30 Ağustos 2010 Pazartesi

UMUT DERYASI

UMUT DERYASI

Ağustos ayının gecelerinden birinin ilerleyen saatleri, dışarıdaki hafif esintiye rağmen hiç bir ağacın dalı titremiyor, köklerinden özsuyu dallarına doğru akmıyor ve hiç bir yeşil yaprak sallanmıyordu. Çünkü kurak olan Büyükcamili Köyünde hiç bir ağaç bu köyün toprağına kök salarak hayatını idame etmiyordu. Geceye sadece alabildiğine bir boşluk yaratan, büyük bir sessizlik hakimdi. İki yüz haneli bu çölü aratmayan, yeşil rengin sadece evlerin badanalarında görüldüğü, tek ağaç dalının gölgesinin düşmediği, tek bir meyvenin yer çekiminin etkisi ile pat diye yere düşmediği (Allah korusun Giyom Tell’in yolunun düşmesi halinde tek bir elma dahi bulup nişan alamayacağı), Ankara’ya yaklaşık yüz yirmi kilometre uzaklıktaki köyün ortasına doğru bir yamaçtaki evinde, saatler ikiyi gösterirken, ilerlemiş yaşıyla Zexe yatağından ağzı dili kurumuş ve damağına yapışmış bir halde uyandı. Yaşlı derinlere kaçmış, kirpikleri dökülmüş gözlerini, buruş buruş olmuş elleriyle ovarken müthiş bir şekilde bir bardak suyu kana kana içme arzusuyla etrafına bakındı. Etrafta su namına hiç bir şey yoktu. Kocası Kamili Qero yine gece yarısına kadar Kur’an okumuş, yorgunluktan bitik düşüp, olduğu yerde kıvrılıvermişti. On yaşında bir çocuğun ayaklarını andıran küçücük ayaklarını ve dizlerini iyice altına çekip yan omuzunun üstüne yatarak, yüzünü de tavana dikmişti. Hacı Kamili Qero’nun uzun ak sakalları çenesinden kayarak, neredeyse yere değiyordu. Uzun ve gür kaşların yer aldığı bu çehrede büyük bir huzur hakimdi.
Kamili Qero ahiret konusunda çok karamsar değildi. Bu küçük adam, büyük yüreği ile çok büyük ve farklı düşünen biriydi. İnsanların sırat köprülerinden bir cambaz gibi geçirilip sınava tabi tutulacakları kanısında olmadığı gibi, cehennemde de Allah’ın kulları yani kendi evlatları için ne kazanlar dolusu katranlar hazırladığını, nede onları cayır cayır yakacağına da inanmıyor, hatta ve hatta Allah’ın şeytanı bile affedeceğini söylüyordu. Bu konuda insanların içine korku salmıyor, yalnız din için değil kendi onurları kendi insanlıkları için dürüst ve namuslu olmaları gerektiğini savunuyordu. Aksinin sahtekarlık olacağını ve senden bana cennet benden sana ibadet ve dürüstlük adı altında bunun bir nevi ticaret olacağını söylüyordu. Fakat tüm bu güzel belirlemelerine rağmen, yine de sabahlara kadar ibadetini yerine getirmeyi de ihmal etmiyordu.
Zexe acele adımlarla evin köşesindeki derme çatma mutfağa gitti. Görebildiği tüm kap ve kacağa bakıp bir bardak içecek su aradıysa da nafile, gözü su namına hiç bir şeye ilişmedi. Biraz daha bakındıktan sonra, köşede gaz ocağının yanı başında bir bardağın dibinde bir damla suyu görünce hiç yoktan iyidir deyip, biraz olsun rahatladı. Kimden artakaldığını hiç aklına dahi getirmeden, ilerleyen yaşına rağmen içindeki hararetin etkisiyle de olacak atikçe bir hareketlerle tek yudumda içti. Bu kadarcık sudan ne olurdu ki, susuzluğuna hiç derman olmamıştı.
Oğlu Hemze yandaki odada karısı Hatçe ile hiç bir şeye aldırmadan püfür püfür uyuyordu. Evde içilecek bir bardak su var mıydı yok muydu karısı ile umurlarında değildi. Sigaradan sararmış yirmi altı dişini (altı tanesini iki sene gibi bir zaman zarfında Kaman ilçesinde dişçi Kulaksızoğlu’na çektirmişti.) göstererek güler, bir elinde ayna bir elinde cımbız yoktu ama Helsinki’deki atom konferansları da umurunda değildi.
Mutfaktaki tüm kap ve kacağı birbirine vurarak olabildiğince gürültüler çıkarıyor, oğlu ile gelinin çıkardığı gürültülerden rahatsız olup uyanmalarını istiyordu. Fakat ne oğlu ne de gelini bana mısın demiyor, uykularına devam edip, oralı olmuyorlardı. Sağır kocası Kamili Qero Zexe’nin çıkardığı gürültüden neredeyse uyanacaktı, ama onlar hiç tınmadan ölü uykusuna devam ediyorlardı. Bu duruma daha da sinirlenerek bulup buluşturduğu kovaları bir araya getirip, biraz daha gürültü yaptıktan sonra hiddetle köyün ortasında evine yaklaşık üç yüz metre uzaklıktaki, bu Ağustos sıcağında iyiden iyiye kuruyup sidik gibi akan köy çeşmesinin yolunu tuttu. Köy çeşmesine yaklaştığında uzaktan çeşmenin etrafının bir hayli kalabalık olduğunu, uzunca bir su kuyruğunun oluştuğunu irkilerek gördü. Kendisine baktığında bir ayağının çukurda olduğunu düşünüp, çektiği bu çileye bir türlü anlam veremedi. Bu yoksulluk, üstüne üslük bu kahredici susuzluk da ne demeye kendilerinin alın yazısı haline gelmişti. Bu ne büyük kabul edilemez bir adaletti. Devlet ve köyün erkekleri yıllardır neden birleşip bu kangren yarasına bir çözüm bulamıyorlardı. Gecen gün radyo aynı şekilde yıllarca susuzlukla kavrulan bir köyün kadınlarının kendi aralarında örgütlenip, kocalarına karşı tavır aldıklarını, köye su getirilmeyene kadar kendileri ile aynı yatağı paylaşmayacaklarına dair söz birliği yapıp, bir eylem planı hazırlayıp bunu hayata geçirmişlerdi. Kadınlarının yataklarında yokluğuna daha fazla dayanamayan köy erkekleri bir ayı geçmeden, bir araya gelerek köylerinin on beş kilometre ilerisindeki tepenin yamacında, derin bir kuyu kazarak kanallarla suyu köye kadar getirip, hem suya hemde eşlerine tekrar kavuştuklarını söylüyordu gelininin çeyiz sandığının üstünde duran çift transistörlü grundig marka radyo. Kendisi kocasına böylesi bir tavır koysa ne olacaktı ki, zaten yıllarca hiç bir icraat yoktu. Adamın işi gücü sabahlara kadar Kur’an okumaktı. Uyku nedir bilmeden sabahlara kadar bekleyip, getirdiği suya o konar, Allah beş defa emrettiği halde o günde elli kere abdest alıp, namaz kılar, sonuçta da cennete gitmeyi de o beklerdi. Oh ne ala, adam dükkanı tam köşeye açmış, işi bir yerde Almanya’dan daha iyiydi. Be mübarek adam peki bu sabahlara kadar iki büklüm bir vaziyette Kur’an okumana ne diyeyim. Kitap dediğin bir kere, olmadı iki-üç kere okunur, bunu binlerce kez okumanın ne anlamı var. Kesikköprü gibi suların şarıl şarıl Kızılırmak olup köyün içinden aktığı bir köyden, bu kurak “kuzuri” köye gelin gelmiş ve kaderin cilvesi olsa gerek alın yazısına uyarak, miadını doldurana kadar çilesini burada çekecekti. Oluşturduğu ailesinden hiç kimseden kendisine hayır yoktu. Aha oğlu Hemze ve kendi gelini mışıl mışıl yataklarında uyuyorlardı, kim kime dum duma. Bu düşüncelerle çeşmenin etrafındaki kalabalığa iyice yanaştı. Feri kaçmış gözleri ile içinde fırtınalarla alabora olmuş bir halde sıradaki en son kadının Hava olduğunu görünce yüreği büsbütün daraldı. Kovalarını olduğu yere koydu ve gönülsüzce Hava’ya başı ile Allah’ın selamını verdi. Hava’da onun hakkında içinden pek iyi şeyler geçirmemiş olacak ki, o da isteksiz bir tavırla zoraki bir selam verdi. Zexe sıkıntıdan patlayacakmış gibi oldu.
Ardından köyde en yüksek makamı işgal eden oğlu Yaşar’ı düşündü. Şimdiye kadar kendisine tırnak ucu kadar bir yararı olmamıştı. Daha geçen gün, şimdi çeşmenin başında onun hemen önünde su kuyruğunda oturan Hava ile oğlu Yaşar’ın yüzünden kavga etmiş, neredeyse bu yaşta saç saça baş başa girecekti.
Yaşar yıllık olarak köylüden toplanan muhtarlık hizmetinin karşılığını almak üzere bir kaç kez Hava’nın evine gitmiş Hava, kocam Memet evde yok diyerek onu savmıştı. Bir kaç gün sonra makam sahibi oğlu (yine sabahın köründe, kendi evinde çay yapmak için suyu bulunmadığından) muhtar Yaşar baba evinin balkonuna üç keçi sahibi ağalar gibi bağdaş kurup, çayını höpürdederek yudumlarken, uzaklardan Hava’nın kendisine doğru geldiğini görünce yerinde doğrulup, bardağının dibinde kalan çayı bir yudumda içip bardağı yere koyarak, geliyor paracıklar deyip ellerini ovuşturdu.
Bu Yaşar çok garip bir adamdı. Ara sıra traş olur, üstüne başına hiç mi hiç bakmaz, yaz kış palto giyer, akşamları yine paltosunu, hatta çoğu zaman ayakkabılarını dahi çıkarmadan öylece yatağa girerdi. Yıllardır köyde tek aday olduğu için muhtarlık seçimlerini her dönem kazanıp tekrar tahtını kaptırmadan yeniden muhtar olurdu. Uzun yıllar önce resmi mercilerden
köye su getirileceğine dair söz almış, bu müjde ile hemen köye dönmüş ve bir tane horozunu kurban olarak kesip, kanını başına merakla toplanan köylülerin alınlarına sürerek, müjdeyi iletmişti. Bu umutla hemen gidip eski model Masey Fergusson marka traktörüne bağlayıp su taşımak üzere büyükçe bir su tankeri almıştı. Tankerini traktörüne bağlayıp, evinin önüne çekmiş, üstüne de büyük puntolarla UMUT DERYASI yazdırmıştı. Bundan sonra yapılacak tek şey kalmıştı ki, o da kendisine söz veren yetkililerin gelip sözlerini yerine getirmeleriydi. Ama uzun bekleyişlerinin sonu hüsranla bitince, tankerinden tekerlekleri söküp, dikine gelecek şekilde yere koyup, tankerin alt tarafında büyükçe bir delik açtırarak, yere kazdığı çukurun üstüne koydu. Tankerin ön kısmını da kapı haline getirip, umut deryası yazısına da dokunmadan, umut deryasını tuvalet olarak kullanmaya başlamıştı. Garip hal ve hareketleri ile hem köyün muhtarı hem de bir nevi Nasrettin Hoca’sıydı. Tüm bu garipliklerine rağmen geniş bir tarih bilgisine sahipti. Alaaddin Keykubat’lardan başlar, Selehaddin Eyyubileri’de yad edip, Fatih Sultan Mehmet’lere kadar gelir, asırlarca önce yaşanmış olan tüm savaşları daha dün kendi komutasında yapılmış gibi anlatırdı.
Zexe’nin Küçük oğlu Hemze’ninse durumu zaten aşikardı. Yan gelip,
karısının dizinin dibinde yatmaktan başka yaptığı bir şey yoktu. Pes
doğrusu bir gün sende kılını kıpırdat, bu evde ne olup bitiyor, neye
ihtiyacımız var, benim katkım ne olabilir ve benzeri sorgulamalar aklının
ucundan bile geçmiyordu. Ekme elden (ekmekte olsa yanmayacağım hani)
su gölden (göl olmadığı için su da yok), gel keyfim gel.
Hava yavaş adımlarla balkonun basamaklarını çıkıp, avucunda iyice sakladığı parayı umut deryası kuramının yaratıcısı muhtar Yaşar’a uzatıp verdi. Yaşar tam parayı eline almıştı ki anası Zexe oturma odasından balkona geldi ve Hava’ya hal hatır sorarken yan gözlerle de oğluna bakıyordu. Yaşar verilen paraya bakıp;
“İyi Hava’da bu para eksik, ben senden kızın Ülger’in parasını da getirmeni istemiştim” deyince. Hava’da; “Muhtar biliyorsun biz kızım Ülgerle bir eviz, onun için bizi bir ev sayman gerekiyor. Zaten halımız vaktimiz yerinde değil”.
Bunu duyan Zexe daha fazla dayanamayıp hal hatır sormayı bir kenara bırakıp, ellerini beline koyarak, Kürtçe bilmeyen aslen Türk kökenli olan Hava’nın üzerine yürüyüp;
“Vış le anam biz bir yevikte neymiş, siz nasıl de oluyor bir yevmişsiniz” deyip avazı çıktığı kadar bağırınca, Hava balkonun merdivenlerini üçer
üçer inerek soluğu yerde almıştı. Zexe, Hava’nın arkasından tüm hışmı ile sökün edip, Hava’nın saçını başını yolmak istediyse de ondan daha yaşlı olduğundan bunda başarılı olamadı. Gerisin geri yavaş yavaş merdivenleri çıkıp kendi kendine muhtar oğlu Yaşar’ a bakıp;
“Ben sana demedim mi? Bu muhtarlığı bırak, bu köylüler için boşu boşuna uğraşıyorsun. Sen mi kurtaracaksın bu rezil köyü, bırak ne halleri varsa görsünler” deyip, gelini Hatçe’nin verdiği çayı alıp, büyük bir gürültü ile şekerini karıştırırken kulakları hiç duymayan ve gelen gürültüden hiç rahatsızlık duymayıp, alaca karanlıkla birlikte kalkıp, namazının ardından Kur’andan zeytin suresini yan odada yüksek sesle okuyan kocası Kamili Qero’nun sesini bastırmak gayesi ile çayını daha yüksek bir sesle karıştırmaya başlamıştı.
Zexe ters çevirip üstüne oturduğu kovada bir yandan uyuklarken düşmemeye çalışıyor, bir yandan da Hava kendisine geçen gün ettikleri
kavgalarından dolayı bir şey sorarsa, Kürtçe bilmeyen bu kadına tarzanca konuştuğu Türkçe ile nasıl cevap vereceğini düşünüyordu. Allahtan Hava hiç oralı olmadı ve birbirleri ile hiç muhatap olmadan sabaha doğru sıranın Hava’ya gelmiş olduğunu fark etti. Yaz sıcağının da etkisi ile iyice kurumakla yüz yüze gelen çeşme uzun bir bekleyişten sonra Hava’nın kovalarını tam doldurmuştu ki, Hava bu kez az ileriden doldurmak üzere iki kovayı da eline alınca, Zexe yine yaşından beklenmeyen bir enerji ile yerinde doğrulup, bir aslan gibi saldırıp üstüne oturduğu kovayı kaldırarak;
“Le le bunlar ne, sen suyini doldirmedin mi?”
Hava korkudan ürkmüş bir vaziyette, geçen gün vuku bulan olayı da hatırlayarak, alçak bir sesle;
“Bunlar da Ülger’in kovaları”.
Bunun üzerine celallenmesi iki katına çıkan Zexe daha fazla dayanamayarak;
“Le le bu nedir, bu nedir anam, ey vallaha mıxtar parasına gelince diyorsun biz bir yevik, suya da gelince de bu da ji Dulgarın” deyip vitesten atarak tüm kovaları ile Hava’ya hucum ederken, güneş tüm berraklığı ile çeşmenin başında bulunan kadınların üzerine bakir ışınlarını cömertçe saçıyordu. Muhtar Yaşar’sa olan bitenden bihaber, sabahın köründe bastıran tuvalet ihtiyacını gidermek üzere sırtında paltosuyla umut deryasına doğru vakur bir edayla ve aheste adımlarla yol alıyordu.

Amsterdam, 20 Mayıs 2006 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...