UMUT DERYASI
Ağustos ayının gecelerinden birinin
ilerleyen saatleri, dışarıdaki hafif esintiye rağmen hiç bir ağacın dalı
titremiyor, köklerinden özsuyu dallarına doğru akmıyor ve hiç bir yeşil yaprak
sallanmıyordu. Çünkü kurak olan Büyükcamili Köyünde hiç bir ağaç bu köyün
toprağına kök salarak hayatını idame etmiyordu. Geceye sadece alabildiğine bir
boşluk yaratan, büyük bir sessizlik hakimdi. İki yüz haneli bu çölü aratmayan,
yeşil rengin sadece evlerin badanalarında görüldüğü, tek ağaç dalının
gölgesinin düşmediği, tek bir meyvenin yer çekiminin etkisi ile pat diye yere
düşmediği (Allah korusun Giyom Tell’in yolunun düşmesi halinde tek bir elma
dahi bulup nişan alamayacağı), Ankara’ya yaklaşık yüz yirmi kilometre
uzaklıktaki köyün ortasına doğru bir yamaçtaki evinde, saatler ikiyi
gösterirken, ilerlemiş yaşıyla Zexe yatağından ağzı dili kurumuş ve damağına
yapışmış bir halde uyandı. Yaşlı derinlere kaçmış, kirpikleri dökülmüş
gözlerini, buruş buruş olmuş elleriyle ovarken müthiş bir şekilde bir bardak
suyu kana kana içme arzusuyla etrafına bakındı. Etrafta su namına hiç bir şey
yoktu. Kocası Kamili Qero yine gece yarısına kadar Kur’an okumuş, yorgunluktan
bitik düşüp, olduğu yerde kıvrılıvermişti. On yaşında bir çocuğun ayaklarını
andıran küçücük ayaklarını ve dizlerini iyice altına çekip yan omuzunun üstüne
yatarak, yüzünü de tavana dikmişti. Hacı Kamili Qero’nun uzun ak sakalları
çenesinden kayarak, neredeyse yere değiyordu. Uzun ve gür kaşların yer aldığı
bu çehrede büyük bir huzur hakimdi.
Kamili Qero ahiret konusunda çok karamsar değildi. Bu
küçük adam, büyük yüreği ile çok büyük ve farklı düşünen biriydi. İnsanların
sırat köprülerinden bir cambaz gibi geçirilip sınava tabi tutulacakları
kanısında olmadığı gibi, cehennemde de Allah’ın kulları yani kendi evlatları
için ne kazanlar dolusu katranlar hazırladığını, nede onları cayır cayır
yakacağına da inanmıyor, hatta ve hatta Allah’ın şeytanı bile affedeceğini söylüyordu.
Bu konuda insanların içine korku salmıyor, yalnız din için değil kendi onurları
kendi insanlıkları için dürüst ve namuslu olmaları gerektiğini savunuyordu.
Aksinin sahtekarlık olacağını ve senden bana cennet benden sana ibadet ve
dürüstlük adı altında bunun bir nevi ticaret olacağını söylüyordu. Fakat tüm bu
güzel belirlemelerine rağmen, yine de sabahlara kadar ibadetini yerine
getirmeyi de ihmal etmiyordu.
Zexe acele adımlarla evin köşesindeki derme çatma
mutfağa gitti. Görebildiği tüm kap ve kacağa bakıp bir bardak içecek su
aradıysa da nafile, gözü su namına hiç bir şeye ilişmedi. Biraz daha
bakındıktan sonra, köşede gaz ocağının yanı başında bir bardağın dibinde bir
damla suyu görünce hiç yoktan iyidir deyip, biraz olsun rahatladı. Kimden artakaldığını
hiç aklına dahi getirmeden, ilerleyen yaşına rağmen içindeki hararetin
etkisiyle de olacak atikçe bir hareketlerle tek yudumda içti. Bu kadarcık sudan
ne olurdu ki, susuzluğuna hiç derman olmamıştı.
Oğlu Hemze yandaki odada karısı Hatçe ile hiç bir şeye
aldırmadan püfür püfür uyuyordu. Evde içilecek bir bardak su var mıydı yok
muydu karısı ile umurlarında değildi. Sigaradan sararmış yirmi altı dişini
(altı tanesini iki sene gibi bir zaman zarfında Kaman ilçesinde dişçi
Kulaksızoğlu’na çektirmişti.) göstererek güler, bir elinde ayna bir elinde
cımbız yoktu ama Helsinki’deki atom konferansları da umurunda değildi.
Mutfaktaki tüm kap ve kacağı birbirine vurarak
olabildiğince gürültüler çıkarıyor, oğlu ile gelinin çıkardığı gürültülerden
rahatsız olup uyanmalarını istiyordu. Fakat ne oğlu ne de gelini bana mısın
demiyor, uykularına devam edip, oralı olmuyorlardı. Sağır kocası Kamili Qero
Zexe’nin çıkardığı gürültüden neredeyse uyanacaktı, ama onlar hiç tınmadan ölü
uykusuna devam ediyorlardı. Bu duruma daha da sinirlenerek bulup buluşturduğu
kovaları bir araya getirip, biraz daha gürültü yaptıktan sonra hiddetle köyün
ortasında evine yaklaşık üç yüz metre uzaklıktaki, bu Ağustos sıcağında iyiden
iyiye kuruyup sidik gibi akan köy çeşmesinin yolunu tuttu. Köy çeşmesine
yaklaştığında uzaktan çeşmenin etrafının bir hayli kalabalık olduğunu, uzunca
bir su kuyruğunun oluştuğunu irkilerek gördü. Kendisine baktığında bir ayağının
çukurda olduğunu düşünüp, çektiği bu çileye bir türlü anlam veremedi. Bu
yoksulluk, üstüne üslük bu kahredici susuzluk da ne demeye kendilerinin alın
yazısı haline gelmişti. Bu ne büyük kabul edilemez bir adaletti. Devlet ve
köyün erkekleri yıllardır neden birleşip bu kangren yarasına bir çözüm
bulamıyorlardı. Gecen gün radyo aynı şekilde yıllarca susuzlukla kavrulan bir
köyün kadınlarının kendi aralarında örgütlenip, kocalarına karşı tavır
aldıklarını, köye su getirilmeyene kadar kendileri ile aynı yatağı
paylaşmayacaklarına dair söz birliği yapıp, bir eylem planı hazırlayıp bunu
hayata geçirmişlerdi. Kadınlarının yataklarında yokluğuna daha fazla
dayanamayan köy erkekleri bir ayı geçmeden, bir araya gelerek köylerinin on beş
kilometre ilerisindeki tepenin yamacında, derin bir kuyu kazarak kanallarla
suyu köye kadar getirip, hem suya hemde eşlerine tekrar kavuştuklarını
söylüyordu gelininin çeyiz sandığının üstünde duran çift transistörlü grundig
marka radyo. Kendisi kocasına böylesi bir tavır koysa ne olacaktı ki, zaten
yıllarca hiç bir icraat yoktu. Adamın işi gücü sabahlara kadar Kur’an okumaktı.
Uyku nedir bilmeden sabahlara kadar bekleyip, getirdiği suya o konar, Allah beş
defa emrettiği halde o günde elli kere abdest alıp, namaz kılar, sonuçta da
cennete gitmeyi de o beklerdi. Oh ne ala, adam dükkanı tam köşeye açmış, işi
bir yerde Almanya’dan daha iyiydi. Be mübarek adam peki bu sabahlara kadar iki
büklüm bir vaziyette Kur’an okumana ne diyeyim. Kitap dediğin bir kere, olmadı
iki-üç kere okunur, bunu binlerce kez okumanın ne anlamı var. Kesikköprü gibi
suların şarıl şarıl Kızılırmak olup köyün içinden aktığı bir köyden, bu kurak
“kuzuri” köye gelin gelmiş ve kaderin cilvesi olsa gerek alın yazısına uyarak,
miadını doldurana kadar çilesini burada çekecekti. Oluşturduğu ailesinden hiç
kimseden kendisine hayır yoktu. Aha oğlu Hemze ve kendi gelini mışıl mışıl
yataklarında uyuyorlardı, kim kime dum duma. Bu düşüncelerle çeşmenin
etrafındaki kalabalığa iyice yanaştı. Feri kaçmış gözleri ile içinde
fırtınalarla alabora olmuş bir halde sıradaki en son kadının Hava olduğunu
görünce yüreği büsbütün daraldı. Kovalarını olduğu yere koydu ve gönülsüzce
Hava’ya başı ile Allah’ın selamını verdi. Hava’da onun hakkında içinden pek iyi
şeyler geçirmemiş olacak ki, o da isteksiz bir tavırla zoraki bir selam verdi.
Zexe sıkıntıdan patlayacakmış gibi oldu.
Ardından köyde en yüksek makamı işgal eden oğlu
Yaşar’ı düşündü. Şimdiye kadar kendisine tırnak ucu kadar bir yararı olmamıştı.
Daha geçen gün, şimdi çeşmenin başında onun hemen önünde su kuyruğunda oturan
Hava ile oğlu Yaşar’ın yüzünden kavga etmiş, neredeyse bu yaşta saç saça baş
başa girecekti.
Yaşar yıllık olarak köylüden toplanan muhtarlık
hizmetinin karşılığını almak üzere bir kaç kez Hava’nın evine gitmiş Hava,
kocam Memet evde yok diyerek onu savmıştı. Bir kaç gün sonra makam sahibi oğlu
(yine sabahın köründe, kendi evinde çay yapmak için suyu bulunmadığından)
muhtar Yaşar baba evinin balkonuna üç keçi sahibi ağalar gibi bağdaş kurup,
çayını höpürdederek yudumlarken, uzaklardan Hava’nın kendisine doğru geldiğini
görünce yerinde doğrulup, bardağının dibinde kalan çayı bir yudumda içip
bardağı yere koyarak, geliyor paracıklar deyip ellerini ovuşturdu.
Bu Yaşar çok garip bir adamdı. Ara sıra traş olur,
üstüne başına hiç mi hiç bakmaz, yaz kış palto giyer, akşamları yine paltosunu,
hatta çoğu zaman ayakkabılarını dahi çıkarmadan öylece yatağa girerdi.
Yıllardır köyde tek aday olduğu için muhtarlık seçimlerini her dönem kazanıp
tekrar tahtını kaptırmadan yeniden muhtar olurdu. Uzun yıllar önce resmi
mercilerden
köye su getirileceğine dair söz almış, bu müjde ile
hemen köye dönmüş ve bir tane horozunu kurban olarak kesip, kanını başına
merakla toplanan köylülerin alınlarına sürerek, müjdeyi iletmişti. Bu umutla
hemen gidip eski model Masey Fergusson marka traktörüne bağlayıp su taşımak
üzere büyükçe bir su tankeri almıştı. Tankerini traktörüne bağlayıp, evinin
önüne çekmiş, üstüne de büyük puntolarla UMUT DERYASI yazdırmıştı. Bundan sonra
yapılacak tek şey kalmıştı ki, o da kendisine söz veren yetkililerin gelip
sözlerini yerine getirmeleriydi. Ama uzun bekleyişlerinin sonu hüsranla
bitince, tankerinden tekerlekleri söküp, dikine gelecek şekilde yere koyup,
tankerin alt tarafında büyükçe bir delik açtırarak, yere kazdığı çukurun üstüne
koydu. Tankerin ön kısmını da kapı haline getirip, umut deryası yazısına da dokunmadan,
umut deryasını tuvalet olarak kullanmaya başlamıştı. Garip hal ve hareketleri
ile hem köyün muhtarı hem de bir nevi Nasrettin Hoca’sıydı. Tüm bu
garipliklerine rağmen geniş bir tarih bilgisine sahipti. Alaaddin
Keykubat’lardan başlar, Selehaddin Eyyubileri’de yad edip, Fatih Sultan
Mehmet’lere kadar gelir, asırlarca önce yaşanmış olan tüm savaşları daha dün
kendi komutasında yapılmış gibi anlatırdı.
Zexe’nin Küçük oğlu Hemze’ninse durumu zaten aşikardı.
Yan gelip,
karısının dizinin dibinde yatmaktan başka yaptığı bir
şey yoktu. Pes
doğrusu bir gün sende kılını kıpırdat, bu evde ne olup
bitiyor, neye
ihtiyacımız var, benim katkım ne olabilir ve benzeri
sorgulamalar aklının
ucundan bile geçmiyordu. Ekme elden (ekmekte olsa
yanmayacağım hani)
su gölden (göl olmadığı için su da yok), gel keyfim
gel.
Hava yavaş adımlarla balkonun basamaklarını çıkıp,
avucunda iyice sakladığı parayı umut deryası kuramının yaratıcısı muhtar
Yaşar’a uzatıp verdi. Yaşar tam parayı eline almıştı ki anası Zexe oturma
odasından balkona geldi ve Hava’ya hal hatır sorarken yan
gözlerle de oğluna bakıyordu. Yaşar verilen paraya bakıp;
“İyi Hava’da bu para eksik, ben senden kızın Ülger’in
parasını da getirmeni istemiştim” deyince. Hava’da; “Muhtar biliyorsun biz
kızım Ülgerle bir eviz, onun için bizi bir ev sayman gerekiyor. Zaten halımız
vaktimiz yerinde değil”.
Bunu duyan Zexe daha fazla dayanamayıp hal hatır
sormayı bir kenara bırakıp, ellerini beline koyarak, Kürtçe bilmeyen aslen Türk
kökenli olan Hava’nın üzerine yürüyüp;
“Vış le anam biz bir yevikte neymiş, siz nasıl de
oluyor bir yevmişsiniz” deyip avazı çıktığı kadar bağırınca, Hava balkonun
merdivenlerini üçer
üçer inerek soluğu yerde almıştı. Zexe, Hava’nın
arkasından tüm hışmı ile sökün edip, Hava’nın saçını başını yolmak istediyse de
ondan daha yaşlı olduğundan bunda başarılı olamadı. Gerisin geri yavaş yavaş
merdivenleri çıkıp kendi kendine muhtar oğlu Yaşar’ a bakıp;
“Ben sana demedim mi? Bu muhtarlığı bırak, bu köylüler
için boşu boşuna uğraşıyorsun. Sen mi kurtaracaksın bu rezil köyü, bırak ne
halleri varsa görsünler” deyip, gelini Hatçe’nin verdiği çayı alıp, büyük bir
gürültü ile şekerini karıştırırken kulakları hiç duymayan ve gelen gürültüden
hiç rahatsızlık duymayıp, alaca karanlıkla birlikte kalkıp, namazının ardından
Kur’andan zeytin suresini yan odada yüksek sesle okuyan kocası Kamili Qero’nun sesini bastırmak gayesi ile çayını daha
yüksek bir sesle karıştırmaya başlamıştı.
Zexe ters çevirip üstüne oturduğu kovada bir yandan
uyuklarken düşmemeye çalışıyor, bir yandan da Hava kendisine geçen gün
ettikleri
kavgalarından dolayı bir şey sorarsa, Kürtçe bilmeyen
bu kadına tarzanca konuştuğu Türkçe ile nasıl cevap vereceğini düşünüyordu.
Allahtan Hava hiç oralı olmadı ve birbirleri ile hiç muhatap olmadan sabaha
doğru sıranın Hava’ya gelmiş olduğunu fark etti. Yaz sıcağının da etkisi ile
iyice kurumakla yüz yüze gelen çeşme uzun bir bekleyişten sonra Hava’nın
kovalarını tam doldurmuştu ki, Hava bu kez az ileriden doldurmak üzere iki
kovayı da eline alınca, Zexe yine yaşından beklenmeyen bir enerji ile yerinde
doğrulup, bir aslan gibi saldırıp üstüne oturduğu kovayı kaldırarak;
“Le le bunlar ne, sen suyini doldirmedin mi?”
Hava korkudan ürkmüş bir vaziyette, geçen gün vuku
bulan olayı da hatırlayarak, alçak bir sesle;
“Bunlar da Ülger’in kovaları”.
Bunun üzerine celallenmesi iki katına çıkan Zexe daha
fazla dayanamayarak;
“Le le bu nedir, bu nedir anam, ey vallaha mıxtar
parasına gelince diyorsun biz bir yevik, suya da gelince de bu da ji Dulgarın”
deyip vitesten atarak tüm kovaları ile Hava’ya hucum ederken, güneş tüm
berraklığı ile çeşmenin başında bulunan kadınların üzerine bakir ışınlarını
cömertçe saçıyordu. Muhtar Yaşar’sa olan bitenden bihaber, sabahın köründe
bastıran tuvalet ihtiyacını gidermek üzere sırtında paltosuyla umut deryasına
doğru vakur bir edayla ve aheste adımlarla yol alıyordu.
Amsterdam, 20 Mayıs 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder