1 Eylül 2010 Çarşamba

DARALAN YÜREKLER

DARALAN YÜREKLER

Köyüm, Ankara’ ya yaklaşık yüz yirmi kilometre uzaklıkta, iki yüz haneli küçük bir yerleşim birimidir. Öyle ya böylesi bir giriş yapınca sizler de benden güzel bir köy tasviri yapıp, sizi hayran bırakacağımı sanacaksınız, ne yazık ki yanılıyorsunuz. Hayallerinizi; yemyeşil, her tarafında suların çağladığı, her türlü alt yapısının çözüme kavuştuğu, eğitim seviyesinin yüksekliği ile övünüldüğü, koskoca bir kütüphanesinin, sağlık ocağının, posta hanesinin, park ve bahçelerinin olduğu, sorunsuz şipşirin bir köy olmadığından dolayı fazla allayıp pullayıp süsleyemeyeceğim, üzgünüm. Ankara’ya bu kadar yakın olmasına rağmen, Anadolu’nun genelinde olduğu gibi, benim köylülerim de devletin vatandaşlarına sunmuş olduğu pek çok hizmetten yoksundur. Bu böyle geldi, böyle de gideceğe benziyor, yani sonuçta, “kız kereçi hatun olmayacak”. Zaman tünelinden geçip, bir hayli gerilere gidersek ve Türkiye tarihine damgasını vuran yıllardan 1970‘ li yıllara uzanıp, bu zaman diliminde neler olup bittiğini hafızamızı yoklayarak birazcık olsun deştiğimizde, hepimizce malum olan bir nahoş manzara ile karşılaşırız ki, bu da o dönemin oldukça sorunlu oluşu, yaşananlarınsa içler acısı olduğudur. Tüm olumsuz yönleriyle oluşan bu durum, insanların yüreklerini gün be gün daraltan cinstendi. Türkiye’nin dört bir yanında çok sancılı bir dönem yaşanırken, bu sıkıntıları o sıralar köylülerim de elbette hissedip, bu buhranlı ortamın yansımalarının etkisinde zorunlu olarak onlarda kalıyorlardı. İnsanlık oldukça sancılı bir dönemeçten geçiyor, oluşan kaos ortamı büyük bir belirsizliği hızla beraberinde getiriyordu. Topraklarımızın her karışının baştan aşağı istilası ve bunun perçinlenerek kalıcı hale gelmesinin planları yapılıyor, 6.ıncı filolar bu istilanın ana karargahı olan Amerika’lardan denizler, okyanuslar, kıtalar aşıp ülkemize kadar gelip, halkımızın kömür karası gözlerinin içine baka baka limanlarımıza demir atarlarken, buralarda kalıcı olduklarını bu gelişin dönünün akıllarından geçmediğini, avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Köylülerim ve Türkiye insanının çoğu, bu konularda daha çok haksız olanlardan yana çıkarak, bu yola baş koyan onurlu direngen 68 kuşağının idealist gençlerine kin ve nefret kusuyorlardı. Kendilerince gerçeklerden uzak söylemlerle veryansın ediyor, bu gençler onlar için canlarını ortaya koydukları insanlar tarafından kelimenin diğer bir adıyla, sırtlarından hançerleniyor, bu fidanlara olanca hızıyla inen baltaların sapları da çoğu zaman olduğu gibi yine ağacın kendisinden geliyordu. Tüm bu söylemler henüz daha on bir yaşında olan bedenimin yüreğinde korkuları doğurup, olayları kendimce yorumlamaya kalkıp, bu güzel yüreklerin hiç bir çıkar gözetmeden, bu yola halkları için hayatlarını koyan bu idealist gençlerden yana atması gerektiğine inanıyor ve bunun tam tersi oluştuğundan dolayı oldukça hüzünleniyordum.
O yıllarda köy öğretmenlerinin kendi aralarında, köylüden gizlice yaptıkları konuşmalara merakla kulak verdiğimde, bu insanlardan daha değişik düşüncelerin ortaya çıktığını fark ediyordum. Kendimi bu ilerici
demokrat öğretmenlere daha yakın hissediyor ve onlara büyük bir sempati duyuyordum. Tüm yapılan konuşmalardan etkilenerek, her gün gazetelerde boy boy resimlerini çıkardıkları, radyolarda bangır bangır hedef tahtası olan bu insanlar, çocuk gözümde efsaneleşiyor ve bu insanların yanlızlıklarına, içinde bulundukları zor koşullardan dolayı yüreğim onlar için sızlıyordu.
Bu insanlar, o zamanlar komünist talebeler, anarşistler, silahlı eşkıyalar gibi isimlerle anılıyorlardı. Onlara göre bu öcü talebeler, ülkeyi yıkıp, parçalayıp komünizmi getirmek istiyorlardı. Bunlar acımasız, dinsiz, imansız dış mihraklar tarafından manüpüle edilen gençlerdi. Beyinleri yıkanmış tehlikeli silahlı talebelerdi. Bunlardan kurtulmanın tek yolu ve çözümü ise onlara göre, dünya aleme ibret olması için bunların teker teker Ankara’ nın Ulus meydanında boyunlarına ip geçirilerek asılmalarıydı. Böylelikle kendilerine gerekli ders verilmiş olacak, gelecek nesiller, onlara göre böylesi yanlış ve tehlikeli düşüncelerden uzak kalacaktı. Bu gençler, bu canlar, bu değerler kimlerdi, ne istiyorlardı, neden bu yola başlarını koyup hayatlarını hiçe sayıyorlardı, bu ve benzeri konularda Allah’ ın hiç bir kulu bir saniye olsun şapkasını önüne koyup düşünme gereği duymuyor, nelerin olup bittiği konusunda kafa yorup, yüreğinin sesine kulak vermiyordu. Bu elbette onlardan kaynaklanan bir durum değildi. Eğitimsizliğin diz boyu oluşu, yüzlerce yıldır yapılan anti propagandalar ve daha sayılabilecek olan onlarca negatif etmen böylesi insani tiplemelerin oluşmasına sebep oluyordu.
Radyolar, bizler henüz gözlerimizi açıp, sabah mahmurluğumuzla etrafımıza bakınadururken, sabahın kör karanlığından itibaren veya akşamları genelde saat yedi sularında, gür bir sesle verilen ana haber bültenlerini (Köylülerimiz o zamanlar haberleri “ajans” olarak adlandırıyorlardı) bangır bangır sunarak, o günkü bilançoyu verir, ülkenin dört bir yanında güvenlik güçlerince öldürülen talebelerin sayılarını, sinek öldürülmüş gibi, sayfalarca dokümanları yapılarak seferberlik havası ve Hasan Mutlucan türküleri ve mehter marşları fon müziği olarak kullanılıp, sıralanırdı. Bu övünç tablolarını bundan sonra arananların listesi okunarak devam edilerek haberler aynen şu şekilde gelişirdi:
“1. Deniz Gezmiş; 1947 Ankara doğumlu, ......... oğlu, ........... doğma, İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nde öğrenci .............. adresinde oturur.
2. Yusuf Aslan; 1947 Yozgat doğumlu,........ oğlu,........den doğma... ODTÜ’
inde öğrenci, .................adresinde oturur.
3. Hüseyin İnan; 1949 Kayseri Sarızli ilçesi Bozhöyük Köyü doğumlu,........ oğlu,........den doğma, ODTÜ İdari Bilimler Fakültesinde öğrenci, ................
adresinde oturur.
Bazı günler onlarca gencin adını, doğum yerini ve diğer bilgileri içeren listeler saatlerce okunup, ilan edilirdi.
İnsanlar tüm bu duyuruları ve can sıkıcı haberleri büyük bir huzursuzluk içinde, yine de merakla dinleyip, edindikleri bilgileri kalplerine doluşan ürpertiye engel olamadan, bir araya geldikleri her duvar dibinde çömelerek, acıları paylaşım amaçlı taziye birlikteliklerinde, akşamları yapılan komşu, hısım ve akraba ziyaretlerinde bu konuları konuşur, olup bitenler hakkındaki bagajlarının ne denli yüklü olduğunu öne çıkarmak isteyen bir edayla, birbirlerinin sözünü keserek, iştahla anlatmaya başlarlardı. Bihaber oldukları gençlerin idealleri, böylesi birlikteliklerde karalanır ve bu canlara lanetler yağdırılırdı. Onlar kendilerini lanetlere boğanlar için, on sekizinde bir kızın elinden tutup, yanağına bir buse kondurmayı dahi ahlakları ile bağdaştırmayarak, yiğitçe hayatlarını ortaya koyup, bu uğurda seve seve ölüme gidiyorlardı.
Radyolar ve gazeteler raytinglerini artırmak maksadıyla, bu damaklara göre şerbet verip, rayting için adeta “her hıyarım var diyene tuzlukla yetişiyor”, biri on yapıyordu. Her Allahın günü yakalanan talebeleri de listeler halinde dünyanın en tehlikeli insanlarını yakalamışlar gibi bir görünümle yayımlıyorlardı. Çok gariptir her biri kendince birer cevher olan gençlerin yok edilişleri, neredeyse kimi çevrelerce bayram sevinciyle karşılanır, her ölüm onlar için müjdelerin en büyüğü sayılırdı. Buna karşın talebe denilen bu istenmeyen, yok edilmeye çalışılan insanlar daha kararlıca örgütleniyor, toz pembe hayaller kuruyor, her türlü bozukluğu ortadan kaldıracak olan günlerin çok uzak olmadığının hayalleri ile mücadelelerini sürdürüyorlardı. Köylüler bu insanlara bir kaç çapulcu gözüyle bakıyor ve mütemadiyen, bir anti cephe oluşturuyorlardı. Çok geçmeden, bu gençlerin en önde gelenlerinden olan ve bu başkaldırının sembolleri haline gelen, o sıralarda isimleri beş yaşında bir çocuğun dahi bildiği; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan yakalanıp, yargılanmak üzere hücreye atıldılar. İnsanlar büyük bir sevinç coşkusu yaşarken, darağacına gönderilecek olan bu gençlerin yağlı urganda sallanışını bir an evvel görmek istiyorlardı. Beklenen gün için gerekli olan, göstermelik yargılamalar iki arada bir derede yapılarak çarçabuk idam kararı meclisten yıldırım hızıyla geçirildi. Köylüler de bu yaşananları sevinçle karşılayıp, Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi onlar da bundan mutluluk duyuyorlardı. Oysa bu küçük yerleşim biriminde bulunan benim öğretmenimin yüreği ise bu günlerde kan ağlıyordu. Ali öğretmen o sıralar, ağzına doluşan gür pala
bıyıklarını çekiştirip, derin derin düşünüyor, öğrenci velileri tarafından gönderilen yemekleri yemiyor, adeta hayata küsmüş gibi bir hal alıp, ders
verirken dahi dalıp gidiyordu. Şehre giden köylülerden kendisine gazete getirmelerini rica ediyor, köylülere de kendi rengini mümkün olduğu kadar belli etmemeye çalışıp, acısını yüreğine gömüyordu.
Derken çoğu zaman olduğu gibi bu kez de haklı olmayan çoğunluğun, beklediği gün gelip çatmıştı. Tarihler 6 Mayıs 1972’ yi gösterirken cellat iştahla urganları, insanların eşit, özgür, adil ve insanca bir yaşam sürdürmelerinden yana olan, bu uğurda mücadele eden bu üç sembolün, efsanevi üç Robin Hood şövalyesinin boynuna geçirip, ayaklarının altındaki tabureye futbol topuna vurur gibi vuruyordu. Atılan bu tekmeler pek çok kesimin mutluluktan ağızlarının bir karış olmasına neden oluyordu. Bu insanlık dışı olayın hemen akabinde, ben de Ali öğretmenin durumunu çok merak ediyor, var olan kıt kanaat çocuk bilincimle üzülüyordum. Ertesi sabah büyük bir merakla erkenden okula gittiğimde, henüz hiç bir öğrencinin gelmemiş olduğunu gördüm. Oysa Ali öğretmen yine sabahın köründe gelmiş ve öğretmenler odasında sırtı dönük bir şekilde kafasını öne eğmişti. Böylesine erken geleceğimi beklemediği için gözlerinden akan yaşları, beni görünce tam olarak silemedi ve kendisini suç üstü yakalanmış gibi hissetti. Gözlerinde yarı yarıya silinmiş yaşları görünce, merakla:
“Ne oldu öğretmenim, niye ağlıyorsunuz?”diye sorduğumda, artık saklamasının bir gereğinin olmadığı, birilerine çocukta olsa açılması, içini dökmesi gerektiğini göz önüne getirmiş olacak ki, yumuşak bir sesle;
“Arkadaşlarımı yok ettiler, öldürdüler... Üç karanfilimi kopardılar...Üç arkadaşımı yok yere katlettiler!” deyip, ağlamasına devam ederken, elimi omuzuna koyup, onu teselli edeyim derken, ben de göz yaşlarıma hakim olamadım. Kim bilir belki de o zamanlar öğretmenimin arkadaşlarından çok, öğretmenimin üzülmesinden dolayı ağlamıştım. Ama bugün hala düşündüğüm de, o yaşta o değerler için göz yaşı dökmüş olmak beni duygulanıyor, her ne zaman o anı hatırlasam içim burkuluyor, yüreğim alabildiğine daralıyor, her defasında yeniden ağlayacakmış gibi oluyorum.
Ben çok sevdiğim öğretmenimi teselli edemezken, Deniz’ler darağacına giderken ailelerini, akrabalarını ve dava arkadaşlarını teselli ediyorlar, her biri bir birinden güzel duygu yüklü mektuplar bırakıyorlardı.

“........... bu durumu metanetle karşılamanızı istiyorum. İnsanlar, doğar, büyük, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir.”
Elbette dünyada önemli olan çok yaşamak değildi. Önemli olan onların altını kalınca çizdikleri gibi, bu süre içinde çok şey yapabilmekti. Onlar
bunu yaptılar ve büyük şair “ruhu şad olası” Can Yücel’de bugün hala ilericilerin, demokratların dillerinde pelesenk olan ve fiiliyatta her daim
gönüllerde taht kuran bu değerler için aşağıdaki mısraları yazıp, onların bu duygularını, onlardan sonra aynen şöyle dile getiriyordu.

MARE NOSTRUM (Bizim Deniz)

En uzun koşuysa elbet Türkiyede de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlıyarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!
Can Yücel

Asılanları, göstermelik olarak yargılayıp dar ağaçlarına gönderenler de, daha sonra bu idamların ve ardından devam edegelen onlarca idamın yersiz olduğunu, bu gençlerin haksız yere katledildiklerini riyakarca tutumlarla açıklayıp, timsah göz yaşlarını döküyorlardı.
Benim köylülerim de, Ulus meydanında olmasa da, başka bir meydanda asılan bu gençlerden sonra Türkiye gençliğinin, böylesi tehlikeli bir yola girmeyeceklerinin tahminlerini yaparken, tam tersi söz konusu gençliğin büyük bir çoğunluğu verilen özel eğitimlerle, 68 ve 78 kuşağı ağabeyleri gibi direnmeden yana olmayıp, ona sırt çevirip, lümpenliği seçerek, depolitize edilmiş kof insanlar haline geldi.
Fakat olan olmuş, sembol olan üç karanfil gibi daha pek çok karanfil kökünden hunharca koparılmıştı. İşin acı olan yanı da bunlar, bizim güzel halk bahçemiz karanfilleriydi, ayaklar altında ezilenler bizim çiçeklerimizdi.


aydinhecibi@yahoo.com
Amsterdam, 27 Haziran 2006
Aydın Yılmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Hırçın bir denizin dalga...