30 Ağustos 2010 Pazartesi

FAMILY ŞİRİNLER

FAMILY ŞİRİNLER
O yıl da elde edilen ürünün kıtlığı, onca insanı yine hayal kırıklığına uğratmıştı. Ekin sahipleri şapkalı kafalarını Temmuz sıcağında iyice önlerine eğiyor, ellerini yana açıp, biçilmekte olan ekinlerinin içinde telaşla gidip geliyorlar ve heyhat dercesine bir yas havasında üzüntülerinden bacaklarının yan taraflarına vuruyorlardı. Bu sitemkar hareketleri, dertlerine deva olacak olan mahsulü; bekledikleri oranda alamadıkları anlamına geliyordu. Umut dolu bekleyişlerine, bir kez daha “yaz ortasında kar yağmıştı.”
Hasat sonrası, torbalara doldurulan tohumluk buğdaylar ve bin bir minnetle kooperatiften kredi ile alınan gübreler; bir araya getirilerek son hazırlıklar yapılıyordu. İşin erbabı olan, emektar nasırlı ellere sahip çiftçiler, traktörlerinin ve mibzerlerinin özenle son bakımları ile meşguldüler. Verimkar geçmeyen hasat ayı gerilerde kalırken, bir Ekim ayı daha gelip kapıya dayanmıştı. Havalar sıcaklığını hala koruduğu halde; Temmuz veya Ağustos ayları kadar sıcak değildi. Hüzün mevsimi sonbahar kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı.
Çiftçiler için Ekim ayında dur durak yoktu. Üstelik çoğu zaman kısıtlı olan keselerinin ağzını da zorunlu olarak açmaları gerekiyordu. Variller dolusu mazot alınacak, tarım aletlerindeki aksamalar giderilecek, yedek parçalar alınıp, gerekli tüm makinalar işler hale getirilecekti. Daha önce pullukla bin bir zahmetle altı üstüne getirilen tarlalar; yeni bir hasata, yeni bir umuda yeniden gebe kalacaktı. Kırmızı, sarı, mavi, yeşil ve rengârenk traktörlerle yüzlerce kilo ağırlığında tohum ve gübre tarlalara atılmak üzere, yorgun ve dünya nimetlerinden hiç faydalanamayan bedenlerin derinlerinden gelen “ıııhh…” iniltileri eşliğinde sırtlanıp, götürülecekti. Böylelikle yeni bir umut yılı daha başlayacak ve tüm hayalleri bu umuda bağlı olan insanlar, yeni bir bekleyişin arefesinde kendilerini bulacaklardı. Alabildiğine bir sonsuzluğu kaplayan maviş gökyüzünden düşecek olan her damla yağmur, bu insanların bulunduğu yeryüzünün bu bölümüne de beraberinde bereket getirecekti. Değişik ebat ve biçimlerdeki şapkaların altına gizlenen bu yanık yüzlü kafalarda, soru işaretleri birbirini bir konvoy gibi takip edip, yüzlerce halkadan oluşacak birer zincire dönüşüyordu. Bu yıl hangi buğday daha fazla verimli olacak, rus buğdayı mı, beyaz buğday mı, yoksa arpa ekmek mi daha akıllıca olacaktı.
Ekilen tohumların ardından herkes merakla Kürtçe – Türkçe karışımı bu yöreye özgü bir dille;
“Eloo apo te wa terle xwu Golyer’e (göller bölgesi – hayali göller) bire kaç awette? – Amca şu Gölyeri’ndeki tarlana bire kaç tohum ektin?”
“Walle nızanım, min rind kır, yoxsa min xerawkir, ema min Rus toxumu bi fenni gübre wa bire üç awete. Ema toxume me Ella wekil piri temiz bu. Te da denek çewder tunebu. Çel çinik ji zede bu, ez ki wi ji Xwude izin da sa bi ardkım. Xudeyi mezine. Bire üç rinde, yoksa gubre ziyane dişewitini. Wa terle me angiz ji me isal ce le reşand. Le te çirki? – Vallahi bilmiyorum, iyi mi ettim yoksa kötü mü ama Rus tohumunu fenni gübreyle bire üç attım. Ama bizim tohum Allah Şahittir ki çok temizdi. İçinde bir tek çavdar yotu. Kırk çinik kadar artti, onuda Allah izin verirse un yapacağım. Allah büyüktür. Aksi halde gübre ekini yakıyor. Bizim o büyük tarlaya da bu sene arpa ektim. Peki ya sen ne yaptın?”
“Walle apo min ji eyni mina te kir. Min ji bire üç awetim, ema ez bazen diwejim min toxum hindik awet. Belki bire dört biya ye hini rind biya. – Vallahi Amca doğrusunu istersen ben de senin gibi yaptım. Fakat yine de bazen tohumu az atmış olduğum da aklımdan geçmiyor değil. Belki de bire dört atmış olsaydım daha iyi olacaktı.”
“Na… na… na.. Te rind kiriyi. Wa terle te şune xwu ye pir rindi.- Yok.. yok.. yok.. İyi yapmışsın senin o tarlanın yeri çok iyidir.”
“Le apo wa terle te ye ortağı li Sırt, pere faizsiz, terle icar bu ner gi? Yoxsa min yanliş bist? - Amca senin o ortak olan tarlan; para faizsiz, tarla kiralıktı değil mi? Yoksa ben mi yanlış duydum?”
“Ere bi Xwude di ki, ke bi tere got?”- Evet öyle Allah’ını seversen, kim sana söyledi?”
“Elo apo tü ki çir bi ki, min ji derike bist. Elo le Xwude yi mezine ema şalle isal kımıl tüne biya! – Ya amca ne yapacaksın ben bir yerden duydum. Allah büyük ama inşallah bu yıl kımıl olmaz!”
“Xwudeyi mezini, dedixye wi ye bi be. Xwude izin da sa, em jik isal buke derxinin. Me wa hefteye bere ji Kaman’e cize buke send, heta xermana. Me wa davata xwu ji bi kıra yüki meye hafif biya.– Allah büyüktür onun dediği olur. Allah izin verirse biz de bu yıl gelin çıkaracağız. Geçen hafta Kaman’dan harmana kadar gelinin çeyizini aldık. Bu düğünümüzü de yapsaydık yükümüz bayağı hafifleyecek.”
Sabah güneşi daha kendisini yeni göstermeye başlamıştı ki; çökük avurtları, düz siyah saçları ve sürekli gülen gözleri ile askerden yeni dönen Mahmudi Nuri Qero da, ağabeyi Memo’ nun gözetiminde traktörlerinin etrafında muzip hareketleri ve mimikleri ile fır dönmeye başlamıştı. İşi gücü muziplik yapıp, hayatı ve her şeyi alaya almaktı. Çevresindeki insanları güldürmeyi çok büyük bir ustalıkla beceriyor, insanları kahkahalara boğuyordu. Hayat onun için “vur patlasın, çal oynasından” öte değildi. Gördüğü herkese lafını dokunduruyor, eteğindeki tüm mizah taşlarını döküyor, onunla şakalaşıyor, gönlünü alıyor ve muhatabı olduğu kişi ile ilgili mutlaka bir komiklik bulup, onu da makaraya sarmadan edemiyordu. Lafı dolandırarak çok büyük bir usta inceliğiyle yontarken, taşı da milimi milimine gediğine koyuyordu. Esprilerindeki incelik, nükte, hiciv ve ironi herkesi hayretinden dehşete düşürüyordu. Çevresine alttan alttan alaylı gülümsüyor ve insanlar Mahmut bu sefer ne diyecek diye merakla kulaklarını kabartıp, kahkaha atmaya hazırlanıyorlardı. Doğuştan böylesine yetenekliydi ve o kelimenin tam anlamı ile mektepli değil alaylıydı. Kim bilir elinden tutup, yol yordam, eğitim sunan olsaydı, Şener Şen, Kemal Sunal kadrosunda Mahmut Genç de olmuş olacaktı.
Eline aldığı gres yağı pompasını; özenle gres yağı iğneliklerine takıyor, traktörle yeşil rengi iyice solmuş olan John Dere marka mibzerinin arasında adeta dans ederek sekiyor, yağlanması gereken tüm aksamlara bal görünümündeki gres yağını pompalıyordu. Arada bir “Na haber ahbap” dercesine ve kendisinden emin bir edayla ağabeyi Memo’ya bakmayı ihmal etmiyordu. Memo memnuniyetini ortaya koyan hal ve hareketleri ile hiç bir şey yapmadan, yağlanan yerlere göz atıyor, kardeşi ile kendi kendisine gururlanıyordu. Bu iş herhalde bundan daha iyi yapılamazdı.
İşte kardeşi de askerden gelmişti. O halde araya fazla zaman koymadan, onu da baş göz etmek gerekiyordu. Hele şu tohumları bir ekselerdi. Allah’ın izniyle iyi de bir mahsul kaldırırlarsa, kardeşine düğünlerin en kralını yapmak onun boynunun borcuydu. Görün bakalım namı diyar Memiş Ağa nasıl dillere destan bir düğün yapacaktı.
Mahmut babasının ölümünden sonra yapayalnız kalmıştı. Çocukluğu diz boyu bir yoksulluğun içinde geçti. Sonunda o da büyümüş askerliğini yapmış ve evlenecek çağa gelmişti. Gözüne çoktandır kestirdiği birileri vardı ve o çok uzağında değildi. Gönlünde amcasının kızı geçiyordu. Amcası Kamili Qero ile evlerinin arasındaki mesafe elli metreyi geçmiyordu. O da amca kızı dotmamı İfe ile evlenebilirdi. Zaten annesi Çıro’nun, ağabeyi Memo’nu aklından da bu adres geçiyordu. Görünen o ki yakın bir zamanda bu konuda önemli adımlar atacaklardı. Bu destur da ağabeyi Memo’dan çıkacaktı. Zaten Memo da sabahtan beri yaptığı işi daha iyi yapması için koltuğuna verip, bunu ima ediyordu. Artık gün ola harman olaydı. Çok zaman geçmeden Memo, annesi Çıro ve hanımı Faté soluğu İfe’nin evinde aldılar. Memo lafı fazla uzatmadan konuya girdi ve daha önceden alan razı veren razı olduğundan söz çarçabuk tatlıya bağlandı. Kara kışın artık iyice hissedildiği bir Ocak ayında Mahmut ve İfe de nişanlanmışlardı.
Kış ayı oldukça çetin geçiyordu. Dört bir yanı adam boyu kar kaplamıştı. Açlıkla yüz yüze kalan kurtlar köyün çok yakınlarında insanın içine ürperti verecek şekilde, mütemadiyen uluyup duruyorlardı. Anlaşılan köyün yakınlarına gelmeye cesaret edecek kadar açlık başlarına vurmuştu. Gündüzler iyice kısalmış, geceler uzamıştı. Bu uzun kış gecelerinde çocuklar günlerini gün ederlerken, Mahmut da sıkıntıdan arasıra çocuklarla birlikte bu oyunlara katılıyordu. Bu oyunların başında “uçtu uçtu, male pire, kap, Hacı yatmaz ve çi hebi çi tünebiyi diye başlayan korku dolu masallar” ve benzeri bir kaç oyun daha geliyordu. Uçtu uçtu oyununda, oyun için yere oturan çocukların yanı başına Mahmut da
memnuniyetle çömeliyordu. Çocuklardan biri bir defasında bir kaç misafirinde bulunduğu bir ortamda, parmağını yavaş yavaş yere vurup; muziplik olsun diye “Uçtu uçtu İfe uçtu” diye şaka yapınca; Mahmut heyecanla elini kaldırıp, sobe oluyordu. Ardından adeta hani nerede uçuyor diye etrafına bakınırken de, evde bulunanların hepsi de kahkahalarla iyice mahcup olan Mahmut’un haline güldüler. Male pire oyununda da;
“Çar jin, çar mer – Dört kadın, dört erkek” diye sorulunca;
Mahmut bu defa da hemen:
“Male Ape min Kamil – Kamil Amcam’ın evi” deyip, büyük bir heyecanla nişanlısı İfe’nin bulunduğu evi işaret ediyor, bu oyunda sobe olmuyordu.
Kış mevsiminin soğuk günleri yerini sıcak bahar günlerine bırakmaya hazırlanırken İç Anadolu bozkırında da dağlar, tepeler ve düzlükler cılız da olsa yer yer yeşil bir renkliliğe bürünüyordu. Tüm kırlar gelincik çicekleri, meneviş, kenger, kardelen, çiğdem (biwang), yörede konuşulan Kürtçede bilinen gızer, merdimelax, tegircan, yemlik, baldım, quwarık, kûmi, ferik, xerdel, tuzik, tırp ve benzeri onlarca güzelim bitkiyle bezeniyordu.
Havalar ısındıkça Mahmut, Ağabeyi Memo ve Annesi Çıro da yavaş yavaş düğün hazırlıklarına başlıyorlardı. Harman sonrası yapacakları ilk iş Mahmut’a güzel bir düğün yapmak olacaktı.
Ve derken beklenen gün yaklaştı. Hasat zamanı gelmişti. Orda burda arpalar biçiliyordu. Buğdayların biçilme zamanı da iyice yaklaşmıştı. İki yüz üç yüz dönüm tarlası olanlar ve yörede toprak ağalığına özenen köylüler çevre il ve ilçelere kadar gidip, birer biçerdöver ayarlıyorlardı. Memo da traktörle Keskin’e kadar gidip, yolda geçmekte olan bir biçerdöveri ayarladı. Dönüşte Küçük Camili Köyü’ne yaklaştıklarında traktörü ortakçısına teslim etti. Biçerdövere binip, biçerdöver sürücüsünün yanına geldi. Bir Zeus heykeli gibi tüm ihtişamı ile ayakta duruyor, tören kıtasını selamlar gibi etrafına bakarak yoldan geçenlere adeta;
“hadi lan siz de adam mısınız, bakın bana, bakın ağanıza” diyor gibiydi. Ekinleri de bu yıl bayağı iyiydi. Önlerinde masraflı bir yıl vardı. Anası Çıro ile birleşip, anlı şanlı bir düğün yapacaktı. Köye bu dev makine yığını New Holland marka sarı canavarla girerken, on sekiz ayar altın kaplama dişlerini daha bir göstererek, adeta gücünü kanıtlar gibiydi.
Köy içindeki bir sürü engebeli yolu büyük zahmetlerle geçip, nihayet Memo’nun evinin önüne geldiler. Mahmut merakla ağabeyinin gelmesini bekliyordu. Memo’nun annesi Çıro da dışarıda gürültülerin geldiğini duydu. Hemen çeyiz sandığındaki merhem ve hap koleksiyonuna yeni bulduğu koyunlarda şap hastalığının tedavisi için kullanılan, tarihi iki yıl üç ay geçmiş olan bir hapı baş ağrısına karşı kullanmak üzere ekleyip, sandığını Osmanlı hazinesinin kapılarını kilitler gibi kilitledikten sonra, o da soluğu dışarıda aldı. Mahmut yerden kafasını yukarı doğru kaldırarak ağabeyinin ihtişamına bakarken;
Elo waya Memo ye meyi bi Xwude? – Ula bu bizim Memo mu Allah aşkına? Etene rehmet, analar neler doğurmuş gördünüz mü? Walla abem Kral Faruk gibi. Hey gözüne köle olduğum” deyip, ağabeyinin sarsılmaz gücünü teyit etti. Memo aheste adımlarla biçerdöverden inerken Mahmut gidip, ağabeyinin elinden tutarak inmesine yardımcı oldu. Bütün komşular dikkatle olup biteni büyük bir heyecanla film seyreder gibi izliyorlardı.
Önce köy yakınında bulunan arpalar ve daha sonra yavaş yavaş uzaklara doğru giderek buğdaylar biçilmeye başlandı. Mahmut traktöre binip, tozu dumana katarak kendilerinin ve ortakçılarının buğdaylarını çekiyor, biçercilere yemekler yaptırıp, götürüyordu. Biçercilere sabah akşam bulgur pilavı ve patlıcan yemeği yemekten gına gelmişti. Menüdeki tekdüzelik katlanılır gibi değildi.
Isparta’lı biçerdöver sahibi Halil, Mahmut’a dönüp;
“Ağam ne olur bugün başka bir yimek yapıverin. Söylemesi ayıp içimiz dışımız bulgur ve batlıcan oldu. Aha bugün de ortakçın yimek yapıp, getirsin. Batlıcan veya Kürt pilavı olmasın. İrice ederim.”
Mahmut’un ortakçısı Biçerci Halil’e dönüp;
“Halil Efendi biz ortakçıyız yemek işi Mahmut’a ait.” Bunu der demez, Mahmut hiddetlenip; kürtçe kalayı basarken, arada da kürtçede bildiği deyimleri kullanmayı ihmal etmedi.
“Ee ye rındi walle, heke mirişk diki, quna dik diyeşi. Rindi walle wa ji rindi. Yani çırdı bi Xera Xwude tu ji barik nan çe bike. Ma bariki nani te ji ma a bikewi qursaxe wa merkana. Düne nedi mino. Gewando. Ma qa şore geme. – İyi vallahi, yumurtayı tavuk yapsın, horozun götü ağrısın. İyi vallahi bu da iyi. Ne olur yani senin de bir lokma ekmeğin bu adamların kursağından geçse. Dünya görmedik. Pinti. Lafa bak hele.”
Bu durumda Mahmut’un yapabileceği bir şey olmadığından ve yaşça kendisinden büyük olan ortakçısı ile daha fazla dalaşmak da istemediğinden; yine o akşam da Biçerci Halil Efendi bulgur pilavına kaşık sallamak zorunda kaldı.
Ekinler biçildi ve Balâ’daki Toprak Mahsulleri Ofisine götürülen buğdaylar satıldı. Memo yeşillikleri cebine yerleştirirken bir yandan da düğün için ne kadar paranın lazım olduğunu kestirmeye çalışıyordu.
Sonunda tüm hazırlıklar yapıldı ve üç gün üç gecelik düğünün ardından, gelin İfe, elli metre uzaklıktaki evden alınıp, traktöre bindirildi. Berbiler (düğürcüler) acemice attıkları bir iki “Di li li” nin ardından, adetten olduğu için hızla traktörle mezarlığın etrafını dolaşıp, düğün evine geldiler. Düğün bitmiş, Mahmut da dünya evine girmişti. Asıl mesele bundan sonra geliyordu. Mahmut’un herhangi bir işi olmadığından, artık evli olduğu halde ağabeyi Memo’nun eline bakıyordu. Askere gitmeden önce İş ve İşçi Bulma Kurumuna yurt dışına gitmek için, müracaat etmişti. Evliliğinin üzerinden bir kaç ay geçmişti ki, resmi pulu Ankara mühürlü, Manifaturacı Talip eliyle, Sayın Mahmut Genç (Büyük Camili Köyü) – Kaman adresli bir mektup çıkageldi. Mahmut kalp çarpıntısı ile mektubu açıp okuduğunda, sevincinden havaya sıçradı. Fakat bu sevinci daha uzun sürmeden yerini burukluğa bıraktı.
Çünkü bu mektup aynı zamanda ayrılığı da beraberinde getirmişti. Ona uzak diyarların yolu gözüküyordu. Geleceği için sevdiklerinden ayrılıp, Almanya’ya gitmesi gerekiyordu. Çok geçmeden o da valizini toplayıp, pek çok kader ortağı gibi soluğu çok yabancısı olduğu “taşı toprağı elmas” olan, yeşil Alman Marklarının gökten durmaksızın yağdığı, yabancıların sadece düğmelere dokunmak suretiyle çalıştığı Almanya’ya geldi. Burası apayrı bir dünyaydı. İnsanların çoğu sarışın ve pek çoğu da kırmızı suratlıydı. Adama ters ters bakıyorlardı. İnsan yok yere suçluluk duygusuna kapılıyordu. Giyimleri dahi değişikti. Üstlerinde Anadolu insanının gözlerinin alışık olmadığı kırmızı, sarı, yeşil, pembe, mavi renkli elbiseler vardı. Adamla küfreder gibi konuşuyorlardı. Her şey öylesine farklıydı ki şaşkınlığından uzun süre kendisine gelemedi.
Bir tercüman aracılığı ile Alman patron Mahmut’u hava alanından aldırıp, iş yerine en yakındaki bir pansiyona (Haim) yerleştirmişti. Mahmut oldukça yorgun olduğu gibi, hüzün ve şaşkınlık içindeydi. Oda arkadaşları bir sehpanın üzerine almanca bir gazete yerleştirip, pişirdikleri yemeği koymuşlardı. O gün Mahmut Tanrı misafiriydi. Yemek yedikten sonra, oda arkadaşlarına teşekkür etti ve kendisine ayrılan ranzaya boylu boyunca uzandı. Uzun uzadıya düşünüp, duruyordu. Gelmekle iyi mi etmişti? Nasıl bir işte çalışacak, ne kadar para kazanacaktı? Acaba İfe şimdi ne yapıyordu, uyuyor muydu, o da kendisini düşünüyor muydu? Peki ya bundan sonrası ne olacaktı? Ve.. sorular… sorular yumağı, tepe aşağı yuvarlanan bir kar topu misali büyüdükçe büyüdü.
Gözlerini tavana dikip, bir saniye içinde Almanya’yı bırakıp, Camili’ye geldi. Gördüğü düşte bir bahar günüydü. Köyün gençleri ellerine kazıkvari birer değnek alarak, kenger toplamaya gitmişlerdi. O da bu kafileye katılmış ve bu iş her nedense çok hoşuna gitmişti. İyice sivrilttiği değneğinin ucunu en sert zeminli yerde bulunan kengerlerin köküne götürüyor, iki eliyle tutup, karnına dayıyor ve olanca yükünün yardımıyla kengeri bulunduğu yerden koparıp, alıyordu. Kengerlerin göbeğinde kürtçede “güppük” denilen yumrulu bir yerin olması gerekiyordu. Kengerde güppük yoksa veya küçükse o kenger daha olmamış demekti. Mahmut o gün onlarca güppüklü kenger toplamış eve yüklü bir ganimetle dönmüştü. Gençler her kenger bulduklarında birbirlerine bağırıp, sevinçlerini dile getiriyorlardı.
“Ulaa …Hemo aha ben bir kenger daha buldum”.
“Ulaa… Güppüğü de var mı?”
“Var… varr… hemi de kocaman.”
Mahmut’un kengerleri de hep kocaman güppüklüydü. Eve geldiğinde bir beze yarısını sarmalayıp, Amcası Kamil’e götürdü. Tesadüf bu ya İfe de o gün köyün kızları ile birlikte “yemlik” toplamaya gitmişti. İfe de bir beze sardığı yemliği amcasının oğlu Memo’ya ve yengesi Çıro’ya götürüyordu. Mahmut ve İfe iki evin arasındaki kısa mesafenin orta bir yerinde karşılaştı ve gözgöze geldiler. Aslında her ikisi için de kenger ve yemlik bahaneydi. Bu bahaneyle bir birlerini göreceklerdi.
“İfe ewa çi yi, tü dehere mala me? – İfe o ne, bizim eve mi gidiyorsun?”
“Ere ez deherem male we, min got piçik yemlik ji yenge xwu Çiro ra bire bim. – Evet sizin evinize gidiyorum. Dedim Çiro yengeme biraz yemlik götüreyim.”
Ez ji biçik kereng ji Ape xwu Kamil ra dibirim. – Ben de Kamil Amcama biraz kenger götürüyorum.”
İfe’nin o andaki altan altan gülüşü gözlerinin önüne geldi. İçini hoş bir duygu kapladı. Dodmamı ile evlenmişti ama hayat koşulları onu tez elden yuvasından ayırıp, buralara sürüklemişti.
Sabah beş sularında yataklarından dürtüklenerek uyandırıldılar. Daha nerede hangi iş yerinde çalışacağını bilmiyordu. Bulundukları pansiyondan bir dolmuş dolusu işçiyi ve Mahmut’u da alıp, şafak sökerken aracın motor gürültüsü eşliğinde yola çıktılar. Yaklaşık yirmi beş kilometre yol almışlardı ki araba sallantıyla durdu. Birer birer indiler ve etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir kapının önüne geldiler. Avludan girer girmez on metre varmamışlardi ki, kendilerini başka büyükçe bir kapının önünde buldular. Alman rehberleri Almanca mırıldanarak kapıyı açtı. Kapı açıldığında burasının oda gibi bir yer olduğunu gördü. Tavanda fersiz bir lamba yanıyordu. Yaklaşık on beş kişiydiler ve hepsi bu odanın içine doluştular. Odanın duvarlarında yanıp sönen küçük küçük düğmelerin yanına yanaşan rehber düğmelerden birisine basar basmaz, bir sarsıntı oldu ve çok geçmeden odanın aşağı doğru hereket etmekte olduğunu hemen anladılar. Görünen o ki galiba yerin altına iniyorlardı. Burası Almanya’nın Ruhr Bölgesinde yer alan bir kömür madeniydi. Yaklaşık yirmi metre kadar yerin altına indiler. Ama Mahmut’a göre bu yirmi metre değil de yirmi kilometre gibiydi. Tavandan belli aralıklarla aydınlatılan uzunca bir tüneli geçip, çalışma yerine geldiler. Böylelikle Mahmut’un ne iş yapacağı da kafasında canlandı. Oldukça zor bir işe benziyordu. Uzunca bir çizmeyi giydikten sonra kafasına da lambalı bir kask taktılar. Kafasını hareket ettikçe ışıkta kafasıyla o yönde hareket edip, etrafını aydınlatıyordu. İşe koyuldular, uzun uzadıya kan ter içinde çalıştılar. Yorgun argın tekrar aynı asansörle yeryüzüne çıktıklarında birbirlerinin yüzlerine dehşete kapılarak baktılar. Yüzleri kapkara olmuştu, tanınmaz haldeydiler. Mahmut üstünü başını el yordamıyla biraz temizleyip, arkadaşları ile birlikte bindikleri dolmuşla pansiyonlarına döndüler. Güzel bir duştan sonra olup biteni ancak anlayabilmişti. Böylelikle bir iş günü arkada kalmıştı.
Yer altında günler, aylar, yıllar geçiyordu. Onlar için yeryüzü de, yer altı da karanlıktı. İş birakıp yer yüzüne çıktıklarında güneş tüm ışınlarını bohçacı çingeneler gibi bohçasına koyup, başka diyarlara gitmiş oluyordu. Karısı İfe memleketde yanlızdı. Ağabeyi Memo’ya bir mektup gönderip, ağabeyinin kızı Bese’yi kendilerine evlatlık vermelerini istedi. Hem ağabeyinin yükü hafifleyecek, hem de Bese, İfe’ye yoldaşlık yapacaktı. Memo kabul etti ve Bese gidip Mahmut’un evine yerleşti. Mahmut da işlerini yavaş yavaş yoluna koymuştu. Mahmut her yıl izine geldi. Her izin dönüşünden dokuz ay dokuz gün sonra sırasıyla Ömer, Bilal, Burhan, Mustafa, Ramazan ve Tuğba adlı çocukları doğdu.
Almanya’daki bu zorlu günlere ancak altı yıl gibi bir süre dayandıktan sonra kesin dönüş yapıp, ailesinin yanına geldi. Yeniden karısı, çocukları, akrabaları ve köylüleri ile birlikteydi. Almanya her nedense pek ona göre değildi. Orada mizahtan dahi uzak kalmıştı. Esprileri insanların yüzlerine hafif bir tebessüm yaymaktan öteye gitmiyordu. İyi yönleri de yok değildi ama yinede kendi memleketi bambaşkaydı. Almancayı tarzanca da olsa sökmüştü ve bu dilde konuşmayı çok seviyordu. Aradan yıllar geçtiği halde öğrendiği bir kaç sözcüğü; cümle oluşturacak şekilde sıralayıp, gördüğü her Avrupa’lı veya göçmen işçiyle Almanca konuşuyordu. Gördüğü her bayana;
“Wie geest florayn” demekten de kendini alıkoyamıyordu. Türkiye’de de yaşam kolay değildi hayat oldukça pahalıydı. İnsanın iki yakasının bir azıcık da olsa bir araya geliyor gibi olması için gece gündüz çalışması gerekiyordu. Artık büyüyen çocukları da işin bir ucundan tutup, Mahmut’a yardımcı oldular. Herkes çok ama çok çalışıyor ve tüm gelir bir potada birikiyordu. Bütçe aynıydı ve kimsenin ayrı ve de gayrısı yoktu. Çocuklar evlendikten sonra da bu böyle devam etti. Aile içinde tam anlamıyla bir komünal yaşam söz konusuydu.
Bir kış akşamı dışarıda rüzgar uğultusu ve insanın kanını donduran bir soğuk hakimdi. Çok sevdiği torunları ile oturmuş televizyon seyrediyordu. Her nedense her televizyon seyrettiğinde anasını anımsıyordu. Annesi Çiro ile küfürleşme düzeyine varacak kadar şakalaşır, onu kızdırır ve sonra da gönlünü alırdı. Çiro televizyon ne zaman açılsa:
Lela wa televizyone bigire, disa barana bıbarı. – Ula o televizyonu kapatın yoksa yine yağmura yağar” derdi. Annesi ve ardından Ağabeyi Memo da hakkın rahmetine kavuşmuşlardı. Toprakları bol olsundu!
Televizyondaki programda hayat pahalılığına değiniliyor ve bu konuda sokakta insanlarla röportajlar yapılıyordu. Sunucu kadın mikrofon elde sokak sokak dolaşarak:
“Beyefendi bakar mısınız? Size bir soru sorabilir miyim?”
“Evet buyurun.”
“Efendim sizce enflasyon ne demek?”
“Adım Hakan Uslu. Hacettepe Üniversitesi ekonomi bölümü dördüncü sınıf öğrencisiyim. Şu an mastır yapmak için hazırlık yapıyorum. Eee… eee.. enflasyon…. eee… şey demek… eee…”
“Evet sayın seyirciler ekonomist adayımıza göre enflasyon, eee… şey demekmiş.”
Mahmut çok sinirlenmişti. Kafasını sallayıp;
“Ulan kavat, kadın sana ne soruyor sen ne cevap veriyorsun” demekten kendini alıkoyamadı. Sinirinden başka kanala geçti. Bu kanal da Şirinler adlı çocuklara yönelik bir çizgi film vardı. Çocuklar hemen oturdukları yere daha iyi yerleşerek filmi seyretmeye başladılar. Film Mahmut’a da bayağı ilginç gelmeye başladı. Bir ara kendisini büyük Smurf’e benzetti. Şirinlerde çok çalışıyor ve komünal bir yaşantı sürdürüyorlardı. Hemen İfe’yi çağırıp;
“Ele İfe care veri veri. Bıneri em ji eyni wa Şirin’leranı. Ewana ji mina me pir çalişmiş dibin. Eslinda wa filma filme meyi. Herkes di film da heyi da ew
Gargamel ki yi min ewa dernexist. – İfe gel bi gel. Bak biz de aynı Şirinler gibiyiz. Onlar da bizim gibi çok çalışıyorlar. Aslında bu film bizim filmimiz. Filmde herkes var. Ben Şirin Baba’yım. Fakat bir türlü bu Gargamel kimdir, onu anlıyamadım.”
“Ewi de here loo.., Dû di be çi bı Xwude diki? Şirinler çiyi? Gargamel ki yi? Ewa çiyi? Tu derde de weki din tüni? – Git be adam…. Alah aşkına neler zırvalıyorsun? Şirinler ne demek? Gargamel kim? O da ne? Başka derdin yok mu senin?”
“Ele çi derdi min hebi, ca bineri wa filma eyni filme meyi. Ca bineri ewana ji tım çalişmiş dibin em ji. Ayri gayriye wana ji tüneyi yeme ji. Te anlemiş nekir? - Yahu kadın ne derdim olacak benim, sana diyorum ki bak bu film bizim filmimiz. Bak onlar da çok çalışıyorlar biz de. Anlamadın mı? ”
“Ere ere Şirin. De weri nani xwu buxwu. Hele bineri çi şirini ji – Tamam tamam Şirin hadi gel de yemeğini ye! Bak hele bak ne de şirin ya!”
“Te çi dayi ser? – Ne pişirdin?”
“Min bülgür da ser, çirtme û mast ji heyi. – Bulgur pilavı pişirdim, salata ve yoğurt da var.”
“Eee le hin çi yi. Zarino rabin, Şirin no, em herin nane xwu buxun – O halde daha ne istiyoruz, haydi kalkın çocuklar, Şirinler, yemeğimizi yiyelim.”
Yıllar geçti. Mahmut’un mizah kabiliyeti de geçen yıllarla birlikte daha çok gelişti. Tam bir mizah ustası oldu. Onun Tiyatro sahnesi Camili Köyüdür ve o bu büyük sahnenin en usta “standup” ustasıdır. Hem de hiç bir karşılık beklemeden ve durup dinlenmeden. Yediden yetmişe herkese takılır, esprisiz bir dakikası geçmez ve her anı şen şakraktır.
Komünal yaşam Mahmut’un ekonomik durumunda iyileşme yaratmış, yalnızca tarla tapana bağlılığını ortadan kaldırmıştı. Oğulları büyümüş, gecelerini gündüzlerine katarak her biri bir işin peşinde koşturuyordu. Ağabeyi Memo hakkın rahmetine kavuştuğu için, gelen her Ekim ayında
kendisini yalnız bırakıyordu. Tohumu bire üç mü yoksa bire dört mü atayım derken, karar merci artık yalnızca kendisiydi. Makinelerin, traktörün ve diğer alet ve edevatın bakımını yaparken, kendisini seyredip, içten içe keyiflenen yoktu.
Durdu ve düşündü:
“Yok yok bu yıl geçen yıl gibi yapmayayım. Bu yıl bire dört ekeyim. Paşa Dağı’ndaki tarlaya da en iyisi arpa ekeyim.”
“Lo ca vere wa cucike şerjeki. Ewii merimo de zu de. – Lo gel bi bu tavuğu kes. E biraz elini çabuk tut be adam.” diyen İfenin sesi ile irkilip, kendisine geldi. İşler yolundaydı ve akşama ziyafet vardı.
Amsterdam, 30 Haziran 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...