BAY PİPO
İsfendiyar dağları
Karadeniz kıyılarına doğru bir yayçizerken, orta kesimlerde iki binli metrelere
kadar deniz mavisini aratmayan gökyüzüne pençeleri ile tutunarak tırmanır, bu
yükseklikte pamuksu yavukluları bulutlarla buluşur, doruklardaki bu buluşma
noktasını Yaralıgöz Dağı olarak adlandırır. Kızılırmak ise bilindiği gibi; İç
Anadolu’dan başlayarak, Karadeniz’e doğru rahvan koşar, büyükçe bir kavis çizer
ve o da bu toprakları sanki sevgilisi ile hasret giderircesine bağrına bastırıp
kucaklar. Gök ırmak; Kuzeyde Kastamonu il sınırları içinde, Yaralıgöz Dağına
sırtını “ooh gel keyfim gel” diyerek yasladığı yalçın İsfendiyar Dağlarından
beslenir, büyük bir mutlulukla Kızıl ırmağın koluna girer ve bölgesinde
otonomluğunun meyvesi olan özgürlüğü, tepe tepe kullanmaktan geri kalmaz. Gök
ırmak, Kızıl ırmağın debisinin artmasına katkıda bulunur ve bunun karşılığında
onun şemsiyesi altında pek çok türküye konu olan “Suları ne kara olan, uuy gidi
Karadeniz’e” dökülür.
Gök ırmak Kastamonu
ilinin Taşköprü ilçesinden geçerek; bu ücra köşedeki küçük kasabaya ayrı bir
güzellik ve albeni katar, bu yerleşim yerinin estetik bir görünüme sahip
olmasına katkı sunar. Taşköprü iyi kalite sarımsak yetiştirmesi ile ünlüdür. Her
ne kadar sarımsak ile kültür bağlantısında bir alaka kurmak güç olsa da, her
yıl hasat zamanı düzenlenen “Taşköprü Sarımsak ve Kültür Festivali” ilçede
gelenekselleşmiştir. Bu çok büyük olmayan ilçe irili ufaklı çeşitli
mahallelerden oluşur ki, bunların bazıları: Gizlice, Pulcular, Bahçelievler ve
Musalla Mahalleridir.
Hikâyemizin
kahramanlarından Şehmuz Bey; iki katlı, büyük bir bahçesi olan villa benzer bir
evde, Taşköprü’nün güzel mahallelerinden Gizlice’de, karısı Ferhunde Hanımla
otururdu. Kapısının önünde de o zamanlar her evin önünde kolayca olmayan
Chavrolet arabaları eksik değildi. Şehmuz Bey orta boyun biraz üstünde, şişkin
yanaklı, pala bıyık, şiş gözlerinde çoğunlukla buğulu gözlüğü hiç eksik
olmayan; neşeli, hayatın tadını çıkarmaya çalışan şen şakrak biriydi. Karısı
Ferhunde Hanımda bir o kadar şen şakrak, genç yaşta büyük bir kısmı tamamen
kırlaşan saçlarını her on günde bir açık sarıya boyayan, orta boylu, ince belli
çıtı pıtı bir hanımdı. Şehmuz Bey beş yıl kadar Samsun Ziraat Bankası şubesinde
bir fiil çalıştıktan sonra, memleketi Taşköprü’ye çalıştığı bankanın şube
müdürü konumunda bir kariyerle döndü.
Bankaya geldiği ilk
günden itibaren kendisinin yardımcısı makamında olan Ferhunde Hanımla
yıldızları barışmış, zamanla oluşan tılsımın da etkisi ile birbirlerine âşık
olmuşlar ve ardında Taşköprü, Kastamonu, çevre il ve ilçelerin ileri gelen
eşrafının yoğun katılımıyla, şaşaalı bir düğün töreninden sonra dünya evine
girdiler. Evliliklerinin üzerinden iki yıl geçtikten sonra doğan oğullarına
Rıza adını verdiler. Araya giren yirmi yıl, yani yirmi Sarımsak ve Kültür
Festivalinin ardından, el bebek gül bebek büyütüp, iyi bir eğitimden yoksun
bırakmadıkları oğulları da on sekiz yaşındaydı artık. Çok mutlu, sorunsuz,
sevgi ve saygıdan ibaret bir birliktelikleri vardı. Oğulları onların her şeyi
ve en değerli varlıklarıydı.
Rıza lise eğitiminin
ardından, Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversite’sinde eğitimine devam etmek
üzere Şehmuz Bey’i ve Ferhunde Hanımı memleketleri Taşköprü´de bırakarak Ankara’ya
taşındı. Bu zoraki ayrılıktan dolayı, çok derin bir üzüntüye boğuldular. Fakat
oğullarının parlak bir geleceğe sahip olması için buna katlanmak zorundaydılar.
Hayat kendilerine başka seçenek bırakmıyordu.
Şehmuz Bey biricik oğlu Rıza’ya Ankara´nın Abidin Paşa semtinde iki oda
bir salondan oluşan mütevazi küçük bir daire kiraladı. O okuyacak ve büyük adam
olacaktı. Anne ve babanın; bu konuda oğullarına olan güvenleri tamdı. Ellerinde
avuçlarında ne varsa, onu bu uğurda
seferber edecekler ve oğullarının istikbali için her türlü özveride
bulunacaklardı. Geçen zaman zarfında bunu fazlasıyla yaptılar. Ellerinden
geleni hiç bir zaman esirgemediler.
Rıza ise okulda çok
başarılı bir öğrenciydi. Başarısının yanı sıra, öğrenci örgütlenmelerinde en ön
saflarda kale gibi yerini alarak, yeni oluşumların, örgütlenmelerin vücut
bulmasına önayak oluyordu. Gerek başarılı bir öğrenci olmasından, gerekse
demokratik öğrenci örgütlenmelerinde en ön saflarda yer almasından dolayı,
parmakla gösteriliyor ve o tüm herkesin sempatisine ve sevgisine sahip
oluyordu. Onu tanıyan ve adını duyan herkes onun ileride matematik alanında
büyük bir bilim adamı olacağını, dünyada bu konuda ses getireceğine tüm
kalpleri ile inanıyorlardı. Üniversitedeki yılları öğrenci örgütlenmelerinde
yer alarak, bir yandan da uzmanlaştığı konuda derin araştırmalara girerek,
keşfedilmemişleri ortaya çıkararak tez elden gelip, geçti.
Okulu birincilikle
bitirirken daha ikinci sınıftayken, ününü duyan finans kuruluşları onun peşine
düşmüşlerdi. Okul tam bitmek üzereyken çok büyük bir finans kuruluşu çok cazip
bir teklifle kendisine ulaşıp, çok iyi şartlarda iş verdi. Her şey yolunda
gidiyordu. Anne ve babası da oğullarının bu üstün başarılarından dolayı oldukça
gururluydular. Tek korkuları onun siyasi girişimleri ve kendisi açısından
tehlike arz eden siyasi fikirleri ve eylemlilikleriydi. İki yıl gibi özel bir
şirkette çalışan Rıza, daha iyi bir makam, yetki ve konumla bir devlet
kuruluşuna kapağı attı. Bu kurumda da sürekli araştırmalar yapıyor, gecesini
gündüzüne katıp, bilim dünyasında karanlıkta kalan noktalara ışık tutmaya
çalışıyordu. Yıllar birbirini kovalarken, Rıza da kariyerinin çıtasını gün geçtikçe
daha bir yükseltiyordu.
Devlet adına sık sık yurt
dışına gidiyor, yetkili kılınıp büyük kararlara imza atıyor, tüm kıtalarda
düzenlenen bilimsel konferans ve seminerlere bilirkişi sıfatıyla Türkiye adına
katılıyor ve dünyanın dört bir yanında çalışmalarından dolayı el üstünde
tutuluyordu.
Bin dokuz yüz seksen
yılının yedi Eylül’ünde Fransa’da yapılacak olan bir konferansa katılmak üzere
bir kez daha uçağa binip, Paris’in yolunu tuttu.
Daha önceleri de sık sık
geldiği bu şehre alabildiğine vurgundu. İstanbul’dan sonra dünyada en sevdiği
şehirlerin başında Paris geliyordu.
Konferans için yine Paris’e gelmişti. Hilton’da kendisi için ayrılan
odaya yerleşti. Konferans´ın yapılmasına daha üç gün gibi bir süre vardı ve
konferans on Eylülde başlayacaktı. Konferansa ikinci konuşmacı olarak davet
edilen ve başarılı bir konuşma ile konuşmasını yapıp, yeni tezlerini ve
formüllerini sunan Rıza dakikalarca ayakta alkışlandı. Coşkulu alkışlar başını
döndüre dururken, o da kendi kendisiyle gurur duyuyor, yaptığı işin büyüklüğü
öz güvenini daha da artırıyordu. Paris’te pek çok bilimsel toplantıya davet
edilerek, derin bilgisine ve görüşlerine başvuruluyordu. Her gün yorgun argın otelinin
yolunu tutarken, pili bitik bir halde odasında boylu boyunca, elbiseleri ile
yatağına uzanıyordu.
Yine aynı vaziyette
yatağına uzanmak üzereydi ki, televizyonda sürekli Türkiye ile ilgili haberlerin
okunduğunu, müthiş bir karmaşanın söz konusu olduğunu fark etti. Takvimler on
iki eylül bin dokuz yüz sekseni gösteriyordu. Sonuçta kaçınılmaz sonuç gelip
kendisini dayatmış ve ordu yönetime el koymuştu. Bütün evlere baskınlar
yapılarak; demokratlar, ilericiler, yurtseverler tutuklanıyordu. Rıza’nın
Ankara’daki evine ve Taşköprü’deki baba evine de baskın yapmışlar ve Rıza’yı
sormuşlardı. Tüm bunları ancak ertesi gün öğrenebilmişti. Babası ve annesi
gelmemesini ve Paris’te kalmasını sağlık veriyorlardı. Gelmesi halinde hemen
tutuklanacak ve belki de çok kötü durumlarla karşı karşıya kalacaktı. Rıza yurt
dışındaki gezilerinde artık herkes tarafından Rıza Hoca olarak biliniyordu.
Namı dört bir yana yayılmıştı. Ağzından düşmeyen piposu onun vazgeçilmez bir
ayrıntısı, aksesuarı ve bir parçasıydı. Rıza Hoca denildiği zaman, onu tanıyan
herkes gözlerinin önüne hemen onun pipolu, sakallı ve gözlüklü bir siluetini
getiriyorlardı.
Rıza Hoca şans eseri çok
kritik bir zamanda yurt dışına çıkmıştı. Bir yerde şansı yaver gitmiş, yıllarca
sürecek olan mahkûmiyeti ve kötü muameleleri kıl payı atlatmıştı. Hemen Paris’te
bulunan tanıdıkları ile ilişkiye geçip, burada iltica talebinde bulunmak
istediğini iletti. Fransız makamları böylesi bir beyne tüm kapılarını açıp,
kendisini baş göz üstüne buyur ettiler. Çok kısa işlemler dizisinden sonra,
talebi kabul edildi. Kendisine Paris’in banliyölerinin birinde dayalı döşeli
bir ev verildi. Hatta bir süre sonra da, üniversitede ders vermesi ve bilimsel
araştırmalarına devam etmesi için bir de iş olanağı tanındı. Rıza Hoca için
sorun oluşturacak bir durum yoktu. Tüm istekleri kabul ediliyor, işleri yolunda
gidiyordu. Aradan geçen zamanla birlikte Türkiye’yi oldukça özler hale geldi.
Oradaki ortam şu an bulunduğu yere kıyasla çok daha farklıydı. Arkadaşlıkların,
dostlukların tadı farklıydı. Oysa burada her şey ona yavan, tatsız, tuzsuz ve de
yapay geliyordu. Evet, güzel bir ülke,
kültürel patlamaların, rönesansların, yeniliklerin alabildiğine doyurucu bir
şekilde yaşandığı bir yerdi. Fakat yine de vaziyet pek de istenildiği gibi
berkemal değildi. Sanki bir şeyler eksikti.
Paris’e geleli yaklaşık
iki seneyi geçiyordu. Gün geçtikçe onunda yaşı ilerliyor ve kendisi de kırk
yaşına geliyordu. Şakaklarına akları yavaş yavaş düşüren ilerleyen zamanın
kendisine getirisi, arkadaşlığını iyice arttırdığı İstanbullu Leyla Hanımla
evlenmesiydi. Leyla Hanım ile sade bir törenle evlenip, dünya evine girdi. Bu
arada titiz davranıp, işini ve dostlarını ihmal etmemeye çalışsa da, zamanla
çevresinde dostlukların, arkadaşlıkların birer birer kaybolduğunu, bir
zamanların omuzlarda taşınan Rıza Hoca’sının yerini dalga mahiyetinde Pay Pipo ya
dönüştüğünü görmüyor değildi. Leyla Hanım’la olan evliliğinin daha başlardan
itibaren pek elle tutulur bir yanı yoktu. Sanki nikâh için attıkları imzalar,
aşklarını yüreklerinden söküp atmıştı. Leyla Hanım sürekli sorun çıkarıp,
kendisi ile ters düşüyor, bir zamanların aşkı ise giderek küllenmeye yüz
tutuyordu. Her ikisi de parlayıp parlayıp birbirlerini paylamaktan ve
paralamaktan geri kalmıyorlardı. Bu birliktelikte de, meşhur piposu gelip sorun
olmaya başlamıştı. Oysa onun tek dostu, sığınağı ve en büyük merakı
pipolarıydı. Gittiği her şehir ve ülkede, hemen bir tütüncüye gidip, pipolara
bakıyor, onları eline alıyor, ölçüp biçiyor, büyük bir keyifle ağzına götürüp
piponun kalitesini kontrol ediyordu. Gül ağacından yapılan pipolara hayran
kalıyor ve ücretini hiç önemsemeden ödeyip, onları da koleksiyonuna dahil
ettikten sonra “ooh” deyip, derin bir nefes alıyordu.
Kendisi Türkiye’ye gidip
gelemediğinden, memlekete giden her tanıdığına lüle taşından yapılmış olan
pipolardan sipariş vermeyi ise asla ihmal etmiyordu. Pipolarını kendi
çocuklarıymış gibi alıp okşuyor ve onları saatlerce temizliyor, evirip
çeviriyor, onarla uzun uzadıya pür telaş uğraşıyor ve bu hizmetinin ardından,
keyiften çakır bir şekilde piposunu hışımla art arda tüttürüyor, adeta her
defasında trans oluyordu.
Evliliği iyice sarpa
sardı ve kendisi için büyük bir sorun ve ayak bağı haline geldi. Leyla Hanım
pipolarını alıp, kırıyor ve oraya buraya fırlatıyordu. Böylesi her davranışın
ardından Rıza Hoca ise cinnet geçirecek hale geliyor, sinir krizleri geçirip,
kendisini kaybediyordu. Sonunda Leyla Hanım pipoları ile kendi arasında bir
seçim yapması gerektiğini dayatınca; Rıza Hoca evin dört bir tarafına
fırlatılan pipolarından yana seçimini yapınca, Leyla Hanım da kendisine yer
olmadığını görerek, evi terk etti. Rıza Hoca sevgili pipoları ile baş başa
kalmıştı. Artık onları olur olmaz her yere fırlatan birileri yoktu. İşin garip
tarafı kendisini terk eden bir tek Leyla Hanım değildi. Geçen her gün, yeni bir
arkadaşının daha kendisini terk-i revan etmesini beraberinde getiriyor ve Rıza
Hoca gün geçtikçe yapayalnız kalıyordu.
Etrafında ne yazık ki, ne bir dostu ne de tanıdık bir çehre kalmıştı.
Bilim ve irfandan tamamıyla uzaklaşmış, bir yerde zavallılaşmıştı. Çok parlak
olan bir yıldız adeta ışık saçamaz hale geldi. Hiç düşünemeyen, üretemeyen ve
her alanda sürekli gerileyen biri halindeydi.
Gençliğinde hararetli
olarak arkasında durduğu ve korkusuzca savunduğu görüşlerini de yüzüstü
bırakıverdi. Özel hayatında da hiç kimsenin ve hiç bir şeyin yeri kalmadı.
Sağlığını, temizliğini ve beslenmesini tamamıyla ihmal eder hale geldi. Yatak
çarşaflarını falan yıkadığı yoktu. Hafta da bir üşene üşene küflenen
bulaşıklarını yarım yamalak yıkar gibi yapıyordu. Her gün duş alıp, dakikalarca
yıkanan Rıza Hoca ayda bir kez zar zor yıkanan, kokan bir insan oldu. Yemek
yeme tarzı ilkelleşti, çatal bıçak kullanmayı bir tarafa bıraktı. Gazete, kitap
veya bir şeyler okuyup, en azından dünyadaki gelişmeler hakkında az da olsa
bilgi sahibi olmayı aklından dahi geçirmez hale geldi. Her şeye uzak duruyor, hiç
bir gelişme onun ilgisini çekmediği gibi, acı olan da buna hiç gereksinim
duymamasıydı. Fakat ağzında duman uyku saatleri haricinde fabrika bacası misali
zincirleme olarak sürekli tütüyordu. İçine tamamıyla kapandı, var olan ilişkilerini
de tüketip, sıfırladı. Tek ilişkisi mahallesindeki Türk esnafıyla olan sıradan
kontağıydı ki, onlarda müşteri olduğu için ve biraz da kendisine acıdıklarından
selam veriyor, yarım ağız da olsa hal hatırını soruyorlardı. Onun kendisini eskiden
bilim adamı olarak tanıtmasına kih kih gülüp, “sen onu külahıma anlat. Biraz
daha aşağıdan at civcivlerde yesin” dercesine, dalga geçiyorlardı. Ardından da,
tezgâhlarının ardından ihtişamlı göbeklerini vitrinlerine dayarlarken, dağınık
saçlı kafalarını eğik bir şekilde uzatıp:
“Rıza Hocaaa... sorması
ayıp; siz hangi bilimin adamıydınız?” Alaya alındığını fark eden Rıza Hoca, söz
konusu esnafa dönüp:
“Git işine be kardeşim,
edepsizlik etme, kendi işine gücüne bak. Sana ne benim bilimimden, ilmimden. Ne
anlarsın sen. Tövbe tövbeee. Ver bana oradan,
bir kutu fıstıklı helva, iki paket bisküvi.” der, hiddetle dik dik bakar ve
ardından da ağız dolusu mırıldanırken:
“Şişko Deyyus, mendebur
herif” demeyi de ihmal etmiyordu.
Tek merhabalaştığı insanlar, eğitim düzeyi düşük olan
insanlar olduğundan gün geçtikçe,
onlardan pek farkı kalmayacak hale geldi. Dünyaya bakışı tamamıyla
değişirken, basit sıradan bir insanın dünyayı yorumlaması ile aynı paralel de
kalıyordu. Yıllarca bir kez olsun memleketine gitme girişiminde bulunmadan yaşlandı,
miskinleşti, silikleşti.
Dünyası küçüldükçe
küçüldü. Bilim adamlığına yakışmayan abuk sabuk şeyleri savunur oldu.
İlericiliğinden, demokratlığından zerre kadar eser kalmadı. Bağnazlığı ve gericiliği
hat safhaya ulaştı. Dünyaya tek pencereden at gözlükleri ile bakar oldu.
Yüzüstü bıraktığı
sarımsak diyarı memleketi Taşköprü’den, yalçın İsfendiyar Dağları’ndan,
Yaralıgöz Dağı’ndan, Gök Irmak’tan ve Kızılırmak’tan bir selam olsun gelmez
oldu. Köklerinden kopup, başka bir
ortamda kök salmaya çalışan bir insan beton zemine kök salmaya çalıştıysa da,
bunda başarılı olamadı. Açıkta kalan narin
kökleri ezildi, kurudu, yok oldu. İçi boş bir ceviz gibi oradan oraya
yuvarlanıp durdu.
Faturası kabarık olan bir
bedel pisipisine ödenirken, bilim adamlığı ve entelektüel görünümünden arta
kalan tek yansıma: sakalları, şapkası, kalın camlı gözlükleri ve genç bir kızın
göğsünü avuçlarcasına hep elinde tuttuğu, tek dostu piposuydu.
Ah ne yazık ki ona
tükendi, yok oldu o. Bilim dünyasının şavk dolu bir ışığı bir daha ışıldamamak
üzere söndü. Bitti. Bir insan, bir deha, bir aydın bitti!
Amsterdam, 01 Ekim 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder