30 Ağustos 2010 Pazartesi

GEMICI

GEMİCİ
Zewe Heci bir oğlan çocuğu, ardından bir kız ve derken bir oğlan daha doğurdu. Fakat üçüncü çocuğu olan İsmail bir yaşına gelmeden hastalanıp, öldü. Oysa bir elli beş boyundaki, şişmanca, beyaz tenli, ama çok da alımlı olmayan (Vermeyince yaratan vermiyor, ya boş bir zamanına, ya da rivayete göre bir Pazar gününe denk gelmesi gerekiyormuş.) ve otuzuna merdiven dayayan (ağırlığından her ne kadar merdiven sallanıp düştü düşecek olsa da) Zewe Kadın bir oğlunun daha olmasını istiyordu. Aradan geçen zaman ilaç olup, İsmail’inin acısını unutturdu ve yeniden bir erkek çocuğunun daha olması için küçük yumuş yumuş ellerini gökyüzüne doğru kaldırıp Tanrıya yalvardı. Tanrı da o sıralar fazla meşgul olmasa gerek ki, Zewe’nin bu arzusunu kulak ardı etmedi ve ona bin dokuz yüz altmış üç Şubat’ında nur topu bir erkek evlat bahşetti.
Zewe oldukça mutlu oldu. Günlerce tanrıya yüreğinin derinliklerinden gelen şükranlarını sundu. O yine her daim olduğu gibi büyüklüğünü göstermişti. An bu an deyip belki de Tanrıdan başka dilekte bulunsaydı, kim bilir belki bu arzusu da kabul olurdu. Fakat hiç bir dilek Mustafa adını verdiği oğlu kadar daha değerli ve güzel olamazdı. Dünya bir tarafa göz bebeği Mustafa’cığı bir tarafaydı.
Mustafa bebek akça pakça, düz siyah saçlı, yusyuvarlak kafası, büyük kestane rengi gözleriyle, sevimli ve tombulca bir çocuktu. Bebekliği oldukça rahattı. Kardeşlerinin de uzandığı tıngır mıngır sallanan beşiğinde kıpır kıpır hareket ediyor ve bir kaç ay daha büyüdüğünde de etrafına durmadan gülücükler dağıtır hale geliyordu. Belli ki daha şimdiden kendisiyle barışık bir çocuktu. Öyle olur olmaz zamanlarda uyanıp, ailesini rahatsız etmiyor, karnı doyduğu zaman da keyfine hiç diyecek olmuyordu. O zamanlar köyün tek yeşilliği olan “uzelleklerin” (Nohut büyüklüğünde tomurcuklar veren yeşil, yabansı bir bitki) arasında yuvarlanarak, yerde sürünerek dışarıda saatlerce kendi kendisine oynuyordu.
Zaman durdurarak bilmeden su misali akıp, gitti. Zewe Mustafa’sının da büyüyüp gelişmesi için elinden geldiğince çırpındı. El bebek gül bebek olmasa da Mustafa da büyüyüp, iki yaşına girdi. O evlerinin içinde oradan oraya düşe kalka koşan bir neşe yumağı oldu. Öyle ki komşular, akrabalar ve onu gören herkesin bu çocuğa gayriihtiyari kanı kaynadı. Yaptığı komikliklerle insanları gülmekten kırıp geçiriyordu.
Camili Köyünde kıpkızıl bir sonbahar günü, gün batımıydı. Güneş evlerin arasından süzülürken, gözleri tüm albenisi ile kamaştırıyor, evlerin ardında ise devasa gölgeler oluşturuyordu. Kocaman bakır bir tepsiyi andıran batan güneşin kızıllığı, köydeki herhangi bir su birikintisine keskin kızıl ışınlarını düşüremese de, altı yedi kilometre ileride bulunan ve yılanvari güzelim kıvrımları ile çok büyük bir alanı kucaklayıp, bağrına basan Kızılırmak’ın üzerine alabildiğine ve cömertçe düşürüp, su yüzeyinde sonsuz sayıda yıldız oluşturuyordu. Aynı ışınlar evinin yanında anadan üryan bir şekilde kendi kendisine oynamaya çalışan Mustafa’nın kıçına da olabildiğince yüksek bir voltajla yansıyordu. Bu yansımadan olsa gerek, her nereden geldiği belli olmayan, çok büyük bir arı yumağından kopan evin etrafında konacak yer arayıp duran bir arının, güneşin şavkının attığı Musatafa’nın kıçına konmasıyla Mustafa’nın cıyaklaması bir oldu. Mustafa alabildiğine feryat ve figan ededururken, etrafta onu duyacak kimsecikler yoktu. Mustafa oğlan biçare bir şekilde ağlayıp, süklüm püklüm etrafına bakınırken ileride hiç görmediği ve tanımadığı, iyi giyimli kafasında fötr şapkası ile tahminen otuz yaşlarında, ince bıyıklı, yüzünde akarsu misali bir gülümseme ile kibar görünümlü bir adamın kendisine yardım amacıyla koştuğunu gördü.
Bu adama memleketi Diyaribekir’in Hançepek Mahallesi’nde (Gavur Mahallesi) Foto diyorlardı. Foto aslen Ermeni kökenliydi. Son yıllarda yaşanan sıkıntılardan dolayı, memleketini terk edip, sığınacak bir yerler bulmaya uğraşıyordu. Yerküreyi hızla döndürüp, parmağının denk geldiği yere yolculuk yapmamıştı, ama her nasılsa, yolu o an kıçı bir arı tarafından ısırılan Mustafa’nın köyüne kadar düşmüştü. Kısmette İç Anadolu bozkırında yer alan bu köye gelmek vardı.
Foto büyük bir telaşla yaklaştığı Mustafa’yı kucağına aldığında; olup biteni anlamakta fazla gecikmedi. Acele ederek Mustafa’nın evine dalıp, Mustafa’nın annesinden evde yoğurt olup olmadığını sordu. Mustafa’nın annesi Zewe büyük bir şaşkınlık içinde, bu yabancının garip hal ve hareketlerine bakadururken, küçük bir kaseye doldurduğu yoğurdu yabancının eline tutuşturdu. Foto yoğurdu alır almaz, evin önünde cıyaklayan Mustafa’ya koştu. Foto’nun ardından Zewe de merakla koşturdu. Mustafa’nın yanına geldiklerinde, Foto arıların oğlunu ısırdığını ve yoğurdun arı ısırmasına iyi geldiğini, arının zehrini aldığını anlatmaya çalıştı. Zewe oğlunu kucağına alıp, onu yatıştırırken kocası Heyder de, Şamlının evinin alt yamacında bulunan bakkaliye dükkanından yeni dönmüştü. Foto ile tanışmaları ve ahbap olmaları uzun sürmedi. Sanki birbirlerini kırk yıldır tanıyorlardı. Haydar bu genç adamı çok sevdi, kendisine hemen kanı kaynadı. Kısa bir söyleşinin ardından Foto, etrafta dolanmakta olan bu bal arılarını kaçırmamak gerektiğini bunların velinimet olduğunu anlatmaya çalıştı. Hemen bulup buluşturduğu iki taşı birbirine vurarak arıları bir duvar dibine yönlendirmeye çalıştı. Binlerce arı vızıldayarak bir köşede üst üste konmaya başlarken; Foto Zewe’ye zahmet olmazsa çok şekerli bir şerbet hazırlamasını söyledi. Bu adam da nereden çıkmıştı, kimdi neyin nesiydi gibi, kafasında bir yığın soruyla Zewe istenilen şerbeti hazırlayıp getirdi. Foto şerbeti alıp, damın yağmur oluğuna döktü. Şerbeti dökmesi ile birlikte, arıların yığınlar halinde buraya hareket ettiklerini gördüklerinde, Foto istediğinin yerine geldiğini gördü. Tanışma faslını fazla ilerletmeden, etraftan bulup buluşturduğu tahtalarla bir arı kovanı yapmaya çalıştı ve arta kalan şerbeti bu kovanın içine döktü. Kovana dökülen şerbetin ardından tüm arılar bu kez de kovanın içine doğru harekete geçtiler. Bu arada Mustafa’nın feryadı da sona ermişti. Foto tekrar Mustafa’ya gidip, onu kucağına alarak sevmeye başladı. Mustafa’nın yanağını okşayıp;
“Bana Gemici derler, gel senin de ikinci adın Gemici olsun” deyip, Mustafa’yı kucağından sevgiyle yere indirdi.
Foto Mustafa’nın babası Haydar’ın koluna girip, hikayesinden uygun gördüğü, bazı kısımları anlatmaya başladı.
Kendisi Diyarbakır’lıydı. Ermeni kökenli olduğu halde bunu söylemek istemedi. Diyarbakır’da Hançepek Mahellesi’de (Gavur Mahallesi) doğmuş, büyümüştü. Babası mahallenin kilisesinde zangoçluk yapan Manyel Gemiciyan, annesinin adı ise Senem Hanımdı. Senem Hanım mahallede “zangoçun karısı” olarakta bilinirdi. Mahallede kimler yoktu ki; Ermeniler, Türkler, Kürtler, Araplar, Yahudiler, Süryaniler ve daha pek çok milletten insanlar vardı ve bunlar birbirleri ile akraba misali barış ve huzur içinde iç içe yaşıyorlardı. Fakat daha sonraları sıkıntılı anlar yaşanmaya başlayınca, Foto da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Haydar bu şen şakrak; belli ki çok görgülü, bilgili ve de becerikli adamı çok sevmişti. Foto yaklaşık olarak iki yıl gibi bir süre köyde kaldı. Bu iki yıl zarfında köylülerin şimşeklerini ve şüphelerini üzerine çekmemek için Cuma namazlarına gidiyor ve elinden geldiğince bilgi ve becerisi dahilinde tüm köylülerin yardımına koşup, bir dediklerini iki etmiyordu. İnsanlara yardım için o evden diğerine koşuyor, becerikli usta ellerinden hiç bir şey kurtulmuyordu. Sonuçta ortaya çıkan işin güzelliğinin, ince ve detaylı estetiğinin karşısında insanlar hayrete düşüp, kendisine minnettarlıklarını dile getiriyorlardı. Yardımlarından dolayı hiç kimseden bir karşılık beklemiyor, yemek yapmak veya onun için kesmek üzere evin horozuna uzanan elleri, büyük bir ısrarla vaz geçiriyordu. Her şeyi gönüllülük temelinde seve seve yaparken bu onu çok mutlu kılıyordu. Foto elbette çok sevildiği bu köyde ömür boyu kalmayı düşünmüyordu. Bu nedenle bir an evvel gitmek içinde, sık sık işlemlerini tamamlayıp, yurt dışına gitme planları yapıyordu. Boş zamanlarında arılara bakıyor, ellerine ve yüzüne ya naylon torbalar geçiriyor veya yaktığı ateşin dumanını arılara doğru tüttürerek arıları bir an için kovanlardan uzaklaştırdıktan sonra, gidip kovanlardaki balı kovalara dolduruyordu. Haydar ve Foto daha bal denilen bu besinle yeni tanışan köylülere, bunu satıp, kendilerine yan bir gelir sağlamaya çalışıyorlardı.
Mustafa yanındayken Foto’nun keyfine diyecek yoktu. Lakin ne zaman ki köylü kadınlardan biri, kendi çocuğuna veya başkasının çocuğuna kızdığında;
“Le la doli Ermaniya no. – Ula Ermeni dölü.” diye bağırdığında, kendi halkının adının küfür olarak kullanılması, tüm neşesini kaçırıyor ve uzun bir süre hüzünlenmesine mani olamıyordu. Elbette tüm bu çirkinlikler insanların ağzından bilinçsizce çıkıyordu, ama yine de karalamanın bu boyutta olması üzücüydü.
Köye geleli iki yıl kadar bir zaman olmuştu ki, günlerden bir gün Foto dört günlüğüne gittiği Ankara’dan sevinç ve üzüntü karışımı buruk duygularla tekrar döndü. Fransa’ya gitmek için konsolosluğa yapmış olduğu başvurudan en nihayetinde olumlu yanıt gelmişti. Gideceğinden dolayı oldukça seviniyor, tamamıyla kaynaşmış olduğu bu köylülerden ayrılacağı için de çok üzülüyordu. Ankara’dan beraberinde köydeki çocuklara dağıtmak üzere kilolarca şeker getirmişti. Her zaman olduğu gibi köy camisinin alt tarafına gidip, gelen çocuklara son kez şeker dağıttı. Haberi duyan her çocuk, suya atılan ekmek parçasına üşüşen balıklar gibi, camiye doğru koşup, Foto’nun başına üşüştüler. Hep bir ağızdan;
“Xale Foto ka şekiri ki ji bide min. – Foto Dayi bir şeker de bana ver” diye küçük ellerini ileri doğru uzatıp, avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Foto elbette bu arada büyüyüp, neredeyse dört yaşına gelen Mustafa Gemici’nin torpilli payını da ayırmayı ihmal etmiyordu. Foto’yu tarifi mümkün olmayan bir hüzün sarmıştı. Oysa bu köye, bu insanlara, misafirperverliklerine, yakınlıklarına ne kadar alışmış ve kendisini onlardan biri olarak görür hale gelmişti. Ayrılık zamanı gelip çatmıştı. Mustafa’nın elinden tutup iki üç gün boyunca köydeki tüm evleri tek tek dolaşıp, onlarla vedalaştı. Yaşlı kadınlar, erkekler kendi oğullarından ayrılıyormuş gibi onunla vedalaşıyor, ferri iyiden iyiye kaçmış, kırışık gözlerinde oluşan buğuya engel olamıyorlardı. İnsanın insana olan sevgisinin en iyi örneği bu anlarda tüm güzelliği ile göz önüne seriliyordu. Gittiği her evde, ev halkı ile tek tek helalleşen Foto buruk duygular ve büyük bir hüzünle yoldaşı Mustafa Gemici’nin elinden tutup, diğer bir seremoni için başka bir eve yöneliyordu.
Ayrılık günü tüm köy halkı yol kenarına toplanmıştı. Köylülerin kafaları duydukları üzüntüden dolayı önlerine doğru eğik vaziyetteydi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Köylü kadınlar kovalara doldurdukları sularını beraberlerinde getirmişlerdi. Durumu iyi olan köylüler ellerini ceplerine daldırıp, ona zorla da olsa gönüllerinden kopan bir miktar harçlık vermeye çalışıyorlardı. Bu genç adam terbiyesi, ahlakı, saygılı davranışları, yardım severliği, bilgi ve becerisi ile bunca insanın gönüllerindeki tahta oturmuştu. Pek çok genç kız bu genç adama platonik bir aşkla bağlanmıştı. Kimse kimseye bu sırrını açıklama cesaretini gösteremiyordu. Bu kalabalık içinde en buruk acılar içinde olanlar, bu gizli sevginin sahipleriydi. Foto herkesle kucaklaşıp, öpüştükten sonra ayaklarının dibinde dolanıp, olup biteni anlamaya çalışan ve paytak paytak yürüyen Mustafa’yı kucağına aldı ve ona sarılırken göz yaşlarını daha fazla tutamadan, yüksek sesle ağlayıp Mustafa’yı defalarca öptü. Ardından başı eğik, tahta bavulunu alıp, kendisini bekleyen arabaya bindi. Araba hızla kalkıp, büyük bir toz bulutu kaldırarak hareket etti. Köylüler ilk anlarda Foto’nun ısrarlı el sallayışlarını gördülerse de daha sonra araya giren toz bulutları buna engel oldular.
Foto’nun gidişinin ardından, tam bir hafta gibi bir zaman geçmişti ki, Foto’dan öğrendiği şekilde kafasına ve ellerine naylon torbalar geçirip, arı kovanına gidip ganimetini almak isteyen Haydar, ne yazık ki eli boş döndü. Foto’nun gidişinin ardından arılar da yuvalarını terk edip, başka kıçlar ısırmak üzere uzaklara, başka diyarlara göç etmişlerdi.
Foto Mustafa’nın (Gemici) hayatında büyük bir yer edinmişti. Mustafa sürekli bacaklarına dolandığı adaşı Foto’yu çok uzun bir süre yokluğuna anlam veremeden arayıp durdu. Uzun yıllar Foto’nun hikayeleri ve anıları kulaklarında çınladı. Yedi yaşına geldiğinde ilk okula kaydını yaptırdı. Fakat Musatafa’nın okula karşı hiç ilgisi yoktu. Sürekli traktörleri ile haşır neşir oluyor, direksiyona geçip habire kendi kendisine “Düüüt düüüüüt” deyip, direksiyonu çeviriyor, ardından da motor sesini çıkararak, arkadaşları ev ödevlerini yaparken veya dışarıda birbirleri ile oynarken, o traktöre biniyordu. Çok geçmeden traktör sürmesini öğrendi. Dokuz yaşına geldiğinde de artık evin tüm işlerini traktörle yapıyordu. Şoförlüğüne diyecek yoktu. Fren pedallerine ayakları yetişmediğinden, ayağa kalkıp aniden fren pedallerinin üzerinde dikelip, traktörü istediği yerde durduruyordu. Rüyalarında dahi hep uçarcasına traktör sürüyor, hızla ordan oraya gidiyordu.
Birinci sınıfın sonlarına doğru okuma ve yazmayı artık söker hale gelen arkadaşları, Mustafa üçüncü sınıfa geldiği halde bu düğümü bir türlü çözemedi. Varı yoğu tek aşkı traktörüydü. İlkokul üçüncü sınıfta okutulan Uzun Mehmet hikayesi onu çok sarmıştı. Bu hikayeyi kafasından kelimesi kelimesine ezberleyerek, okuyormuş gibi yapıyordu. Hikayeye göre; Uzun Mehmet askerde bulunduğu sırada, komutanı askerlerine kömür denilen çok değerli bir taşın olduğunu, bu taşın ateşte yandığı için enerji kaynağı olduğunu uzun uzadıya anlatmış ve teskerelerini alıp, memleketlerine gittiklerinde bu madeni aramalarını tembihlemişti. Uzun Mehmet de memleketi Zonguldak’a gittiğinde kulak ardı etmediği bu tembihten yola çıkarak dere tepe dolaşıp, kömür madeni aramış ve sonuçta bu kara cevherin yatağını bulmuştu. Derken hikaye devam ediyordu; “Uzun Mehmet kömürü buldu. Vatana millete yararlı oldu. Uzun Mehmet….” Tüm ilkokul hayatı Uzun Mehmet’le geçti. Uzun Mehmet, Mustafa için dünyanın en büyük mucidiydi. Einstein, Edison, Galileo, Copernik, Macellan, Pasteur ve diğer tüm büyük mucitler Uzun Mehmet’in yanında solda sıfır kalıyorlardı. “En büyük Uzun Mehmet, başka büyük yok. Gemici Mustafa Uzun Mehmet’le gurur duyuyordu.” Foto’dan sonra Uzun Mehmet’in yeri de Gemici Mustafa’nın yanında tartışılmazdı, o da kendisinin ikinci idolüydü.
Bir süre sonra Uzun Mehmet’li dönem de geride kaldı. Gemici Mustafa büyüdü, serpildi, gelişti. Lakin dünyası ve yaşamı sadece çalışmaktan ibaret hale geldi. Gecesi ve gündüzü birbirine karıştı ve o hep çalıştı, çalıştı. Mustafa için yaşam siyah saçları kötü bir makasla kırpılan bir çocuk gibi olabildiğince umarsız geçiyordu. Hayatında pek çok insan gibi, o da bir restauranta gidip, gerine gerine (Bilindiği gibi para gücü insanımızı böylesi tavırlar içine olmaya zorluyor.) “oğlum ver ordan bana bir şiş, bir salata ve ayran, şu masayı donat hele” demedi. Hiç bir gün tatile, sinemaya, tiyatroya, konsere, opera ve baleye gitme gibi bir kaygısı veya lüksü olmadı.
Okulda başarılı olmasa da Zewe Heci’nin çok çalışkan, saf, temiz, kalbinde hiç bir kötülüğe yer olmayan ve artık yetişkin, çoluk çocuk sahibi bir oğlu vardı. Bu oğlu onu terk etmemiş, hep onun yanında kalarak, anne ve babasının hizmetinde olmuştu. İyi ki tanrıdan Musatafa’nın olması için istekte bulunmuştu. İyi ki Gemici Mustafa’sı vardı. Hizmetlerinden, hürmetinden, bağlılığından dolayı sağ olsun, var olsundu.
“En büyük Gemici Mustafa, başka büyük yok. Zewe Heci seninle gurur duyuyor!”

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 20 Ağustos 2007 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...