31 Ağustos 2010 Salı

HESENIKO

HESENİKO

Köyde bütün konu komşu onu Purto diye çağırır ve yörede öyle tanınırdı. Bu isim, yörede konuşulan Kürtçede çok yemek yiyen anlamındaydı. İç Anadolu Bölgesinin pek çok ilçe ve köylerine serpiştirilmiş olan Heciban, Canberg, Halikan, Mifkan, Omeran, Sevidi, Bıllıkan, Sawıkan, Şıxbızın, Têrkan ve diğer tüm göçmen Kürt aşiretlerinde böyle modern ve vokabüler bir isme rastlamak olası değildi. Purto, tipik bir Kürt isminden çok, bir Avrupa’lı ismi gibiydi. Kendisi de bir Avrupa’lı gibi iri yarı cüsseli, izbandutvari bir adamdı. Düz gür saçlı, kapkara bıyıklı, buğday tenli, iri burunlu, geniş alınlı, yuvarlak çehreli ve herkes gibi onun da elbette iki gözü vardı, ama onunkiler iri ve kestane rengiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse eli hiçte tez biri değildi, onun film karelerine bakıldığında adımların, hareketlerin, oturup kalkmaların, konuşmaların çok aheste ve ağır çekimli olduğu hemen göze çarpıyordu. Gençliğinin en güzel vede aynı zamanda buhranlı yıllarını da ağır çekimli olarak, vatana millete hizmet ederek, askerde geçirmişti. Onun zamanında askerlik, insan ömründen dört yılını bir kalemde alıp götürür, uzunca bitmek tükenmek bilmez, insanı çileden çıkartır, nerdeyse dinden imandan ederdi.
Purto askere gidene kadar köyden dışarı adımını atmamış, koskoca dünyaya sadece köyünün küçücük penceresinden bakmıştı. Haliyle askere gittiğinde de tek kelime Türkçe bilmiyordu. Çok uzunca bir zaman kafa kol işaretleri ile, daha sonra da öğrendiği bir kaç kelime Türkçe ile tarzanca kafa göz yara yara idare etmek zorunda kaldı. İaşe bedelini ve sülüsünü alıp, günlerce süren yorucu bir yolculuğun ardından, uzun uzun kavakların semalarda birbirine dallarını ve yapraklarını salladığı, yolları taşlı Tokat’taki birliğine katıldı. Burası kendisi için çok ayrıcalıklı bir dünyaydı. İri kıyım bir genç olmasına rağmen, elinden hiç bir iş gelmeyen birisi olduğu çok geçmeden Manisa’lı Hüseyin Çavuş tarafından da anlaşıldı. Hüseyin Çavuş Purto’nun yanına gelip durduğu zaman neredeyse onun yarısı kadar geliyordu. Önce kendisini Purto ile kıyaslayarak, müthiş bir aşağılık kompleksine kapıldı. İçinden tanrıya biraz sitem edip, daha sonra sidik yarışına girmenin gereksizliğinde karar kılarak, kendisini toparladı.
“Söyle bakalım lan senin adin nedir? Nerelisin?” diye yüksek bir sesle çıkışarak sordu.
Purto boynunu büküp, söylenenleri anlamadığını vücut diliyle anlatmaya çalıştıysa da, Manisa’lı Hüseyin Çavuş’un vücut dilinden falan anladığı yoktu. Purto’nun eğik olan yanağına destekli bir tokat atınca, uzun koridorun otuz metre uzunluğundaki girişinden yankılanıp belli bir eko ile gelen şamar sesinden ve kalın derili suratında duyduğu acıyla kendine geldi. Bu Purto’nun şehr- i Tokat’ta yediği ilk tokattı. Hüseyin çavuş, Purto’nun elini ayağını tutup, hazır ol durumuna getirip, kendisini dikkatle izleyen Maraş’lı Ökkeş Onbaşıya, onu hemen alıp askeri mutfağa götürmesini emretti. Purto mutfakta aşçıbaşı Mardin’li Sımo’ya eti senin kemiği benim denerek teslim edildi. Purto kendisine hiç bir şey anlatılmadan, ordan oraya sürüklenip duruyordu. Purto daha içeri adımını atar atmaz, Sımo bu kaş, bu göz, boy ve endam olsa olsa bir Kürt’te bulunur deyip, sıcak bakışlarla ona baktı. Kıl olduğu Maraş’lı Ökkeş onbaşı mutfağı terk edip gidince, Sımo hemen hemen kendisi ile aynı boyda olan ve teslimiyatı yeni yapılan arkadaşına doğru yöneldi. Ona bir iki Türkçe soru sorup yanıt alamayınca, bozuk Türkçesini bir tarafa bir bırakıp, Kürtçe nereden geldiğini, adının ne olduğunu sordu. Zavallı Purto Kürtçe konuşulduğunu duyunca, arabistan çölünde uzandığı yerde üzerine soğuk su dökülmüş gibi irkilip, kendine geldi ve gerekli yanıtları verdi. Ve Purto’nun zaten ağır çekimle kapanan ağzı daha yeni kapanmıştı ki, Purto’yu götürüp mutfağın köşesinde bulunan büyük soğan torbalarının yanına ittiler. Purto askerlikte dört yıl boyunca sürekli iki gözü iki çeşme bir şekilde, bir saat dahi nöbet tutmadan, gece gündüz tonlarca soğan doğradı. Soğan doğrama dalında Guiness Rekorlar kitabına girmeyi hak ettiği halde, bu konuda kendisine yol gösteren olmadığı için, bu rekoru ondan çok gerilerde seyredenler alarak, verilen onca parayı da onlara kaptırdı. Dört yıl gibi bir zaman zarfında soğan doğrayıp, askerliğini bitiren Purto artık Türkçesini bir hayli ilerletmiş, dört nala giden feleğin çemberinden geçerek, bir kış günü teskeresini alıp, köyüne döndü. Çok uzun ve zorluklarla geçen uzunca bir yolculuktan sonra köyüne geldi. Anne ve babasının gelişinden haberleri yoktu. Akşam karanlığı basarken köyüne geldi ve direk babasının evine gitti. Annesi o yıl üst üste yağan karla ve soğukla bir hayli mücadele etmişti. Kış çok çetin geçiyor, bahara küsmüş gibi uzadıkça uzuyordu. Her Allah’ın günü erkenden kalkıp, ilk iş olarak yağan karları kürüyordu. O gün her nedense sanki oğlu Purto’nun geleceği içine doğmuş gibi akşam üzeri bir kez daha karı küreyip, geniş kerpiçle örülü avlusunun içini, kapısının önünü iyice süpürmüştü. Etrafı tertemiz yaptıktan sonra, ordan burdan bir sürü eski bez bulup, dış kapılarının deliklerini tıkayarak soğukların kapıdan geçmesini biraz olsun önlemeye çalıştı. Fakat kapıda o kadar çok delik ve çatlak vardı ki, dışarıdan kapıya bakanlar, rengarenk bezlerle işlenmiş bir kapıyı görüp, bunun bir el mahareti olduğunu sanıp, bu bezler süs olsun diye kapının orasına burasına iliştirildiğini sanacaklardı.
Purto, yağsızlıktan gıcırdayan avlu kapısını yavaşça açıp, içeri girdi. Etrafına bakındı, avluda kimsecikler yoktu. Annesinin etrafı tertemiz yapmış olduğunu görünce, onu ne kadar özlemiş olduğunu hatırladı. Aha beklenen gün gelmişti. Bir iki adım sonra annesinin kollarına atılacak, ellerinden öpüp, hayır dualarını alarak onu kucaklayacaktı.
Kapıyı yavaşça tıklatıp, içeri daldı. Anası gelenin komşu çocuklarından biri olduğunu sanarak pişirmekte olduğu bulgur pilavının yağını eritmekle meşguldü. Ortalığı mis gibi bir tereyağı kokusu kaplamıştı. Purto bu kokuya yıllardır hasret kalmıştı. Hani doğrusunu söylemek gerekirse bu koskoca Camili köyünde anasından güzel bulgur pilavı pişireni görmemişti. Hele de iyi gününe gelir; pilava yeşil mercimek katar, yufka ekmeğin üzerine dökerse, dünyanın en harika yemeği hazır demekti. Anasına hiç bir şey söylemeden bir kaç dakika durdu. Anası bulguru alıp tencereye koyup, iyice kızaran yağa dökerken Konya işi tahta kaşığı yere düştü. Kaşığını almak için eğilince bir de ne görsün, up uzun boylu
kara yağız bir delikanlı kendisini izliyordu. Biraz daha bakınca gencin kendi oğlu Purto olduğu kafasına dank etti. Sevinçten çığlık atınca, yan odada sabırsızlıkla pişmekte olan bulgur pilavını bekleyen kayın babası, yerinden celallenmiş olarak kalkıp, bastonunu yere vura vura geldi. Gelinine bağırarak:
“Çir bu? Dola cingana çir bu? – Ne oldu? Çingene dölü ne oldu?” diye söylenip bir yandan da odanın ortasında torunu Purto ile gelinin kucaklaşıp, hasretlik giderdiklerini görünce, söylediklerinden dolayı pişmanlık duyup, annesinin kollarından hemen kopup gelen torununu kucaklayıp, bir güzel öptü.
Annesi oğlunun da gelişiyle sevinçten uçarcasına, oğluna bakıp bakıp:
“Diya te kurbana te bi be. Lawooo.. lawe min. - Anan kurban olsun sana. Oğluumm.. Oğlum benim…” diye söylenirken, oğlu Purto’nun çok yemek yediğini hemen hatırlayıp, bir de keşk çorbası yapayım dedi. Sulanmış yalnız dört tane ekmeğini görünce, bu yufka sadece oğluma yetmez diye düşünerek, koşa koşa gidip, yeni evlenmiş olan köyün marangozu Mille Reşit’ in karısı Heve’ye gitti. Kapıya gelen yeni gelin Heve’ye acele ile oğlunun askerden geldiğini anlatıp, sözüne devam etti:
“Hev buke, nane me avkiri tuneyi, heyisa ka şeşik nan, bi den, bi de min. – Heve gelin, sulanmış ekmeğimiz yok, varsa bana borca, altı tane ekmek ver.” Deyip gelen ekmeği kapıp, hızla evine geldi. Ev halkını bir güzel doyurup, o gece huzur içinde uyuyup, ertesi sabah içindeki sevinçle tekrardan yeni güne kapısının önünde biriken, sabaha kadar yağan karı küredi.
Kış yavaş yavaş yerini güneşli günlere bırakıp, karlar eriyip, kırlar çeşitli çiçeklere bürünüp, dağ tepe burcu burcu kokulara ve yenebilen otlardan o yörede bolca yetişen kengerlerle, mantar, kümmi, yemlik, çıtlıx, tegircan, merdimelax, gizer, baldım, bivang adı verilen yeşilliklerle donanıp, yerini bereket müjdecisi bahara bırakıyordu. Köylü kadınlar, çocuklarla birlikte kırların yolunu tutup, dağ tepe demeden, her bir yanda bu otları hançerlerinin yardımı ile toplayıp, ekmeklerine katık yapıyorlardı. On on bir yaşlarında ki erkek çocukları, buldukları yarım metre boyundaki kazıklarını alıp, gördükleri kengerlere koşarcasına gidip, kazıklarının sivri olmayan taraflarını karınlarına dayayıp, ayaklarını düşmeyecek şekilde havaya kaldırarak, kengerlerin gövdelerini köklerinden koparıp, torbalarına dolduruyorlardı. Oğlu Purto askerden geleli bir hayli olmuştu. Annesi Purto’yu evlendirmek için sık sık kocası ile konuşuyordu. Gelen baharla birlikte oğulları Purto’yu nişanladılar, çok geçmeden oğulları için yüzlerinin akıyla, evlerinin çortanının yanına bir direği çakıp, bir de bayrak sallandırıp, direğin başına da elma takmak adetten olduğu halde, bu konuda organizasyonun eksikliğinden olacak, onu bulamadıklarından irice bir kuru soğanı taktılar. Üç gün üç gece anlı şanlı bir düğün yaptılar. Fakat gidip gelirken Purto’nun gözü hep bayrak direğindeki kuru soğana takılıyor, bu askerlik günlerindeki sıkıntılı dönemi tetikleyip, o günleri ayan beyan hatırlayıp, soğan travmalarını yeniden yaşıyordu. Bu işkenceye daha fazla dayanamayıp, düğünün son günü gelini almaya herkes gelin evine gidince, ikinci basamağı kırık paslı çivilerle alalede yapılmış tahta merdiveni duvara dayayıp, damın üstüne çıkarak, soğanı çıkardı ve elli metre ilerideki evlerinin altından geçen kurumaya yüz tutmuş kurbağaların koro halinde şarkı söyledikleri, zaman zaman da Camili Köyü Kurbağalar Arası Eurovision Şarkı yarışmaları düzenleyip, cirit attıkları dereye doğru fırlattı. Biraz rahatlamış olarak, gelini beklemek üzere komşularının evine adet olduğu için gidip saklandı. Gelin çeyizi at arabasına bindirilip, damat evine doğru yol alırken, on beş yaşlarında, evi bir hayli uzakta olan Lilo yastıklardan birini kaptığı gibi, damat Purto’ya koştu. Purto yastığın gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Kapıyı aceleyle açıp, Lilo’nun getirdiği yastığı alıp, bir güzel fetişist duygularla koklarken, bir yandan da Lilo’ya ortası delikli yirmi beş kuruşu fırlattı. Lilo sevinçle bahşişini kaptığı gibi hemen köy bakkalının yolunu tuttu. Bakkaldan lokum, kuru üzüm ve bisküvi alarak koşa koşa evine gitti.
Akşama doğru gerdeğe götürmek üzere gelip, Purto’yu saklandığı evden alıp getirdiler. Yine adettendir diye Purto’ya delikanlılar tekme tokat dayak atarak, gelen tokatlardan biri çok hızlı geldiğinde can havliyle kafasını yukarı diktiğinde, bayrak direğine yeni bir soğanın takılmış olduğunu görüp, yediği tüm dayakların acısını bir anda unuttu. İçeri girdiğinde soğan travmasının etkisinde uzun uzadıya kalıp, kendisini bekleyen müstakbel eşine, şaşkın gözlerle baktı. Gerdek gecesi soğanın getirmiş olduğu ikinci bir travmanın etkisinde kalarak geçti. Sabah erkenden cıvıl cıvıl edip, düğün evini basan çocuklara arka tarafları ibikli rengarenk tüylü Denizli Horozları ile resimlenmiş ayna, tarak, mavi kırmızı çizgili cep mendilleri, gelin tarafından dağıtılırken, Purto’da evlerinin üstüne yeniden çıkıp, bayrak direğini söküp, Kürtlerin kutsal elması soğanı hışımla çekerek, yere attıktan sonra, bir iki kere topuğu ile vurarak onu iyice ezdi.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalayadururken, Purto’nun evliliğinin üzerinden dokuz ay dokuz gün gibi bir zaman geçince, Purto’nun nur topu gibi bir oğlu oldu. Purto oğluna Hesko adını verdi. Hesko’yu ilk kucağına alan çiçeği burnunda baba Purto oldu. Purto özenle oğlunu iri yarı elleriyle sarmalayarak kucağına alıp, göğsüne incitmeden bastırarak, bir güzel kokladı.
Purto ve karısı ellerindeki tüm olanaklarla oğulları Hesko’yu büyütüp, bir dediğini iki etmemeye çalıştılar. Hesko’da kendisi için ortaya konmaya çalışılan olanca olanaktan doyasıya yararlanıp gün geçtikçe serpilip, gelişti. Purto, Hesko’yu alıp, yeni almış olduğu atlarına götürüyor, at arabasına bindirip, atları kamçılayarak oğlunu gururla köyün etrafında, tarlalara, Hefşi Velo’ya, Golit Tepesine, Gıri Kullinge, Kemikli Kuyuya, Sırt Tepesine, Kızıl Irmak boylarına, Pur ve Paşadağ Yaylalarına doğru turlayıp, her bir yanı fır dolandırıyordu. İki günde bir köy bakkalına gidip, kendisinin çok sevdiği ve kürtçede adı “şekiri mıjmıjo” olan şekerden alıp, gazete kağıdından yapılan külahlara doldurtup, onu da cebine koyuyor, her on on beş dakika arayla bir tanesini çıkarıp oğlunun ağzına koyuyordu. Hesko kısa bir müddet şekerini emmeye çalışıyor, daha sonra hızla dişleri ile kırarak bir çırpıda bitiriyordu. Baba Purto her defasında şekeri kırmadan, emerek yemesini tembihliyor, oğlu ise ona inat yine her defasında dişleri ile kırarak yiyordu. Purt atlarını ardı ardına kamçılarken, Hesko korkuyla hızla giden arabanın üzerinde düşmemek için babasına sıkı sıkıya yapışıyordu. At arabasına binmek baba oğul için tadına doyulmayan bir aktivite haline gelmişti. Hesko at sevgisi ile büyüyor, tüm akranları köy meydanında; bodrık, kit, nelbir, bist gibi yöre oyunlarını oynarken, ağzında mijmijo şekeri ile Hesko atlarla haşir neşir oluyor, özellikle de kişnemelerine hayran kalarak; gecesini ve gündüzünü atlarıyla geçiriyordu. Atların yelelerini okşuyor, babası Purto’nun yardımı ile onları tımar edip, nallarının aşınıp aşınmadığına bakıyor, düzenli olarak yemlerini ve suyunu veriyor ve ardında hayranlıkla onları seyre dalıyordu. Onun at sevgisini anlatmaya çalışan köylülerinin, bu konuda sözlerini artırmaları oldukça kolaydı. Tarifsiz bir at sevgisi ile büyüyen Hesko, pos bıyıklı esmer tenli, düz simsiyah saçlı bir delikanlı olarak hayattaki yerini alırken, yavaş yavaş babasının elinden arabayı ve atları alıp, evlerinin işlerini yapıyor, günlerce sapanla göz bebeği gibi baktığı atlarının yardımı ile yorulmak nedir bilmeden tarlalarını sürüyordu. Tabii tarlaya gitmeden önce, yine köy bakkalına uğrayarak, mijmijo şekerinden alıp, öyle işlerini yapmaya gidiyordu. Bu artık öylesine bir rutin haline gelmişti ki, sonuçta mıjmıjo şekerine bakkal ve köy halkı “şekiri Hesko” demeye başlamıştı. At arabasına binip, ayağa kalkarak ağzında şekiri Hesko ile köy içinde dizginleri sallarken, deh dehhh sesi arabanın tekerlek seslerine karışıyor, rahvan yürüyen atlarının nal seslerini duyan, Camili’nin tüm kızlarının kendisine baktığını sanıyor, içi kıpır kıpır oluyordu.
Hesko önce geçici olarak, canından çok sevdiği atlarından askerlik nedeniyle ayrıldı. Fakat daha sonra daimi olarak önce annesinden, iki yıl ara ile de yediği hamurlu yemekten hamurlanıp ölen babası Purto’dan ayrıldı. Kendisine çok emeği geçen anne ve babası bu ayrılıklarından önce Hesko’larını baş göz edip muratlarını görmemezlik etmediler tabii. Köyden Şıdo’nun kızı Melek’le evlenen Hesko dünya insanlığının arasına yarım düzine erkek çocuğunu birer yıl arayla salmayı alnının teriyle başardı.
Yıllar birbirini kovalarken, çevre köylere ve Hesko’nun köyü Camili Köyüne de yavaş yavaş yeni tarım araçları geliyor, Hesko’nun atları ve arabası ile bir haftada yapmaya çalıştığı işleri,traktörler yarım günde daha güzel ve verimli yapıyorlardı. Köyden Osman’i Nuri, Heyderi Hecike ve Heseni Reşo; köyün ilk traktörü olan altmış beşlik Masey Ferguson marka traktörlerini ortaklaşa alıp, Hesko’nun at arabasına binişini aratmayacak bir caka ile köy içine daldıklarında, Hesko tarladan yüklediği sapı alıp harman yerine doğru gidiyordu. Traktörün üzerinde bulunan üç kafadar, Hesko’ya bakıp selam verdiğinde, Hesko da ağzındaki şekeri çocukluğunda olduğu gibi hızla kırarken; onlara selam verdiyse de, onları pek umursamadan atlarını okşarcasına yavaşça kamçılamaya devam etti. Traktör neydi, ne işe yarardı, bir işi ne kadar bir sürede yapardı, onun umurunda değildi. Atları ve arabası ile baş başa olmak, onlarla konuşmak, dertleşmek, mutluluğunu, günlük olarak yapacakları işlerin gidişatını sunmak kendisine yetiyor ve artıyordu. Derken köyde bir yerde kısmen de olsa kendisini hissettiren feodalitenin tasfiyesi anlamına gelen, makinalaşma kendisini her alanda hissettirip, hızla yayılıyordu. Bir iki yıl gibi bir sürede köylüler evlerinin kapısına her taraftan gözükebilecek şekilde traktörlerini koyup, havalarını atıyorlardı. Durup dinlenmek nedir bilmeyen Hesko ise at arabası ile tıngır mıngır yol alırken hızla gelip geçen traktörler, onu arkalarında büyük bir toz bulutunun içinde bırakıyorlardı. Fakat Hesko buna hiç mi hiç aldırmıyor ve tüm inadıyla tek dişli canavarın makınalarına karşı direniyordu. Oysa o da tarlalarının tapularını bir araya getirip, alacağı banka kredisi ile Tarım ve Kredi Kooperatifine gidip, traktörün en iyisini alabilirdi. Ama gel görelim ki, o nasıl atlarından ayrılıp, bu demir yığını duygusuz traktörlerle haşir neşir olurdu. Böylesi yavan duygular içinden bile geçmiyordu. O direnecekti. Babadan böyle görmüştü.
Köylülerde çok ilginç bir özenti içindeydiler. Toprağı olsun veya olmasın artık hemen hemen her evin önünde traktör, römork, patos makinası, pulluk, mibzer, ızgara ve diğer tarım aletleri sırayla duruyordu. Hesko ise hala her işini, tarlalara ve yazları yerleştiği Pur Yaylasına ulaşımını at arabasıyla uzun zamana yayarak acelesi olmadan yapıyordu. Tarlalarına gidip, sap topluyor ve bunu arabasına büyük bir ustalık ve itina ile yükleyip, kalın kendirlerle bağlıyor, harman yerine geceli gündüzlü getirdiği sapları yığıyor, en büyük sap yığınına o sahip oluyordu. Uzaktan bakıldığı zaman en ihtişamlı, düzgün ve yüksek Heskonun harmanıydı. Tüm işlerini büyük bir zevkle yapıyor, atlarına sevgiyle yaklaşıp, onları incitmiyor, yalandan kamçı sallarken keyiflenip zaman zaman mutluluğundan zılgıt atıyor, kürtçe gönül şarkıları söyleyip, arabasının üzerinde etrafına adeta neşe saçıyordu. Köye traktörlerin ardından, bir yığın Türk yapımı araba da doluştu. Evlerin önüne traktörlerin yanı başına rengarenk Murat, Tofaş, Serçe, Anadol ve daha sonraları da Doğan, Şahin ve Kartal gibi yırtıcı kuşları marka olarak kullanan arabalar gelip yerlerini aldı.
Geçen onlarca yıl geride kalarak bu anlı sanlı direnişe tanıklık ediyor, geçen onca zaman sonunda Hesko’yu da her canlı yaratık gibi yaşlandırıyordu. Kırk yıl gibi uzunca bir zaman direndikten sonra Hesko yorgun ve bitkin düşerek işten yavaş yavaş el etek çekince, işlerin tamamını babaları gibi çalışkan olan büyük oğulları Meho, Mamo ve Yamo ellerine alıyorlardı. Çok geçmeden oğulları birleşip bir traktör alınca babadan kalma direniş geleneği de böylelikle son bulmuş oldu. Atları ve arabayı Kaman’lı bir çerçiye yok pahasına satan oğulları uzun süre bunu babalarından gizledilerse de Hesko’nun üst üste atlarını ve arabasını sorması üzerine daha fazla dayanamadan gerçeği söylediklerinde Hesko, yeni yeni kullanmaya gereksinim duyduğu bastonunu yere vura vura gidip, yatak odasına kapandı. Günlerce hayata küsmüş gibi yaşayıp kimse ile konuşmuyor, karısı Melek ona her ne kadar teselli olmaya çalışsa da bunda başarılı olamıyordu. Günlerce karısı dışında kimse ile konuşmadan odaya kapanan Hesko, bir gün öğle üzeri tuvalete gitmek üzere odasından çıkıp giderken, mutfak masasının üzerinde duran pişmiş yumurtayı görünce karnının bir hayli acıkmış olduğunu hissetti. Dönüşte yufka ekmeğinin içine bir güzel yatırıp, kendime bir ziyafet çekerim diye düşündü. Uzun süren hela ziyaretinin ardından elinde güneşte şavkı etrafa saçan yeni kalaylanmış olan bakır ıbrıkla dönen Hesko, midesinin daha da isyan eder hale geldiğini gördü. Fakat mutfağa geldiğinde masanın üzerinde duran yumurtayı göremeyince, yeni gelini oğlu Meho’nun karısı Heve’ye hiddetle bağırarak:
“Heve ev heka li vira çır bu – Heve buradaki yumurta ne oldu?” diye sorup, korkuyla gelecek olan yanıtı bekledi. Heve de:
“Apo ew hek min xwarım – Amca o yumurtayı ben yedim” deyince Hesko’ da zorunlu olarak istemeden ve içi acıyarak:
“Ee, te rind kiri – Ee, iyi yapmışsın!” demek zorunda kaldı.
Hesko yeniden hayata dönüp ev halkıyla tekrardan diyaloğa geçerken, gelini ile aralarında geçen bu diyalog da köyde ağızdan ağıza dolaşır oldu. Köylüler bu diyalogdan kısa skeçler sunup, kendi aralarında gülmek için, yaşlıca bir erkek Hesko oluyor, genç bir bayan da gelinin yerine geçerek canlandırılmaya çalışılan bu diyalog Bitlis Açık Hava Sinemasındaki filmler gibi sil baştan tekrarlanıp duruyordu. Burada köylülerin garibine giden pek alışık olmadıkları, kendilerinde gorülmeyen gelin – kayınbaba arasında ki rahatlıktı.
Şanlı direnişine son veren Hesko, hayattaki tek tutanağı olan atları ve arabası gidince, bu boşluğa daha fazla dayanamıyarak, önce bunadı daha sonra da hastalanıp, kısa süre sonra da hayata gözlerini yumdu.
Gerek babası Purto, gerekse Hesko Camili Köyünün renkli simalarındandı. Baba Purto oldukça beceriksiz, elinden hiç bir iş gelmeyen biri olduğu halde, Hesko oldukça çalışkan, becerikli biri olduğu gibi, yoğun bir hayvan ve doğa sevgisini de yüreğinde barındırıyordu. Bu nedenle elma ağacının dibine düşmemişti. Onun tek takıntısı şekiri mijmijo veya diğer adıyla kendi damgasını vurduğu şekiri Heskoydu. Söylentiye göre Hesko’nun direnmediği tek teknoloji icadının viagra olduğudur. Viagranın piyasa çıkışı ile birlikte, bu icaddan mümkün olduğu kadar
yararlandığı, şekiri Heskonun yerine arasıra bu şekeri de ağzına attığı söylenegelmektedir, günahı söylüyenlerin boynuna diyelim. Camili’de böylesi direnişler son bulmuş, her köylünün cebinde artık son model cep telefonları çaladururken, köylüler tarlalarında çalışırken biçerdöverin kendi ekinlerini biçmeye başladığını, biçercilerin öğle ve akşam yemeğinin kendilerinin hazırlamalarını gerektiğini, eşlerine cep telefonları ile bildirerek, tarladan köye dönen komşuları ile evlerine haber göndermek zorunda kalmıyorlar. Köy kevanileri artık “şeşık nanlarını”önce mobil telefonları ile arayıp bilgi alıyor, kısaca bir iki de dedikodu da yaptıktan sonra ödünç ekmeklerini istiyorlar. Köy çobanları ise, meralarda otlattıkları koyunlardan akşam bir tanesini kurda kaptırmışlarsa, bu kara haberi iki üç gün sonrasına ertelemeden direk bellerinde tabanca gibi duran, cep telefonları ile iletip, falancanın koyununu kurt yedi diye sahibini bilgilendiriyorlar. Köyde bulunan hanımlarına ise artık SMS yolu ile ulaşıp, kendilerinin yapayalnız olduğu bu dağ başında ne kadar yalnız olduklarını yavaş yavaş tuşlayıp, dilleri döndüğünce yazıp, ışık hızıyla eşlerine gönderiyorlar. Zaman değişirken, Purto ve Hesko orijinalliğindeki insanları da bu diyardan sırası gelmişken göç ettirdi. Allah rahmet eylesin… AMİN

Amsterdam, 6 Temmuz 2006 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...