets. Ik pas er goed op en sper mijn ogen wijd open om alles goed in de gaten te houden, hij heeft geen enkele kras.  De herinnering blijft levend. Ik heb alleen de handremmen en de banden vervangen toen het noodzakelijk was. Mijn opa leeft niet meer en ik blijf hem missen. Ik bezoek al mijn vrienden als ik naar Diyarbakir ga. Ik heb Nederland aanvaard en mijn draai gevonden en ik houd van Nederland. Amsterdam is mijn tweede stad geworden die mij dierbaar is. Kort gezegd, ik ben gelukkig, Ik hoop dat iedereen die deze alinea’s leest ook gelukkig is.

 

 

Amsterdam, 17 november 2018.

 

 

 

 

Vertaling : Corry de Broer

12 Eylül 2020 Cumartesi

KÖR ZEWE VE MANDELA




KÖR ZEWE VE MANDELA

        

           İki yıl gibi sıkıntılarla geçen uzun bir aradan sonra biricik anacığım, nam-ı diğer Kör Zewe ile memleketimiz Ankara’da birlikteyiz. Başkent aheste adımlarla yol alan mevsime, bir kez daha kendisine has griliğiyle yeni renklerle kendisni süsleyeceyini vaat eden hazan mevsimine içten merhaba diyor. 

Eylül ayı, Temmuz ve Ağustos aylarının o bunaltıcı sıcaklarını en nihayetinde alıp bir yerlere götürdü. Düşmeye yüz tutan zümrüt yapraklar, bir o kadar kıymetli olan birer altına dönüşmek üzereler. Kaldırımları ve sokakları her daim olageldiği gibi, çok da geçmeden altın renkli yapraklar kaplayacak. Görünen o ki; insanlar bu mevsimde sokaklarda daha telaşlı bir koşturmaca içinde mi oluyorlar gibi. Çıkan rüzgara kapılıp davranışları ve yürümeleri daha mı aceleci bir hal alıyor? Bilemedim. Kimi canlılara göre ise, beraberinde duygulu yüreklere tatlı bir hüzün, muhteşem bir gülümseme eşliğinde gelip kendisine ayrılan tahtında bağdaş kuracak.

        Büyük bir özlemin ardından bir araya gelme fırsatını nihayet yakaladığım anacığım Kör Zewe artık iyiden iyiye yaşlanmış. Bize reva görülen uzun bir ayrılığın hasretliğini gideriyoruz. Hemen edindiğimiz duygu sanki iki yıl hiç de ayrı kalmamışız gibi kapıldığımız his. Öylesine ayrı, öylesine yalnız kalanlar bizler değildik. Bu ayrılık ve diğer ayrılıklar hiç yaşanmadı. Yanyanalığımız kaldığı yerden devam ediyor. Yine de büyük bir merak ve anlatılmaz bir özlem ile torunlarının sevgisinin dolup taştığı yüreğini bir anda orta yere koyuyor. Orta yerde kıpır kıpır kuş misali kanat çırpan telaşlı bir anne yüreği. Oğullarım 'Filinta nasıl? Robin nasıl?' diye kırpıştırdığı kestane rengi gözleri ile ağzımdan çıkacak kelimelere pür dikkat odaklanıyor. Çocukların artık büyüdüklerini, birer yetişkin birey olduklarını, sevindirici olan sorumluluklarını bildiklerini, sağ olsunlar iyi birer insan olma çabası verdiklerini, okullarında, işlerinde babaları bendenizin gösteremediğim başarının çok üstünde bir başarı gösterdiklerini, biraz da bir baba gururu ile dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Büyük bir mutluluk duyuyor ve rahatlıyor. Fersiz gözleri ışık saçar hale geliyor.

        Torunlarını her yönü ile merak ediyor. Çünkü onları çok az gördüğünden bir o kadar da az tanıyor. Tanımasının azlığı da kendisinin olarak gördüğü bu insanları her yönü ile tanımak istiyor. Heyecanını dindirdi. Durdu. Gözlerinde tüten torunlarının da 'başka ülkelere tatile gidip gitmedikleri' gibi bir kaygıya kapılıp sordu. Her ikisinin de tatil için farklı ülkelere gittiklerini, dünyanın başka diyarlarını onların da çok merak ettiklerini ve hatta Robin’in neredeyse dünyanın büyük bir bölümünü Marco Polo misali gezdiğini söyledim. İki ay kadar önce de Robin’in Güney Afrika’yı da kapsayan uzun soluklu farklı bir geziden döndüğünü anlatım. 

        Annemde merak bitmiyordu. Her kurduğum cümlenin ardından onun kafasında oluşturduğu merak zincirine yeni bir halka ekleniyordu.

        “Güney Afrika neresi?” diye sorunca ben de belki hatırlamasında yardımcı olur diye;

        “Mandela’nın ülkesi var ya, orası işte,” demek durumunda kaldım. 

        Bunun üzerine annem kızlarını istemeye gelen pilotların, doktorların, avukatların ve mühendislerin kollarında getirdikleri rengarenk çiçek buketlerinin yanı sıra lüks kutularda yer alan “Madlen” çikolatalarının üzerinde onlarca yıl geçse de ağızlara verdiği o “bitter” tadın etkisinde kalmış olacak ki;

        “Mandela çikolata değil mi?” diye sordu. Önce gülümsedim. Ne diyeceğimi şaşırdım. Çok yerinde ve güzel bir benzetmeydi. Mandela bundan daha güzel anlatılamazdı.

        Tutuklu konuşan halimle anneme Mandela’yı ve onun verdiği özgürlük mücadelesini anlatma zorluğunu doğrusu göze alamadım. Bunun üstesinden gelemeyeceğimi o an anladım. Varsın, annem bu güzel insanı çikolata olarak hatırlıyor-biliyor olsun. Böylesi daha güzeldi. Fazla derine inmeye gerek görmedim. Dünya insanlığının anısı önünde saygı ile eğildiği Madiba Amcam da zaten çikolata gibi değil miydi? Hani biraz da “bitter” türünden.

        Allah daha uzun ömürler versin. Annem Kör Zewe de Mandela’nın mücadelesinden tamamen bihaber, onun kim olduğunu bilmeden günün birinde bu dünyadan göçüp gidecek. “Apartheid” savaşçısının o büyük mücadelesi, annem Kör Zewe gören tek gözü ile Madiba hakkında bilgilere, aynı zamanda şimdilerde biraz da ağır işiten kulaklarına ulaşmamış. Ne dersiniz, anneme Mandela’yı yine de anlatmaya çalışsam mı? Veya tutuklu konuşma halimle beni zora sokmadan, siz bu pek de kolay olmayan işi üstlenmek ister misiniz?

 

Amsterdam, 12 Eylül 2018

 

 

6 Eylül 2020 Pazar

LO SENE PIX EDEREM HA!




LO SENE PIX EDEREM HA!

 

Yazmak gibi biteviye bir didinim içinde olan şair Refik Bey, henüz ülke çapında hak ettiği istenilen üne sahip değildi. Ancak şiirlerinin belli bir okuyucu kitlesinin dilinde dolaşması, zevkle okunması ve gelecek vaat etmesi kendisinin ziyadesi ile mutlu olmasına yetiyordu. Edineceği ünü aslında hiç de umursadığı yoktu. Yükü duygu olan yüreğindekileri insanlarla paylaşımı çok daha önemliydi. O gece gündüz yazmak yazmak durumundaydı. Duygularını nadasa bırakmak gibi bir lüksü zaten yoktu. Bu hayatının bittiği ile eş anlamdaydı. Büyük harfli cümleler kurmak gibi bir iddiası da yoktu. Sadece dağarcığındaki kelimelerle oynamak onu yeterince mutlu ediyordu. Dimağında ele geçirdiği her harfi bir bir bacaklarından kavrayıp oraya buraya çekiştirmenin tadına doyum olmuyordu. Zihninde avlamaya çıktığı kelimeleri uzun uzun süzer ve ardından hangi şiirde, hangi mısrada birer kelime halinde yer edinmeleri konusunda kendi kendisine fikir teatisinde bulunurdu.

Hangi sözcük insanı alıp götüren bir sevda şiirinde yer almak istemezdi ki? Refik Bey’e göre “her kelime sabahın köründe uyanır uyanmaz kendisini zaten şiir hissediyordu.” Sözcüklerin de dünyanın dillerinde kendilerine göre gururları vardı. İnsanların dilinde telaffuz edildikçe her kelime iyiden iyiye mayışır ve kendilerinden geçerlerdi. Lakin yine de kelimelerle oynamak çocukların saklambaç veya çelik çomak oynamasına pek de benzemiyordu. Bunun için belli bir ölçü ve tartıya gereksinim vardı. Kullanılacak terazinin hassasiyetine diyecek olmamalıydı. Bu birimleri yakalamak da ustalık gerektiriyordu. Bunlar edinilmese, gösterilen uğraşı laf u güzaf olarak olduğu yerde kalakalırdı.

Sözcüklerle bu denli iç içe olan yaşantısını düşünedururken bir an kalakaldı. Durdu. Çıt çıkmayan bir sessizliğe büründü. Düşüncelere daldı. Gözlerinin önünde bir anda binlerce kelime “nanik” yapıp serçeler misali uçuştu. Ne kadar da çok evsiz, barksız, sahipsiz ve başıboş sözcük vardı. Başlarında bir çatıdan yoksun kelimelerin inanılmaz yoğunluğuna şaşakaldı. Sonsuz sayıdaki bunca kelime neden şimdiye değin bal tadında bir cümlede yer alıp okuyucularının hayal dünyasında yer almamıştı. “Başkalarının da bu denli çok sözcüğü var mıdır, acaba?” diye düşünmekten kendisini alıkoyamadı. 

Gözlerinin önünde uçuşaduran bütün bu kelimeleri bir bir hizaya getirip anlam kazandırmalıydı. İçinde bulunduğu uğraş anlamlı ama bir o kadar da sonsuzluğu olan bir güzellikti. Kelimeler böylesine başıboş uçuşmamalıydılar. Korunaklı bir çatı altında toplanmalarının zamanı gelmişti. İyide bu "ha demekle" olacak iş değildi. Her biri olması gereken yerde yerini alıp şiir, roman, öykü ve köşe yazıları olarak yüreklerdeki yerlerini almalıydılar. Kuşlar misali onları evrene salmalıydı. Böylelikle daha bir anlam kazanıp bir araya gelmeleri ile bir öyküye dönüşebilirlerdi.

Ah Türkçe dili ah! Öylesine karmaşıktı ki, her defasında hayretler içinde kalıyordu. Her yörenin kendisine göre kelime dağarcığı olduğu gibi, aynı zamanda şiveleri de aynı zenginlikteydi. Başka dillerden pek çok kelime kabarık sayfalı sözlüklerde ve Türkçe diline konuk olarak gelip kalmışsalar da zamanla entegre olmakta fazla zorluk çekmemişler. Bazı harflerle başlayan tek kelime Türkçenin olmaması çok şaşırtıcıydı. M, L ve J harfleri ile başlayan bütün sözcükler yabancı kökenliydi. Ve çoğu zaman bu kelimelerin kullanımı ile ifade edilmek istenenler daha yerli yerine oturuyordu. Teknik, tıbbi, hukuk ve bilimsel konularda bu kelimeler kullanılmaksızın kaş göz yarsanız da meramınızı istenildiği gibi anlatamazsınız. Yöreye göre lisan öylesine bir farklılık alır ki, çoğu ifade edilmeye çalışanı anlamakta büyük zorluklar yaşarsınız. Refik Bey bu konu ile oldukça ilgiliydi. Edindiği tecrübe ile artık bütün yörelere mahsus olan bu söylemleri anlayacak kadar bilgi sahibi oldu. Lakin Türkiye bu açıdan çokça renkli bir coğrafyaydı. Kulaklarını tırmalayan her yöresel konuşma onu hem güldürüyor hem de çok hoşuna gidiyordu.

Egeliye kulak verdiği zaman onun aynen şöyle çıkışına tanıklık ediyordu.

              “Akideş, götüyü vereceksen götüyü ver, götüyü vermeyeceksen götüyü verecekler var. Hadi diyiver gaadeş. Asfalyalarımı attırma. Niredeyse ımızan (ramazan) geldi. Ne bakıp durun? Hönkürüde (orada) dikelip durun. Götüyü vermezsen ben de garıgola (karakol) gitçem.

Diğer taraftan Trakyalı söze girer ve gösterisini aynen şöyle sürdürür.

          “Er gün aber salarım Asana a be yapasın bu işi derim.” Refik Bey içsesi ile kendi kendisine söylenmekten kendisini alamaz.

“Kardeşim neler oluyor orada? Hasan ne zaman adını değiştirdi de Asan oldu. Hasan kimi astı da Asan oldu? Nereye gitti bu koskocaman H harfi? Yedin mi? Yuttun mu? Nedir kardeşim bu senin yaptığın? Kaşla göz arasında iki ayağının üzerinde sapasağlam yere basan “H” harfini nasıl da iç ettin. Evet bencileyin bir şair, yani Refik olarak ben dahi harfleri ayaklarından yakalayıp sadece sallıyorum. Olmadı ama Hamdi. Pardon Amdi sen zavallı harfcikleri gözümüze baka baka resmen boğazlıyorsun. El insaf yani.”

Serhat ili Kars’ a da Türkçe yol alıp ulaşana kadar bir hayli deforme olur. Belki de ulaşma işi sıcak bir yaz ayına denk geldiği için sözcükler iyiden iyiye yayvanlaşmışlardır.

“Gardaşımla barabar yaylaya gidecağdığ uyuya galmışım.” Harfler nasıl da Kars’a gelene kadar “K” inanılmaz bir dönüşümle “G” haline geldi. Bu durum aynen D ve T harflerinin de kaderidir.

“Taha yeni tiktirdiğim köhneğimin üzerine süt töktüm. Hanımdan bi tayak yemediğim kaldı. Başımdan aşağ kaynar sular töktü.” Aynı şaşkınlık bu diyarda da böylesi bir halde görülüyordu.

Karadeniz Bölgesine gelindiğinde de renklilik bir hayli artıyordu. Bir akarsu coşkusu ile bir dil gürül gürül konuşuluyordu.

“Sizleri Pilmem ama Penum Pabam, Annem, Emicelerum, Tedelerum, Tedemun tedesi boyle konuşuyorlar. Yani içabinda pen da bazen boyle konuşapiliyorum... Habu kismi unutmiştum, temeden keçemeyurum. Bilirsinuz, Alamanya’ya çok kurbetçi göndermiştur karadenuz… Bunlar Malum Almançayi da  teğuşturduler... Bizumkiler:  ‘Danke Schön...’ diyemeyur..  yerine ‘Tançe Şon…’  kullaniyurlar…”

İç Anadolu bölgesini gözünün önüne getirdiği zaman da havada ilginç pek çok sözcük uçuştu.

-Gadasını aldığım (Günahını aldığım anlamında sevgi gösterisi.)

-Nöryon? (Ne yapıyorsun, nasılsın?)

-Galaba (Kalabalık)

-Göbel (Yaramaz, aptal, çocuk)

-Zaar (Galiba)

-Ellam (Herhalde)

-Bıldır (Geçen yıl)

Ve ülkenin kalbinde yer alan İç Anadolu bölgesinde de daha yüzlerce kelime böylesine bir üslupla sürüp gidiyordu.

Ülkenin dört tarafından buna benzer şivelerin manzaraları Refik Bey’i şaşkına çeviriyordu. Bu büyük bir zenginlikti ve bunun korunması için gereken çaba gösterilmeliydi. Ama her geçen gün bu konuda alabildiğine bir erozyonun yaşandığı da başka bir gerçekti. Refik Bey en çok da Diyarbakır şivesine katıla katıla gülerdi. Şiirlerinde bu söylencelere yer vermek istese de bütün ustalığına rağmen bunu doğal haliyle yerli yerine kondurmak hiç de olası değildi. Çiçek nasıl dalında güzelse, bu söylenceler de bütün doğallıkları ile güzeldi. Bunları allayıp pullamanın hiçbir getirisi olmayacaktı. O nedenle her defasında bu girişiminden tez elden vazgeçerdi.

Diyaribekir’de şairliği tutan Hançepekli bir Qırıx yüreğinde barındırdığı bastırılmış duyguları, değil Refik Bey, en usta şairin dahi dillendiremeyeceği bir ustalıkla şöyle dile getirir.

“Baxçalarda eluce

Gel yanıma bû gêce

Sen sator ol ben piçax

Oturax şerab içax

Adım Evdoş’tır benim

Qafam da xoştır benim

Gelen giden qarışi

Zar bextım reştır benim…”

Ya kocaman yaşlı başlı bir Diyaribekirlinin arsızlık yapan bir çocuğu korkutmak maksadı ile tehdit dolu sözlerine ne demeliydi.

“Lo sana diyem. Qewaşe. Bana qıllo pıllo etmeyesen. Kafamı da bozmayasın, seni pıx ederem ha…” Her defasında bunu duyduğu veya anımsadığı zaman, Refik Bey gök kubbede kendiliğinden yükselen kahkahalarını dizginlemekte zorlanırdı.

Her dilin bir insan olduğu söylenir. Her dil güzeldi, her dil lehçeleri ile birlikte güzellik ve aynı zamanda zenginlik demekti. Refik Bey belki çok ünlü değildi ama bu zenginliği özümsemiş bir şair olarak, kelimelerle ısıttığı yüreği ile çok mutluydu.

 

 

Amsterdam, 7 Eylül 2020

 


21 Ağustos 2020 Cuma

PAPOŞ’un AŞKI






PAPOŞ’un AŞKI

"Biz senle
            Aynı toprakta yetişen
            Ayrı dallarda yeşeren
            
Aynı rüzgarda devrilen çiçekler gibiyiz."

                                                      Cem Adrian


          Ekin tarlasındaki sayısız buğday filizleri gökyüzüne doğru bir yükselişle, kaşla göz arasında başağa dönüşüyorlar. Buğday tanesi olmaya aday başaklardaki minik torbacıklara sözbirliği ile akın akın süt yürüyor. Başaklar dolup taşıyor. Doğa bütün maharetlerini sergileme cömertliğini bir kez daha gösteriyor. Her başakta yer alan tahıl olmaya aday buğday kellesi, süre edegelen haftalarda bin bir renge bürülü güneş ışını ile uzun uzadıya sevişmelerinin ardından olgunlaşıp sertleşecekler. Değirmenlerde un, fırınlarda sıcacık somun, susamlı çıtır çıtır simit, açılan yufkaların arasına Fadik İneğin sütünden yapılan beyaz peyniri de sarıp sarmalayıp mis bir suböreği, tatlı, kek, un kurabiyeleri ve baklava olarak insanlara ak örtülü, gümüş şamdanlarda mum alevlerinin titrediği masalarda sunulacaklar. İnsanların karınlarını tok ve sırtları pek hale getirecekler.
Ekin tarlasının yola bakan tarafında dolu dolu başağı ve arkadaşlarına kıyasla oldukça kısa kalan boyu ile kendisini “Toktok” olarak adlandıran başak güneşin ilk ışıkları ile gerinmelerin ardından uyandı. Ani çıkan rüzgar perdesi Toktok’un yanı başında belirdi. Güneşe eşlik eder oldu. “Ne oluyoruz?” demeye kalmadan Toktok rüzgarla birlikte bütün endamı ile salınmaya başladı. Ürperdi. Başağında bulunan dolu dolu sütün ağırlığı ile kafasını hafiften eğik bir halde rüzgarla salınmasına engel olamadı. Başı dönse de merakla etrafına bakınmayı ihmal etmedi.
Yağmur özlemi içindeki toprağa sıkıca saldığı köklerinin dibinde son bir haftadır, var olma çabası gösteren bir papatya dikkatini çekiyordu. Toktok papatyanın ne zaman çiçeğe bürüneceğini çok merak ediyordu. Rüzgarla salınmasına devam ederken merakla papatyaya baktı. Evet, beklenen gün gelmişti. En nihayetinde çekilen sancılı dönemin ardından papatya da çiçeğe durmuştu. Sapsarı tepesi güneşi nasıl da andırıyordu. Sarılığın etrafını bezeyen beyaz yaprakların güzelliğinden başı döndü. Sanki kurumaları için güneşin etrafına ak çarşaflar serilmişti.
Toktok tatlı esintili sabah rüzgarı ile birlikte kendisi gibi salınan papatyaya imrenerek bakmaya devam etti. Sonrasında kendisini işmar eder buldu. Ama daha yeni uyanan papatya bunu fark etmedi. Olmadı. Büyülenmiş bir halde gözünü alamadığı papatyaya doğru coşkulu bir sevinç ile fısıldamaktan kendisini alıkoyamadı.
“Hey papatya… Güzel papatya! Günaydın. Ne güzel çiçeklendin sen böyle. Dünyaya güzellik kattın. Hoş geldin. Sefalar getirdin. Nasılsın? Adın ne senin? Benim adım Toktok.”
Günaydın Toktok. Benim adım da Papoş. Ne bileyim kendime böylesi garip bir isim buldum.”
“Yok canım, hiç de garip değil. Güzel bir isim. İyi misin? Senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
“İyiyim. Teşekkürler. Çok nazik ve düşüncelisin. Dünyaya gelir gelmez seninle karşılaşmam ne büyük bir onur. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Demek çiçeğimi beğendin. Sağ ol. Sen de çok alımlısın. Dolu dolu başağınla çok güçlü ve kuvvetli görünüyorsun. Senin kaderini bilemiyorum ama benimkisi belli. Çok uzun sürmez. Sanırım kısa bir süre birlikte tutunduğumuz bu toprağa tutunurum, ardından da kaderime boyun eğerim. Bir bakarsın ömrümü doldurmadan sevdalı biri gelir, çiçeğimi koparır. Sevdiğinin kendisini sevip sevmediğinden emin olmak için bütün yapraklarımı acımadan koparır. Sevmiyor dersem, öfke ile çiçeğimin kalan sarı göbeğimi yere atar ve ayağı ile çiğneyip ezer. Bu yaşta bu kadar dert diyeceksin. Ama bundan sonrasında sen yanı başımdasın. Senden güç alacağım. İyi ki varsın.”
Toktok mayışmış bir halde Papoş’u can kulağı ile dinliyordu. Ne güzel konuşuyordu. Bütün bunları hangi ara öğrendi ve böylesine güzel şakırdarcasına dillendi? Şaşakalmış bir halde dinlemeye koyuldu.
“Galiba, lafı biraz uzattım. Kusuruma bakma. Bu benim ilk sohbetim. Bir canlıya ilk defa yüreğimi açışım. Tanıştığımıza öylesine çok memnun oldum ki, anlatamam. Gevezeliğimi bağışla lütfen. Senden ne haber?”
Tam bu esnada Papoş’un dallarına bir uçuç böceği ve Toktok’un bedenine de bir çekirge tırmanmaya başladı. Her ikisi de bir anda durdu ve birbirlerine şaşkınlıkla baktılar.
Çekirge uğur böceğinin göz alıcı, siyah benekli yarım yuvarlağı andıran nar kırmızısına boyalı güzelliğine vuruldu. Sonrasında kendisinin tırtıllı eğri büğrü bacaklarına baktı. İri patlak gözlerine zaten bakamazdı, ama çok da güzel olmadıklarını biliyordu. Sonra bu güzeller güzeli böcek gibi kanat açıp uçmasını da bilmiyordu. Diyelim ki, o da kendisine gönül verdi. O kanatlanıp metrelerce uzaklaşacak ve kendisi ise beyhude bir uğraşı ile olduğu yerde belki üçten fazla sıçrayacak ama ileri gidemeyecekti.
Çekirge kollarına, eğri bacaklarına ve bütün bedenine doğru bir ılıklığın yayıldığını hissetti. Başı döndü. Patlak bön bakışlı gözlerine perde indi. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Boğazı düğümlenir gibi bir hal aldı. Olmayacak duaya hadi hayırlısı deyip amin diyordu. Gönlüne söz geçiremiyordu.
Toktok bütün cesaretini toplayıp tam söze gireceği sıra bedeninde çekirgenin kalp atışlarını duydu. Çekirgenin mest olmuş bir halde uçuç böceğine baktığını görünce durumu anlamakta gecikmedi.
Çekirgenin kendisinin dallarındaki uğur böceğine bakışları Papoş’un da gözlerinden kaçmadı. Bunun nasıl bir duygu olduğunu anlamaya çalıştı. Kendi bedeninde de tuhaf bir hareketlenmenin başladığını şaşkınlıkla gözlemledi. Papoş da sevdalanmıştı. Rüzgarın yardımı ile Papoş Papatya hiç farkında olmaksızın Toktok Başak’ın beline sarılı verdi. “Aman Tanrım… Ne güzel bir güven duygusu bu böyle.” Diye içsesi ile mırıldandı.
Toktok suspus kalakaldı. Lal oldu. Gıkı dahi çıkmadı. Papoş kendisinin dile getiremediği duygularına, medeni cesareti ile nasıl da dilmaç olmuştu. Papoş’a o da sıkı sıkıya sarıldı. Gözleri kamaştıracak bir dansa durdular. Her yaprağına birer öpücük kondurdu. Sarı tepesini sevecenlikle okşadı. Papoş çok alımlıydı. Ona vurulmaması elinde değildi.
Çekirge ol çabalamasına rağmen aşkının karşılığını ne yazık ki, bulamadı. Papoş’un kar beyazı yapraklarını gaddar insanların yaptığı gibi tek tek yolup sevip sevmediğini, kahve falına bakarcasına, anlamak için koparmanın faydası olmayacaktı. “Biz ayrı dünyaların canlılarıyız.” deyip yüreğinde olmadık bir zamanda apansız peydahlanan aşk acısını bastırmaktan başka yolu yoktu. Hayattan koptu. Uğur böceği ise soluğu çoktan uzaklarda aldı. Bir kez olsun dönüp bakmamıştı. Çekirge yüreğindeki buruklukla susuzluktan yarılan toprağın çatlaklarının arasında gözlerden kayboldu. Rüzgar ekinlerden çekildi, dindi. Rüzgarın el etek çekmesinin ardından ortaya çıkan kelebekler, yavaşça bir bir renkli kanatlarını çırpıp dolanmaya başladılar. Çok geçmeden Papoş ve Toktok hakkında dedikoduya koyuldular. Karıncaların işleri başlarından aşkın olduğundan dönüp bakmadılar.
            Güneş ve hemen yakınında bir yerlerde ihtişamlı som altından tahtına oturan Tanrı gözlerini belertip sevgilileri hazla seyre koyuldular. Bu güzel sevdaya gıpta ettiler. Pır pır uçuşan bir melek Tanrı’ya orta şekerli bir Türk kahvesi getirdi. Tanrı kahvesini bir çırpıda höpürtülerle içti. Falına baktırmak üzere kahve fincanını ters çevirdi. Sonrasında "Çok işim var benim." deyip, telaşlı adımlarla çekip gitti. Ortalık sütlimandı. Şimdilik ufukta ne bir biçerdöver, ne de gaddar bir insan görünüyordu.


Amsterdam, 21 Ağustos 2020
            

13 Ağustos 2020 Perşembe

PAGANINI





PAGANINI

Sıcaktı. Yaz mevsiminin bu uzak diyardaki hükmü, her yıl olageldiği gibi, bir kelebeğin ömrü kadar kısaydı. Birkaç haftadan ibaret olsa da bu dönem insanları sıcaklardan bunaltmaya yetiyor. Hollanda'nın genel havasındaki nem oranının yüksekliği, hissedilen ısıyı dayanılmaz kılıyor. Bu alabildiğine büyükçe ovada yaşayan her canlı, başa gelen bu durumu kan ter içinde her defasında bedenlerinden boncuk boncuk tuzlu terler akıtarak çekmek zorunda.
Amsterdam şehrinin bir kenar mahallesindeki iki oda bir salondan oluşan, duvarlarının boydan boya kitaplarla kaplı olduğu mütevazi evinde yaşayan Taner Bey bir nefeslik serin havanın girebileceği bütün kapı ve pencerelerini, çok fayda edeceğinden umutlu olmadığı halde sonuna kadar açtı. Daimî bir özlemle aklından hiç atamadığı memleketini, arkadaşlarını, dostlarını ve akrabalarını terk edip buralara geleli tam on sekiz yıl oldu. Şimdilerde o kırklı yılları dahi ardında bırakır oldu. Zaman su misali akıp gitti. Durduramadı. Oysa geldiği zaman henüz çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Her şeye rağmen hayatından yine de memnundu. Güzel ve yaşanılır bir ülkedeydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Dünya kültürlerinin başkentlerinden biri olan bu şehirde yaşıyor olmaktan oldukça hoşnuttu.
Öğle yemeğini yedi. Yazdıklarına bir iki saat ara verip dinlenmeye geçmenin öncesinde kendi kendisine bir müddet oyalandı. Yeni bir kitap üzerinde çalışıyordu. Bu roman da bittiğinde ki, eli kulağındaydı, altıncı eseri olacaktı. Bunun heyecanını her an bütün hücrelerinde hissediyordu. Bir kuyumcu hassasiyetini aratmayan kılı kırk yaran bir çalışma ile uzun bir zamandır son düzeltmeleri yapmakla meşguldü. Bu kitabın beklediği sesi getireceğinden emindi. Bu çok emek verdiği kitabı elden ele ulaşacak ve çokça okunup onu bulutlarda gezdirecekti. Bu konuda ilk kez bu denli emin ve de oldukça iyimserdi.
Kimi kimsesi yoktu. Başından geçen beş yıllık mutsuz ve talihsiz bir evliliğin ardından yek başına kalakalmıştı. Bu evlilikten çocukları da yoktu. İyi ki de yoktu. Olsalardı belki kısmen de olsa kendisine yarenlik edip can yoldaşı olabilirlerdi. Ama onları da kendi iç karmaşasına ortak etmeye gönlü razı gelmezdi. Buna hiç de hakkı olmadığını biliyordu.
En büyük avuntusu durmadan yazmaktı. Kendi iç dünyasını böylelikle ak kağıtlara döküyor, yazdığı her satır ona adeta can katıyordu. Ayakta kalabilmenin tek çözümü yazmak ve yine yazmaktı. Bu nedenle elinden kalem düşmemeliydi. Bir de iki yıldır bütün uğraşısına rağmen yanına aldıramadığı gönlünü fena kaptırdığı, sevdiceği Sonay’dı. Bu ikili ve yanı sıra klasik müzik kendisine her daim iyi geliyordu. Vakit buldukça konserlere gidiyor, müziği yakından takip etmeye çalışıyordu. Çoğu klasik müzik bestecilerinin hayatını inceliyor ve onların o dahi yönüne büyük hayranlık duyuyordu. Keşke bu dahiliğin yazarlık yönü de kendisinde olsaydı. Şimdiye çok tanınmış, eserleri yok satacak ve büyük bir üne kavuşmuş olacaktı. Gönlünden geçen ünlü olmak değildi. Ama daha dişe dokunur üretimlerle daha çok okuyucuyu girdiği bu sonsuz yolda beraberinde sürükleyip iç dünyasını onlarla paylaşabilseydi de oldukça iyi olacaktı. Evet kendisi de seviliyor, zevkle okunuyor ve beğeniliyordu, ancak bu yeterli değildi. İşi yazmak olduğuna göre bu kadarı ile yetinmemeliydi. Daha güzele, daha ulaşılmaza erişebilmeliydi.
Yemek sonrası kahvesini yudumlarken koltuğuna yaslandı. Rutin ambulans sesleri bugün de yok değildi. Bunu geçen yıllarla birlikte kanıksar hale gelmişti. Televizyonda kaç gündür beklediği klasik müzik konserinin başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu. Belki de kendisine ilham gelecek ve aynı zamanda kafasını evinin dört bir yanında uçuşacak olan melodiler toparlamasına yardımcı olacaktı. Dışarıdaki sıcaklık iyiden iyiye bunaltsa da bu konser onun hafif kırık gördüğü keyfini de yerine getirecekti. Sonrasında da Sonay’ı arayıp hem konser hakkında hem de bugün yazdıkları ve oradan buradan derken derin bir özlem sohbeti başlatır, yüreğini yaralayan hasretliğe bir nebze de olsa çare olurdu.
Oturduğu mahalle tamamen Türklerin istilasına uğramıştı. Her geçen gün daha da büyük bir gettoya dönüşüyordu. Semtin var olan düzeni Anadolu kırsalından gelen insanlarla alt üst olmuş, kural tanımamazlık diz boyu bir hal almıştı. Oysa yabancı olarak, bu insanlar kendilerini her ne kadar artık burada kalıcı görseler de bu durum var olan misafirliklerini ortadan kaldırmıyordu. Misafir gibi adaplı ve belli bir görgü dahilinde oturup kalkmanın ne yazık ki çok uzağında kalıyorlardı. Daha da kötüsü bunun hiç farkında değillerdi.
Büyük bir kitleyi oluşturan bu kesim köyünde yaşadığı ortamın çok daha kötüsünü bu nezih kente taşımışlardı. Şaşkınlıkla gözlem halinde olan insanlar hoşgörü adına aleni bir şekilde çıkıp yaptıklarının doğru olmadığının uyarısını yapamıyorlardı. Öyle ki, biraz da çekiniyorlardı.
Oysa kendi ülkesinden gelen bu insanlar; daha eğitimli, görgülü, kültürlü, modern ve daha insani özellikleri benliklerinde barındıran bireyler olsalardı, ülkesinin imajı da biraz daha yukarılarda olabilirdi. Ülkenin elçileri bunlardı. Bu durumda onlara sahip çıkmak dahi içinden gelmiyordu.
Bugünkü konser ünlü İtalyan besteci Niccolo Paganini’nin eserlerinden oluşuyordu ve kendisi de bu dahi müzik adamının hayranıydı. Kemanın çalınışına kendince yepyeni bir stil getirmiş ve kemanı çalışmaları ile adeta dile gelmişti. Kemanda dünyaca ünlü Çin ve Tayland karması çekik gözlü Vanessa Mae vardı. İlk eser Paganini’den “La Campanella” dı. Paganini ve Vanessa, bunlar müthiş bir ikiliydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Konser bütün muhteşemliği ile başlamıştı. Kendisinden geçti. Pür dikkat kesildi.
Dışarıdan yine memleketlilerinin çok rahatsız eden sesleri geliyordu. Pencereleri kapatamazdı. Sıcaktı. Evin içinde boğulur kalırdı.
“Lannn… Omarrr… Gavurun kunnadığı. Geç oldu gel gayri. Omaaarrr… Sana diyom lannnn… Gelirsem yanına bacaklarını ikiye ayırırım. Kafamın tasını attırma.”
Laannn… Hamza, Talhaaa… Ekmelll... Bubanız geldi. Gelin gayrı. Lennn dürzüler. Eşeğin kunnadıkları. Dayak neyim yemek istemiyorsanız hemen eve gelin. Yoksa bubanız yanınıza geliyor. Siz bilirsiniz. Ahan da benden söylemesi. Sonra söylemedi neyim dimeyin.”
Eşeklerin ve gavurların kunnadıkları da “Nuh diyorlar ama peygamber demiyorlardı.” Dışarıda evlerine uğrak vermeden oynamaya devam ediyor, “bubalarından” dayak yeme tehditleri de onlara vız geliyordu.
Taner Beyin evinin kapı ve pencerelerinden rüzgâr esintilerinin yerine bir anda bütün Arap isimleri çöl sıcaklarını da beraberinde alıp evin her yanına doluştu. Zavallı Paganini’den eser kalmadı. Birazdan Rukiye, Nisa, Rabia ve Sümeyye’nin de anne ve babaları “bi yol ünleyivereceklerdi.” Onlar da gelmezlerse tehditler savrulacaktı. Sokak gırla dolu olan Hamza, Talha, Ekmel, Resül, Rabia, Eyüp, Rukiye, Merve ve Enes’lerden geçilmiyordu. 
Vanessa’nın sihirli dokunuşları ile kemanından melodiler duyulmaz oldu. Onun “kara üzüm habbesi” çekik gözleri kırpışadururken Taner Beyin evinin içine uzun etekli tel tel sakallı Araplar doluştu. Ev sihirli bir değneğin dokunuşu ile uçsuz bucaksız bir kum çölüne dönüştü. Çölde develerin ardında Hamza, Talha, Enes ve diğerleri kan ter içinde koşturuyorlardı. Develerin ağızlarından ve burunlarından köpükler akıyordu. Güneş kasıp kavuruyordu. Koca çölde tek bir ağaç yoktu. Develer sinirli, artlarında koşturanlar tedirgindi.
Sıcaktı. Gökyüzünün evin içine doluştuğu; duvarları, masayı, dantel işlemeli örtüyü, duvardaki Gustav Klimt'in altın renkli "öpücük" tablosunu, gramofonunu, koltukları, mutfaktaki dut pekmezini, nar tanelerini, somun ekmeği, fincandaki kahveyi, vazodaki kızıl gülleri, kitapları, Taner Bey'in ellerini, yüzünü, kıvırcık saçlarını ve ela gözlerini gök mavisine boyadığı bir gündü. Mavi evde kılıçlar çekildi ve yeni bir “Kerbela Savaşı” na ramak kaldı. Tekbir ve kılıç sesleri Paganini kemanını çoktan alaşağı etti. Kemanın kellesini yere savurdu. Savaş alanı kan revandı. Kafir orduları bozguna uğradı. Düşman ordusunun mensuplarından çekik gözlü Venessa ve ardında yer alan onlarca müzisyen kaçıp canlarını zor bela kurtarabildiler. Taner Bey oturduğu koltukta küçüldü. Bir noktaya dönüştü. Sustu. Suskunluğu ha patladı, ha patlayacaktı. Bu gezegende kaçabileceği başka bir yer kalmamıştı. Sonay karşısında durmuş büyük bir hüzün içinde biçare sevdiğine bakıyordu. Boncuk maviliği ile gökyüzü eve doluşmuştu. Sıcaktı. Çok sıcaktı.

Amsterdam, 13 Ağustos 2020



4 Ağustos 2020 Salı

PATLICANIN PERDESİ





PATLICANIN PERDESİ

Yıllardır pek çok öyküsünü okuduğumuz Kör Zewe teyzemiz ile artık iyice aşinalığımız var. Bu kadarcık üne kavuşmayı elbette hak ediyor kendileri. Teyzemizin kim olduğunu hafızaları yenilemek babında, hemen bu giriş bölümüne birkaç cümleciği mavi boncuklu bir gerdanlık misali dizecek olursak, daha iyi hatırlanacaktır. Bu hatırlatma kısmının aramızda kalması iyi olur. Ancak kurda kuşa dost olmasını bilen Kör Zewe’nin hatırlanmaması, onun pek de kabulleneceği bir durum değil. Bundan alınacağı ve gönül koyacağı da kesin.
Orta Anadolu coğrafyasına, bozkıra kıymetli ve geniş bir İran halısı gibi yayılan Heciban aşiretine mensup köylerden Büyükcamili'de iki dünya savaşı arasında kavga, itiş ve kakışın, barbarlığın biraz olsun durulduğu bir tarihte dünyaya geldi. Bütün ömrü boyunca da bu topraklarda yaşadı. Ama hayatı boyunca pek çok şeyi bir kez olsun yapamadı. Sonradan bir gözü göremez hale gelen kendi halinde bir kadıncağızdır Kör Zewe. Yapamadıkları “ah keşke” leri, bütün iyi niyeti ile yapabildiklerine ise “oh olsun iyi ki” leri gözüyle baktı. Ama görünen o ki; yapamadıkları daha çok gibiydi.
Bir kez olsun yapamadığı sıradan şeylere bakıldığı zaman, insanda şaşkınlık yaratacak ne kadar da çok şeyin olduğu görülür. Bir insan ömrünü nasıl da bu kadar azla sınırlı kılar ve bu cüzi edinimlerle yetinilir, doğrusu anlaşılır gibi değil.
Tek bir film seyretmek için de olsa bir gün sinemaya gitmedi. Gören tek gözünü beyaz perdeye odaklayıp Battal Gazi’yi kolunda “citizen” marka saati ile yüksek burçlu kalelerden yere, yerden de burçlara bir maymun misali sıçrar halde göremedi. Onun nasıl da kılıç sallamaları ile “kafirlerin” al kanını akıtıp kellelerini alma vahşetine şahitlik edemedi.
Tiyatroya, bale gösterisine, müzik konserine, operaya, müzikale gittiği hiç görülmedi. Meselenin bir Hamlet oyununda gayet basit bir şekilde yalnızca “To be or not to be.” den ibaret olduğunun bilincinden çok uzak kaldı.
Bir ressamın sergisine gidip karmaşık eserin karşısında “Hımm… Sanatçı burada neyi anlatmak istemiş acaba?” diye bir fikir yürütemedi.
Değil bir kitap, tek bir harfi olsun bacaklarından kavradığı gibi savurmalarla heceleyemedi. Ak bir kâğıda "Kör Zewe" diye adını yazamadı. Bir şiiri, sonunu merak ederek herhangi bir öyküyü, romanı, mektubu okumak şöyle dursun, ömrü hayatında yumuk elleri ile belki de iki veya üç kez, tesadüfen bir kitaba dokunabildi. 
          İnce Memed, Çukurova'da Hatçe ile amansız Abdi Ağa'dan kaçarken, izlerini süren Topal Ali’den önce onları bulmasınlar diye yerde bıraktıkları izlerini silemedi. Kendince, hayata insani incelikleri gizemlemeyi çok iyi bildiğinden, bu kovalamacanın önüne geçebilmek için belirti halindeki en küçük bir izi, Irazca ile bir olup birlikte sevgiden yana olmak adına silmeyi ne çok isterdi. Ne olursa olsun, ama onların gülüşleri dökülmesindi. Olmadı!
Bütün benliği ile inandığı, içeriğinden tamamı ile ne yazık ki onun da bihaber olduğu, bilmeden anlamadan iman ettiği kutsal kitaba dahi dokunduğu olmadı. İman ettiği kitap da olsa bilmediğinden dokunamadı.
Bir elinde cımbız, bir elinde ayna olmadığından olacak dünyayı fazlasıyla umursadı. Lakin Londra konferansı ve atom bombasından haberdar olmadı. Cımbız, fondöten, maskara, ruj, oje, rimel, allık ve diğer makyaj malzemelerinden uzak yaşadı. Kolonyadan başka parfüm bilmedi. Bu malzemelerin birine dahi el sürmedi. Olduğu gibi kalakaldı.
Bir anne olarak çocuklarına ninni söylediği dahi görülmedi. “Bostana giren danaları” kendisi yapamıyorsa, işin erbabı bir bostancıya dahi kovduramadı. Hemen hemen her annenin, eline tutuşturduğu bir sopa ile bu danaları kovmuşluğu olmuştur. Kör Zewe de bu durumdan dolayı kusurlu değildi. Çünkü kuraklık ve susuzluk vardı. Bostan yetişmiyordu ve olmayan bostanda da danaların kovulmasını gerektirecek lahanalar da bulunmuyordu. Bu durumda Kör Zewe’nin de böylesi bir kaygısı olmadı. Varsın danalar diledikleri gibi özgürce dolaşıp dursunlar. Küçük kurbağanın kuyruğunu göremeyince meraklanmadı. Onu da sorma gereği görmedi.
Küçük kurbağanın da kuyruğu olmayıversindi ne olacak ki? Kocası Çıtak Haydar’ın kendisini cennette bir tarafa iteleyip alacağı huri sayısı yediden altıya düşmezdi. Düşse de o gün geldiğinde, varsın o da altı huri ile idare etsin, Küçük kurbağada kuyruk özürlü olsundu. Gittiği bir restoranda kurulduğu masadan, restoranı garsonu ile birlikte satın almadan;
“Evladım bakar mısınız? Ben bir kırmızı şarap, yanında bir madensuyu, birkaç tane de sıcak ve soğuk mezelerinizden rica edecektim. Size zahmet olacak. Arkadaşıma da ne istiyorsa ondan verin, lütfen.” diyemedi.
Ama bütün doğallığı ile bir damla da olsa suya hep büyükçe gülümsedi. Su da ona aynı sıcaklıkla gülümsedi. Yanan ateşi su ile söndürmekten imtina etti. Ona göre suyun da canı vardı. Suya acı vermek doğru değildi.
Köpeği Karabaş’a zamanında yalını ve suyunu vermeyi, başını sevecenlikle okşamayı, kucaklamayı, sevgisini dolu dolu vermeyi ihmal etmedi. Karabaş da her daim ona sadık kaldı. Kapısının önünden bir an olsun ayrılmadı. Onu ve ailesini hep koruyup kolladı. Evini çevreleyen geniş avluda gece gündüz nöbet tuttu. Kör Zewe’nin sahipliğinden duyduğu memnuniyetini kuyruğunu sallamalarla dile getirdi. Kör Zewe’yi hüzünlü görmeyegörsün anında yanı başında bitiverdi. Soru yağmuruna tutan gözlerle ona uzun uzun baktı.
Bozkırda sürekli büyük ustalar tarafından havalandırılan bozlaklar onu da etkilemiş olacak ki, birkaç kez neşesi yerinde olduğu zamanlarda diline pelesenk olan Keskinli Hacı Taşan’ın bir türküsünü onun da mırıldandığı oldu. Bu türküden birkaç mısrayı bölük pörçük de olsa her söylediğinde rahatlıyor, keyfi yerine geliyordu.
“Bugün Ayın Işığı
Elinde Bal Kaşığı
Gine Nerden Geliyon da
Mehlenin Yakışığı

Vay Nerdesin Nerdesin
Kaldır Camın Perdesin
Diyeceğim Çok Amma da
Pek Kalaba Yerdesin.” Bu türküyü mırıldanırken “Kaldır camın perdesi”
yerine o “baldırcanın perdesi” olarak söylüyordu. Böyle algılamış, böyle biliyordu. Patlıcan diyeceğine baldırcan dediği için de telaffuzu bu şekilde oluyor ve ortaya dünyada eşi benzeri olmayan perdeli bir patlıcan çıkıyordu. Belki de patlıcanlar bu diyarda çok utangaç ve sıkılgan olduklarından perdelerin ardına saklanmayı yeğliyorlardı.
Türkünün başlarında “Gine nerden geliyon da mahlenin yakışığı” diye mırıldanırken de anında gerçekten de yakışıklı gördüğü kocası Çıtak Haydar’a göz altından belli bir gurur ve gülümseme ile bakmayı da unutmuyordu.
Yakışıklı gördüğü ve de gurur duyduğu ama kuyruksuz kurbağadan ötürü Cennette altı huri ile yetinip yetinmeyeceğini kestiremediği kocasının, üstü hafif kıllı büyükçe ellerinin sıcaklığına, ellerinden birisini bırakamadı. Eteklerini savura savura, o sokak senin bu sokak benim diyerek bir gün olsun kocası ile birlikte dolanmadı.
Güne her defasında yeniliksiz başladı. Sıkıntılarını kendi özünden dahi sakladı. Umutsuzluk kara bir sis gibi üzerine üzerine çöreklense de bu karanlıktan her defasında sıyrılmasını yine de bildi. Uçsuz bucaksız keder denizlerinde boğulmadı. Güneşi aratmayan gülüşünü hiçbir zaman terk etmedi. 
Güneşin dünyanın herhangi bir denizine dalıp dalıp çıkmasını göremedi.
         “Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan.
Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?” *
Gökyüzünü kimseler öpemedi. Kör Zewe de öpemedi. Bundan sonrasında da bu pek mümkün gözükmüyordu. Yüreğinin boşluğunda payına düşen üzüntü ve mutluluğu kendisince doyasıya tattı, yaşadı. Küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmasını ustalıkla bildi. Gönül kapılarını, kendisine dost yaklaşımı gösteren her canlıya son kertesine değin açtı. Dost, yar ve yaren hüznünde gözleri buğulandı. Neşelenmelerinde o da onlarla gülü gülüverdi. Her iki durumda da sırtlarını şefkatle sıvazladı. Yanlarında olduğunu en iyi şekilde hissettirdi.
Bütün bunlar Anadolulu çoğu kadının keşke ve iyi kilerden ibaret ortak kaderiydi. Kadınların güçlükler gergefindeki zorlu yaşam örgüleri bütün çabalara rağmen değişmiyordu. Kör Zewe’nin mırıldandığı türküdeki patlıcanlar gibi kadınların da perdesi vardı ve o perdenin önüne çıktıkları pek görülmüyordu.


Amsterdam, 4 Ağustos 2020


*Şükrü Erbaş – Ömür Hanımla güz konuşmaları


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...